Etiket arşivi: mehmet ali bulut

Beklenen Yıl 2020 mi?

Bediuzzamanın Yedinci Lem‘a namıyla yazdığı o işaretlerle dolu bahsini okurken, birden bir ayet dikkatimi çekti. Herhâlde Üstadın, Fetih Suresinin ahirinde yer alan o ayetleri Kuran’ın ‘ihbarat-ı gaybiye’ si açısından değerlendirmesi zihnimi etkilemiş olacak ki, “Huvellezi ersele rasulehu bi’l-hudâ ve dini’l-hakki li yuzhirahu ale’d-dini kullih…” (O, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderendir. (Allah) o hak dini, bütün dinlere üstün kılması için (böyle yaptı)” farklı bir şekilde dikkatimi çekti.

Evet, manen İslam tüm dinler üzerine galebe etmişti. Fakat zahirde İslam hala, tüm dinlere galebe etmiş değildir. Kemiyet olarak da keyfiyet olarak da… Bu ümmet, tembelliği ve liyakatsizliğiyle -özellikle son beş yüz yıldır- İslam’ı ve Kuran’ı kendi şahsında kıymetsizleştirmiştir insanlık nezdinde. Eğer hakikaten bizler, Kuran’ın ahlakını taşıyabilseydik, özellikle de son yarım yüzyıldan bu yana, insanlık kıtalar halinde fevç fevç İslam’a girecekti. Çünkü hiçbir dönemde insanlık vicdanı bu kadar uyanmamıştı ve hiçbir dönemde de İslam’ın kendisini aktarması önündeki maniler bu kadar kalkmamıştı. Her şey bizim lehimize olmasına rağmen Müslümanlar İslam’ı temsil edememenin utancından kendilerini kurtaramıyorlar.

Ama biliyoruz ve ümit ediyoruz ki bu hal geçecek ve İslam, üstünlüğünü zahiren de gerçekleşecek. Onun delili de Fetih Suresinin 28. Ayetinde yer alan “Li- yuzhirahu ale’d-dini kullih” ibaresidir. ‘Yuzhirahu’ kelimesi ‘açık açık/ zahiren’ anlamına gelen za-ha-ra kökünden müzaridir. Geniş zaman kipidir. Evet Resullulah’ın vefatından sadece 23 yıl sonra kadim dünyanın büyük bir kısmında İslam hâkim oldu. Ama “li-yuzhirahu aladdini kullih” (tüm dinlere zahiren de üstün olmak) gerçekleşmedi.
Li-yuzhirahu aleddini kullih- (İslam) tüm dinlere üstün kılınsın diye- ifadesine baktım. Bu ifadenin ebced değeri 1435 ediyor. Eğer ‘li yuzhirahû’ daki –hû– zamirindeki saklı ‘vav’ da sayılsa o zaman 1441 ediyor, yani 2020 eder.

1914, bizim Osmanlı devletimizi kaybedeceğimiz musibetlerin başlangıç yılıydı. Madem ki, o kaybımız inşallah istikbaldeki bir İslam devletiyle telafi edileceği müjdesi verilmiş –bakınız. Rüyada Bir Hitabe- Elbette üzerinden bir asır geçen o felaketin bir asır sonra telafi edilmesini Kudret-i ilahiyeden bekleme hakkımız vardır.

Elbette bu bir istihraçtır. Ama insana umut veriyor. Tevratın şifresi ve diğer benzer çalışmalardan da biliyoruz ki, insanların fevç fevç islama girecekleri zaman hayli yakınlaştı. Nasr suresi, Kur’anın en ahir surelerinden biridir. İnşallah zahiren de gerçekleşecektir.

Umuyorum ve inanıyorum ki, şartlar zahiren aleyhte de görünse, bu 2014 (2020) yılı, geleceğin o büyük ve ihtişamlı zamanlarına kapının aralanacağı yıl olacaktır. Allah Resulünün ihbarını gerçekleştirecektir! Zira o nebi

“Bir gün bile olsa, Âli- Beytimden biri -bu haseben de olabilir- tüm dünyaya hakim olacaktır!”

