Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

İktisat Penceresi

“İktisat”, Arapça’daki “kasd” masdarından türetilmiştir. Kasd, fiil olarak, “Bir işi bilerek, isteyerek, niyet ederek yapmak; yolu doğru olmak” gibi anlamlar içermektedir. “Kasdî”, “kasden”, “maksad”, “maksûd”, “iktisadiyat” gibi kelimeler de bu kökten türetilmişlerdir. Bu çerçevede, “iktisat,” “kasda uygun davranmak,” “maksada en uygun yolu bulmak,” “orta yolu benimsemek” ölçülü hareket etmek gibi anlamlar taşımaktadır.

Buna göre iktisatlı bir insan maksadını iyi tanıyan, sağa sola yalpalamaksızın, ifrat ve tefritten uzak bir şekilde yaşayan insandır. Bu sebeple iktisat “uygun davranış” manasında anlaşılır. İktisat, insanın ihtiyacına göre harcama yapmasını, cimriliğe ve israfa sapmamasını gerektirmektedir. İlim olarak iktisat, konusu iktisadi (ekonomik) olayları incelemek olan sosyolojinin bir branşıdır.

Çağdaş İslâm âlimi Bediüzzaman’ın fikirlerini incelediğimizde şu gerçekle karşılaşırız: O, günü birlik gayeleri olan, ufku ve hedefi sınırlı bir insan değildir. Bediüzzaman, geçmişin ilmî ve manevî birikimlerinden yola çıkarak geleceğe yönelik görüşlerini metodik ve sistematik şekilde ortaya koyar.

O, her şeyden önce eşya ve hadisenin açıklamasını iman mefhumunda aramış ve bunu yaşadığı asrın idrakine büyük bir başarı ile kazandırmıştır. İman ile aklın telif ve terkibini yapmak Bediüzzaman’ın çağımıza yönelik en belirgin misyonudur. O, her şeyden önce iktisadı, kâinatın en esaslı kanunlarından birisi olarak görür. Ona göre, Allah’ın kâinattaki Hakîm isminin tecellileri hiçbir yerde israfa mahal bırakmaz. Kâinatı iktisat prensibi üzerine yaratan Allah, insanın da o hikmet sırrına uygun hareket etmesini ister.Bugün insan  iktisat prensibinin hikmetine uygun yaşamamanın ekonomik ve sosyal sıkıntılarını yaşamaktadır.

İhtiyaçların yerini sınırsız istekleri alınca, fertler iktisatlı bir hayat yaşamaktan uzaklaşırlar. İktisadın zıddı olan israfa sürüklenirler. Bu sebeple insan iktisada teşvik ediliyor ve israftan sakındırılıyor. Çünkü, “Hâlık-ı Rahîm nev-i beşere (insanlara) verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimetlere karşı hasaretli bir istihfaftır (hafife almaktır). İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır (hürmettir).”1

İnsan şükür için yaratılmıştır. İnsan ihtiyaçlarını karşılarken şükür içinde olmalıdır. Bu şükrün yolu da hayatın her safhasında iktisat etmekten geçer. Kabiliyetlerin yerli yerince kullanılmasından, Allah’ın verdiği her türlü nimetlerin gerçek ihtiyaçlara yetecek şekilde ölçülü olarak kullanılmasına kadar… Şükür, böyle bir fıtratın, şuurla elde edilen bir neticesidir.

“Şükrün mikyası kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.
Evet, hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir. Hattâ, hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü, kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir. ” 2

”Hem Yahudi milleti hırs ile, ribâ ile, hile dolabı ile rızıklarını zilletli ve sefaletli, gayr-ı meşru ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulması ve sahrânişinlerin, yani bedevîlerin, kanaatkârâne vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması, yine mezkûr dâvâmızı kat-î ispat eder. ” 3

Kâinatta da çok geniş bir iktisat kanunu hâkimdir. Bu kanun gereğince, kainata iktisat penceresinden baktığımızda, bütün varlıklar maksada uygun ve sayısız hikmetlerle donatılmış olarak yaratıldığını görürüz..

İktisat kâinatın en esaslı kanunlarından biridir. Çünkü Allah Hakîm’dir. Bu ismin kâinattaki tecellileri hiçbir yerde israfa mahal bırakmaz. En ehemmiyetsiz gibi görünen unsurlar dahi sayısız vazifelerde çalıştırılmış ve israf edilmelerine meydan verilmemiştir. Meselâ tek bir elma çekirdeğinin minicik deposunda ne kadar çok hikmet ve vazifeler saklanmıştır. İçinde sayısız elma ağacının, milyonlarca yaprağın, çiçeğin ve meyvenin özeti mevcuttur.

Kâinatın nizam ve intizamla devamına dikkat ettiğimizde, en küçük varlıktan en büyük cisimlere kadar her şeyin iktisat kanununa uygun yaratıldığını ve bu kanun gereğince de, bütün varlıkların maksada uygun ve sayısız hikmetlerle donatılmış olduğunu görürüz.

Her şeye hakkını veren kudret ve hikmet, varlıkların yaratılış ve ihtiyaçlarında ne fazla, ne de noksan bırakmamakla bu hakikati en açık bir şekilde gözlere göstermektedir. Hakîm isminin en büyük cilvesi olan kâinatın umumî hikmetleri, iktisat ve israfsızlık üzerine dönüyor. Aksi halde dünyamızın sınırlı kaynakları bu kadar canlıya milyonlarca yıl değil, bir yıl bile yetmezdi. Vücudun hücrelerinden kanın içindeki alyuvarlara ve akyuvarlara, vücut organlarının birbiri ile olan alışverişlerine, denizlerin gelir ve giderlerine, canlı ve cansız varlıklar arasındaki karşılıklı münasebetlere varıncaya kadar iktisadın ve israfsızlığın dengesini her şeyde görürüz.

Allah’ın kâinattaki tasarrufu, iktisat prensibi üzerine bina edilmektedir. İlâhî kudret asla israf etmemekte, her şeyde en kısa, en hafif, en kolay yolu, en faydalı şekli takip etmektedir. Bu konuda kâinatta sayısız misaller vardır.

Kâinata iktisat penceresinden baktığımızda, canlılar arasında yardımlaşma ve işbirliğinin söz konusu olduğunu görürüz. İsrafın diğer bir manası olan abes, manasız, faydasız ve başıboş hiçbir şeyin kâinatta olmadığı açıkça görülmektedir. Yaratılışta israf, abesiyet, faydasızlık yoktur. İsraf, Hakîm ismine aykırı düştüğü gibi, iktisat da onun lâzımıdır. “İsm-i Hakîm’in cilve-i âzamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor. İktisadı emrediyor.”4

Kâinat bir nizama tabidir. Dünyada milyonlarca canlı cinsinin her bir ferdinin rızıkları mükemmel bir şekilde karşılanmaktadır.

Bu canlılar arasındaki ilişkiler ve iaşe düzeni o kadar mükemmeldir ki, küçük bir mizansızlık görmek mümkün değildir. Bir canlı diğer bir canlının hukukunu kıl payı kadar ihlâl etmez. Hayat, mücadele ile değil, yardımlaşma ile devam etmektedir.

Dünyadaki bütün canlıların ihtiyaçlarını karşılamalarının iktidar ve hırs ile olmadığı, kanaatkâr olanların rızıklarının daha kolay karşılandığı görülmektedir. Hırs ve kanaatin tesirleri, canlılar âleminde gayet geniş bir düstur ile cereyan ediyor. Meselâ, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri, onların rızkını onlara koşturduğu gibi, hayvanların hırs ile meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını, kanaatin azim menfaatini gösterir.

Bütün  zayıf yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi lâtif bir gıdanın ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırs ile noksan ve kirli rızıklarına saldırması, bu hakikati parlak bir surette ispat ediyor. Bir tilki olanca kurnazlığıyla günlerce dolaşıyor; bakıyorsunuz, bir deri bir kemik kalmış. Semiz balıkların kanaatkâr durumları, mükemmel rızıklarına medar olması da buna örnek verilebilir. Tilki ve maymun gibi zeki hayvanların rızıklarının peşinde hırs ile dolaşmalarına karşın kâfi derecede rızkı bulamamaları ve cılız kalmaları hırsın ne derece meşakkat sebebi, kanaatin de ne derece rahatlık sebebi olduğunu gösterir.

Rızık temin etmede hırs göstermek sıkıntının, zahmetin sebebidir. Kanaatli olmak ise rahat olmanın sebebidir. Yine helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile ters orantılıdır. Çocukların durumu buna misal olarak verilebilir. Bebekken bütün rızkını kolayca elde eden çocuk, büyüdükçe bunu elde etmede zorlanmaktadır. “Rızk-ı helâl, acz ve iftikâra göre gelir; iktidar ve ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasiptir.”5

Ekoloji gözlüğüyle tabiata baktığımızda şu hadiselerle karşılaşırız: Tabiatta geri devir, geri kazanma mekanizmaları çalışmaktadır. Hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde ölçüsüzlük de yoktur. Tabiatta geri devir mekanizması işlemesiyle geride en küçük bir artık, kir, pislik ve çöp kalmamaktadır. Tabiatı çevre kirliliğinden korumak üzere bütün tedbirler alınmış, bunun için hayat faaliyetlerine bağlı olarak otomatik bir şekilde çalışan devamlı bir adaptasyon sistemi kurulmuştur. Canlı, cansız her varlığın bu sistem içinde vazifesi vardır.

Kâinat iktisat, temizlik ve israfsızlık esası üzerine kurulmuştur. Yaratıldığı andan beri de bu esasa uygun şekilde işletilmektedir. Her şeyde en hafif suret, en kısa yol, en kolay tarz ve en faydalı şekil takip edilmiştir. İnsana düşen vazife, bu esasları ihmal ederek ve reddederek intizamı bozmak değil, o nizama ayak uydurmaktır.

