Etiket arşivi: Medresetüz Zehra

Dini sadece Diyanet İşleri anlatırsa ne olur?

Daniel Quinn‘in İsmail’de ‘çeşitlilik’ ve ‘hayat’ ilişkisi üzerine söylediği kıymetli birşey var. Diyor ki Quinn: “Çeşitlilik topluluğun kendisi için bir hayatta kalma faktörüdür. Yüz milyon türün meydana getirdiği bir topluluk, küresel bir felaket dışında, neredeyse herşeyden sağ çıkabilir. Bu yüz milyonun içerisinde dünya ikliminde yirmi santigrat derecelik bir düşüşten sağ çıkabilecek binlercesi olacaktır ki, bu değişiklik, kulağa geldiğinden çok daha yıkıcıdır. Bu yüz milyonun içerisinde dünya ikliminde yirmi santigrat derecelik bir artıştan sağ çıkabilecek binlercesi olacaktır. Ancak (daha başlangıçta) yüz veya bin türden oluşan bir topluluğun (böyle bir değişimde) hayatta kalma niteliği yok gibidir.” (Parantez içi açıklamalar bana aittir.)

Geçenlerde şahit olduğum bir tartışma nedeniyle bu ifadeler ister-istemez hatırıma geldi. Başlarken azıcık da ondan bahsedeyim: Taraflardan birisi diyordu ki: “Bu hoca eflasyonuna bir son verilmeli! İslam’ı sadece Diyanet İşleri personeli anlatmalı. Her isteyen hocalık yapmamalı!” Doğrusu bu işe taaccüp ettim. Çünkü aynı kişinin cuma hutbelerinden de şekva ettiğini hatırlamaktaydım. Neden mi şikayet ediyordu? Üslûbundan. Tesirsizliğinden. Sıkıcılığından. Suya sabuna dokunmayan mahiyetinden. Evet. Bu yönde şikayetlerini duymuştum. 

Muhatabı ise ‘otorite eleştirisi’ üzerinden farklı bir yöne gitmişti. Dini anlatacakları kontrol etmenin dolaylı yoldan ‘dini kontrol etmek’ anlamına geleceğini söylüyordu. Haklıydı. Fakat, yola aşk-ı tenkit ile çıktığı için, haklı bir çerçevede kalamıyordu. Büsbütün ‘kontrolsüzlüğü’ istiyordu. Bilimsel gelişmenin yegane kardeşi olarak hürriyeti tanıdığından (seküler ihtisası ona böyle öğretmişti) din konusunda da çözümü ‘özgürce tartışmakta’ görüyordu. 

Ona göre dinî konulardaki tartışmaların artması iyiye gidişti. Böylelikle din gelişiyordu(!) Ne enteresan değil mi? Fakat ben buna da taaccüp ettim. Çünkü o arkadaşın da kimi hocaların yaptığı açıklamaları (söyledikleri fıkhın en sarih/sıradan meselelerini tekrar etmekten ibaret olmasına rağmen) ‘bağnazlık’ olarak görerek öfkeyle yakındığını hatırlıyordum. Demek elinden gelse o da kontrol edecekti. Kontrolsüzlük arzusu katıldığı isimlere dairdi.

Buralardan da zihnim Münazarat‘ta denk geldiğim birşeye kaydı. Medrese, mektep ve tekkenin Medresetü’z-Zehra denilen bir yapıda birleştirilmesi gerektiğini ifade ettikten sonra diyordu ki mürşidim: 

“Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı dîdar edecektir. Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehra dahi o kasr-ı İlâhîyi haricen temsil edecektir.” Bir sayfa öncesindeyse bu ‘birleştirmenin’ ilk faydası olarak şunu zikrediyordu: “Medârisin tevhid ve ıslâhı…”

Sanıyorum ‘birleştirme/tevhid’ kelimesinin gelebildiği birkaç anlam var. Anlaşmazlıklar da en çok buradan çıkıyor. Bunlardan ilkinde ‘birleştirme’ aslında bir ‘tekilleştirme’ manası içeriyor. Yani norm alınan ‘bir’ haricinde geri kalan herşey eleniyor. Dışlanıyor. Sistem dışına atılıyor. Budanıyor. ‘Anormal’ ilan ediliyor. Bu tür bir birleştirme ‘kendinden gayrı herşeyi dışlayan’ bir birleştirme. Tahtie. Aslında bir tekilleştirme. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile edindiğimiz bugünkü eğitim sistemi kelimenin daha çok bu anlamına bakıyor.