Madem haber verilmiş olacaktır. Ve inşallah “Li-yuzhirahu aleddini kulluh” ayetinin remziyle bu önümüzdeki yıldan itibaren başlayacaktır!

Not: Bu yazı Mehmet Ali Bulut tarafından 28.10.2013 tarihinde yayımlanmış olan 2014 yazısından kesitler içermektedir.

Rüya ile amel edilmez

Bence bu tür rüyaları, bir tür tasavvuftaki keşif cinsinden saymak lazım, “göreni bağlar” deyip geçmek lazım. İsteyen uygulasın, isteyen gülüp geçsin.

Rüya ile amel edilmez. Yani rüyadaki hükme uyulmak zorunda değildir. Rüya fıkhi meselelerin kaynağı değildir.
Peygamberimiz rüyada ümmete talimat ve emir vermez. Vermişse de kale alınmaz.

En fazla görene manevi bir ikaz olabilir.

Bu yayılan rüyalarda bütün ümmete söyle gibi tabirleri geçiyor. Benim kanaatim bu ifadeler, şahsın kendi eklemesidir. Aksi takdirde rüya batıl olur.

Ortalıkta çok rüya dolaştığını görünce bu ikazı da yapmak gerektiğine inandım.

Yani rüya görülebilir ve kişi açısından da haktır. Problem, işin mutlak çözüm
olarak intişar ettirilmesindedi.

Kur’an ve sünnet tamamlanmıştır.
Yeni emir ve yasaklar olmaz. Fıkhın ve itikadın içine girmiş müsellem meselelere getirilecek hüküm değil rüya, keşif bile olsa kale alınmaz.

Elbette böyle zamanlarda görülen rüyalar intişar edecek. Kimisi inanacak kimisi inanmayacak, kimisi de küfredecek. Bunun da önünü alamazsınız bu çağda. İman ve küfür bireyseldir. Rüyayı kim görürse görsün ne bir fıkhi meseleyi tadil ve tağyir edebilir ne de aklın müsellem bir meselesini batıla çevirebilir.

Rüya meselesinde böyle bir ikaz yapmayı uygun gördüm.”

İlk yayılan O zatın rüyasında, Resulullah (sav) ona; “Ben Türkiyedeyim, Türklerin yanındayım” demişti. Üstad Bediüzzaman da bunu demedi mi?; “İla’yı Kelimetullah için Mekke’de bulunulsa, Türkiye’ye gelinmek icab ederdi.” diye.
*
Daha açık deliller önümüze gelecek. Ben bunları 30 senedir ısrarla söyleyip durdum. Tespitlerim, hep ‘Türkleri sevmekliğimle’ savuşturuldu. Kardeş, İslam bu millet eliyle ve buradan Risale-i Nur külliyatı üzerinden yeniden ayağa kalkacak.  Bunun mucizevi emarelerini göreceksiniz. O yüzden ben kendi zatımda bu tür rüyalara itibar ediyorum. İçinde şeriata ve tıbbın şeraitine aykırı ne var?
*
Bediüzzaman ne diyordu, onu dinleyelim:
**
“Evet Risale-i Nur, Sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdi hükmüne getirip küre-i arzın yangınından ve tufanından kurtulmasına bir sebeptir.
Çünkü zaaf-ı imandan gelen tuğyan, ekseri musibet-i âmmeyi celbettiği gibi; imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risale-i Nur, o musibet-i âmmeyi dairesinin haricine bırakmaya rahmet-i İlahiye tarafından vesile oldu.

Bu ehl-i dünya, bu Anadolu halkı, Risale-i Nur’a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, zelzeleler ve taunların istilasına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar.

Madem biz, onların dünyalarına karışmıyoruz, onların da lüzumsuz bir halde bu derece âhiretimize karışmalarında onlara felaket getirmek ihtimali kavîdir.”

(Kastamonu Lahikası)
**
“Zira şu musibet, mâye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde ta’cil etti. Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üçyüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var.

Biz bu mağlubiyetle bir saadet-i acile-i (عَاجِلَهءِ ). muvakkata kaybettik; fakat bir saadet-i acile-i (اٰجِلَهءِ ) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.”