Aksi halde, insan kendini sonsuz mutluluğa götürebilecek kabiliyetteki fıtratını israf etmiş olur. Bu israfın neticesi hayatın diğer bütün safhalarını da istilâ eder. Böylece insan bütünüyle hikmetin sırlarına ters düşmüş olur. Çünkü böyle bir insan, kendisine verilen eşsiz kabiliyetleri tam aksi istikamette kullanarak kıymetten düşürmekte, değersiz ve aşağılık heveslerinin hizmetinde çalıştırmaktadır. Nimetleri “nimet” olmaktan çıkarıp, Yaratıcıya olan şükür vazifesinden uzaklaşmak gibi, benzersiz bir nankörlük içine girmektedir. Bundan da anlaşılır ki, gerçek manada bir iktisat imanın neticesidir.6

Bediüzzaman’ın yazdığı İktisad Risalesi’nin (19.Lema) esası ve özü tüketici davranışlarında israfın haram oluşunun hikmetini ve müsbet ve menfî tesirlerini izah etmekte toplanmak­tadır. “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.”  (Araf Sûresi, 7:31.)

Bugünkü dünyada bir israf ekonomisi hüküm sürmektedir. İnsanlar devamlı tü­ketime teşvik edilmektedir. İhtiyacının üstünde tüketime yöneltilmektedir. Lüks tü­ketim artmakta, reklâm yoluyla sun’i ihtiyaçlar ortaya çıkartılmaktadır. Kullanılan eşyaların tamir edilebilir ve dayanıklı olması yerine, hemen kullanılıp atılması yolu yaygınlaştırılmaktadır.Plastik malzemelerin kullanımı ile “kullan at” formülü netice­sinde hem çevre ve tabiat kirlenmekte, hem de kaynaklar tüketilmektedir. Bu­günkü çevre meselesinin temelinde tüketimdeki israf yatmaktadır.

Tüketim çılgınlığına  boyun eğenler, gelirinden fazla harcama yapanlar, izzetinden, gereğinde namusundan ve hatta dinî ve manevî duygularından fedakârlık yapmak zorunda kalmaktadır. Rüşvet, torpil, yolsuzluk, irtikâp, zina bu yüzden ço­ğalmakta, aile yapısı bozulmaktadır. Bütün dünyayı devamlı meşgul eden ekonomik ve sosyal krizlerin temelinde bu davranış bozukluklarının tesirini aramak lazımdır.

“Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır. ”7

Para kazanmak kolay. Fakat, temiz para, helal para kazanmak zordur. İnsanların ve toplumların barış ve huzur içinde yaşamalarının yolu, temiz ve helal para kazanmaktan geçiyor.

Huzur ve mutluluğu   sağlayacak reçeteyi “Kur’an’ın Eczahanesi”nde hazırlayarak insanlığa sunan, Bediüzzamanı dinleyelim:

“Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise her şey dosttur.” “Yârân istersen Kur’ân yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.” “Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisat eder; iktisat eden bereket bulur.” “Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider.” “Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.”7

Dipnotlar:

1- Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, Yeni Asya, İstanbul., 2008, s. 353.

2-  Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup

3- Lem’alar, On Dokuzuncu Lem’a,

4- a.g.e, s. 878

5- a.g.e, s. 365, 366

6-Risale-i Nurdan İktisadi Prensipler, Mehmet Abidin Kartal, Yeni Asya, İstanbul.2009, s. 21

7- Lem’alar, s. 357

8- Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

En Sevgilinin Sevgilisi

En sevgilinin sevgilisinin isminin manası “yaşayan” demekti. Hayatın her anını hakkıyla yaşayan, aldığı nefeslerin, kavuştuğu nimetlerin değerini bilerek yaşayan… Huzur ve mutluluğu yakalayarak yaşayan… Yaratıcısına verdiği sözünde sabit kalarak, taviz vermeden kararlı bir insan olarak yaşayan…

O adeta bir bilgi deryası idi. Yaşadığı nurlu hayatını incelediğimizde enerjisinden, azminden, olaylara bakış açısından, hazır cevaplığından, yorum biçiminden, ilmi ve irfanından anlıyoruz ki, tarihte benzerine rastlanmayan büyük bir hazineydi.

Tarih, edebiyat bilgisi ile zirvede idi. Ayet ve hadis yorumları yaparken bilgisini ustaca kullanıyordu. Fıkıh ve İslam hukukunu çok iyi biliyordu. O İslam hukukunun kurucusuydu. Kainatın efendisinin (sav) çiçeği, Gül sultan, Hz. Aişe (R.Anha) validemizden söz ediyoruz.

Hz. Aişe (R.Anha),
Küçük yaşta okuma yazma öğrenmiş, çok zeki, akıllı, âlime, edîbe, saliha bir hanımefendi..
Peygamberimiz (sav.)’e ilk iman eden en sadık dostu Hz. Ebû Bekr es-Sıddîk (a.s.)’in kızı..
Allah’ın Sevgilisi’nin Sevgilisi..
Hz. Âişe-i Sıddîka (a.s.)…!

Lakabı; Hümeyra..
Resulullah (sav)’ın kendisini çok sevmesi nedeniyle Hümeyra dediği sultan.. Efendimizin (sav) Hz. Âişe’ye özel bir sözcüğü vardı. “Gözbebeğim.”Gözbebeğiydi eşi  O’nun. O’nu öyle severdi. O’nu öyle korurdu…

Kutlu Nebî (sav)’nin kördüğüm gibi sevdiği, kördüğüm gibi açılmayan, bitmeyen sırlı bir sevgi beslediği Hümeyra..

Çok sorup çok öğrenen, çok sorana da çok cevap veren, toplantılar yapıp, büyük anlatma meclisi olan, İslam hukukunun kurucusu âlime Gül Sultan..

Peygamber Efendimiz (sav).)’in bir hadis-i şerifinde “Dininizin üçte birini Hümeyra’dan öğreniniz!” diye bahsettiği muhterem zevcesi..

Müslüman anne-babadan doğan ilk çocuk olma şerefine nail olan hanımefendi..

Güllerin Efendisi (sav)’nin zevcelerinden hem annesi hem babası hicret etmiş olan tek zevce..

Resulullah (sav)’ın zevceleri içinde, yanında vahiy gelen tek zevce..

Allah-u Teâlâ’nın, hakkında berat ayetini nazil eylediği annemiz..1

Hz Aişe, (Ayşe Hümeyra) kendisini tanıtırken, önce babasının ismiyle, “Ebubekir kızı Aişe” diyor ve ekliyordu; “ Ben Allah’ın Sevgilisinin Sevgilisiyim.” O Resulün Sevgilisiydi. Bunu bilmesine rağmen sormadan edemezdi.

“Ey Allah’ın Resulü, beni seviyor musun?” Allah’ın Resulü bu ne biçim soru demiyor, sevmesem burada ne işim var demiyor. Cevap veriyor; “Evet Ya Aişe, tabi seviyorum!” Bununla yetinmiyor Hz Aişe validemiz, dahasını da merak ediyor, acaba nasıl seviyordu? Hemen soruyor; “Beni nasıl seviyorsun?” Peygamberimiz sevgi tanımlamasını yapıyordu sevgili eşine. İçten, samimi ve hayran kalınan bir ifadeyle; “Kördüğüm gibi…” Sevgiye bakın, aşka bakın. Açılmayan, çözülmeyen, kördüğüm gibi sevgi. Hz Aişe aldığı bu cevap karşısında çok memnun kalmıştı. Ve her zaman da alacağı cevap kendisini daha da mutlu edeceğinden sık sık sorardı; “Ey Allah’ın Resulü kördüğüm ne alemde?” O Yüce Resul, her defasında, Hz Aişe’yi memnun eden cevabını veriyordu; “İlk günkü gibi..” Her birimiz kendimize soralım biz bu sevginin neresindeyiz? Çoğumuz eşimize seni seviyorum dahi diyemiyoruz, bırakın kördüğüm gibi sevmeyi…2

Hz. Aişe, hakkında ayet nazil olacak kadar fazilet sahibi, müminlerin annesi, Sıddık-ı Ekber’in ölüm döşeğinde, “…senden daha sevimli servet bırakmıyorum. Seni kaybetmekten daha büyük bir fakirlik ise bilmiyorum” dediği, Habibullahın sevgilisi, Müslüman hanımlara en büyük örnek, çok kısa süren evlilik hayatına çok büyük kazanımlar sığdıran mübarek bir insandır.

Her Müslüman hanım Hz. Aişe’nin (ra)  hayatında kendisi için nice örnekler ve dersler bulur. Çünkü hayatın bütün cilveleri, bütün değişimleri onun hayatında tecelli etmiştir. Kızlık, eşlik, dulluk, sevinç ve keder, mutluluk ve musibet gibi haller Hz. Aişe’nin hayatında örnek alınacak birer hadise olarak görünür. Bu tertemiz hayat; ilmi, amel, ahlaki, derslerle paha biçilmez birer hazine kıymetinde örneklerle doludur. Bu itibarla Hz. Aişe’nin tarihi temiz ve olgun kadınların aynasıdır. Müslüman kadının gerçek hüviyetini, bütün temizliği ve berraklığı ile o aynada görür.

Hz. Aişe, Hz. Peygamber (sav) ile Mekke de nişanlanmış ve üç yıl sonra hicretin ilk yıllarında Medine’de evlenmiştir. Böylece o, Hz. Ebu Bekir gibi bir babanın evinden Allah resulünün evine intikal etti ve gelişmesini, yetişmesini, şahsiyetinin olgunlaşmasını Hz. Peygamberin evinde tamamlama imkanı buldu. Sahip olduğu kabiliyetlere Hz. Peygamberin desteği de eklenince, onun baba evinde aldığı eğitim, vahyin aydınlattığı Peygamber evinde Kur’an ve sünnet eğitimiyle daha da gelişti, olgunlaştı ve derinleşti.

Hz. Aişe’nin gençliğinden itibaren hayatı, yüksek ahlakın canlı bir numunesi olan Resul-i Ekrem’in zevcesi olarak geçmişti. En yüksek terbiyeyi en büyük öğretici olan Hz. Peygamberden (sav) alan Hz. Aişe’nin de ahlakının en yüksek derecesinde olması tabii idi.

