Etiket arşivi: MEHMED KIRKINCI

Ekmek Parası Mı?

İnsan denilince ruh hatıra gelmekte, ceset ise ruhun elbisesi veya evi mesâbesinde kalmaktadır. Nasıl ki biz, kendi işimizle uğraşırken evimizi düşünmüyor ve onun her köşesiyle alâkadar olmuyoruz, aynı şekilde bede­nimizin de bütün faaliyetleriyle zihnen alâkadar olmuyoruz. Meselâ; insan yürürken, otururken veya çalışırken mutlaka bir şeyler düşünür, fakat o anda bedeninden habersizdir.

Bu hale göre, bizim için en önde gelen mes’ele, ruhen terakki ve onu lâyık olduğu kemâlata tevcih etmektir. Nitekim, büyük insan denilince de, ruhen terakki etmiş ve kemale ermiş kimse anlaşılır. Yoksa bedenen büyük kimseye “büyük insan” denilmez. Bir insan, apartmanına kat ilâve etmekle kendisi yükselmediği gibi, bede­nen veya maddeten ilerleme de insanı terakki ettirip olgunlaştırmaz.

Sadece evde oturmak veya evin ihtiyaçlarını görmek bir kimsenin ger­çek vazifesi olamayacağı gibi, bedeni beslemek ve onun levazımatını teda­rik etmek de ruhun esas gayesi olamaz. Bir kimse bu daireyi aşamadığı müddetçe, hangi dünyevî makamda bu­lunursa bulunsun, dar bir dairede boğulmuş ve büyümemiş demektir.

Bir ağaç dahi sadece kendini beslemekle kalmayıp, başkalarını da bes­lemek için harice meyveler uzatıyor ve bu meyvelerle kıymet kazanıyor. Elbetteki bir insan da ancak, kendi ihtiyaç dairesinin dışına taştığı ve baş­ta iman ve ibadet olmak üzere, ilim, fazilet, lûtuf ve ihsanlarla dolduğu takdirde kıymet kazanacaktır. Mes’eleyi biraz daha vuzuha kavuşturmak maksadıyla bir misâl verelim:

Bir zatın bir kamyonu olduğunu ve bununla kum taşıdığını farzediniz. Bu kamyonun aylık kazancı ancak kendi yakıt parasını ve boya, tamir gibi masraflarını çıkarıp, hiç kâr bırakmasa o zat bu kamyonu kaç ay ça­lıştırır?

Bir kamyon dahi, kazanç itibariyle kendi masrafını aşamadığı takdirde kıymetten düşüp faaliyetten menedilirse, biz hangi akılla bu dünyaya geli­şimizin gayesini sadece ekmek parası kazanma olarak mütalâa edebiliriz. Elbette ki Hâlik-ı Hakim, biz insanları böyle cüz’i bir iş için bu dünyaya göndermemiştir.

İnsanın fıtrî vazifesi, ancak Allah’a (C.C.) iman ve ona itaat etmektir. Çünkü maddesi itibariyle şu koca kâinatla beslenen, diğer bir ifadeyle, masrafı şu kâinat olan insanlar bilbedahe bu dünyaya maddî bir gaye için gönderilmemişlerdir. Yani, insandan beklenen netice maddî değil, mânevî olacaktır. Bu ise, Hâlık-ı Küll-i şey’e iman, kâinattaki mu’cize-i san’atı te­fekkür, ihsanat-ı Rabbaniye’ye karşı şükür ve ibadetle mukabele gibi ulvî hakikatlardan başka ne olabilir?

Mehmed Kırkıncı / mehmedkirkinci.com

Muhabbet ve korku

Güneş sistemimizin nizamı câzibe ve dâfia denilen iki kuvve üzerine bina edilmiştir. Bu kuvvelerden birisi olmasa nizam bozulur. İnsanda bu kuvvelerin yerini sevgi ve korku hisleri almıştır. İnsanın dünya hayatının nizamı da iki hisle olduğu gibi, ebedî saadetin kazanılması da bu hislerin yerinde kullanılmasına bağlıdır.

Bir baba, ailenin nizamını ancak aile fertlerindeki bu iki hissi beraber yürütmekle temin etmektedir. Bir çocukta babasına karşı sadece sevgi hissi inkişaf edip korku hissi inkişaf etmezse, o çocuk zararlı işlerden korunma hususunda hassasiyet gösteremez. Sadece korku hissinin inkişafında ise babasının eliyle elde ettiği lütuf ve ihsanları hakkıyla takdir edemez.