(Sünuhat – Said Nursi)

Selam ve dua ile…

Mehmet Ali Bulut

Eve girince elinizi yüzünüzü sirkeli su ile temizlemeyi ihmal etmeyin

Değerli Müslüman kardeşlerimin DİKKATLERİNE:

“Eve girince elinizi yüzünüzü sirkeli su ile kolonya ile yapıldığı gibi temizlemeyi ihmal etmeyin. Bu virüs suni (yapay) <dabbe> türünden olduğu için yapay şeylerle durdurulamıyor. Onu en iyi temizleyecek doğal ev yapımı sirkedir inşaallah.

Virüsün bedene zarar verebilecek hale gelmesi için 10 bin ve üzeri sayıya ulaşması gerekiyormuş.
Bu da 4-5 saat süre demektir. Demek ki dışarı ile teması olanların her iki üç saatte bir sirkeli su ile gargara yapması, burnuna ondan çekmesi ve ellerini yüzlerini onunla silmesinde fayda var.

Allah her şeye kadirdir, ama tedbir de onun bize emir ve tavsiyelerindendir.
Unutmayın!
***
Şuna da inanıyorum, şu an bizleri elimizdeki ekrana mahkum etme operasyonları devam ediyor. Attığımız her twit, her mesaj bizi onların istediği bağımlılığa sürüklüyor.

Ben Müslümanlara sesleniyorum. Elinizdeki telefonu bırakın. Kitap okuyun, unuttuğunuz Kur’an ile tanışın. Normal zamanlarda telefonu 15 saat elinizde tutuyor idiyseniz 24 saatte 1,5 saate düşürün. Vaktinizi ahiretiniz için hayırlı amellere ayırın.

Asıl o zaman Din ve İslam düşmanlarının canlarına ot tıkamış oluruz İnşallah!”

Mehmet Ali BULUT

Muharrem ve Kerbela

Uzun zamandır yazmak içimden gelmiyor. Zira mevsim hak sözün rağbet gördüğü mevsim değil. Kulakların sağır olduğu bir çağda dudak ile yapılan haykırışlar anlamsızdır. Bizim lisanımızda da kalplere tesir edecek esrar olmadığı için yazmamayı tercih ettim.

Bugün uyanır uyanmaz gönlüme Kerbela hüznü düştü. Onların başına gelen mukadderatı düşündüm. Rasulullah’ı (sav) düşündüm. Neden Rabbin en sevgili kulu iken her birimizin başına gelebilecek en ağır sınavların en büyükleri ona verilmişti? Anasız, babasız, kimsesiz bırakılmış, bir beşerin yaşayabileceği tüm acılar ve fitneler yaşatılmıştı. Düşününce içim yandı, gözlerim yaşardı ve sonra birdenbire haddimi aştığımı hissettim. Hâşâ farkına varmadan kendimi Allah’tan (c.c.) merhametli bir konuma koyuyordum. Çünkü o acıları ona yaşatan, onu ve torunlarını o sınavlardan geçiren, onlara o mukadderatı takdir eden Allah’tı  (c.c.) ve O kendisine “rahmet”i farz kılmıştı. O insanlar da öyle ağır bela ve musibetleri hak edecek bir şey de yapmış olamazlardı. Bu başa gelenlerin altında başka hak edişler olmalıydı.

Gerçi Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası adlı eserinde “enfes” denilecek tahlillerle kalpleri yatıştıracak izahlar yapmıştı. Yine de nefsimi, o hadiselerin, onların başına gelmiş olmasını bahane edip kadere itiraz etme meylinden vaz geçiremedim.

Sonra telefonuma gelen mesajlara baktım. Bir arkadaşın gönderdiği mesaj tam da bu iç tefekkürüme bir cevaptı. Bir kudsi hadis metni gibi geldi bana. İçeriği hoşuma gitti. Sizinle de paylaşayım istedim: 

“Hani melekler sormuştu Rabbimize:

-Senin en sevdiğin kulun O iken neden onu bu kadar ıstırapla imtihan ediyorsun? Hem yetim, hem öksüz, hem de kimsesiz…

Rabbimizin cevabı;

-Kimseye güvenmesin. Yalnız benden istesin yalnız bana sığınsın, diye.”  olmuş.

İşte mesele bu!