Kanaatkar, mütevazi, aynı zamanda vakur ve cömert idi. Çocuğu olmadığı için annelik duygusunu tadamamış olan Hz. Aişe öksüz ve fakir çocukları yanına alır, onların terbiye ve yetiştirilmesine itina eder, sonra da onları evlendirirdi. Bir çok köle ve cariyesini azad etmişti. Metanet ve takva sahibi, şefkatli ve ibadete düşkün bir kadındı. Hz. Peygamberle (sav) birlikte gece ibadetlerini ihmal etmeyen Hz. Aişe kadınlarla namaz kılarken onlara imamlık etmiş ayrıca her yıl hacca gitmiştir.

Hz. Aişe bir çok savaşa katılacak kadar korkusuz; devesine atlayıp siyasi bir harekete kalkışacak  kadar atak ve özgür, askeri bir seferi idare edebilecek kadar komuta gücüne sahipti.

Hz. Aişe zekası, anlayışı, kuvvetli hafızası, güzel konuşması, Kur’an’ı Kerim’i ve Hz. Peygamberi en iyi bir şekilde anlamaya çalışması gibi vasıfları sayesinde Hz. Peygamberin yanında müstesna bir mevki kazandı. Gül sultan ” İçinde Kur’an okunan ev, gök ehline, yerden yıldız gözüktüğü gibi görünür. “diyor.

Hz. Peygamberin gece yolculuklarında kendisiyle sohbet yapabilmek için Hz. Aişe’yi tercih etmesi, bazı davetlere onun da gelmesi şartıyla kabul etmesi, bardağa onun ağzının değdiği yerden içmesi, abdest ve namaz arasında hatta oruçlu iken bile onu öpmesi ona karşı gösterdiği sevgi ve samimiyeti gösterirken; (Tahyîr, Allah Rasûlü’nün hanımlarının, Efendimizle birlikte yaşayıp-yaşamama mevzuunda muhayyer bırakılmaları hadisesidir. Mebdei ne olursa olsun, bu hâdise, Allah Resulü’ne bizzat Cenab-ı Hakk’ın emridir. Konu ile ilgili ayet aynen şöyle demektedir: “Ey peygamber! Hanımlarına söyle: “Eğer dünya hayatı ve onun ziynetini istiyorsanız, gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir hazırlamıştır”(Ahzab/28-29).) tahyir hadisesinde kendisine düşünme ve seçme imkanı verildiği halde Hz. Aişe’nin hiç tereddüt etmeden derhal Hz. Peygamberi  tercih etmesi onun da kocasına olan sevgisini ve bağlılığını göstermektedir.  Hz. Peygamber (sav) Hz. Aişe’nin  seviyesine inerek onunla yakından ilgilenmiş  onunla koşu yapmış; hatta ona mescide kılıç kalkan oynayanları seyrettirmiştir.

Efendimizin (sav) eşi Hz. Aişe ile zaman zaman koşu yarışı yaptığı, bu şekildeki yarışları teşvik ettiği ve sahabenin de bu tür koşu yarışmaları yaptığı bilinmektedir.. Peygamberimizin bizzat kendileri Hz. Aişe annemizle birlikte iki sefer koşu yapmış, ilkinde Hz. Aişe kazanmış, ikincide ise kilo alması sebebiyle Hz. Aişe kaybetmiş, ve koşuyu kazanan Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Bu, önceki koşuya bedeldir; ödeştik.” (Ebu Davud,Cihad 68)

Hz. Aişe, Hz. Peygambere karşı beslediği derin sevgi yanında  ona itaat ve emirlerine dikkat etmekle de temayüz etmişti. O her bakımdan Resul-i Ekrem’in yar ve yardımcısıydı. Her hususta onun emri ve talimatı doğrultusunda hareket ediyordu. Dindarlığı ve takva sahibi oluşuyla Resul-i Ekrem’in en sadık en fedakar ve en samimi arkadaşı idi. Karı koca olan bu iki büyük insan arasındaki sevgi ve kaynaşma aralarındaki samimiyet ve sıcak ilişki, ama daima muhafaza ettikleri vakar ve nezahet, bütün Müslüman çiftler için en güzel örneği teşkil etmiştir.

Hz. Peygamber (sav) ile birlikte bir çok savaşa iştirak eden Hz. Aişe, Uhud savaşında sırtında su taşıma, haber toplama ve yaralılara bakma gibi hizmetlerde çalıştığı gibi, Hudeybiye musalahasında da bulundu. Hendek savaşı ile Beni Müstalik gazvesine de katıldı. Bu sonuncusundan dönerken düşürdüğü gerdanlığını aramak üzere geride kalması sebebiyle ‘İfk hadisesi’ diye bilinen meşhur iftiraya maruz kaldı. Münafıkların başlattığı ve bazı Müslümanların da  iştirak ettiği bu iftira sebebiyle üzüntüsünden yemeden içmeden kesilen ağlamaktan dolayı göz yaşları tükenen Hz. Aişe yüce Allah’ın onun hakkında indirdiği (Nur 11-26) ayetlerle aklandı. Anne ve babasının ısrarına rağmen Peygambere teşekkür etmeyip, onu en ızdırablı günlerinde desteklemediği için, kendisini tezkiye eden Yüce Allah’a hamd etmeyi yeğledi.

Özellikle ifk hadisesinde başta Hz. Peygambere olmak üzere Hz. Ali ve Hassan b. Sabit’e karşı gösterdiği tavır ve tepkiler onun ne denli sabırlı, tahammüllü, kendinden emin, gururlu, vakarlı ve izzet nefis sahibi biri olduğunu göstermektedir.

Hastalığı şiddetlenince  Hz. Peygamber, diğer hanımlarının da izni ile son günlerini onun evinde geçirmeyi tercih etmiş; hatta ruhunu onun kucağındayken teslim etmiştir.

Hz. Peygamberin en sevgili eşi olması münasebetiyle Hz. Ömer’in kendisine oniki bin dirhem tahsis ettiği Hz. Aişe başta kadınlarla ilgili konular olmak üzere, çeşitli fıkhı meselelerde Hz. Ömer’in sık sık baş vurduğu bir danışmanı gibi idi. Müslüman hanımlardan beklenen sadece evlerine kapanıp iyi bir anne olmaları değil her türlü sosyal siyasal faaliyetlere katılmak suretiyle, iyi bir toplum oluşturmaya aktif bir biçimde katılmalarıdır. İşte Hz. Aişe bu hareketiyle en azından bunu ilk örneğini sergilemiştir. Her ne kadar siyasi hareketi ile başaramamışsa da ilim ve irşad faaliyetleri ile bu hedefini rahatlıkla gerçekleştirmiş ve son derce de başarılı olmuştur.

Hz. Aişe’nin toplumun ıslahı, gittikçe kötüleşen gidişatın düzeltilmesi adına siyasi işlere katılması, aynı zamanda Müslüman kadının sahip olduğu hukukun sınırlı olmadığını gösteren bir delildir. O kendi hayatıyla Müslüman bir hanımın da erkek gibi dini ilmi içtimai, siyasi, kısaca her türlü dünyevi işi ve vazifeyi başarabileceğini ispat etmiş bilhassa İslam kadınının sahip olduğu hukukun ne kadar yüksek olduğunu, ne derece yükseltildiğini göstermiş ve canlı bir örneği olmuştur. İslam hukukunu Hz. Aişe kurmuştur.

Hz.Aişe’nin, ilme aşırı merakı önemli bilgilere sahip olmasını sağladı. Peygamber Efendimizden aldığı feyzin de etkisiyle İslami esasların öğrenilmesinde dikkate değer bir mevkiye sahip oldu. Kur’an-ı Kerim’i hem tefsir etti, hem de daha iyi anlaşılması gayesiyle şerh etti. İçtihat ve fetvalarıyla müçtehit ve bir fakih olarak kabul edildi. Çok sayıda fetva veren yedi sahabe arasında yer aldı. İslam hukuku dalında yetiştirdiği talebeleri vasıtasıyla, bu alandaki görüşleri ümmetin arasında yayılmış oldu.

Yeryüzünün, hukuk ilmi açısından en zor kısmı “hukuk muhakemeleri” dediğimiz hukukun tarzıdır, hukukun felsefesidir ki; bunun ilk örneğini (hukukun felsefesini, hukukun tarzını, muhakeme usulünü… ilk örneğini) Osmanlılar Mecelle isimli hukuk şaheseri ile yapmışlardır.

Mecellenin temelini atan Hz. Aişe’dir. Bir insan ne zaman suçludur, ne zaman değildir? Suçunu çekmiş yahut af görmüş bir kimsenin hukuki durumu nedir? Bunların hepsi Hz. Aişe’nin eseridir ve Efendimizden sonra, Efendimizin verdiği talimat üzerine İslam Hukukunu bina etmiştir. İslam Hukuku Allah’ın hukukudur ve bunun üzerine bir hukuk düşüncesi ikinci, üçüncü sırada yer alır. Eğer bunu merak eden iyi niyetli, objektif hukukçular varsa, lütfen açıp mecelleyi, İslam hukukunu okusunlar… Diğer hukuklarla mukayese etsinler. Hangisi insanın kalbine, gönlüne, topluma sağlık verir, mutluluk verir? Hangisinde gerçek adalet sağlanır? Hangisi suçluyu ıslah eder?  Hangisi insanların toplum gerilimini bozar?

Hz. Aişe, Sünneti Seniyye konusunda başvurulacak kişilerin en önemlileri arasında ilk sıralarda gelir. Çok güçlü bir hafızaya sahip olması ve Peygamber Efendimizin (sav) her hareketini titizlikle takip etmesinden ötürü verdiği bilgiler çok önemlidir. 2210 hadis rivayet etmiştir. Böylece en çok hadis rivayet edenlerin arasında dördüncü sırada yer alır. Rivayet ettiği hadislerin ilgili konuları da çok önemlidir. Mesela; Peygamber Efendimizin aile hayatı, günlük hal ve hareketleri, ahlakı, Veda haccı, Cahiliye dönemi tarihi, kadınlarla alakalı hükümler, ibadetler v.s.’dir.

Aynı imanı taşıyan insanların “müşterek tavır” ortaya koyabilmeleri, günlük işleri belli bir tercihle yapma alışkanlığına bağlıdır. Hz. Aişe validemiz de “Nebî (sav) yemek içmek, abdest almak, elbise giymek, almak-vermek gibi işlerinde sağ elini, bunların dışında kalan işlerinde de sol elini kullanırdı” demekte, Resulullah’ın bizim için örnek olan davranışını belgelemektedir.