Kelimenin ikinci anlamıysa ‘buluşturma’ mahiyetinde. Yani biz ‘farklılıkların buluşturulmasına’ da bir tür ‘birleştirme’ diyoruz. Buradaki birlik ‘aynılık’ değil ‘beraberlik.’ Tekillik değil de ittihad. Veya ittifak. Veya kardeşlik. Veya musavvibe. Herhangi bir zeminde buluşan, ortak bir ‘paydaya’ veya ‘faydaya’ veya ‘tanıma’ veya ‘amaca’ sahip olan şeylerin beraberliği ile oluşan bir beraberlik. Mürşidimin ‘Medârisin tevhidi’ tâbiri de sanki böyle bir bağlama bakıyor.

Yani Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehra projesinde, herbirisi İslam emanetinin bir parçasını omuzuna almış ‘ekollerin beraberliğini’ hayal ediyor. Ne için? Elbette yoketmek için değil. Teke indirmek için değil. Arkadaşımın tabiriyle ‘hoca eflasyonuna son vermek için’ değil. Ya? Dengemizi bulmamız için. Şikayet ettiğimiz ölçüsüzlüklerden kurtulmak için. Birbirimizi daha fazla anlamaya çalışmamız için. Tek tek çiçekler yerine bir buket olabilmek için. Ve beraberce İslam emanetini layık olduğu şekilde ayakta tutmak için.

Çünkü (tıpkı İsmail’de Daniel Quinn’in dikkatimizi çektiği gibi) hayatta kalmanın bir yüzü de ‘çeşitliliğe’ bakıyor. Evet. Çeşitlilik! Çeşitlilik, ism-i Kayyum’un bir tecellisi olarak, varlığa dahil oluyor. Nasıl? Belki biraz şöyle: ‘Yaşam şartları’ değiştiği zaman bu türlerden bazıları diğer bazılarına göre daha ‘elverişli bir fonksiyon’ icra ediyor ve ‘canlılığın sürmesine’ vesile oluyor. Buğday bitmeyen tarlaya arpa ekiliyor. Zeytin olmayan toprakta kaysı oluyor. Muz yetişmeyen dağlardan elma fışkırıyor. Her farklı zemin, şartlarına uygun yaşam türleriyle, ism-i Kayyum’un bir tecelli rengini bize haber veriyor.

Evet. Şu yazılana dikkat et arkadaşım. Kayyum ism-i şerifinin bir tezahürü de farklılıklarımızdır. Çünkü ancak farklılıklarımız sayesinde hayatlarımız bereketlenir. Ayakta kalır. Dayanır. Farklılaşan şartlara karşı uyum gösterir. Hatta genetikte akraba evliliklerinin yoğunluğu hastalıklı genlerin ortaya çıkması riskini arttırıp nesli zayıflatırken karışmaksa nesli sağlamlaştırır.

Kavgada celal gerekir. Barışta cemal gerekir. Panikte soğukkanlılık gerekir. Hayırda acelecilik gerekir. Annede şefkat gerekir. Babada disiplin gerekir. Atada korumacılık gerekir. Evlatta saygı gerekir. Bu binlerce renk güzelliğimiz içinde biz de insanlığın hayatta kalmasını sağlarız. Her dönemde bir tabiat öne çıkar. Günü kurtarır. Ve onun vesilesiyle insanlık da kurtulur. Hayat devam eder.