‘İnsan’da var edilmek istenen nihayet kemal bu. İnsan bu kemale erdi mi ne kimseye minnet eder, ne kimseye tezellül eder, ne de kimseden korkar. Ama İslam toplumu maalesef asırlar boyunca korku kırbacıyla ve menfaat silahıyla boyun bükmeyi meşru kılmış. Bugün de korku, adaletsizliğe bile göz yumduruyor.

Kerbela’yı bu açıdan doğru okumak gerekir. Hz Hüseyin (r.a.), en ağır şartlarda bile Allah’tan (c.c.) başkasından korkmamanın, hak ve hakikat namına yalnızca Allah’ın (c.c.) rızasını gözetmenin bir numunesi oldu. Evet, canıyla ödedi ama neticede o biz zulme ve zalime dur demek için o yola çıktı…

Kaderin onu mağlup ettirmesinin sayısız hikmetleri var elbet. Allah (c.c.), gönüllere sultan kıldığı ehli Beyt’in evlatlarının, içi dışı zulüm ve yalan olan dünya saltanatına da el uzatmalarını istemedi. Onları, ona yönelmekten hep alıkoydu. Ta ki bu din onların omuzunda ebediyete kadar taşınabilsin diye. Sizi temin ederim, eğer Emevilerin karşısında Ehli Beyt muhalefeti olmasaydı, Emevi sultanları çamurdan tanrı yaparlardı Samiri gibi… Ve İslam daha ilk asırda boğulurdu. Kerbela’nın en büyük meyvesi budur. Hz. Hüseyin (r.a.), İslam’ın izzetini ve şerefini kanıyla korumuş ve o kan hâlâ İslam’ın izzetine bekçilik etmektedir! Bu, meselenin bir ciheti.

Bir diğer ciheti var ki o da fitnedir. O fitne hâlâ capcanlı bir şekilde ümmetin iç kanama geçirmesine hizmet ediyor.

Gururları, Araplar tarafından incitilen Pers ırkçılığı, Müslümanlardan intikamını almak için o hadiseyi hep diri tutmuş, 1400 sene önce yaşanan hadiseyi hep fitne çıkarmanın öznesi kılmıştır.

Güya bunu Âl-i Beyt muhabbetiyle yaparlar. Zira Resul (sav), “Size iki şey bırakıyorum; onlara temessül etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah / Kur’an, biri Âl-i Beytim.”( Tirmizî, Menâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26) buyuruyor.

İşte bu hadis, maalesef ciddi tartışmalara sebebiyet vermiş, Şia doğrudan Âli Beyt’in nesnesini anlamış, yani Hz. Ali’nin (r.a.) soyundan gelenleri, Ehl-i sünnet ise bunu, “Hz. Peygamberin (sav) yaşam tarzına uymak” (yani Sünnet’e uymak) diye anlamış. O yüzden de her sene kavga tazelenir ve taraflara yeni öfkeler ve gerekçeler yüklenir Müslümanların birbirinin kanını dökmeleri için!

Din adamları da bu yarayı sarmak yerine dil ve hüzün şehvetine kapılarak yarayı tazelerler. 

Mamafih İslam dünyasında, her iktidarda, Emevileşme eğilimi, her muhalefette, işi kan dökmeye vardıracak bir meyil hep olagelmiştir. İslam’da, iktidara meşru bir muhalefetin nasıl olacağına dair bir usul maalesef bulunamamıştır. Keşke ilk iki halife kendilerinden sonra kimin halife olmasını seçecek komisyonu belirlerken, halifeden hoşnutsuzluk arttığında onun nasıl tahttan indirileceği yolunda da bir usul koysalardı! Olmamış. Olmayacaktı sanırım Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Peygamberin (sav), “Ümmetime fitne girmesin!” şeklindeki duasına icabet etmediği söylenir!

Va esefa! Tevhid ve vahdet, ittihad-ı ümmet Müslüman halkların yegâne çaresi iken biz o ankayı bir türlü avlayamıyoruz. Çünkü birileri de onun gerçekleşmemesi için çalışıp duruyorlar.

Hâlbuki mesele çok basit. Ama kimse birazcık düşünmüyor.

