Etiket arşivi: mehmed paksu

Her musibet kendi günahımızın sonucu mudur?

Başınıza ne musibet gelirse, kendi elinizle işledikleriniz yüzündendir. Üstelik günahlarınızın birçoğunu da Allah affeder. (42:30)”

”Ben 35 yaşımdan beri 20 yıldır OKB, vesvese hastasıyım. Yukarıdaki ayeti okuyunca “Bu hastalık benim günahım yüzünden olmuş” diye mi düşünmem gerek? Bir de sakat doğan çocuklar var, onların günahı yok… Ya da bir yaşında yanan bir çocuğu düşünürsek… Başına bir dert gelmiş ama günahsız; nasıl anlamamız lazım? Bu ayete göre, “Bazı musibetler sizin yaptıklarınız yüzünden başınıza gelir” denilmemiş, “hepsi” denmiş… (Elif)”

Bu âyeti iki şekilde anlamak mümkün.

yıldırım şimşekBirincisi: insanın başına gelen musibetler, kendi eliyle işlediği günahların sonucudur. Üstelik Allah birçok günahı baştan affediyor. Yoksa her hatanın karşılığı dünyada verilseydi, insan felaketten felakete sürüklenirdi.

Peygamberimiz, bu âyeti Hz. Ali’ye şöyle açıklıyor: “Ey Ali, sana bu âyeti tefsir edeceğim: Dünyada iken sizin başınıza gelen bir hastalık, bir musibet veya bir bela sizin kazandıklarınızdandır. Allah, âhirette ikinci kez cezalandırmayacak kadar Halim’dir. Dünyada iken bağışlamış ise Allah bağışladıktan sonra tekrar dönmeyecek kadar Kerim’dir.”

Âyetin ikinci anlamı da başa gelen musibetler ya insanın sabrının sınanması, ruhen olgunlaşması, sevap ve yüksek mertebeler elde etmesidir veya günahlarının bağışlanmasına vesiledir.

Bu âyet nazil olduğunda Peygamberimiz şöyle buyurmuştu: “Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bir kamışın yaralanması, bir damar seyrimesi, bir ayak sürçmesi mutlaka bir günah yüzündendir. Allah’ın onlardan bağışlaması ise daha çoktur.”

Sizde vesvesenin olması, sizin bir günahınızın sonucundan öte, Allah’ın bir sınamasıdır, bir imtihandır, bir sabır denemesidir. Vesvese şeytandan olduğuna göre, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmaktır; bu yönüyle ibadettir, sevap kazanmanıza bir vesiledir.

Vesveseyi, şüphe ettiğin bir şeyin aslını öğrenmeye sebep olduğu için Peygamberimiz, “Vesvese imanın ta kendisidir” buyurarak meselenin bu yönüne de işaret eder.

Vesveseden kurtulmanın en pratik yolu, önem vermemek, üzerinde durmamak, gözünde büyütmemek, korkmamak, endişeye düşmemek, onu şeytandan gelen bir kuruntu olarak bilip Allah’a sığınmaktır.

Bazı çocukların sakat doğması veya bir yaşındaki bir çocuğun yanması gibi musibetleri farklı düşünmek gerekir.

Bu çocukların hiçbir suçu ve günahı yoktur. Bir kere her şeyin sahibi Allah’tır. Yüce Allah yarattığı bir varlık üzerinde istediği gibi tasarruf eder. Bunun mutlaka bir hikmeti, kaderî bir boyutu vardır.

Bir an için kendi tasarrufumuz altındaki varlıklar üzerinde istediğimiz işlemi yaptığımızı düşünelim:

Tavuğu alıyoruz, kesiyoruz, etini pişiriyoruz, misafirlerimize ikram ediyoruz. Tavuğa haksızlık mı etmiş oluyoruz?

Kuzuyu tutup kesiyoruz, etini kebap yapıyoruz, kuzuya eziyet mi ediyoruz?

Bütün bu soruların tek bir cevabı var: Hayır, iyi yapıyoruz.

Neden mi? Çünkü bu varlıklar bizim için yaratılmış, istediğimiz gibi onları kullanabiliyoruz.