Bu iş insanlıkta böyledir de ‘insaniyet-i kübra olan İslamiyet’te nasıldır? Bence hiç farkı yoktur. Tıpkı orada olduğu gibi burada da dinin hayatı ‘farklılıklara’ bağlıdır. Ama neredeki farklılıklara? İstikamet içi farklılıklara. Cadde-i Kübra içi sokaklara. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat içinde kalmaya ahdetmiş, Sünnet-i Seniyyeyi amel edişinin merkezine koymuş, Dört Mezheb’i kıblesi yapmış farklılıklara. Bunların dışında meydana gelen ayrışmalar fıtrî farklılıklar değil kanserlerdir. Kimliğimizi değiştirirler. Tanımlarımızı yokederler. Bizi öldürürler. Ancak Ehl-i Sünnet mabeyninde meydana gelen renklenmeler bizi hayatta tutarlar. Zenginleştirirler. Çünkü ‘çerçevesizlik’ bir açıdan ‘tanımsızlıktır.’ Her anlama gelebilenler aslında hiçbir anlama gelmezler. Ehl-i Sünnetse bizim çerçevemizdir.

Hepiniz az-çok yaşamışsınızdır. Bir Nurcu olarak yakınınızdaki bir gencin dünyasına ulaşamazsınız. Bir Nakşibendî mübarek ulaşır. Bir Nakşibendî mübarek bir başkasının dünyasına ulaşamamıştır. Tarikatlarla hiçbir bağı olmayan bir mübarek hoca ulaşır. Bir mübarek hoca onun dünyasına girememiştir. Bir Kadirînin nasihati tesir eder. Bir Kadirînin nasihati tesir edemiyordur. Bir başka ekolün mensubunun sözü dokunur. Allah insanı renk renk, huy huy, kabiliyet kabiliyet yarattığı gibi mürşid dillerini de aynen bu şekilde usûl usûl, metod metod, tesir tesir yaratmıştır. Birisinden nasibini alamayan arı ötekine konar. Harun’dan ders alamayan Musa’ya gider. Hidayet balı yaratılmaya, elhamdülillah, bu şekilde devam eder.

Özetle şunu söylemek istiyorum: Canlılıklarımızı ‘tekilleştirmeye’ kasteden canımıza kastetmiştir. Ama ‘buluşturmaya’ kasteden gözümüzün bebeğidir. Amacı mübarektir. “Allah onun yardımcısı olsun!” diye dua ederiz. Zira bizi buluşturmak aynı zamanda silahlarımızı/yöntemlerimizi buluşturmaktır. Küçük küçük taburlardan ‘her bölüğü ayrı bir savaş sanatında mahir’ kocaman bir tebliğ ordusu kurmaktır. Bu ordunun neticesi her cephede zaferdir. 

Lakin bizi (olumsuzladığım anlamda) ‘tekilleştirmek’ her gün yeni bir saldırı şekliyle maneviyatımıza kasteden şeytanlara karşı tek bir taburu veya tek silah türünü veya tek stratejiyi hayatta bırakmaktır. Gerisini ise dağıtmaktır. Halbuki, oynayanlar bilirler, satrançta her taşın ayrı önemi vardır. At ayrı kıymetlidir. Kale ayrı önemlidir. Fil ayrı ehemmiyetlidir. Her taşın hareket tarzı sayesinde yeni bir strateji sahibi olursunuz. Yeni savunmalar yaparsınız. Taşları tekilleştirmek, sadece fili veya kaleyi veya atı bırakmak, geri kalanı yoketmek, ehl-i İslam’a yardım değil düşmanlıktır. Allah böyle bir düşmanlığa niyet edenleri kem niyetlerinden döndürsün. Ehl-i Sünnet’in herbir parçasını ‘hikmetle okumayı’ bize öğretsin. Mabeynimizdeki ihtilafları da sulh ile çözmek nasip etsin. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com

Bir ‘yerel dilleri koruma projesi’ olarak: Medresetü’z-Zehra

Eğer bizimle aynı dünyada yaşayan ve ona bakışlarını başka büyük bir dille ifade eden yabancı yazarların eserlerini takdir edebilirsek ‘zevk nesnelliği’ geliştirme yolunda önemli mesafe alırız.” (T. S. Eliot)

David Crystal’ın ‘Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür’ kitabının bende bıraktığı izleri yazdığım Ayetlerin Katli isimli yazıda, bir cümlecik olsun birşeye dikkat çekmeye çalışmış ve orada bırakmıştım: “Tam burada Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra hayalini; ‘lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak’ gibi bir ‘çok dillilik’ zemininde düşlendiğini anımsayalım…” demiştim. Sohbetiniz tatlı geldi. Bu yazıda o bir cümleciğin içini biraz daha konuşmak istiyorum sizinle.