Bakın Şia, Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer’e (r.a.) , Hz. Ali’nin (r.a.) hakkını yedikleri ve ona zulmettikleri için küfredip dururlar. Hz. Aişe (r.a.) annemizi de Cemel Vakası yüzünden “Cehennem Ehli” sayarlar. Ve bunu Âli Beyt muhabbetiyle yaparlar. Çünkü onlara Hz. Aliye Al-i Beyte haksızlık etmişler. Öyle varsayarak Hz. Ebubekir, Ömer ve Aişe validemize hakaret etmeyi hak sayarlar. Peki, öyle mi. Eğer öyle olsaydı ehlibeyt onların adlarını çocuklarına verir miydi?

Şimdi iki dakika düşünelim, Hz. Ali (r.a.) o kadar nefret ettiği bu iki ismin adını çocuklarına verir mi? Hz. Hasan ve Hüseyin verir miydi? Geçelim onları; Cafer-i Sadık, Masa El-Kazım, Ali Rıza… Bunlar ki Şia’nın serrişte ettiği önde tuttuğu ve haksızlık yapıldı bunlara dediği zatlar. Bunların çocuklarının isimleri nasıl Ebubekir ve Ömer olmuş o zaman. Onlar bu isimleri çocuklarına vermekte bir sakınca görmemişler.

Onlardan bir sıkıntı görselerdi, bugünün Şiasının sandığı gibi o zatlar haksızlık etmiş olsalardı o isimleri çocuklarına koyarlar mıydı Hz. Ali?

Şimdi bir düşünün bakalım. Affınıza sığınarak bugün üzerinden bir misal vermek isterim. Bir CHP’li oğluna Recep Tayyip adını koyar mı? Bir Türkçü oğluna Apo ismini verir mi. Bir Kürt milliyetçisi çocuğuna Adsız veya Türkeş ismini verir mi?

Hayır. Beki öyleyse bu zatlar neden çocuklarına o isimleri verdiler? Demek ki sizin sandığınız gibi bir nefret, bir buğz bir kin yoktu. Bunlar sonradan uydurulmuş nefretlerdir.

Hz. Ali (r.a.), Hz. Fatıma (r.a.)  annemizden sonra birkaç evlilik daha yapar. O hanımlardan doğan çocuklarından birinin adı Ebubekir, birinin adı Ömer’dir. Onunla da kalmaz. Hz. Hasan’ın (r.a.) bir oğlunun adı Ömer’dir. Hz. Hüseyin’in (r.a.) de ve hatta Zeyenelabidin ve Musa El-Kazım’ın da birer oğlunun adı Ömer’dir…

Keza Hz. Ali’nin (r.a.) bir oğlunun adı Ebubekir’dir. Hz. Hasan ve Hüseyin (r.a.) efendilerimizin de Ebubekir adında birer çocuğu var. Ve tabi Musa El-Kazım’ın da (ra)!

Hz. Aişe(r.a.) validemize gelince… İnanın Hz. Ali’nin (r.a.) torunu Şia’nın en sağlam mesnedi ve en mevsuk dayanağı ve imamlarından olan Cafer-i Sadık’ın bir kızının adı Aişe’dir. Ve tabi yine en az onun kadar rehber edinilen Musa El-Kazım ve kayıp imamlardan Ali Rıza’nın bir kızının adı Aişe’dir.

Güya kavganın tarafı olan bu zatlar sizin zannınızca haksızlık ve zulüm yapmış bu insanların isimlerini neden çocuklarına versinler.

İnanın onlar öyle izzet ve azamet sahipleridirler ki Emevi zulmünün hışmına rağmen hak bildikleri davadan vaz geçmemişler. Korkuyu bunlara atfetmek züldür.

Peki, bu zatlar nefret ettikleri veya kin duydukları bir kimsenin adını neden çokluklarına verme zilletini göstersinler?

Çünkü böyle bir şey yok!

Bu tür nefretler sonradan üretilmiş ve İslam ümmetini birbirini düşürmekte kullanılan nifak aletleridir. Ey Şii dostlarım, Ehli Beyti sevmenin aynı zamanda sünnete uymayı da gerektirdiğini bir düşünün. Ey Sünni dostlarım, Resulü (sav) sevmenin ve sünnete uymanın aynı zamanda Ehli Beytin nesnesini ve evlatlarını da sevmeyi gerektiğini unutmayın.