Aynı şekilde, bir talebe hocasını sevmezse, onun ilminden istifadesi az olur. Hocasından korkmaması halinde de derslerine ciddî çalışmaz ve muvaffakiyetsiz olur. Bir raiyet de padişahını hem sevmeli, hem de ondan korkmalıdır.

Bu misâllere kıyasen insan, Hâlik-ı Zülcelâl’i hem sevecek, hem de O’ndan korkacaktır. İnsan Allah’a (C.C.) muhabbet hususunda terakkiyle O’nun lütfundan her zaman ümitvar olup, ebedî saadeti de o lütuftan bekleyeceği gibi; Allah’dan (C.C.) ziyadesiyle de korkacak ve ebedî Cehennem azabından kendisini kat’iyyen hariç tevehhüm etmeyecektir.

Bir insan ancak bu tarz hareket etmekle Hâlik-ı Zülcelâl’in hem emirlerine riayete, hem de nehiylerinden kaçınmaya dikkat etmiş ve havf ve reca arasında yaşamaya muvaffak olmuş olur.

Mehmed Kırkıncı / Zafer Dergisi

Size koyun olmadığınızı bir anlatabilsek…

İstanbul’a seyahatlerimin birinde, Beyazıt’ta Fakülte Apartmanında ki sohbette Arap alimlerinden üç tane mühim Alim misafir olarak bulunuyordu. Derste ise üstadımızın 26. Mektup üçüncü mebhasta ki milliyetçilik mevzuu işleniyordu. Muazzez Üstadımız orada “Allah bir kavim gönderir. Allah onları sever, onlarda Allah’ı sever. Müminlere karşı şefkatli ve merhametli, kafirlere karşı izzetli ve şiddetlidirler” mealindeki ayete bu necip kavmin masadak olduğunu ve sahabeden sonra dini mubini İslam’a kemaliyle yine bu milletin hizmet ettiğini ifade ediyordu. Hatta bu necip kavmin altıyüz yıldan beri değil, Abbasilerden beri cehd ve gayretle mücahede ettiğini söylüyordu. Ders bu mevzu mihverinde bir saat kadar devam etti. Arap misafirlerimiz; çay sohbetinde yanıma gelerek okunan dersten çok istifade ettiklerini, risalelerdeki hakikatlerin harika ve orijinal olduğunu ve kendilerini mest ettiğini ifadeden sonra; Üstadımızın bu asrın bir müceddidi olduğunu söylediler. Daha sonra konu ile ilgili olarak şöyle bir hatıra naklettiler.

Hocam bizim ilkokul kitaplarında şöyle bir hikaye vardır. Hikâye ise şudur;

Aslan yavrusunu yaptıktan sonra ölmüş. Bu yavru, koyunları emerek onların içerisinde büyüyor.

Koyunlardan biri, “sen bizim cinsimizden değilsin. Sen esasında aslansın. Dağların, ormanların kralısın. Gel bir kükre de ayıların, tilkilerin ve çakalların seslerinden ve tehlikelerinden kurtulalım” der.

Aslan ise; “hayır ben sizin cinsinizdenim, koyunum” diye ısrar eder.

Koyun ise; aslanı ikna etmek için bir su kuyusunun başına götürür ve orada arslana sudaki görünen şeklini gösterir.

Orada kendini dikkatlice seyreden Arslana “bir de dön bana bak” der. “Biz sana benziyor muyuz? İstersen gel bir de beraber kükreyelim” der.

Koyun meler, Aslan da kükreyince, o sesi duyan haşarat ve hayvanlar her biri bir tarafa kaçarlar.

Arap misafirler, hikayeyi anlattıktan sonra; “Hocam; size koyun olmadığınızı bir anlatabilsek var ya… Bu, sizin ve alemi İslam’ın hatta insaniyetin kurtuluşuna vesile olacaksınız.” diye bu hikayeyi bize anlattılar.

Bir gün Suffa Vakfı’nda Cumartesi dersinde Ahmet AKGÜNDÜZ onuncu sözün on birinci hakikatini okuyordu. Karşımda yarım sakallı olan bir zat, dersi dikkatle dinliyordu. O zat dersten sonra, kalkıp hemen yanımıza geldi. Ahmet AKGÜNDÜZ, bu zatın kendisinin Felsefe hocası Niyazi ÖKTEM Bey olduğunu söyledi.

Bana hitaben, “Hocam; dersi dikkatle dinledim. İzahlarınızdan da çok müstefit oldum. Anladığıma göre Haşir cismani olacak değil mi?” diye sordu. “Gerçi ben haşre inanıyorum. Fakat bu dirilmenin cismani değil de ruhani olacağını düşünüyordum”.