Çocukların başına gelen musibetler de bir zulüm ve haksızlık değildir. Onlar için bir azap ve eziyet hiç değildir.

Çünkü onları yoktan var eden Yüce Allah’tır. Rahmeti, şefkati ve sevgisi ile yaşatan da O’dur.

Allah onları daha çok seviyor ve daha çok düşünüyor. Onlara hastalık, kaza ve musibet gibi bazı sıkıntılar veriyorsa, daha büyük sıkıntılardan kurtarıyor. Hayatın zorluklarına alıştırıyor. Daha çetin ve zor engelleri aşmak için bir geçiş oluyor.

Zaten hayatın başına gelen her şey güzeldir. Önemli olan kimden geldiğini bilmektir.

Mehmet PAKSU

Ömer Döngeloğlu: “Risale-i Nur okuyunca imanım artıyor!”

İstanbul Başakşehir’de bulunan Nur Vakfı’nın Risale-i Nur dersanesinde sohbete katılan siyer uzmanı ve televizyon programcısı Ömer Döngeloğlu, “Risale-i Nur öyle büyük bir ilim hazinesi ki, bir yere çekilip beş yıl sürekli Risale-i Nur okumak istiyorum” dedi.

İlahiyatçı-yazar Mehmed Paksu, siyer uzmanı Ömer Döngeloğlu ve Peygamber Efendimizle (s.a.v.) ilgili okuduğu şiirleriyle tanınan Dursun Ali Erzincanlı ve yazar Cemil Tokpınar Başakşehir’de Risale-i Nur dersine katıldılar. Haftalık derse gelen yaklaşık 150 kişinin heyecan ve gözyaşıyla takip ettiği program Mehmed Paksu Hocanın 24. Mektup’tan okuduğu dersle başladı. Mevlidle ilgili dersten sonra Dursun Ali Erzincanlı’nın, ağlayarak okuduğu “40 yaşındasın” şiiriyle devam eden program büyük ilgi gördü.

Çay ikramından sonraki bölümde Bediüzzaman Hazretlerinin ilk dönem eserlerinden Şuaat’tan Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ahlâkın her dalında zirve olduğu belirtilen kısmı okumaya başlayan Mehmed Paksu, Ömer Döngeloğlu’ndan yer yer açıklama yapmasını istedi.

Okunan bölüme hayran olan ve Risale-i Nur’u iki yıldır okumaya çalıştığını belirten Döngeloğlu, şöyle dedi:

İki yıl önce Hacda iken Küçük Sözler’i iki defa okudum. İmanım arttı. Ne zaman Risale-i Nur okusam, çok açık bir şekilde imanımın arttığını hissediyorum. Çünkü bu eserler tam da bu zamanın ihtiyacına göre yazılmış. Bediüzzaman Hazretleri, Peygamber (s.a.v.)’in hayatını kendine rehber edinmiş, onu model almış. Çok farklı tefsirler ve irşad kitapları okudum. Fakat Risale-i Nur bambaşka. Bu asrın insanının imanla ilgili bütün ihtiyaçlarına cevap veriyor.

Keşke zarurî işlerimiz ve konferanslarımız olmasa, büyük bir ilim hazinesi olan Risale-i Nur’u bir yere çekilip beş yıl sürekli okumak isterdim. Çünkü bu eserler herhangi bir cemaatin kitabı değil, bütün İslâm âleminin, hatta insanlığın ihtiyacı olan kitaplardır.

Daha önce 19. Mektup’ta bulunan, “Bu Parça Altın ve Elmasla Yazılsa Liyakati Var” başlıklı bölümü de okuduğunu belirten Ömer Döngeloğlu, bunun “muhteşem bir el tarifi olduğunu” belirterek, “30 yıldır siyer okuyorum, vallahi böyle bir el tarifi görmedim. Bu ne muazzam bir el tarifi” dedi.

Programın sonunda Dursun Ali Erzincanlı, “Sen Yoktun” şiirini okurken dinleyenler göz yaşlarını tutamadılar.

Kaynak: Risalehaber

2012’de Kıyamet Kopacak Mı?