Bugünün hürmetine İslam’ın izzetini zedeleyen şu nifaklardan kurtulmayı bir deneyin, deneyelim.

Sevgi için bunca gerekçe varken nefrete ve kine ne gerek var? Eğer bir fedailiğe ihtiyaç varsa o muhabbet fedailiği olmalı. İnsanlığın muhabbete ihtiyacı var. Bakınız şu dünyaya… Nasıl da acılar içinde kıvranıyor ve âlem yanıyor. İslam’ın sevgisi, âlemlere rahmete olarak gönderilen Resulün (sav) muhabbeti bu yaraları sarmak ve acıları dindirmek için en iyi çare iken biz ona bizatihi acıların kaynağı yapmaktan vaz geçelim.

Aşura gününüz mübarek olsun. Allah Kerbela’nın manasını anlamayı, zulme rıza göstermeme anlayışını ve duruşunu hepimize nasip etsin!

Selam ve dua ile…

Mehmet Ali BULUT 

20.09.2018 / sonnethaber.com

Mehmet Ali Bulut’tan Kürtlere: “Biz Düştük, 80 Yılda Kurtulamadık!”

Kürtlere seslenen Mehmet Ali Bulut, “Şimdi aynı tuzağı size düşmeyin! Sizi bizim üstümüzden vurdukları gibi şimdi de bizi sizin üstünüzden vuruyorlar, vuracaklar!” dedi.

Osmanlının yıkılışının bir Mason hareketi operasyonu olduğunu, 1826’dan itibaren Masonik hareketlerin önce orduya, ardından saraya ve çevresine hulul ederek, İslam’ın en son kalesi ve devleti olan Osmanlı’yı yıktığını belirten Bulut, Haber 7’deki yazısında “Masonluk, öteden beri vardı ama esasında o, Şeytana hizmetkarlığın modern(!) zamanlardaki adıydı. Şeytan hiçbir dönemde bu kadar güç kazanmamıştı. Çünkü en büyük fitnelerin görüleceği Deccal çağına girmiştik ve Osmanlı, devlet olarak, onun ününde duran yegane engeldi. O yıkılmadan ‘tanrı tanımazlık’ olan deccalizm yeryüzü hükümranlığını umumileştiremezdi” dedi.

DECCALIN EN BÜYÜK HİZMETLİLERİ YAHUDİ VE İNGİLİZ

Deccalın en büyük hizmetlisinin Yahudiler ve Firavun soyundan geldikleri bilinen İngiliz kraliyet ailesi olduğuna dikkat çeken Bulut, Deccalın bir dalının “inkar-ı uluhiyet” (tanrı tanımazlık) olduğunu, öbür dalının ise kapitalizm ve liberalizm adı altında ahiret hayatını inkâr eden yapı olduğunu söyledi.

Tüm insanlığın kutsallarını bırakarak Deccala teslim olduğunu vurgulayan Bulut, “Osmanlı da bu arada yıkılmıştı. Osmanlıyı yıkanlar, onun çatısı altında bulanan her kavme, kendilerine ait bir devlet kurma fırsatı da vermişlerdi. Böylece bir daha bir araya gelmemek üzere ayrışmalarını da sağlamış oluyorlardı o halkların” dedi.

KENDİ ARZULARINA İTAAT EDECEK EKİPLER

Bir Türk olarak Kürtlere seslenen Bulut, Said Nursi ve Şeyh Said örneği vererek tuzaklara dikkat çekti. Bulut, yazısını şöyle sürdürdü:

“Türklere de kendi ‘milli’ devletini kurma hakkı verdiler. Başına da kendi arzularına itaat edecek ekipleri koydular. Bu arada Kürtlere de devlet kurma hakkı tanıdılar. Ancak o dönemin Kürt aydınları ve âlimleri, bunun bir tuzak olduğunu görerek, “Biz kaderimizi Türklerle birleştirmişiz onlarla beraber kalacağız” dediler. Hatta o iki ‘Said’lerden biri olan Bediüzzaman, o zaman İngilizlere karşı “biz Selim Hana biat etmişiz ve bu bîatımız bugün de geçerlidir” diyerek Yavuz Sultan Selim ile Kürtler arasında yapılan muahedenin hala geçerli olduğunu söylemiştir!

