Etiket arşivi: mehmet ali bulut

Gavurcuklarımı Koru Yarabbi! Her veli, evliya mıdır?

Biraz sabırlı olun, başlık sizi germesin. Her veli hakikaten evliya olsaydı, şu kadar sapık ekol, yol ve yoldaş olmayacaktı! Ama var…

Çünkü bütün o sapık fırkalar ve onların imam ve salikleri, kendilerini hak, mürşitlerini de veli! Bir kısmında hakikaten fevkalade haller de görülmüştür.

Her insan bir sıfatında ‘veli‘ -(Hatta kafirde bile veli sıfatların var olduğu kabul edilmiştir)- olabilir. Yani bir tarafıyla hak ve hakikat olabilir. Ama biz ekser sıfatlarında veli olan insana evliya demişiz.

Bazen bir insan bir sıfatıyla müthiş bir maneviyat yakalar ve onunla halkı teshir eder. Mesleği rağbet bulur ama Hak değildir. Fakat halk zahire bakar. Rağbette olanı hak da zanneder.

Oysa “hak” olmak başkadır, rağbet görmek başkadır. Hele bu deccal döneminde çoğu kere, rağbette olan şeyler hak olmuyor! Şeytani usul ve haller daha etkili oluyor. Milyonları meydanlara toplayan ve onlara toplu ayin yaptıran şarkıcıları düşünün… Bugün siyaset bilimi, daha doğrusu kitlelerin bir maksat etrafında bir araya getirme sanatı çok büyük mesafeler almış. Bir süreliğine de olsa kitleleri, -(özellikle insanları demedim)- batıl etrafında bir araya getirebiliyorlar. Bugün biz bunu rahatlıkla sezebiliyoruz ama geçmişte bunu bilmek o kadar kolay değildi…

****

İnsanlarda -peygamberler hariç- iki tür fevkaladelik görülür. Biri keramet, bir istidrac!

İstidrac da keramet gibidir. Amma ki istidrac, insanın istidatlarını terbiye etmesiyle hâsıl olan bir neticedir. İstidrac sahibi her istediğinde o hali gösterebilir. Mesela bir şeyh çıkar ve müridine şiş batırır. O, o anda bir acı duymaz. Sonra da onun izlerini elini dokundurarak kapatır. Bunu da keramet zanneder. Oysa o istidracdır. Vücudunu şişleyen meczupların hali de öyle…

Bir insan bir fevkaladeliği, istediği zaman gerçekleştirebiliyorsa o istidracdır. Hikmetten, payı yoktur. O da bir hakikattir ama hikmetten haber vermez…  Tıpkı bugünlerde çokça gördürülen rüyalar gibi…

(Şu mevzuyu da hususi yazmak lazım. Zira insanlara istedikleri rüyaları gördürmek, artık bir bilgisayara uzaktan bir spam atmak kadar basittir. Arada vasıta olmadan, alçak yörüngeli ve insan beyninin sinyallerine benzer sinyaller veren uydular vasıtasıyla insanlara kitlesel rüyalar gördürülebilir, halüsinasyonlar yaşatılabilir -ama onlar halüsinasyon olduğunu bilmezler.)

Amma keramet bir ikramdır. Keramet sahibi ne zaman keramet göstereceğini bilmez. Hatta bazen keramet gösterdiğini dahi bilmez. Allah onu hale mutabık kılar. O da keramet olur!

Çünkü biri nefsini, nefsin hesabına disipline etmiştir ve istidrac sahibi olmuştur. Ötekisi ise nefsini Allah için tezkiye etmiştir ve ondan Rabbin nuru ve kudreti zuhur etmiştir. Meyvesi de keramettir…

İslam’ın tarikat tarihi -özellikle tasavvuf demedim- bu tür harikalıklarla doludur. Bir tarafta ulu’l-azm evliya gelmiş, bir tarafta insanları uzun süre peşlerinden sürüklemiş hayret-mucip müstedricler. Kadıyani Ahmet onlardan biridir.

Dikkat edin, şatahattan söz etmiyorum. Çünkü bazı velilerde şatahat mazur görülmüş. Bana göre o da mazur olmamalı amma mazur görülmüş. Çünkü bugün de dün de başımıza iş açan ‘şeriatın zahiri ile çelişen’ tüm inanışlar ve yönelmeler, bu mazur görmelerden besleniyor!