Ben de cevaben: “Cenab-ı Hakkın Adl ismi ve Rahmeti iktiza ediyor ki, dünyada olduğu gibi Ahirette de insanlar ruhen ve cismen beraber haşredileceklerdir.” “Çünkü; dünyada mademki ibadetler, imtihanlar, lezzetler ve keyifler, cihatlar hem ruhani, hem de cismani olduğuna göre, ahirette de aynen öyle olması icab eder. Çünkü ahirette sadece ruhen dirilme Allah’ın adalet ve şefkatine muvafık olmaz.” “Zira, ibadet yaparken yorulan beden, oruç tutarken acıkan beden, cihatta yara alan, kanı akan ve şehit olan beden olsun da; cennete yalnız ruh gitsin, ceset gitmesin hiç adalet ve merhamete muvafık olur mu?.” “Ayrıca Cenab-ı Hakkın nurani olan güzel isimleri, dünyada kesafetli olan bedende daha fazla tecelli ve tezahür ettiğine göre; azami tecellinin yeri olan Ahirette de, haşirin hem cismani, hem de ruhani olması iktiza eder.”

Daha sonra bana “Eflatunu, Aristo’yu, Farabi ve İbn-i Sinayı nasıl bilirsiniz Hocam?” diye sordu. Ben de cevaben; bunların büyük fikir adamları olduğunu, hatta İbn-i Sina ve İbn-i Rüştün eserlerinin Avrupa’da asırlarca ders kitabı olarak okutulduğunu söyledim. Niyazi Öktem bey ise tebessüm ederek; “Hocam bu insanlar, haşrin cismani değil de ruhani olacağını itikat ediyorlar buna ne dersiniz dedi.”

Ben de cevaben; Allah’ın lütfu ve ihsanıyla birden aklıma geleni söyledim ve dedim; “Niyazi bey; acaba İbn-i Sina ve Farabi gibi zatlar, kayısı yemişler midir?.” O da “Elbette yemişlerdir” dedi. Ben de “kayısı yiyen bir mütefekkir, nasıl olur da haşri cismaniyi kabul etmez?. Bu aklen tezat değil midir?. Zira her insan her sahada mütehassıs olamaz. Felsefe sahasında büyük olan o insanlar, iman ve itikat sahasında mübtedi kalabilirler ve kalmışlardır. Çünkü onlar meseleye sadece akıl gözleri ile baktıklarından akılları gözlerindedir. Bunlar, her şeyi maddede ararlar. Her şeyi maddede arayanların ise akılları, maneviyatta kördür.” “Malumdur ki elbette böyle bir akıl mahluk ve maduttur, her şeyi idrak edemez. Bu hikmete binaen, Cenab-ı Hak akla yardımcı olarak; semavi dinleri, kitapları ve peygamberleri göndermiştir. Ta ki akıl ve nakil ittifak ederek insanları dünya ve ahiret saadetine kavuştursun.”

Niyazi Bey, son derece memnun ve mesrur olarak bizimle vedalaşıp, “Hocam çok teşekkür ederim. İtikada dair mühim bir müşkilimi hallettiniz. Allah selamet versin…”

Mehmed Kırkıncı/ Hayatım Hatıralarım

Kim bu tabiat?

Tabiatın yaratıcı olduğunu iddia edenlere, şu soruları soruyoruz:

“İnsanları kim yapmıştır?”

Cevap: Tabiat.

“Bitkileri ve hayvanları kim yapmıştır?”

Cevap: Tabiat.

“Güneşi ve gezegenleri kim tanzim etmiş, yıldızları semaya kim dizmiştir?”

Cevap: Tabiat.

Bu ve benzeri soruları sormaya devam ederek, tabiatın yaptığı iddia edilen şeyleri de hayalen bir tarafa ayırdığımızda ortada ‘tabiat’ denilecek bir şey kalmıyor.

Eğer tabiat bu saydığımız şeylerin tümüne deniliyorsa, biz ona kâinat diyoruz ve zaten onun sanatkârını soruyoruz.

Yok şayet tabiattan yukarıda saydığımız şeyler cinsinden olmayan, yani mahlûk olmayan bir varlık kastediliyorsa, o da Cenâb-ı Hak’tır ve kendi isim ve sıfatlarını Kur’an-ı Kerîm’i ile insanlara bildirmiştir. Bu isimler arasında ‘tabiat’ diye bir isim olmadığı gibi, Allah adına böyle bir isim uydurmak da kimsenin haddi değildir.

Mehmed Kırkıncı / Zafer Dergisi