Ayet ve hadislerde Kıyametin tam zamanı bildirilmemekle beraber Peygamberimiz (a.s.m.) onun vaktine yakın zamanda meydana gelecek bazı hadiselerden ve alametlerden bahsederek, mü’minleri devamlı uyanık tutmaya ve hazırlıklı bulunmaya teşvik etmiştir.

Semavi dinlerin mühim bir esası olan kıyamet hakkında Kur’an-ı Kerimde ve hadis-i şeriflerde geniş izahlar vardır. Bu izahlarda kıyametin çok yakın olduğu ve o günün dehşeti ifade edilerek insanların hazırlıklı olması teşvik edilmektedir.

Enes bin Malik’in rivayet ettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün, “Ben ve kıyamet günü şu iki parmak gibi yaratıldık” buyurmuş ve işaret parmağı ile orta parmağını birbirine bitiştirmiştir.

Peygamberimiz bu sözleriyle kıyametin çok yakın bir zamanda meydana gelebileceğine işaret ediyordu. Kur’an-ı Kerimde “Kıyamet yakındır” buyurulması ve Peygamber Efendimizin kıyametin çok yakın zamanda kopacağını bahsetmesi 1400 sene geçtiği halde vuku bulmamış olması akla bir şüphe getirmemelidir. Çünkü kıyamet dünyanın eceli ile ilgili bir meseledir. “Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i Kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baid (akıldan uzak) görülsün.”

Ayet ve hadislerde Kıyametin tam zamanı bildirilmemekle beraber Peygamberimiz (a.s.m.) onun vaktine yakın zamanda meydana gelecek bazı hadiselerden ve alametlerden bahsederek, mü’minleri devamlı uyanık tutmaya ve hazırlıklı bulunmaya teşvik etmiştir.

Kıyametin kopmasının gizli tutulmasının sebep ve hikmetlerine gelince;

Bunun pek çok hikmetleri vardır. Nasıl ki, insana öleceği zaman bildirilmiş olsaydı, hayatının yarısını iman ve İslam şuurundan mahrum olarak tam bir gafletle yaşayacak, yarıdan sonra ise adım adım darağacına giden bir idam mahkumu gibi ölümünü bekleyerek müthiş bir ıztırap duyacak ve azap çekecekti.

Musibet ve felaketlerin insanoğlu için gizli kalmasında da aynı hikmet vardır. Çünkü vakti belli olan bir felaketi beklemek o musibeti yaşamaktan daha fazla ıztırap ve işkence verecektir.

İşte bunun gibi pek çok hikmetler için kıyametin vakti insanlar için gizli kılınmıştır.

Her insan için ecel ne ise bütün bir insanlık için de kıyamet odur. Şualar’da Bediüzzaman bu mevzu ile ilgili olarak şu mealde izahlara yer verir:

Dünyanın eceli ve ölümü olan kıyametin vakti belli olmuş olsaydı, ilk ve orta çağda yaşayan insanlar ahiret düşüncesinden habersiz bir şekilde gaflet içinde yaşamış olacaklardı. Ve son çağın insanları da Kıyamet vaktini beklemenin dehşeti içinde dünya hayatının huzurunu ve lezzetini alamayacaklardı.

Şayet Kıyamet vakti belli olmuş olsaydı, bir kısım iman hakikatleri apaçık bir şekilde ortaya çıkacak, herkes ister istemez tasdik edecek; netice olarak da teklif, imtihan ve iman sırrı kaybolacaktı. İşte bunun gibi pek çok maslahatlar için, Kıyametin vakti gizli kalmış ve herkes, her dakikada hem ecelini, hem de hayatının devamını düşünebilmiştir. Böylece ne dünya hayatı, ne de ahiret ihmal edilmemiştir.

Kıyamet gününün gizli kalışı, Kıyametin kopuşuna kadar devam edecektir. Ne zaman ki, güneş doğu yerine batıdan doğacak, artık insanlar için imtihan meydanı ve tevbe kapısı kapanacak, herkes Kıyametin kopacağına yakinen inanacaktır. Ancak o vakitten sonra yapılacak pişmanlık ve edilen iman da fayda vermeyecektir.

Mehmet Paksu / Zafer dergisi

İnsanı uçurumdan kurtaran sözler!