Ve yazıktır ki bütün bu saçma sapan, absürt, Kur’an ve sünnetin özü ile çelişen fikirler, düşünceler, istidraclı haller, mürcieler, mutezileler, cebriyeler, istibdadı meşru görmeler, ‘hikmetinden sual olunmaz’cı yaklaşımlar, hep fitneler çağının bize armağanıdır.

Siyasi ve sosyal linçler, fitnenin kol gezdiği dönemlerde kendisine meşru(!) zemin bulabiliyor. Bu gün de maalesef toplum hızla o yöne doğru evirilmek isteniyor. Bir kısım insanlar Sayın Başbakanımızın ismini duymak istemiyorlar. Bir kısım insan da ‘Hoca’ isminden nefret edecek hale geldiler. Bu hiç ama hiç sağlıklı bir hal ve gidişat değil. Doğru da değil. İnşallah bu milletin geçmişte bu dine yaptığı hizmet, Rabbin katında makbul bir şefaatçi olur da bizi sürüklemek istedikleri şu akıbetten kurtarır…

Biz hala eski yaraları tedavi edememişken maalesef böğrümüze yeni hançerler sokuldu. Yeni şuculuklar buculuklar oluştu. Malum, Cemel vakaası ile başlayan ve Muaviye’nin ölümüyle bir kere daha depreşen fitne ortamında münafıkların, fırsatçıların, kalbi hastaların uydurdukları takiyyecilik, mürciecilik, mehdicilik, mutezilecilik, cebriyecilik, kaderiyecilk, İslamın belini kırmıştır ve bugün de halkın büyük bir kısmının kafasının karışık olmasına sebep olmaktadır…

*****

Evet, velayet vardır. VaV harfi, velayetin varlığının remzidir. Nübüvvet dahi velayet çekirdeği üzerinde tahakkuk eden bir müessesesidir.  Evet, insan velayetiz olmaz ve hem de velisiz bir çağı olmamıştır beşeriyetin.

Amma bu mesele de diğer her mesele gibi zıddını kendi içinde barındırmıştır.

Hem velinin tüm sıfat ve halleriyle veli olması gerekmez. Bir insan bir sıfatında velayet mertebesinde olabilir ama diğer birçok sıfatı, insanı batıla götürebilir. Bir sıfatı kemalde oldu diye tüm sıfatları masum olmaz bir insanın. Bizim evliya dediklerimiz, ekser sıfatlarında tezkiyeye ulaşanlardır.

Bu iş çok su götürür. Bir iki güzel hali görülen bir zatın tüm hallerini masum sayıp ona göre hareket etmek sonunda insanları hakikaten batıla ve şirke kadar götürebilmiştir. Bunun çoook örnekleri var tarih içinde. Bugün de bu tür şaz hallerin taraftar bulması nedeniyle bir türlü kardeşliğimizi tesis edemiyoruz!

Evet, İslam tarihi boyunca, İslam âleminde, Kur’an’ın hakikatine, hüvesi hüvesine uyarak istikametini korumuş geniş bir kitle olmuştur. Ehli Sünnet ve Cemaat dediğimiz bu hak ve istikamet ehli, dinin hakikatini, sünnet-i seniyeye uyarak muhafaza etmişlerdir. Hak ve hakikat erleri olan velilerin kısm-ı azamı da bu gruptan çıkmıştır.

Diğer bir kısım velayet ehli de var ki ehlisünnet prensipleri dışında kalmışlar ve onun usullerine muhalif caddede görünmüşlerdir.  Bu kısım evliyaya bakış iki türlüdür.

İslam âlimlerinin büyük bir kısmı, hal ve hareketlerini, meslek ve meşreplerini Kur’an’a ve sünnete aykırı buldukları bu zatları, şiddetle tenkit etmişler ve hatta büyük bir kısmını tekfir etmişlerdir…

Fakat buna rağmen onlar dahi kendilerince bir miktar taraftar bulabilmişler ve salikleri tarafından sena edilmişlerdir. Şeriata aykırı hallerini de ‘hikmetinden sual olunmaz’ hüsnü zannıyla taçlandırmışlardır.