GÜYA “MİLLİ” VE TÜRKLERİN DEVLETİ İDİ

“Ama kaderin hükmü devam etmiş ve sonunda Süfyan devleti (Deccalın Müslümanlar içindeki kolunun adı) kurulmuştu. Güya “Milli” idi ve Türklerin devleti idi.  Onu kuran ekip önce sureti haktan göründü. Sonra ipler tamamen ellerine geçince, güya modernlik adına İslam’ı çağrıştıran, hatırlatan tüm kutsallar yok edildi. Dilde sadeleştirme adı altında sözlükteki tüm İslamî kavramlar atıldı. Türkçe bir dinsiz Ermeni’nin insafına havale edildi. Tarihimizin yeniden yazılması işi de bir Yahudi’ye emanet edildi! Geçmiş dönemi; İslam ve İslamî hayatı hatırlatacak hal, tavır, kültür, eda, kelime… ne varsa yok edildi. Ezan Türkçeleştirildi (haydin kurutuluşa gelin sözü= Hayye alel felah cümlesi hariç). Kur’an’ın okunması, dinin öğretilmesi yasaklandı. Açık ve net olarak Deccal’in simgesi olan ve ta 1400 yıl önce Peygamber tarafından haber verilen secdeye mani serpuş, zorla insanlarımıza giydirildi ta ki imanlarından olsunlar diye…

BİRİ ‘ŞEYH SAİD’, DİĞERİ ‘NUR SAİD’!

İşte bu deccal operasyonlarının peş peşe geldiği, Müslümanların elindeki tüm imkanların alındığı bir zamanda, bu ülkede, bu halk ve bu millet adına iki insan, bu gidişata dur deme cesareti gösterdi İslam ve Kuran adına! İkisi de seyyiddi ama aynı zamanda Kürt’tü! (Türklerden de çok can veren oldu ama bu ikisi aynı zamanda birer sembol oldular):

Biri ‘Şeyh Said’, Diğeri ‘Nur Said’! Biri (Şeyh Said) “Hüseynî tavrı” ortaya koydu, celadet (kavga ile mücadele) göstererek… Elindeki imkanlarıyla deccal düzenine dur demek istedi!

Öbürü ise (Nur Said) “Hasanî tavrı” (sulh içinde mücadele) usulünü seçti.

Şeyh Said, bu küfür düzenine karşı cihad etme görevini deruhte etmek üzere tüm Müslümanlar adına bir kalkışmada bulundu. Fakat Nur Said, bu tavrın, bu belayı def edemeyeceğini, çünkü Deccalı öldürme işinin Hz. İsa’ya, Süfyan’ı yok etme işinin de Mehdiye ait olduğu hikmetine dayanarak, Şeyh Said’i bu işten sakındırmaya kalkıştı. Şeyh Said de kendi açısından haklı idi. Zalime karşı muhakkak mücadele edilmesi gerektiğini biliyordu, bildiği şekilde ve sağladığı imkânlarla bunu durdurabileceğine inandı.

Ne adına İslam’ın devamı, Müslümanların bekası ve ahiret hayatı hesabın! Bu topraklardaki İslam ittihadı hesabına!

BEDİÜZZAMAN KARANLIĞIN İÇİNDE BİR IŞIK YAKTI

Bediüzzaman ise, eski cihad yöntemleriyle bu zamanın fitneleri ve Deccala karşı mücadele edilemeyeceğini, ilham-ı ilah ile bildi ve farklı bir mücadele yolu izledi. Kalktı karanlığın içinde bir ışık yaktı. Nur Risaleleri adını verdiği bu hareket ile imanı, İslam’ı, Kur’an’ı yeniden ve bugünün insanlarının anlayacağı şekilde anlattı. Aklı gözüne inmiş insanlara, eski usul tebliğ ve cihadın fayda sağlamayacağını görerek, tamamen farklı bir yöntemle imanın ihyasına ve Müslümanın yeniden ve ta içinden yeniden kurgulanmasına kalkıştı.