Öncelikle; bu medrese tasavvuruna dair birkaç sorumu paylaşmam gerek:

1) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece Kürdistan (korkmayın devlet değil) bölgesine yönelik bir tasarım mıydı?

2) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece Türkiye’ye yönelik bir tasarım mıydı?

3) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece bu üç dile yönelik bir tasarım mıydı?

Sorularım bunlar… Bu üç soruyu önemsiyorum. Zira Medresetü’z-Zehra’ya yönelik yapılan yorumların bu üç soruya verilen cevaplara göre şekillendiğini düşünüyorum.

Örneğin: Medresetü’z-Zehra’yı sadece Kürdistan bölgesine yönelik bir okul tasavvuru olarak düşünenlerin cevapları elbette bölgesel çözüm odaklı olacaktır. Sadece Türkiye için bir formül olduğunu düşünenlerin de tasavvurları ulus-devlet sınırlarından dışarıya çıkamayacaktır. Ama Bediüzzaman’ın mesajının bütün ümmete yönelik bir eğitim formülü içerdiğini düşünenler, ki onlar hiç de az değildir, ilk iki soruyu aşıp üçüncü soruya cevap vermek zorunda kalırlar:

O halde Medresetü’z-Zehra bu üç dile münhasır bir eğitim metodu mu içermektedir? İlk iki soruda Bediüzzaman’ın ufkunu tam yakalayanlar, üçüncü soruda, Bediüzzaman’ın ‘lisan-ı Arabî vacip’ derken din dilini, ‘Türkî lazım’ derken ülkenin en çok kullanılan hâkim dilini, ‘Kürdî caiz’ derken de yaşatılması gereken yerel dilini hedeflemiş ve bölgesel anlamda bunu ifade etmiş olabileceğini söyleyebilirler.

Eğer Bediüzzaman’ın ışığının bütün ümmete, Medresetü’z-Zehra hayalinin de bütün kavimlere ilaç olduğunu düşünüyorsak, bu üçlünün sembolize ettiği anlamı daha derin okumaya ihtiyacımız var gibi. Kafanızı biraz daha kurcalayayım: Mesela; bir Medresetü’z-Zehra da, aynı dönemdeki ismi itibariyle Lazistan’a kurulsa, orada konuşulan caiz dil yine de Kürtçe mi olacaktır? (Bugün otuz yaş altında Lazca konuşanabilenlerin sayısı çok azdır.) Veya bu okul/üniversite Türkiye’de değil de Pakistan’da açılsa, lazım dili Türkçe mi kalacaktır?

Ben, FETÖ’nün, bir çarpıtmayı da burada yaparak, Medresetü’z-Zehra’yı (onlar kendi kolejlerini bir anlamda bu hayalin gerçekleşmesi olarak sayarlar) Türk dilini taşıma aracı sandıklarını düşünüyorum. Türkçenin lazım oluşunu ‘bölgenin hâkim dilinin lazım oluşu’ gibi değil, her yerde, her coğrafyada yalnız ‘Türkçenin vacip oluşu’ (Gülen’in bir keresinde ‘lazım’ değil, ‘vacip’ şeklinde ifade ettiği ve sıralamada Türkçeyle Kürtçeye yer değiştirttiği bilinir. Kendisi bu düşüncesini; Hayırhah Arkadaş ve Mâbeyn-i Hümâyûn isimli 14.09.2014 tarihli nağmesinde yinelemiştir) görüyorum çünkü.

Halbuki dilbilimci David Crystal, yerel dilleri görmezden gelen bir eğitim sisteminin asimilasyon aracı olduğunu, zira bu görmezden gelmenin dolayısıyla yerel dilin yitimini netice vereceğini söyler Dillerin Katli kitabında. FETÖ’nün eğitim sisteminde ise durum şöyle şekilleniyordu: Eğitim dili (İngilizce ve bölgenin hâkim dili) farz, Türkçe vacip, yerel dil mekruh (çünkü yaşatmaya dair gayretleri yok).