Hz. Aişe validemizden rivayet edilen bir hadis-i şeriflerden biri:

“Resulullah (sav.) herhangi bir kişide hoş olmayan bir hale (veya söze) muttali olduğunda, “filana ne oluyor ki şöyle diyor (veya yapıyor)” demezdi; “bazılarına ne oluyor ki şöyle diyor (veya yapıyor)lar” buyururdu.

Hatanın duyurulması ve düzeltilmesinin istenmesi, hatalıyı teşhirden çok daha nazik ve medeni  bir usuldür. Bu peygamberimizin insanlığa gösterdiği bir metottur.

Hz. Aişe, Peygamber Efendimizin vefatından sonra evini ve Medine’yi ilim irfan yuvası haline getirdi. Yıllar boyunca devam eden eğitim-öğretim sayesinde Medine ilim merkezi haline geldi. Buradan kadın, erkek, çocuk her yaş ve kademeden insanlar istifade ettiler. Diğer yandan hac için Mekke’ye gittiğinde çok sayıda insan çadırda ziyaretine gelerek soru sorar ve kendisi de bunlara cevap verirdi.

Siyasi alanda da önemli etkileri olan Hz. Aişe, ilk iki halife zamanında siyasetle ilgilenmedi. Hz. Osman (ra) zamanında özellikle bazı devlet kademelerine, valiliklere yapılan tayinler konusunda kendisine çok sayıda şikayetin geldiği görüldü. Hz. Osman’ın şehit edildiği sıralarda Medine dışında olup yolda öğrendi. Yine Hz. Ali’nin halifeliğini de bu şekilde öğrendi. Bundan sonraki ve özellikle Cemel olayı ile ilgili olarak meydana gelen gelişmeler İslam dünyasında önemli izler bıraktı.3

Hz. Aişe’nin bulunduğu taraf ile Hz. Ali taraftarları arasında cereyan eden bu savaşla ilgili olarak, muhtelif değerlendirmeler yapılmıştır. Ehl-i Sünnet alimleri, bu konu hakkında konuşmaktan sürekli çekinmişlerdir. Ahiret alemine intikal edip ceza veya mükafatla karşı karşıya olan insanlar hakkında ileri geri konuşmayı doğru bulmamışlardır. Bediüzzaman Said  Nursi, Cemel Savaşı’nı açıklarken, savaşın nedenini içtihat farkına bağlar. Emirdağ Lahikası’ndaki bir mektubunda konuyu şöyle açıklar: “…Ehl-i Sünnet ve l-Cemaat, Sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı menetmişler. Çünkü Vakıa-i Cemelde Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir ve Talha ve Aişe-i Sıddika (r.a.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat, o harbi, içtihad neticesi deyip, “Hazret-i Ali (r.a.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihat neticesi olduğu cihetle affedilir”4

Bediüzzaman, bu mübarek zatlar arasındaki görüş ayrılığını adalet-i mahza (tam adalet) ile adalet-i izafiyenin (nisbi adalet) mücadelesi olarak yorumluyor. Hz. Ali kendinden önceki halifeler döneminde olduğu gibi beklemeyi, toplumun selameti için ferdi feda etmemeyi savunuyordu. Hz. Aişe ve diğer sahabeler ise, fitne ortamının tam adalete müsaade etmeyeceğini, böyle bir ortamda kişilerden ziyade toplumun menfaatinin önemli olduğunu düşünüyorlardı. Ancak her iki taraf da Allah’ın rızası için içtihat ediyordu. Bediüzzaman, bu sebeple, hatalı olsalar bile herhangi bir tarafın azaba müstahak olamayacağını söyler: “Çünkü içtihat eden hakkı bulsa iki sevap var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihat sevabı alarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur.” Dolayısıyla dönemin şartlarını keyfi bir şekilde değerlendirme hakkımız olmadığından, bizlere her biri birbirinden değerli bu sahabeler hakkında hep hüsnü zanda bulunmak düşüyor. Unutmayalım, Resul-i Ekrem Efendimiz, (sav) “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz. “Diyor.

Peygamberimizin çiçeği, Gül sultan, Hazreti Aişe validemizin en çok ettiği dua:

“Ey Allah ‘ım! Ben senden hayrın tamamını, şu anda olanını, geleceğini, bildiğimi ve bilmediğimi talep ederim. Şerrin bütününden, şu anda olanından ve geleceğinden, bildiğimden ve bilmediğimden sana sığınırım. Senden cennet ve cennete yaklaştırıcı söz ve hareketleri isterim. Ateşten, ateşe yaklaştırıcı söz ve hareketlerden sana sığınırım. Senin kulun ve resulün Muhammed’in (sav) senden istediği hayrı senden istiyorum. Kulun ve resulün Muhammed (sav) her neden sana sığınmışsa, ben de aynı şeyin şerrinden sana sığınırım. Senden isteğim, bana herhangi bir işi takdir buyurduğun zaman onun neticesini doğrulukla sona erdirmendir. Ey rahmet edenlerin en fazla rahmet edeni! Bütün bunları rahmetinden talep ederim.”

Yazımızı, Hz. Aişe (Ayşe Hümeyra) validemizin şu sözüyle bitirelim;

“Peygamberlerinden sonra  bu ümmette  meydana çıkan  ilk bela tokluktur. Çünkü, insanlar doyunca  bedenleri şişmanladı, kalpleri zayıfladı. Dünya hırsları kabardı.”

Not: Bu yazımı Peygamber çiçeğim, ailemizin çiçeği,  Hukuk eğitimi gören kızım Ayşenur’a ithaf ediyorum.

  1. Yaşadıkları hayatlarla Yıldızlaşan Kadınlar, Hz. Aişe, Mehmet Abidin Kartal, Nev Yayınları, İstanbul, s.32
  1. Yaşadıkları hayatlarla Yıldızlaşan Kadınlar, Hz. Aişe, Mehmet Abidin Kartal, Nev Yayınları, İstanbul, s.50

3.http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Enstitu&SubSection=EnstituSayfasi&Date=12/1/2000&TextID=38

4.Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası I, Yeni Asya,  İstanbul 2008 s. 351

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Babanın Duruşu ve Yapılması Gerekenler

Türkiye’de 2015 yılının Şubat ayında tüm yüreklere kor düşüren vahim, acımasız, nefret uyandıran bir olay yaşandı. İnsanlıktan nasibini almamış,”esfel-i safilin” çukurundaki caniler tarafından hayat hakkı gasp edilen, hunharca öldürülen genç bir kızımız toplumun bütün unsurlarını ayağa kaldırdı.

Bir genç, bir insan neden bu kadar canavarlaşarak, adileşerek, genç bir kızı taciz eder ve öldürür…Çünkü, “Gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefahat keyfiyle, bir namus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur. ”(Sözler, On üçüncü söz)

Özgecan, 21 yaşında… Psikoloji Bölümü 1’inci sınıf öğrencisi… Bir annenin kızı, bir babanın evladı…Hayalleri olan, ülkesine, insanlığa hizmet etmek  isteyin genç bir kız… Okulundan dönüyordu…Tek hatası minibüse binmek ve son yolcu olarak kalmaktı…

His ve heveslerinin esiri olanlar onu kaçırdılar, o  kendini savunmak için elinden gelen her şeyi yaptı,  taciz ettiler, bıçakladılar, başına levye vurdular, öldürdüler, ellerini kestiler, benzin döküp yaktılar ve bir dere kenarına attılar…Özgecan mücadele etti, ölümü pahasına namusunu korudu. Alçaklar ona tecavüz edemediler. Otopsi raporu bunu doğruluyor…Şehit oldu. Makamların en yükseğini elde etti.

Toplum olarak bizler bu kızımızı, vicdanları ölmüş, insan olma değerlerini kaybetmiş, ‘esfel-i safilin’ çukurundaki,  tecavüz kafalılardan koruyamadık…

Kainatın Efendisin (sav) müjdesi yüreklerimize su serpiyordu, Özgecan’ın annesi  ve babası bu müjdeyi hissederek konuşuyorlardı, insanlığa ders veriyorlardı.

Peygamber Efendimiz (sav) helal malını, canını, ailesini, ırzını ve namusunu müdafaa ederken haksız yere zulmen öldürülen Müslüman’ın şehit olduğunu müjdelemiştir.

Özgecan, ölümü pahasına namusuna dokundurmadı. O bu dünyanın pisliklerinden kendini kurtardı. Ölmeyi göze alıp, namusunun kirlenmesine izin vermeyen kahraman Özgecan’a şahadet rütbelerinin en büyüğünü, vakur ailesine de sabr-ı cemil vermesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ederken… Anne ve babasını dinleyelim…Onların duruşu herkese örnek oluyordu.

“Çok acı çekmiştir kızım, keşke kurşunla öldürselerdi!..”diyen, Anne Songül Aslan, kızlarını hep dürüst olarak yetiştirdiğini ve dürüst olmalarını istediğini belirterek, şu ifadeleri kullanıyordu:

“Çok kaliteli bir kızım vardı, çok sağlam, çok yürekli. Hep ben meleğim diye severdim kızımı, melek yüzlü diye severdim. Her zaman dürüstlüğü öğrettim, namuslu olmayı öğrettim. Eline, beline, diline sahip ol derdim. Kızım bu uğurda mücadele etmiş. O pisliklerden namusunu korumak için canından oldu. Allah’ından bulsunlar. Allah bin mislisini onlara versin diyorum. Kızımın hiç bir günahı yoktu. Suçsuz bir çocuğu nasıl böyle katlederler. İnsan olan bunu yapamaz. Biraz vicdan olsa bunu yapmaz. Bunlar insan değil, cani.”

Özgecan’ın babası Mehmet Amca’nın.duruşu, söyledikleri hepimize ders veriyordu. Aslında, O’nun sözünün üzerine söylenecek hiçbir söze gerek yok.