Mehmed Paksu geçtiğimiz senelerde ‘İnsanı Uçuruma Götüren Sözler’i mercek altına almış, aynı isimle yayımlanan kitabında imana zarar veren bazı sözleri incelemişti. Paksu, şimdi de meseleye tersinden bakıyor ve dilimize vird edinmemiz gereken kelimelerin kurtuluşumuza vesile olacak birer rehber olduğuna değiniyor.

Dile gelen her kelime her zaman doğru hedefte değildir. Sözcükler bazen rotasını şaşırır, varır kırgınlıkların, kızgınlıkların kapısına dayanır. Dilin kemiği yoktur denmesi de bundandır. Bazen de söyledikleriyle farkında olmadan kendi ruhunu yaralar insanoğlu. İsyan dolu cümleler ya da kullukla çelişen ifadeler dökülür dudaklarından. Özellikle de dar zamanlarda. Mehmet Paksu, geçtiğimiz senelerde ‘İnsanı Uçuruma Götüren Sözler’ başlığıyla yayımlanan kitabında bu meseleye dikkat çekmiş, imana zarar veren bazı sözleri mercek altına almıştı. Şimdi de okurlarına insanı uçurumun eşiğinden kurtaracak bir reçete sunuyor…

Peygamber dualarıyla başlayan çalışmasında, Eûzübesmele başta olmak üzere, ‘Lâilâheillallah, Sübhanallah, Elhamdülillah’ gibi dilimize vird edinmemiz gereken, bazen de şuursuzca ağzımızdan çıkıveren güzel sözlere değiniyor Paksu. Her biri ayrı başlık altında verilen bu kelimelerin nasıl kullanılması gerektiğini, birçok kapıyı açmada nasıl büyük bir hazine olduğunu dile getiriyor. Her bölüm Asr-ı Saadet’ten ya da günümüzden sıcak bir hikâye ile başlıyor. Kâh, mahallenin çocuklarına su veren Ali amcanın çocuklara bismillah ve elhamdülillah demeyi öğreterek bir babanın hayrına vesile olma hikâyesini anlatıyor. Kâh Asr-ı Saadet’e götürüp, sahabeden Malik’in oğlu Avf’ın peygamberin “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” duasıyla kurtuluşunu hatırlatıyor…

Genelde aynı anlamda kullandığımız bazı kelimeler arasındaki ayrıntılara da değiniyor Paksu. Örneğin “Hamd mi, şükür mü?” diye soruyor ve ayrımını şöyle yapıyor: “Her şükür aynı zamanda hamddir, ama her hamd şükür değildir.” En son bölümde ise Cevşenü’l-Kebir’e yer verilmiş. Cevşen’in nasıl bir dua olduğu, İslam tarihindeki hikâyesi örnekleriyle anlatılıyor…

Önsözde kitaba dair görüşlerini dile getiren Metin Karabaşoğlu’nun ifadesiyle dilin afetleri konusunda uyarıcı ve uyandırıcı bir hizmet gören ilk kitabın ardından tamamlayıcı bir özelliği var çalışmanın. Nasıl bir amaca hizmet ettiği ise yine Metin Karabaşoğlu’nun yazısının sonundaki şu duasında saklı: “Rabb-i Rahim’in hepimizi rızasına uygun güzel sözlerle kıymetlenen diller ile nimetlendirmesi ve böylece uçurumdan kurtarıp cennetine ulaştırması duasıyla.” İşte kitaptan bazı satırbaşları…

HZ. ADEM’İN DUASI 

İlk insan ve ilk peygamber Adem Aleyhisselam’dan, Hz. İsa’ya ve Peygamber Efendimiz’e kadar Kur’an’da adı geçen bazı peygamberlerin duaları mevcuttur. Hz. Adem, eşi Hz. Havva ile birlikte yeryüzüne indirildikten sonra beraber yaptıkları duada gerçek kurtuluşa ermek için Allah’ın mağfiretini ve rahmetini diler ve der ki: “Rabb’imiz, biz kendimize yazık ettik. Eğer sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz hüsrana düşenlerden oluruz.”

Eûzu sığınıyorum, sarılıyorum, korunmak istiyorum ve yardım diliyorum gibi manalara gelir. İnsanın “Eûzu” demesi, yaptığı bir işi haber vermesidir; “Ya Râb! Beni koru!” diye sığınma talebinde bulunmasıdır.