Şimdi, Crystal’ın, yerel dillerin entelektüel zenginliğinin korunmasının ancak eğitim dili haline getirilmesiyle (veya eğitimin yerel dili de sahiplenmesiyle) mümkün olabileceğini söylemesinin ardından Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sına daha farklı bir gözle bakıyorum.

Crystal’ın, Guardian’daki makalesinde ‘bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket’ olarak tarif ettiği ‘kültürel asimilasyonlar nedeniyle yerel dillerin yok oluşu süreci’ni durdurmak ve onları yaşatmak çabasının da bir parçası olarak görüyorum onu. Kürdistan’da Kürtçeyi, Lazistan’da Lazcayı, Çerkezlerin diyarında Çerkezceyi vesaire…

Bu önemli birşey. Yerel kültürleri hem yaşatmak, hem de onlara karşı hoşgörülü/çok renkliliğe müsait olmak, bir anlamda Batının sömürge düzenine (tüm sömürge düzenlerine) eğitim diliyle bir meydan okuyuş. Halkı müslüman olan Arnavutluğun, orada Türkçenin, İttihat ve Terakki marifetiyle, eğitim dili olarak dayatılmasından kısa bir süre sonra isyan edip bağımsızlığını kazanması tesadüf mü? Nihayetinde durumumuz Crystal’ın, Crow’dan alıntıladığı gibi: “Gün gelir daha küçük kültürleri ve dilleri korumak için savaşmak, tarih sahnesinden çekilmeden önce bizi insan yapan en önemli şeyleri korumak için savaşmak olur.” Bence, Medresetü’z-Zehra’nın üçlü dil modeli, böyle bir meydan okuyuşun da ifadesi ve projesi.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Said Nursi’nin Vasiyeti Şanlıurfa’da Gerçek Oluyor

Bediüzzaman Said-i Nursi’nin en büyük hayallerinden biri Medresetü’z-Zehra Üniversitesi’nin kurulması yönündeydi. Üstad’ın bu hayali Şanlıurfa’da gerçekleşiyor.

Dönemin Van Valisi Hasan Tahsin Bey, Said-i Nursi’nin vasiyetini yerine getirmek için çok emek harcamasına rağmen Van’da Ekim 1913 temelleri atılan Medresetü’z-Zehra Üniversitesi, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması nedeniyle tamamlanamıyor. Aradan geçen 100 yılı aşkın bir süre sonra Bediüzzaman Said-i Nursi’nin ‘Medresetü’z-Zehra Üniversitesi’ hayali önümüzdeki aylarda Şanlıurfa’da gerçek oluyor.

Said-i Nursi’nin Van’da Medresetü’z-Zehra Üniversitesi hayalinin olduğunu, Şanlıurfa’daki Üstad’ın talebeleriyle görüştükten sonra burada da böyle bir fikrin ortaya çıktığını dile getiren AK Parti Şanlıurfa Milletvekili, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Medresetü’z-Zehra Üniversitesi’nin Şanlıurfa’da kurulmasının doğru olacağının altını çizdi.

“ÜNİVERSİTE URFA’NIN TARİHİYLE BÜTÜNLÜK KAZANACAK”

Van’da da buna benzer bir üniversitenin kurulabileceğini belirten Bakan Çelik, Medresetü’z-Zehra Üniversitesi’nin Şanlıurfa’nın tarihiyle bir bütünlük sağlayacağını söyledi.

“ÜSTAD’IN VASİYETİNİN YERİNE GETİRECEĞİZ”

Faruk Çelik, üniversitenin kurulması için bir yer tahsisiyle ilgili olarak talep oldu, hükümetin bir bakanı ve Şanlıurfa’nın bir vekili olarak Said Nursi’nin talebeleriyle beraber bir çalışma başlattık. 130 dönümlük bir arazinin tahsisi gerçekleşirse burada maddi ve manevi ilimlerin içinde barındığı bir üniversiteyi de hem Şanlıurfa’ya hem de Türkiye’ye kazandırmış olacağız. Böylece Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin de vasiyeti yerine getirilmiş olacak. Böyle bir üniversitenin inşa edilmesi aslında hem dünyaya hem Türkiye’ye hem de bölgeye önemli mesajı da beraberinde getirecektir, açıklamasında bulundu.