Neden?

Çünkü siyasi ajandalarımız ve tedavi edilmemiş saklı yaralarımız, insanları ‘yeter ki muhalefet olsun’ herzesine sürükleyebiliyor.  Tek bu iktidar düşsün, Yahudi gelsin, tek bu iktidar düşsün, memleket talan edilsin diyecek kadar kini kabarmış insanlarımız var…

Ama hepsi de güya hak ve hakikatten yanalar.  “Hak, yalnız ehli sünnet ve cemaatin mesleğine münhasır değildir.” diyorlar. Böylece siyasi tarafgirliklerine hakikat sureti veriyorlar. 

Mamafih ehlisünnet içinden çıkıp şeriat dışı birtakım usul ve davranışları, mesleklerinin içine sokmuş ve sayısız sapık yolların doğmasına hizmet etmiş kimseler de yok değil! Şimdi birileri de çıkmış Tahşiyecilik adı altında Risale-i Nur gibi, meseleleri, tamamen aklın ışığında anlatmaya çalışan bir ekolü, bir tür Hurufiliğe indirgemek istiyorlar. Biz zahiri manalarla mükellefiz.( Ben de zaman zaman harflerinden ve diziliminden yararlanarak ayetlerden bir takım farklı manalar çıkarmaya çalışıyorum ama daima hak olanın o ayetin sarih manası olduğunu vurgulayarak! Hurufilik ve batınilik ise zahiri yok sayıyor ve kendilerince uydurdukları manaları esas biliyorlar… )

Sıradan insanlar da bilmiyorlar ki “her hâdi zat, mühdi olamaz”. Evet, bazı şeyhler, belki şeriatın zahirine muhalif gibi görünen hallerinden mazur olabilirler, çünkü meczupturlar. Amma aklını kullanmakla mükellef mensupları, meczup değildir ve onları taklit ettiğinde mesuldür;  mazur olamaz!

Tasavvuf ehlinin hallerine vakıf olan ehli insaf, onların velayetini inkâr etmezler amma “hilaf-ı usul” olan sözlerine de itibar etmezler. Hak etmemiş olmakla birlikte Muhyiddin İbnü’l-Arabi hazretleri de o menzilede görülmüştür.

O tür zevat için “ya hâle (şartlara) mağlup olup hata ettiler veyahut (söyledikleri) manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır.”dediler. Mamafih tüm İslam tarihi boyunca -bugün de dâhil- bazı mürşit ve cemaat önderleri, tarikat liderleri, eleştirilen bazı hallerini, idare-i maslahat veya iki şerden ehven olanını tercih gibi izahlarla, yaptıklarını, meşru göstermişlerdir.

Ve tam da bu sebeple bir kısım âlimler de ‘ehli sünneti muhafaza’ niyetiyle tasavvufa ve tarikata ciddi tenkitler yöneltmişler. Hatta o tür sahte müteşeyyihleri hedef alalım derken tasavvufu dahi reddetmeye kadar işi vardırmışlardır. Ve birçok evliyayı da ‘halkı idlal eden/ saptıran zatlar’ olarak nitelemişlerdir.

Mamafih, hakikaten de onlara taraftar olan o tür şeyh veya din adamlarına çok fazla hüsnü zan besleyen bir kısım insanlar, hak mesleğini bırakıp bid’ate hatta dalalete girdikleri olmuştur; bu zevatı tendik eden âlimleri haklı çıkarmışlardır.

****

Bediuzzaman, Mektubat adlı eserinde “Mühim ve mahrem bir mes’ele ve bir sırr-ı velayet” başlığıyla yazdığı bir mektubunda (mealen) şöyle diyor:

“İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı: Bir zaman ben, bir kısım sapık düşünceli zatlara mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Karşı çıkan müthiş bir manevi kuvvet bedduamın reddine sebep oluyordu. Hem duamı geri veriyordu, hem beni men’ etti.

Sonra gördüm ki: O kısım ehl-i dalalet (insanları hak diye batıla sürükleyen o zatlar), hak ve hakikate aykırı işlerinde,  yakaladıkları bir manevi güç (ispritizma veya istidrac) sayesinde, arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor. Muvaffak oluyor. Yalnız cebr ile değil, belki velayet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizaç ettiği için, iman ehlinin bir kısmı o arzuya kapılıp onu hoş görüyorlar, çok fena telakki etmiyorlar.

İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim. “Hak yoldan başka velayet bulunabilir mi? Sapkın bir akıma, anlayışa hakikat ehli taraftar çıkar mı?” dedim.

Sonra bir mübarek arefe gününde Müslümanların güzel bir âdeti gereği, İhlas suresini defa okumuştum. Onun bereketiyle, “Mühim Bir Suale Cevab” namında yazılan bir mes’ele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile acizane kalbime gelmişti:

Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “Cibali Baba kıssası” nev’inden olarak bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl  (aklı yerinde) görünürken, meczupturlar. Ve bir kısmı dahi; bazan sahvede (ayık) ve akıl dairesinde görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır, (hak ile batılı birbirine karıştırıyor) birbirinden ayırt edemiyor. Sekir  (kendini kaybetmişlik) halinde gördüğü bir meseleyi, halet-i sahvede (uyanıkken) tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczupların bir kısmı ise indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller, bidat ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hatta kâfirler içinde de o tür velilerin bulunacağına ihtimal verilmiş.

Bunlar muvakkat veya daimî meczup olduklarından, manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef de değiller.

Ve mükellef olmadıkları için de muaheze olunmuyorlar. Kendi meczup velayetleri baki olmakla beraber halkı saptırmayı da sürdürüyorlar. Hem de bilerek bilmeyerek (tıpkı “Gavurcuklarımı koru ya rabbi” diyen Cibali Ali gibi,) dalalet ve bidat ehline taraftar oluyorlar.

Mesleklerine bir derece revaç verip bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı da kendi meşum mesleklerine girmeye sebep oluyorlar.”  (26. Mektup, 4. Mebhas, ). Mesele)

*****

Şimdi de görüyorum ki bazı istenmeyen hallerden ve tarafgirliklerden dolayı, Müslümanlar ciddi bir imani ve itikadi sarsıntı geçiriyorlar… İlla bir yana taraf olmak zorunda olduklarını sanıyorlar. Oysa böyle bir şey yok. Hatırlayın bir zaman da bizi illa Ülkücü veya Komünist olmaya zorlamışlardı. Olmayanlara ‘ot’ deniliyordu. Zaman gösterdi ki asıl kullanılanlar onlarmış!

O zamanda, senaristin ve yönetmenin maksadı, ülkeyi askeri darbeye hazırlamaktı. Sivil hükümetlere yaptıramadıkları birçok mühim işleri, darbe hükümetlerine yaptırmak daha kolaydı çünkü. Öyle de yaptılar. Mesela Yunanistan’ın yeniden NATO bünyesine dönmesine izin verdirdiler. Keza MOSSAD ve CIA’nin MİT ile sınırsız teşrik-i mesaisini sağladılar ve MİT, MOSSAD’ın bir şubesi haline getirildi. Onun da meyvesi 28 Şubat oldu.

Şimdi de İslami hassasiyeti olanları çatıştırıyorlar. Memleketin umudu olmuş bir iktidar ile kırk yıldır milletin imanını ve itibarını tahkim etme iddiasındaki bir gurubu birbirine vurduruyorlar.

Bakalım iş nereye varacak. Şu meseleler geçip gittikten sonra, hepimiz, nasıl aldatıldığınızı göreceğiz ama yüreklerimize soktuğumuz yeni yaraların tedavisiyle uğraşıp duracağız.

Mehmet Ali Bulut

Yaratıcı’dan üç yaşındaki çocuğun samimiyetiyle istemek lazım!

Mehmet Ali Bulut, son yıllarda kıymetini daha iyi anladığımız isimlerden. Bildiğimiz pek çok kavramı, insan hayatı, Yaradan-kul ilişkisi ve kişilerarası münasebetlere dair söylemleriyle yeniden tanımlayan saygıdeğer bir rehber. Kendi ifadesiyle ibret olması açısından hususi yaşamını bizlerle paylaşan ve bu haliyle örnek alınması gereken, saygı duyduğumuz kıymetli bir düşünürümüz, yazarımız.