O halde bırakalım da Özge Can’ın babası konuşsun …Bırakalım da yüreği yanık, ruhu büyük, samimi, olayı siyasi malzeme yapmak isteyenlere fırsat vermeyen, birlik ve beraberliğimizin önemini  kavramış, yüreği sevgi dolu o insan versin bize kurtuluşumuzun reçetesini:

“Devletimiz zeval görmesin. Milletimiz necip, güzel bir millet. Güzel gönüllü insanlar var. Birçok haber kanalından konuşmak için, röportaj yapmak için geliyorlar ama hiç birini kabul etmedim fakat böyle bir konuşma yapmak mecburiyeti aslında doğuyor.”

“Çünkü memleketimizin, hatta dünyanın aslında öncelikle barışa ve sevgiye ihtiyacı var. Ben öncelikle kendim için şunu söyleyeyim; ben günahkarların günahkarı, fakirlerin fakiri, acizlerin acizi bir garibim.”

“Rabbim özel yaratmış, güzel yaratmış, çok sevdi yanına aldı. Bu memlekette artık ikilik olmasın. Bu vahim olayı yapan insanlara da zulmedilmesin, adaletin karşısına çıkıp cezalarını çeksinler. Allah onların analarına, babalarına da yardımcı olsun.”

“Teslim olursak içimizdeki bütün güzellikler ortaya çıkacak. Savaşırsak, sonunda nefsimiz kazanacak ve analar, babalar ağlayacak, meleklerin kanatları koparılacak, meleklerin çığlıklarını kimse duymayacak.”

“Duyduğumuz kulaklarımızın, gördüğümüz gözlerin aslında bir anlamı yok. Memlekette herkes bir şey söylüyor; biz ne ocuyuz, ne bucuyuz, şanı yücelerden yüce olan Türk milletinin bir ferdiyim, evladıyım.”

“Ben milletimizden, -çok şey bilmem ama- Ma’un Suresi’ni, Ali İmran Suresi’nin 103. ayetini ve Asr Suresi’ni okumalarını tavsiye ediyorum. Bu ayetler bana göre çok önemli. Doğru yolu bulmak, doğru yolu seçmek, doğru yolda yürümek çok zor. “

“Malum, dünya geçimini sürdürmek için çalışıyoruz. Gözümüz körleşiyor, kulaklarımız sağırlaşıyor. Bütün dünyada Şahmaran’ın yavruları kol geziyor.”

“Benim meleğimin kanadını kopardılar, yarın sizin meleğinizin kanadını koparmaya da gelecekler. Herkes kalbindeki sesi iyi dinlesin.”

“Bana yıllarca neler olabileceğini anlattılar ama ben anlamadım. Gözlerim kör, kulaklarım sağır vaziyette dünyanın peşinde koştum durdum.”

“Elbette ki çalışacağız, memleket için, ailemiz için, çocuklarımız için ama arada sırada da şöyle bir durup düşünmemiz lazım.”

Mâun Sûresinde Rabbimiz Ne Diyor?

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

1.Dini yalanlayanı gördün mü?
2
. İşte o, yetimi itip kakar;
3
. Yoksulu doyurmaya teşvik etmez;
4
. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,
5
. Onlar namazlarını ciddiye almazlar.
6
. Onlar gösteriş yapanlardır,
7
. Ve hayra da mâni olurlar.

Âl-i İmran Sûresi 103. Ayette Rabbimiz Ne Diyor?

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.”

Asr Sûresinde Rabbimiz Ne Diyor?

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

1.Asra andolsun!

2.Gerçekten insan ziyandadır.

3.Ancak iman edip Salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.

************

Özgecan’ı acımasızca öldüren, bu ‘esfel-i safilin’ çukurundakilerin yaptığı soysuzluğun, soyu, sopu, dini, imanı, kitabı, mezhebi yok… Bunlar hastalıklı insanlar… Toplumsal atıklar…“İnsan eğer insan olmazsa canavar bir hayvana inkılap eder ve cehenneme layık bir kıymet alır, esfel-i safiline düşer”.

Bunlar, toplum üzerinde oynanan oyunların, zehirli bal tuzaklarının, gençlerin doğrularını değiştiren medyanın, toplumu köle eden uyuşturucunun, millet üzerindeki psikolojik baskının ürünleridirler…

Şimdi, sinema ve televizyonculuğun tarihinde yapılan film ve dizilere bakıldığında rahatlıkla görülür ki, pek çok sinema ve dizi filmlerin işlediği konular, şiddet ve taciz üzerinedir. Bu filmleri ve dizileri yapanların ana gayesi sadece para kazanmak ve cinsellik üzerinden rant elde etmek içindir. Bilinmeyen, görülmeyen, duyulmayan hayali taciz olayları senaryolaştırılıp, izleyenlere benimsetilerek sıradan olaylar haline getirilmiştir.

Televole kültürü, BBG evleri, dizilerde tecavüzcüsüne aşık olan roller, Fatmagül’e tecavüz üzerine kurulmuş sezonlarca oynayan dizi hikayeleri, absürt yarışmalar, tartışmalar, gençlik dizileri, evlilik programları, sinema filmleri bu his ve hevesleri kör, akıbeti görmeyen, hastalıklı gençleri bu noktaya getirmiş, sosyolojik ve psikolojik sorunlu canavarlar meydana getirilmesine  sebep olmuştur.

Son zamanlarda televizyonlarda, stil ve tarz programları adı altında genç kızların neredeyse çıplak ekrana çıkmaları, bir de o halde reyting artsın diye birbirlerini aşağılamaları, hakaret etmelerini nasıl açıklayacaksınız. Burada ne yapmaya çalışıyorsunuz, Kadınlığın ve hanımefendiliğin  onuru ayaklar altına alınıyor. Kadın cinsel obje olarak sunuluyor. Bunlara dur diyecek yok mu?

Kadına şiddet, tecavüz, cinsel istismar, taciz toplumun kadına bakışı ve algılayışını ortaya koymaktadır. Bu bakış ve algılayışın temelinde yer alan ana nedenlerden biri, kadının cinsel obje olarak reklam ve pazarlamanın konusu olmasıdır. Otomobilden, gıdaya; magazin haberlerinden, modaya tüm reklam, pazarlama ve medya etkileşimlerinde, kadın salt cinsel bir obje olarak sunulmaktadır.

Televizyonlardaki dizilerin berbatlığını ortadadır. Bugün tecavüzü kınayanlar “Fatmagül’ün Suçu Ne?” diye bir dizinin tecavüz sahnesi tıklanma rekorları kırarken hiç seslerini çıkarmamışlardı. Pek çok televizyon dizisinin konusu ise akrabalar arası iğrenç ilişkiler üzerine kurulu. Ve bunlar haftalarca işlendikçe normalleşiyor. Bunları izleyen gençten ne bekliyorsunuz?

İnternetin yanlış kullanılması  ayrı bir bela. Çocuklar ödev araştırırken porno siteler açılıyor. Liselerde gençler cep telefonlarından porno izliyorlar. Porno kadar kadını aşağılayan başka bir şey var mıdır? Ve cinselliği iğrençleştiren… Porno izleyen delikanlının sınıfındaki kız arkadaşına nasıl bakmasını bekliyorsunuz?  His ve hevesi kör olan, akıbeti görmeyen genç, kız arkadaşına nasıl bakar?

Erkeklerin kadınlar hakkında bakış açısını değiştirmesini sağlamak lazım diyorlar? Nasıl değiştireceksiniz? Bu rezillikler devam ederken, çözümünüz nedir?  Önce rezilliklere son verilmelidir. İnsanları ‘esfel-i safilin’ çukurlarına götüren bataklıklar kurutulmalıdır.

Çözüm, Özgecan’ın babasının da hatırlattığı gibi, Kur’an ve Sünnete sarılmak. Bunun için ilk adım, çocuğun, gencin, herkesin şefkat ve merhamet eğitiminden geçmesi gerekiyor. Vicdanların, akılların, duyguların eğitilmesi gerekiyor. Vicdanı eğitilmemiş bir insan, neyi yapmaz? Onu bir şeyler yapmaktan alıkoyacağı hangi engel var? Allah’tan korkmayan kimden korkar. Kul hakkını tanımayan, hangi hakkı tanır.

‘Şefkat eğitimi’, ‘Merhamet eğitimi’ almamış ve ‘bir karıncayı bile incitmenin hak, hukuk kapsamında’ olduğu bilinci kazanmamış bir kişi, gözünü kırpmadan, canice bir insanı neden öldürmesin.

Gençleri ehl-i namusun kadın ve kızına ilişmekten ve vahşetten alı koyan tek güç Allah korkusudur, Cehennem kaygısıdır, ahirete imandır. Bu gücü yok sayarsak, yok etmeye çalışırsak ve gereği gibi öğretmezsek daha çok belalara davetiye çıkarıyoruz demektir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri diyor ki: “Gençler; hevesatları galeyanda, hissiyata mağlûp, cüretkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse, hayat-ı içtimaiyede, ehl-i namusun malı ve ırzı ve zayıf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için bir mes’ut hanenin saadetini mahveder ve bu gibi, hapiste dört beş sene azap çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer.

Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. “Gerçi hükümet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâlin melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım” diye, birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar.” (Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Meselenin bir Hülasası)

Sosyal hayatın büyük bir kısmını gençler meydana getirir. saldırgan ve hayatları saçmalıklarla dolu olan gençler hayatı cehennemî bir hale çevirirler. Öte yandan sahabe gibi hayatlarından nur fışkıran, bütün davranışlarıyla Allah’ı hatırlatan, bakışlarında cennet parlayan gençler ise hayatı tamamıyla bir cennet haline getirirler.

Gençler, haşre inanma ile gerçek benliklerini bulacak, fakat haşir akidesi ve öldükten sonra dirilme duygusu gönül ve kafalarından sökülüp atıldığı zaman beşerin huzursuzluk kaynağı haline gelecekler, ‘esfel-i safilin’ çukurlarında hayatları heder olurken, tecavüzün ve tahribatın aktörü olacaklar. Bugün insanlık huzursuz ise hayatının her safhası çılgınlık ve saçmalıklarla dolu olan gençlikle huzursuzdur. Pedagoglar, psikologlar, sosyologların buna yazdıkları reçete nedir?. Bu yaranın ilacı haşre imandır. Bunun dışındaki ilaçlar bugüne kadar derman olmadı ve olamayacak. Haşre iman ilacı ile başta gençlik olmak üzere, herkes atacağı her adımı Allah’a hesap verme inancı içinde atmış olacaktır.