BADILLI: ÜSTADIMIZIN NİYETLERİ HAYAT BULACAK

Konuyla ilgili olarak haber7.com’a açıklamada bulunan Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden ve Şanlıurfa’da yaşayan Abdülkadir Badıllı, vakıf çalışmalarını bitirdiklerini söyledi. Üniversitenin kurulmasıyla Üstadımızın niyet ve muradları hayat bulacak, yönünde açıklamada bulunan Badıllı, üniversitenin Van’da olması gerekiyor ancak biz üniversiteyi Van’dan önce inşa edeceğiz, dedi.

Üstad Said Nursi’nin “hem Arabistan hem Türkistan hem de Kürdistan’ın merkezinde olduğu için eğitim dili 3 dil ile olması lazım. Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürtçe caiz” sözünü hatırlatan Badıllı, üniversitede din ilmi ile fen ilminin iç içe yoğurularak ders verileceğine de vurgu yaptı.

BİR HAYAL GERÇEK OLUYOR

Üstad’ın bu üniversitenin kurulması için büyük bir çaba sarf ettiğini belirten Badıllı, Said-i Nursi hazretlerinin hayalinin Şanlıurfa’da gerçekleşeceğini söyledi.

Ömer Süt/Ökkeş Koska

Haber7

Hilal Kaplan; Muhalif bir âlim olarak Said Nursî

Said Nursî, geçtiğimiz yüz yılın en özgün mütefekkir ve âlimlerinden birisiydi. O, Müslümanları müşkül duruma düşürebilecek bir hareketin içinde yer almadı ama otoriteyle de başı hiçbir zaman hoş olmadı.

Örneğin ilk gençliğinde hocalarıyla yaşadığı bazı anlaşmazlıklar sonucu medrese eğitimi sırasında sık sık yer değiştirmişti. Tarihçe-i Hayat’ta izzetine çok önem verdiğini ve âmirane söylenen en küçük bir söze bile tahammül edemediğini belirtmişti.

II. Abdulhamit’ten “Medrese’tüz Zehra” için ödenek ayrılmasını istemeye geldiği İstanbul’da, selamlık törenine yöresel kıyafetleri, sarığı ve hançeriyle katılmakta ısrar ettiği için akıl hastanesine bile kapatılmıştı. Divâne olarak görülmesinin sebebinin Kürt kıyafetleri giymesi, kaba saba davranması, Ulema’ya meydan okuması ve her dâim hiddet etmesi olduğu söyleniyordu. Orada yaşadıklarını “Divanı Harbi Örfî” kitabında şöyle nakleder:

Benim gibi asabi bir adamın telaş ve hiddet etmesi zaruridir. Özellikle bir yüce fikri, on beş sene zihninde taşıyan ve bu kadar yakınlaşan bir insan kendini tehlikede görse ve o fikrin gerçekleştiğini görmekten mahrum kalsa, nasıl hiddet etmesin?

II. Meşrutiyet yaklaşırken, yıllardır taşıyageldiği bazı fikirlerinin yavaş yavaş karşılık bulduğunun anlaşılmasıyla akıl hastanesinden bu sefer de hapishaneye gönderilir. Asıl hastalığın zihninde değil de İmparatorluk’un başkentinde olduğuna hükmeden Nursi, vaziyeti Nutuk’ta şöyle anlatır:

Ben Kürdistan dağlarında büyümüştüm. Merkezî Hilafeti güzel tahayyül ediyordum. Dersaadet’e geldim, gördüm ki İstanbul korku ve nefret sebebiyle medeni libasını giymiş vahşi bir adama benzerdi. Kürdistan’daki fenalığın sebebini Kürdistan uzvunun hastalığı zannediyordum. Vakıa ki hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum ve anladım ki kalpteki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım, divânelikle taltif edildim.