Ebu Hureyre’nin anlattığına göre Resulullah (sas) önemli bir meselede başını semaya kaldırır, “Sübhanallahi’l-azim” derdi. Duayı fazla yaptığı zaman da “Ya Hayyü, ya Kayyûm” buyururdu.

Faydalandığımız ve tattığımız her nimetin üzerine bir kere ‘Elhamdülillah’ dediğimizde o nimet hemen ebedileşir, bir cennet yemişi haline gelir.

 Aslıhan Köşşekoğlu / Zaman

İslam’a göre evlenmek şart mı, tek başıma yaşayamaz mıyım?

İslama göre evlenmek şart mıdır? İnsan tek başına yaşayamaz mı? Kur’an’da yada hadislerde illede evlenilecek diye bir hüküm var mı? Çok sayıda evlenmemiş İslam büyüğü var?

– Annem evlenmem için sürekli baskı yapıyor. Bende pek istekli, değilim. Ben yalnızlıktan memnunum ama annem çok üzülüyor. Nasıl hareket edeyim?

İnsan tek başına yaşayabildiği gibi, hayatını o şekilde devam ettirebilir. Bunun ne dini açıdan bir sakıncası vardır ne de dünya açısından bir mahzuru…

Bugün sizin gibi düşünerek yaşayan çok sayıda insan vardır.

Böyle bir hayatı tercih edenlerin arasında erkekler de vardır, kadınlar da…

Fakat dini yönden söylemek gerekirse, bir insan evlenmediği zaman günaha, harama girmeden nefsine hâkim olarak yaşayabilecekse, gözünü, gönlünü karşı cinsten çekebilecek ve duygularına söz geçirebilecekse evlenmemesi mubahtır.

Ancak böyle bir durum söz konusu değilse mutlaka evlenmesi gerekir. Çünkü dinde beş esasın korunması gerekli görülmüştür.

İlk dördü dinin, aklın, malın ve hayatın korunmasıdır, beşincisi de namusun, diğer bir ifadeyle neslin ve ailenin korunmasıdır.

Kur’ân, “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlarla taşlar olan o müthiş ateşten koruyun” (Tahrim, 66:6) âyetiyle bu noktaya dikkat çekerken, “İçinizden bekâr olanları evlendirin” emriyle de (Nur, 24:32) evlenmeye/evlendirmeye teşvik ediyor.

Peygamberimiz de “Evlenmek benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir” meşhur hadisiyle evlenmenin önemini, gerekliliğini ve değerini dile getiriyor.

Zaten evlilik fıtri bir ihtiyaçtır, bir yaratılış gereğidir, insanlıkla birlikte var olan bir gerçektir.

Annenizin de evlenmenizi bunun için istiyor, bundan dolayı ısrar ediyor.

Bir de büyükler, “Ben hayatta iken baş göz edeyim, gözüm arkada kalmasın” diyerek çocuklarının bir an önce aile düzenine geçmesini isterler.

Ama evlilik bir nasip kısmet işidir. Zorlamak ve zorlanmanın bir anlamı olmadığı gibi faydası yoktur.

Çünkü o kadar istediği halde evlenemeyen, evlenme imkânı bulamayan, kafasına ve gönlüne göre birisiyle karşılaşamayanlar da az değildir.

Bu meselenin erkeği kadını; zengini fakiri olmadığı gibi, güzeli çirkini, yaşlısı genci de yoktur.

Evlenmek için yola çıkan bu insanların büyük bir kısmı o kadar çok istemesine rağmen evlenememiştir, çok az bir bölümü de bekâr kalmayı benimsemiş, tek başına yaşamayı kabul etmiş, ömrünü bu şekilde geçirmiştir.

Son olarak belki şu söylenebilir: Erkekler kimseye ihtiyaç duymadan kendini koruyarak/korunarak rahatça yaşabilseler de kadınlar bu konuda o kadar rahat olmayabilirler, yalnız başına hayat geçirmekte zorlanabilir, zorluklar yaşabilirler. Bunun için imkân ve fırsat bulunca aile bütünlüğü öne çıkıyor.

Mehmet PAKSU