Son derece de başarılı oldu. Bugün bu ülkede Müslümanların da sözü bir parça geçiyorsa ve iktidar olabiliyorlarsa bu aziz insanların –ve tabii ki bilcümle dine hizmet edenlerin-verdikleri canhıraş çabalar sayesindedir…

SİZ DE Mİ KENDİNİZE BİR SÜFYAN İSTİYORSUNUZ?

İmdi sözü bu kadar uzatmamın sebebi Müslüman Kürtler’e bir iki söz söyleme zemini oluşturmak içindi!

Ey Kürtler, sizin alimleriniz ve ulularınız, biz Türkleri dahi Deccalın ve İblisin belasından kurtarmak için bu kadar canhıraş çabaladıkları ve bunda da muvaffak oldukları halde, şimdi siz hangi feraset ve izan ile, sizi yeniden küfre, Yezidiliğe, inkâra ve sosyalistlik adı altına küfrü mutlaka çağıran adamların ardında saf tutabiliyorsunuz?

Bir devletiniz olsun diye mi? Siz kâfirliği asıl maksat edinmiş bir devleti mi istiyorsunuz? Siz fitneyi size ahlak haline getirme vaadinden başka bir vaatte bulunmayanları mı kendinize efendi yapacaksınız? Siz de mi kendinize bir Süfyan istiyorsunuz?

Yazık edersiniz Şeyh Said’in hatırasına ve Said Nursi’nin çabasına.

Biz Türkler bunu en elim şekilde yaşadık. Siz de bizimle birlikte öyle bir yapılanmanın Müslümanlara ne tür sıkıntılar vereceğini yaşayarak geldiniz.

Şimdi hangi izan ile hangi ‘imanî kaygı’ ile şu iki kardeş kavmin birbirine düşmesine çanak tutan insanlara arka çıkarsınız! Nasıl onların safında yer alabiliyorsunuz?

Ey seyidler cemaati! Ey iki ‘said’i bağrından çıkaran Kürtler! Ey bugüne kadar İslam’ın ittihadına hizmet etmiş Selahhidinler! Vicdanlarınıza bir sorun. Bu hakiki Türklerin size bir zulmü var mı?

SİZİ BİZİM ÜSTÜMÜZDEN VURDULAR, BİZİ DE SİZİN ÜSTÜNÜZDEN VURACAKLAR!

Said Nursi’nin “Ben dikkat ettim, hapislerde zindanlarda bana zulmedenlerin hiç biri hakiki Türk değildi!” dedi gibi siz de dikkat ederseniz, size zulmedenlerin Türkler değil, Türklere de zulmeden kriptolar ve ne idüğü belli olmayanlar olduğunu göreceksiniz! İmanınızı ve İslam’ınızı başınıza alın! Bu belayı, bu millet, 1920’lerde 30’larda çok acı yaşadı. Şimdi aynı tuzağı size düşmeyin! Sizi bizim üstümüzden vurdukları gibi şimdi de bizi sizin üstünüzden vuruyorlar, vuracaklar!

BİZ DÜŞTÜK, 80 YILDA KURTULAMADIK! SİZ DÜŞMEYİN

Bediüzzaman Said, sesleniyor! “Ey Kürtler dikkat edin, Türkler sizin aklınızdır” diyor. “Ey Türkler dikkat edin Kürtler sizin kuvvetinizdir. İkiniz birlikte tam ve güzel bir adam edersiniz!” diyor. Duymamak, kulak vermemek reva mı, insaf mı? Ehli halin birbirini bilmemesi insaf mı? Neden onlara kulak vermiyorsunuz da sizi cehenneme ve şeytana hizmet etmeye çağıranlara kulak veriyorsunuz?

Ey Kürt kardeş! Yarı bir Kürt olarak özellikle sana sesleniyorum. Ne olur, bu tuzağa düşme. Biz düştük, 80 yılda kurtulamadık! Siz düşmeyin. Bir seksen yılımız daha gitmesin!

Aman dikkat! Aman teenni! Aman sükûnet ve suhulet!

RisaleHaber