Kendisine teklif edilen maaşı ve yolluğu reddeden Nursî, memleketine dönmez. II. Meşrutiyet’e ulemanın önemli bir kısmı “Şeriata aykırıdır” diyerek karşı çıkarken, Nursî açık destek vermekten çekinmemiştir. Sultanahmet’ten Selanik’e kadar pek çok yerde “Ey Hürriyeti Şer’i” diyerek başlayan o meşhur konuşmasını yapıp istibdada karşı durmak gereğini anlatmıştır. Kürdistan vilayetlerindeki aşiretlere telgraflar çekip “Meşrutiyet ve Kanunî Esasî işittiğiniz meseleyse hakiki adalet ve meşvereti şeriyeden ibaretler. Hüsnü telakki ediniz” demiştir.

1909’da Van’da bulunduğu sırada, halka meşrutiyeti anlatırken, sadece İslâm birliğini değil, Ermenilerle ittifak etmenin memleketin saadeti için gerekli olduğunu savunmuştur. 1911’deki Münazarat kitabında bu düşüncesini şöyle ifade eder:

Onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar. İlerleme tohumlarını topladılar, vatanımıza ekecekler. Siz hâlâ uykudasınız. Onları ancak, onların sizi mağlup ettiği silahla mağlup edebilirsiniz. Yani akıl ile, milliyet fikriyle, ilerleme meyiliyle, adalet temayülüyle…

Ancak ne zaman ki Rus desteğiyle işgal başladı, Üstad Ermeni çetelerle savaşan milislere komutanlık edenlerden birisi olmaktan da geri durmadı. Hep vurguladığı prensibinden savaş zamanı da vazgeçmeyecekti: “Kadın ve çocuklara dokunmak caiz değildir...” Bu uğurda büyük sıkıntılar çekti, esir düştü ama acısını izzetiyle beraber taşımayı bildi.

Bediüzzaman için “milliyet” fikri, bir kavmin benliğini muhafazasıyla ilişkiliydi. Fakat, milliyetçiliği İslâm birliğinin önüne koyan Kürtlere yönelik Sebil’ür Reşâd’da kaleme aldığı uyarı yazısının bir kısmında şöyle diyordu:

Kürdistan’a verilecek muhtariyetten (özerklik) bahsediliyor. Kürtler, ecnebi himâyesindeki bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler. Eğer Kürtlerin serbestçe gelişmesini düşünmek lazım gelirse, bunu Boğos Nubar ile Şerif Paşa* değil, Devleti Âliye düşünür. Hülasa, Kürtler bu hususta kimsenin aracılık ve müdahalesine muhtaç değildir.

Millî Mücadele zamanında, işgalci kuvvetlere direniş aleyhinde pek çok fetva yayınlanıp, savaşan kuvvetler “dinsiz” ilan edilirken Nursî, “Hutuvat-ı Sitte” adlı bildiride Millî Mücadele’yi İslâm’ın hizmetindeki bir cihad hareketi olarak tanımlayıp, mevzubahis fetvanın ilmen geçersiz olduğunu belirtmekten geri durmadı:

Burada hâkim olan kuvvet, ecnebiye lehinde olmayan her bir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük. Mukaddes camilerde gavurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevazı katline fetva verdirildi. Şimdi bazı gerçekler çarpıtılmaktadır. Zıt kavramlar yer değiştirmişlerdir. Zulme adalet, cihada isyan, esareteyse hürriyet adı veriliyor. Ben kendi elemlerime tahammül ettim. Fakat İslâm’ın elemlerinden gelen üzüntüler beni ezdi. Âlemi İslâm’a gelen her bir darbenin en evvel kalbime indirildiğini hissediyorum. Onun için bu kadar sarsıldım. Fakat bir ışık görüyorum ki o elemleri unutturacak inşallah.