Bediüzzaman Said Nursî, 1950’lerde Eşref Edip’e verdiği röportajda şunları ifade ediyordu:

“Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş,  tefessüh etmiş batıl formülleriyle mi? Yoksa İslam cemiyetinin terütaze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine  mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. (…) Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum…” (Tarihçe-i Hayat s. 959-60)

Onun gündemi buydu: Çağın manevî ve zehirli bal  tuzak ve tehlikelerinden nesilleri kurtarmaktı. Aklın ve vicdanların tatmin edilmesi, duyguların doğru kullanılmasını sağlamaktı. Eğer, ahirete iman hakikati, ‘Haşir Risalesi’ gençlere anlatılsaydı, gayri ahlaki sapma ve savrulmalar, tecavüzler, hunharca öldürmeler, kötü alışkanlıkların acı neticeleri yaşanır mıydı? Özgecan  acımasızca  öldürül müydü?

Aklın ve vicdanların tatmin edilmesi, duyguların doğru kullanılması için, okullarda, Kur’an ve Sünneti asrın idrakine sunan, Risale-i Nur eserlerinin ders olarak okutulması elzemdir. Bu eserler, Kur’an ve Sünnet eczanesinde hazırlanan ilaçlardır. Bu ilaçlara insanlığın  ihtiyacı vardır.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Sosyal Depremle İmtihan Olmak

Saad bin Ebi Vakkas hazretlerinden aktarılan bir hadise göre Peygamber (sav) efendimiz, bugün Medine-i Münevvere’de  İcabe Mescidi olarak bilinen yerde secdeye kapanmış ve uzun süre öylece kalmış. Secdede uzun süre kalması, sahabeyi meraklı bir endişeye sevk etmiş. Başını secdeden kaldırır kaldırmaz, sahabeden biri “Anam babam sana feda olsun ya Rasulallah ne oldu. Niye bu kadar uzun süre secdede kaldın?  diye sormuş.

Peygamber efendimiz, Rabbinden ümmeti hakkında niyazda bulunduğunu, üç  talebinden ikisinin kabul gördüğünü ama ötekine icabet edilmediğini ferman etmiş.
Efendimizin cevabı şöyledir:

“Rabbimden üç şey istedim. Bana ikisini verdi, birini vermedi. Rabbimden ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim, onu bana verdi. Ondan ümmetimi suda boğarak helak etmemesini diledim, onu da verdi. Felaketlerini kendi aralarında vermemesini (tefrikaya, fitneye düşmemelerini) diledim, bunu bana vermedi” (Müslim, “Fiten”, 20).

O, Rabbinden, ümmetinin suya gark edilmemesini istemiş, duası kabul edilmişti; ümmetinin kıtlıkla ve açlıkla helak edilmemesini istemiş, o da kabul görmüş. Ancak ümmetinin sosyal deprem fitneye düşmemesi talebine, yazık ki ilahi cenaptan icabet edilmemiş…

Sosyal deprem fitne, imtihan demektir. Adam öldürmekten kötüdür.  Anarşi, terör, bozgunculuk, şirk, belâ ve daha başka anlamları olsa da genel olarak bölücülük ve bozgunculuk anlamında kullanılır.

Fitne; Müslümanlar arasında bölücülük yapmak, onları sıkıntıya, zarara ve günaha sokmak, insanları isyana kışkırtmak demektir

Hz Muhammed  (sav) ümmetinin imtihanının tefrika ve fitne ile olacağı anlaşılmıştır. “Kendi aralarından” kastını  ise bugün İslam ülkelerinde açıkça görebiliyoruz.

Efendimizin ahirete intikalinin hemen akabinde başlamış ümmet-i Muhammedin fitne ile olan imtihanı. Peygamber ümmetini şii ve sünni şeklinde bölen ve bunu günümüze kadar getiren müslümanların fitneye karşı zafiyetlerinin bir neticesidir.

Fitne çıkartmak haramdır. Kur’an-ı Kerîm’de dinden saptırmak için fitne çıkaranların cehenneme atılacağı ve fitne çıkartmanın adam öldürmekten daha kötü olduğu ve Hadis-i Şeriflerde de fitne çıkarana Allah’ın lânet edeceği bildirilmektedir.

Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır;

“Fitne çıkartmak, adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara Sûresi 191. Ayet).

Peygamber  Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) de;

“Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana Allah lânet etsin”

“Din, dünya menfaatine alet edilince, fitneler zuhur eder, ortaya çıkar.” buyurmuşlardır.

Müslüman, İslâm’ın güzel ahlâkıyla süslenmeli, kimseye zarar vermemeli, isyankâr olmamalı, karışıklık, anarşi/terör çıkarmamalı, kötü niyetli kimselere aldanmamalı, başkalarına kendisini kullandırtmamalı ve aklını kiraya vermemelidir. Kısaca, başkalarına zarar vermekten ve Allah’a karşı günah işlemekten uzak durmalıdır.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz fitne konusunda defalarca ümmetini uyarmıştır. İşte o uyarılardan bir kaçı;

“Malı ve canıyla mücadele eden, ortamın karışmış olduğu bir zamanda bir kenara çekilip ibadetini yapan ve kimseye zarar vermeyen Müslüman; mümini kâmildir.”

“Fitne zamanında evinizde oturun, günahlarınıza tövbe edin, dilinizi tutun, kendi işinize bakın ve başkalarının işine karışmayın.”

“Ne mutlu! Fitne – fesada bulaşmayana. Ne mutlu fitneye maruz kalıp da sabredene.”

“Fitne zamanı evlerinizden ayrılmayın! Oklarınızı kırın, yaylarınızı kesin ve Adem  Aleyhisselam’ın oğlu (Habil) gibi olun.”

“Kıyamet kopmadan önce, her yeri fitneler kaplayacak. Fitnelerin zulmeti, ortalığı karanlık gece gibi yapacak. O zaman evinden mümin olarak çıkan kimse, akşama kâfir olarak evine dönecek. Akşam mümin olarak evine gelen, sabaha kâfir olarak çıkacak. O zaman oturmak, ayakta kalmaktan, yürümek koşmaktan daha hayırlıdır.”

Bütün bu Hadis-i Şeriflerden anlaşılan o ki; fitne kötü bir şeydir. Fitne belasının başta gelen sebepleri arasında cehalet ve dini hayatın zayıflaması vardır.

Bu gün müslümanlar arasında  her zamankinden fazla fitne tohumları ekilmeye başlamıştır Daha düne kadar zaman kardeşlik zamanı denilirken ve uzun zamandır var olma mücadelesi ile kenetlenmiş birbirinin kusurunu görmeyerek kardeşlik içerisinde aynı amaç ve maksada birlikte yürüyen insanlar arasında bu gün farklı fitneler yeşertilmeye çalışılmaktadır.

Fitne İslam düşmanlarının ümmet üzerinde oynadıkları soğuk savaş biçimidir ki; ne zaman birliğimize, bütünlüğümüze sahip çıkamadıysak ve ne zaman tehlikeleri görmezden geldiysek veya gaflete düşüp tehlikeleri görmediysek  işte o zaman fitne çukurlarında çok ağır bedeller ödedik, çok büyük acılar çektik. Kimler kurban edilmedi ki fitne belası ile. Halifeler sahabeler şehit edildi … Şu günlerde yaşadığımız fitnenin çirkin kokusu her yanı sarmış durumda. Yaşanan olaylara her geçen gün bir yenisi eklendiğinin artık hepimiz farkındayız “Her duyduğunu başkasına söylemesi kişiye günah olarak yeter” hadisi şerifinden yola çıkarak kesin bilmediğimiz konularda hüküm vermek, yorum yapmak, yazılan, konuşulan  her şeyi ağzımızda sakız gibi çiğneyerek fitneye katkıda bulunuyoruz. Unutmayalım tarih tekerrürden ibarettir. Hz. Ömer zamanında başlayan fitne hareketi sürekli tekrar ederek günümüze kadar birçok acı örnekleri ile gelmiştir. İşte İslam ülkelerinin  durumu ortada…Müslüman, müslümanı öldürüyor. Bu fitne değil de nedir? Amaç hep aynı müslümanı, müslümana kırdırmak, kardeş katili yapmak, İslam’ın olduğu her yerde, her ülkede iç savaşlar kaoslar oluşturarak emellerine ulaşmak. Seçtikleri yol hep aynı çünkü sinsi İslam düşmanlarının karşımıza mertçe çıkmaya cesaretleri yok ve hiçbir zamanda olmayacak. Ancak böyle sinsi oyunlarla bizi parçalara bölerek, gücümüzü zayıflatma neticesinde bizi alt edebilirler. Oyuna gelmeyelim, fitnelerine alet olmayalım, bölücülük, ayrımcılık yapmayalım. Ne olur uyanık olalım. Birbirimize beddua değil dua edelim. Biz beddua etmeyen bir peygamberin ümmetiyiz. Alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmetiyiz. “Allah’ım kavmimi hidayete erdir, çünkü onlar yaptıklarını bilmiyorlar” diye dua eden bir peygamberin ümmetiyiz. Fitne belasında ümmetin birbirine düşmemesi için şer odaklarının oyununa gelmemiz için, kurtuluşa selamete ermek için izleyeceğimiz tek bir yolumuz var. Kur’an ve sünnet. Hadiste buyrulduğu gibi “Haklı bile olsa çekişip didişmeyen kimseye cennetin kenarından bir köşk verileceğine ben kefilim”diyor Kainatı Efendisi  (sav) .

Bizim  vazifemiz, evvela nefsimizi ıslah etmek, başkalarının da ıslahına çalışmak, belki de cehaletlerinden veya kötü niyetli  insanların yönlendirmesiyle kendi fikri yapısı dışındakileri kafirlikle itham eden kardeşlerimizin de kurtuluşlarına dua etmeliyiz. Bütün Müslümanlar için çok önemli olan Peygamber Efendimizin(a.s.m.) şu hadisi şerifi bizlere rehber olsun.”Ebu Hureyre’den rivayetle; Resulullah’a(a.s.m.).Ey Allah’ın resulü! Müşriklere beddua et, onları lanetle! Efendimizin cevabı çok manidar,”Ben rahmet olarak gönderildim,lanetleyici olarak değil!…”

Perde arkasında münafıklar planlar yapıyorlar, ihanet içindeler, bu aziz milletin mütedeyyin, samimi insanlarını birbirlerine düşürüyorlar. Bu gün ülkemizde  maalesef bu olaylar yaşanıyor. Bir çoğumuz bunlara alet oluyoruz. Bize söylenenlere ölçmeden, tartmadan  inanıyoruz. Araştırmıyoruz, söylenenleri mihenge vurmuyoruz. Doğru ve hak olan Mürşid de olsa insan olduğundan, bir kişi mürşidinin Kur’an ve sünnete aykırı olduğunu düşündüğü emrini sorgulamalı ve gerekirse yerine getirmemelidir. İster tasavvuf olsun ister cemaat olsun, her meslek ve meşrep mihenge tabidir. Mihenk ise Kur’an’dır, Sünnettir. Kur’an ve Sünnete aykırı bir fikir ve amel görüldüğü zaman, kim olursa olsun reddedilir. Bediüzzaman Hazretleri bu hususa şu şekilde işaret eder: “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. (Mihenk burada şeriattır.) Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”(Münazarat)

Söylenenleri mihenge  vuralım. Öz eleştiri yapalım. Piyasada, sosyal hayatta  silik sözler geziyor. Şer güçleri, zındıklar, münafıklar   güçlü olmamızı, kardeş olmamızı istemiyorlar…Şer güçleri bayram yapıyorlar, buna izin vermeyelim. Bunu artık anlayalım… Fitne ateşini söndürelim. Söndüremezsek millet olarak, ümmet olarak bunun bedelini  ağır öderiz… “Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana Allah lânet etsin” bu hadisi şerifi ağzımızdan bir söz çıkarken hatırlayalım. Ağzımızdan çıkan bir söz fitneyi uyandırabilir…Olaylara partiler üstü, cemaatler üstü: Kur’an ve sünnet gözlüğüyle bakalım. Kainatın Efendisinin (sav)’in  ‘Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emanetler, Allah’ın kitabı Kur’an ve O’nun Peygamberinin sünnetidir.’ sözü rehberimiz olsun.

Peygamberimiz (sav) in “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsınız” (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi) hadisinin ışığında fitneye karşı, tahriklere kapılmayalım herkesi sağduyuya çağıralım.

Fitne bir toplum için sosyal bir depremi andırmakta ve bütün milli ve manevi değerleri alıp götüren bir kasırga  kisvesine bürünmektedir. Bir toplumun yöneticileri için en büyük mücadele fitneye karşı verilmelidir. Ülkemizde ve İslam aleminde birlik ve beraberliğin sağlanması, huzur  ve barışın devamı için  fitnenin  önlenmesi elzemdir. Fitnenin  uyanmasına izin verilmemelidir.

Türkiye İslam aleminin umududur. “İmanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya (Türkiye’ye) gelmek lazımdı; çünkü en ziyâde burada ihtiyaç var”(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Sayfa 441)”.Türkiye her açıdan İslam aleminin merkezi ve kalbi konumundadır. Merkez ve kalp bozuk olursa diğer taraflar da bozuk olur. Öyle ise tedaviye merkez ve kalpten başlamak gerekir. Bediüzzaman’ın Türkiye tercihi bu manaya işaret ediyor. Türkiye ekonomik ve demokrasi açısından ne zaman dar boğazdan çıksa; istikrar sağlansa, fitne uyandırılarak,  Türkiye’de kaos meydana getirilmek istenmektedir. İstikrar geminin denizde rotası istikametinde ilerlemesi demektir. Gemidekiler geminin rotası ile oynamamalıdırlar, geminin dibini delmemelidirler. Gemi batarsa herkes boğulur. Gemiyi batırmaya çalışanlara fırsat verilmemelidir.

Huzur ve mutluluğu   sağlayacak reçeteyi “Kur’an’ın Eczahanesi”nde hazırlayarak insanlığa sunan, Bediüzzamanı dinleyerek yazıma son veriyorum.

Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslamiyetlin mizacıdır, rabıtasıdır.”(Hutbe-i Şamiye)

“Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur.”  (Divan-ı Harb-i Örfî)

“Asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe’nidir.”  (Şuâlar)

“Mâbeynimizdeki hakikî ve uhrevî uhuvvet, gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz.” (Şuâlar)

“Tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedîyle içtima etse, yüz on bir kıymetinde olduğu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimü’l-a’mâl olmamak cihetiyle hareket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefâni sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.”   (Barla Lâhikası)

“İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”   (Mektûbat)

Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medâr-ı nizâ  noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor. Ve Risale-i Nur’un âlem-i İslâmda intişarına karşı hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde mâniler çıkmamak için, Risale-i Nur şakirtleri musalâhakârâne vaziyeti almaya mükelleftirler.”  (Kastamonu Lâhikası)

“Madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalâlet ihtilâfdan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeâiri bozarak Kur’ân ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilâf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.”    (Emirdağ Lâhikası)

“Ey ehl-i hakikat ve tarikat! Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzun da taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirâne alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârâne o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlâs kaçıyor?”  (Lem’alar)

 “Haricî düşmanın hücumunda dahilî münakaşâtı terk etmek ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telâkki edip, yüzer âyât ve Ehâdis-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp, bütün hissiyatınızla, ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslektaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz, yani, ihtilâfa düşmeyiniz.” (Lem’alar)

“İşte ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?”  (Mektûbat)

Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebat ile çalışmalarını tavsiye ederim.”    (Emirdağ Lâhikası)

“Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşe çarpıştıramayız. Bu şeran caiz değildir. Kılıç harici düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegane kurtuluş çaremiz., Kuran ve iman hakikatleriyle tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz zira akim kalır. Bir kaç cani yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir”. (Tarihçe-i hayat)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Zehirli Bal Tuzakları…

Balın faydaları saymakla bitmez. İlahi mesaja kulak verelim. “ Rabbin balarısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların

karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır.(Nahl Suresi, 68-69)

Peygamber Efendimize (sav) bir adam gelerek : Kardeşimin karnı ağrıyor, ishal oldu, der. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (sav) de: “Bal şerbeti içir” buyurmuştur.Adam ikinci ve üçüncü defa gelip hastalığın geçmediğini söyleyince Peygamber efendimiz yine: “Bal şerbeti içiriniz” demişti.Tekrar gelerek “İçirdim fakat ishali ve ağrısı geçmedi” deyince Peygamber (sav) “Allah sözünde doğrudur, fakat kardeşinin karnı yalancıdır” buyurdu.Peygamber Efendimiz ‘in : “Allah sözünde doğrudur” buyurması, Cenab-ı Hakkın şu ayetine işarettir: Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar.Onda insanlar için bir şifa vardır”.(Nahl : 16/69)


Balın şifa kaynağı olduğu birçok hastalığın devası olduğu tıp otoriteleri tarafından da kabul edilen bir gerçektir. Şifa kaynağı olan balın içine insanı öldüren zehirli maddeleri koyarsanız ve bu balı yerseniz ölürsünüz. Dünya hayatınız sona erer. Bugün insanlığın önüne zehirli bal tuzakları konmuştur. Bu tuzaklara kapılırsak, yalnız dünya hayatımız değil,  ebedi hayatımız da mahvolmaktadır…

İslamiyet’ten önce, cahiliye devrinde kız çocukları diri diri kuyulara atılıp öldürülüyordu. Şimdi ise hem kızlar, hem de erkekler kuyulara atılıp diri diri öldürülüyorlar. Dünküler ağlatılarak öldürülüyordu, bugünküler güldürülerek öldürülüyorlar. Sadece kuyular değişti, kuyular modernleşti.

Gayr-ı meşru eğlence alemlerinin icra edildiği her eylem, her yer, özellikle bir kısım televizyon kanalları, bazı internet siteleri, sigara, alkol, uyuşturucu, zina, şöhret birer modern dipsiz kuyudur, hatta kadınımızı, erkeğimizi, kızımızı, oğlumuzu yutan birer kara deliktir. Ne hazindir ki, kimse de onların bir kuyu veya kara delik olduğunu fark edememektedir. Çünkü onlar makyajlı ve maskelidir. Zehirken bal görünümündedirler. İnsanlar bal yediklerini zannediyorlar. Ama bu bal zehirli baldır. Cehennem hurileri, takdim edilmektedir. Bu modern ve maskeli kuyulara atılan ve onların cezbesine ve cilvesine kapılan insanlar, özellikle gençler manen öldürülmekte, birer canlı cenaze veya hareketli mezar haline getirilmektedirler. Daha dünyadayken  tokat yemektedirler. Zina ve sapık ilişkiler sonucu insanların AİDS hastalığına yakalandığını artık bilmeyen yoktur. Bu hastalık insanı ölüme kadar götürebilmektedir.

Dün diri diri kuyulara atılan çocuklar ağlıyorlardı. Ama onlar, ağlaya ağlaya Cennete gidiyorlardı. Şimdi ise dipsiz, modern kuyu ve birer kara delik haline gelen bir kısım ekran, ve sair eğlence âlemlerine atılan gençler, tabak kıran, şampanya patlatan, bira ile yıkanan, gayr-ı meşru birlikteliği aşk, soyunmayı sanat ve çağdaşlık sananlar ve onlara aldananlar ise gülüyorlar, güldürülüyorlar. Bunlar da güle güle ne yazık ki ateş ülkesine, Cehenneme gidiyorlar ve oraya gitmek için birbiriyle yarışıyor ve birbirlerine yardım ediyorlar.

Dün diri diri kuyulara atılanların arkasından ağlayanları vardı. Baba ağlamasa, anası ağlardı. Bu gün modern kuyulara atılanların arkasından ağlayanları da yok. Çünkü kuyular makyajlı, kuyular maskeli. Görünüşte gençler gençliklerini yaşıyorlar, kimse bilmiyor ki ekrandaki gençler de çürüyor, seyretme adına ekrana kilitlenen gençler de aileler de çürüyor. Oynaya oynaya koskoca bir kitle ateşten çukurlara dökülüyorlar.