Tek Parti rejimi kurulduktan sonra da muhalif duruşundan milim geri adım atmadı Üstad; Bu sarık ancak bu başla beraber gider sözü hâlâ kulaklarımızda çınlamıyor mu? Meclis’e sunduğu on maddelik manifestoda “Türkiye’nin şekillenmesinde mânevî dinamiklerin ihmal edilmemesi gerektiği” ibaresi yer aldığı için, kurulmasına önderlik ettiği rejimin düşmanı olarak daha o zamandan yaftalandı. Ancak muhalefetin muhtevası, yeni rejimle beraber değişmişti. Yeni rejim, “Yeni Said” dönemini gerekli kıldı. Siyasî ve hukukî bütün yolları kesen yeni yönetimde söz sahibi olan artık “dış güçler” de değildi. Tamamen madun kılınmış Müslümanlar için mücadele artık fikrîyat üzerinden, gönüller fethederek yürütülmeliydi.

Üstad’ın açtığı yoldan gönüller fethedildi, fethediliyor. Allah, bir gün bile kendi nefsi için bir şey istememiş; hapislere, sürgünlere, suikast teşebbüslerine rağmen kıyamdaki duruşunu bir an bile bozmamış ve sadece “Davam!” diyerek namerde minnet etmemiş bu büyük âlimin yolundan gitmeyi ve O’ndan istifade etmeyi nasip etsin. Âmin, âmin, âmin…

* Bazı alıntılar, Yusuf Kenan Beysülen’in ve Cemalettin Canlı’nın hazırladığı “Yolcu” belgeselinden alınmıştır.

** Paris Barış Konferansı’nda, 1919 yılı Ocak ayında, Osmanlı delegelerinden Ermeni Boğos Nubar Paşa ile Kürt Şerif Paşa bağımsız bir Ermeni ve Kürt devleti konusunda anlaşmışlardı.

Hilal Kaplan / Yeni Şafak

Üstad, padişahla Rumeli gezisinde

Bediüzzaman 1911’de Sultan Reşat’ın yanında Şark vilayetlerini temsilen özel konuk olarak Rumeli gezisine katıldı. Padişah ve erkanı ile önemli görüşmelerde bulundu. Bu görüşmelerde Doğu’nun sorunları ve çözüm yollarına ilişkin projelerini anlattı.

Sultan Reşat’ın bu seyahati 6 Haziran 1911’de Barbaros Zırhlısı ve refakatindeki büyük bir kafile ile İstanbul’dan hareketle gerçekleştirildi. Heyet, 7 Haziran günü Selanik Limanı’nda büyük bir tezahüratla karşılandı. Bediüzzaman ve Sultan Reşat, Selanik’te üç gün kaldılar. Oradan trenle Kosova’ya hareket ettiler. 11 Haziran 1911’de Üsküp’e intikal ettiler. Bu üç günlük tren seyahatinde Said-i Nursi padişaha Van’da kurmayı düşündüğü Medresetü’z Zehra-Doğu Üniversitesi ile ilgili projesini anlatma imkanı buldu.

Sultan Reşat Üsküp’te Hükümet Konağı balkonunundan halkı selamlarken Bediüzzaman da hemen onun yanında yer almıştı. Ayağında çizme, elinde gümüş saplı bir kamçı, belinde fildişi saplı bir kama, başında siyah poşusu vardı.

Bediüzzaman Rumeli seyahatinden döndükten sonra, Temmuz 1911’den itibaren eserlerinin tab işine (yayınına) yöneldi.

Bu seyahatte Padişah Sultan Reşat ile yaptığı görüşmeler sonucunda, Van Medresetü’z Zehra Üniversitesi için 20 bin altın tahsisi gerçekleştirilmişti. Tahsisat Van Valiliği kanalı ile Bediüzzaman’ın emrine tahsis edilmişti. Fakat ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu savaş şartları projenin hayata geçmesine imkan vermedi. Bu tahsisat da valilik hesabında kaldı. Bu olay, Bediüzzaman’ın en üst düzeyde davasının takipçisi olma özelliğini ortaya koymaktadır. Projenin hayata geçmesi adına daha önce Sultan Abdülhamit’ten alamadığı olumlu neticeyi Sultan Reşat’ın Rumeli seyahati vesilesi ile yine gündeme getirerek gerçekleştirme fırsatı bulmuştur. Bu Said-i Nursi’nin aktivist, idealist, düşünce, fikir takip ve icraat adamı olduğunun göstergesi olarak tarih sayfasındaki yerini almıştır.

Yeni Şafak