Yukarda: “Bu gün modern kuyu denilen bir kısım ekran ve sahnelere atılan ve manen öldürülüp canlı cenazeler haline getirilen zavallı gençliğin arkasından ağlayanı yok.” dedik.

Bu sözümüzü geri alıyoruz çünkü onların da arkasından bir ağlayanları var.. O da Bediüzzaman Said Nursî’dir.

Olağanüstü şartlar altında, dağda, bağda, zindanda, sürgünde, savaşta kaleme aldığı 6000 sayfayı bulan ve Kuran’ın çağımıza bakan eskimez mesajını Risale-i Nur Külliyatı adıyla, okuyan gençliğin, düşünen beyinlerin önüne koyan bu Zat, bu vatanın evlatlarına ağladığını bakın nasıl ifade ediyor:

“Bir zaman bir Cumhuriyet Bayramında Eskişehir hapishanesinin penceresinde oturmuştum. Hapishanenin karşısındaki lise mektebinin büyük kızları okulun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden manevi bir sinema ile elli sene sonraki hâlleri bana göründü. Baktım ki o kızlardan elli atmış tanesinin cesetleri kabirde çürümüş azap çekiyordu, on tanesi 70-80 yaşına gelmiş çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini koruyamadığından sevgi beklediği nazarlardan şimdi nefret görüyor. Onların o acınacak hallerine ağladım. hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler, geldiler, sordular. Ben dedim şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”(Asa-yı Musa, Üçüncü Mesele)

Bir insanın kendi evlatlarına ağladığını çok görmüşsünüzdür. Ama bir insanın başkasının evlatlarına ağlaması nadirdir. İşte Bediüzzaman o nadirlerden biridir. Kendi evlatlarına değil bütün bir milletin evlatlarına ağlıyordu O. Yine bir felakete maruz kalanlara ağlandığına şahit olmuşsunuzdur. Ama gülüp eğlenenlere ağlandığına şahit olmamışsınızdır. Bediüzzaman işte böylelerine ağlıyordu. Başkalarının günahlarına ağlıyordu…Kurtulmaları için…

Ana-babaları sevindiren ve “Çocuklarımız ne güzel eğleniyorlar!” dedirten Bediüzzaman’ı ağlatıyordu. Niçin? Çünkü eğlenceler meşruiyetini ve masumiyetini kaybetmişti. İnançlarda deprem olmuş, haram ve günahlar helal ve sevap görülür hale gelmişti. Bunun da belanın ta kendisi olduğunu kimse fark edemiyordu. Bu gün gayr-ı meşru bir şekilde eğlenenlerin kabirde ve ahirette başlarına ne tür belalar ve azaplar geleceğini O biliyor ve onun için ağlıyordu. Onun şefkati bizim şefkatimize değil, Hz. Muhammed’in (sav) şefkatine benziyordu. O peygamber ki dünyaya gelirken ümmeti için ağlamış, yaşarken ümmeti için ağlamış, Miraç’ta ümmeti için ağlamış, mahşerde ümmeti için ağlayacak. Tâ ki, ümmetinden bir kişi dahi cehenneme düşmesin. Ağlamış, bu ağlamaları ve “Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız!”çığlığı ile ümmetini gayr-ı meşru gülmelerden ve eğlencelerden uzak tutmaya çalışmış ve Allah’a layık şükrü ve ibadeti takdim edememekten dolayı ağlamaya davet etmiş, adetâ fani dünyada ağlayın ki baki dünyada ebediyyen gülesiniz, demek istemiştir.

Bu dersi Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) alan Bediüzzaman kendisini ağlatan o olaydan sonra bütün ciddiyetiyle şunları söylemiştir:

“Evet, gördüğüm hayal değil hakikattir. Bu yaz ve bu güzün sonu kış olduğu gibi gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası da kabir ve berzah kışıdır. Eğer gelecek zamanın elli sene sonraki olaylarını gösteren bir sinema olsaydı, bugün gülen ve eğlenen ehl-i dalalet ve sefahetin elli sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi; şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine acılar içinde ağlayacaklardı.”(Asa-yı Musa, Üçüncü Mesele)

Tavrından, edasından, üslubundan, derdinden, davasından, acısından, muvaffakiyetinden anlaşılıyor ki, Bediüzzaman Kâinat’ın Efendisi’nin (sav) asrımızdaki en yüksek, en tatlı, en şefkatli gür sesidir.

Fahrettin Razi diyor ki, Anne babalar çocuklarının sadece dünyevî istikballerini düşünür ve onları dünya acılarından korumaya çalışırlar, ama Hz. Muhammed’in (sav ) varisi olan alimler ise çocukları ve gençleri, hem dünya ve hem de ahiret azabından korumayı hedef edinmişlerdir.

İşte Bediüzzaman’ın ağlaması bundandır. İşte bunun içindir ki biz, çocuğu olmadığı halde, Millet evlatlarının çocuklarına ağlayan bu Peygamber Varisine ve onun bıraktığı eserlere bütün bir milletin ihtiyacı vardır, diyoruz. (Köprü, Bahar 2005, 90. sayı, Vehbi Karakaş, İlim ve Din Bağlamında Said Nursi’ye Olan İhtiyaç ve Risale-i Nur)

Bugün insanlık, bilhassa gençlik zehirli bal tuzakları ile karşı karşıyadır. Zina, alkol, uyuşturucu, sınır tanımayan kız-erkek arkadaşlığı, rüşvet, mevki makam hırsı, şöhret, helal ve harama dikkat etmeme vs…

Prof. Dr. Cevat Akşit, hocamız feryat ediyor,”Yeminle söylüyorum. Vallahi billahi rüşvet kaldırılmadıkça, zina; serbest oldukça, yaygınlığı önlenmedikçe, bu homoseksüellik önlenmedikçe Üzerimize lanet yağar! “

Hükümetin sigara ve  uyuşturucu  hakkında aldığı kararları olumlu buluyoruz, alkışlıyoruz..Uyuşturucu ile mücadelede Narkotimlerin kurulması çok olumlu bir gelişmedir. Aynı hassasiyetin zina, alkol, rüşvet, yolsuzluk konularında da gösterilmesi, gerekli tedbirlerin alınması milli ve manevi değerlerine sahip milletimizin isteğidir. İdarecilerimize duyurulur…Geleceğimizin teminatı gençliğimizin zehirli bal tuzaklarına düşmemeleri için, tedbirlerin acilen alınması gerekiyor. Yarın çok geç olabilir…

Gençliğin, insanlığın zehirli bal tuzaklarına düşmemesi  için, Bediüzzaman’ı dinlemesi gerekiyor:

“Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrata istikamet dairesinde sarfetse, onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semâvî fermanlar müjde veriyorlar.

Eğer sefâhete sarfetse, nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir. Öyle de, gayr-i meşrû dâiredeki gençlik keyfleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevi mücâzatlarından başka, aynı lezzet içinde  o lezzetden ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübe ile tasdik eder.

Meselâ: Haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalar ile o cüz’i lezzet, zehirli bir  bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin su-i istimâli ile gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklariyle hapishanelere ve kalb ve rûhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefâhethânelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen; git, hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette ekseriyetle, gençlerin gençliğinin su-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-i meşrû keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.

Eğer istikamet dâiresinde gitse; gençlik, gayet şirin ve güzel bir ni’met-i ilâhiyye ve tatlı ve kuvvetli bir vâsıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâkî bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’an olarak çok kat’i âyâtıyla bütün semâvî kitablar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar. Mâdem hakikat budur. Ve mâdem helâl dâiresi keyfe kâfidir. Ve mâdem haram dâiresindeki bir saat lezzet, bazan bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette gençlik ni’metine bir şükür olarak, o tatlı ni’meti iffette, istikamette sarfetmek lâzım ve elzemdir”.(Asa-yı Musa, Beşinci Mesele)

Hayatın baharı ve yazı kabul edilen gençlik en verimli çağdır. Bu çağ geçtikten sonra ne kadar istenilse de gençliğin güç ve kuvvetini geri getirmek imkansızdır.Yaşlıların hemen hepsinin gençliklerinden şikayetçi olmaları, onu gereği gibi  kullanamadıklarından  dem vurmaları sebepsiz değildir. Çünkü, ihtiyarlıkta insanı ağlatacak acı akıbetlerin hemen hepsi gençliğin kötü kullanılmasından,  gençlik taşkınlıklarının ve duygularının sonucu olduğunu gayet iyi idrak edebilmektedirler. Gençliğin, en kıymetli bir nimet olması yanında, külfeti de o oranda büyüktür.

Çünkü  ‘Gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez.’ Bundan dolayı ailenin çocuklarının yanlış yapmaması için,  sabırla iletişim kurarak,  gencin aklı ile  duygularının dengeli olmasına yardımcı olmalıdırlar. Gençlik çağının önünde zehirli bal tuzakları vardır. Kötü arkadaşlar,  sigara, alkol, uyuşturucu, internet bağımlılığı, zina, sınır tanımayan kız erkek arkadaşlığı…Gencin bu tuzaklara düşmeden hayat merdivenlerini çıkması,  başarılı ve huzurlu yaşaması için  en önemli  şartlardandır.

Dünyada zehirli balın tuzağına düşenlerin akıbetini görmek mi istiyorsunuz? İşte bakınız hastaneler, gençliğini kötüye kullanan insanların feryatlarıyla inlemektedir. Hapishaneler gençlik taşkınlığı ile meşru olmayan hayatın tokatlarını yiyen mutsuz gençlerle doludur. Meyhaneler, birahaneler, sefahat köşeleri manevi gıdasızlık nedeniyle sıkıntılarını içki ve eğlenceyle kapatmaya çalışan insanların uğrak yerleridir.

Çözüm:

Kâinat’ın Efendisi’nin (sav) asrımızdaki en yüksek, en tatlı, en şefkatli gür sesindedir.

Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz; o, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-i meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem vardır.

Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.

 

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org