Mehmet Ali Bulut, üniversite hayatından itibaren gazeteciliğin pek çok kademesinde görev yaptı. Haberciliği, köşe yazarlığı ve idareciliği sırasında birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu. Moral FM dinleyicilerinin ve Moral Dünyası dergisi okuyucularının yakından tanıdığı Mehmet Ali Bulut, Moral FM’de pazartesi günleri gündeme dair farklı yaklaşımıyla dinleyicilerle buluşuyor.

Edebî eserlerinin yanı sıra, insan hayatına ışık tutan, rehber kitaplarıyla büyük kitlelere hitap eden Mehmet Ali Bulut ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Olumsuzluklar karşısında ‘kader’ demenin Allah’ı tenkit etmek olduğunu ifade ediyorsunuz. Kader, ruh, akıl, dua gibi bildiğimiz pek çok kavramı yeniden tanımladığınız “Ruhun Deşifresi” kitabınızda anlatıyorsunuz, fakat kısaca sorsak; işleri kadere havale etmeden önce ne yapmak gerekir?

Aklın bu iş için gerektirdiği her şeyi yapmak gerekir. Ön şartları yerine getirmeden “Ya Rabbi bana yardım et” demek doğru olmaz. Mesela öğretmen 100 sorudan imtihan yapacaksa benim 100’ünü de okumam gerekir. Soru olarak hangisi çıkar ve ne kadar başarılı olurum bilemem fakat kazanmadığım takdirde hak ettim derim, kazandığım takdirde lütfundur derim. Herhangi bir ihtiyaçta ilk akla gelen Allah olmalıdır. Mesela paraya ihtiyacın varsa gidip başkasından istemek yerine “Ver ya Rabbi” derim. Yolu nasıl olur, birine mi yönlendirilirim bilemem, ama önce sebeplere başvururum. O’na derdimi bildiririm ama bir beşer, insan olarak da yapmam gerekenleri yaparım. Esbaba dilencilik yapmıyorum fakat sebeplerin de hakkını veriyorum.

Kant’ın benzer şekilde ifade ettiği gibi siz de “İçimizde her şeyi yapacak güç var” diyorsunuz. İnsanoğlunun belki de ibadetlerden ve dinden önce yeteneklerinden ve akıl nimetinden sorulacağını da ekliyorsunuz. Kulluğu bu manada izah eder misiniz?

İnsan evrenin bütün güçlerini kendisi için kullanma kudretine sahiptir. Mesela burada bin televizyon olsa tek kumandayla hepsini yönetebilirim ki insanda da evrenin tüm güçlerini harekete geçirebilecek bir kudret vardır. İnsan kendisine verilen istidatları doğru kullanabildiği vakit, teorik olarak evrenin bütün hallerine muhatap olarak Cenab-ı Hakk’ı anlayabilecek donanıma sahiptir. İnsanın sorulacağı ilk şey bu yeteneği nerede kullandığı ya da niçin kullanmadığı üzerine olacaktır. Allah’ın mesul tuttuğu ibadetler bütün bu donanımların kapısını açacak, idrak etmesine yardımcı olacak egzersizler, ilhamlar barındırır.

“İnsanın gücü her şeyi yaratmaya yeter” demiyorum, “öyle bir etkileme gücü var ki evrenin bütün güçlerini hareket ettirebilecek araçlar hükmündedir” diyorum. Bediüzzaman şöyle ifade ediyor; “Hiçbir gerekçe olmasaydı Hz. Muhammed’in (a.s.m.) tek başına talebi cennetin var edilmesini gerektirirdi.” Bu aynı şeydir. İnsanın samimi talebi bu kadar mühimdir. Yaratıcı’dan bir şey isterken üç yaşındaki çocuğun samimiyetiyle istemek lazım. Cenab-ı Hakk’ın merhameti büyüktür, müthiş şefkatlidir. Buna başvurmak lazım… Allah, kâinatı yaratmış ve insanın enesine de kumandasını koymuş. Doğru kullandığımız takdirde yağmur yağdırabiliriz, Ay’ı yarabiliriz, denizin üstünde yürüyebiliriz, uçabiliriz. Bunu yapanlar yok mu? Var ve hepsi bizim gibi insandı.   

Kur’an bir tarafa bırakılmış, elimize şerhlerin şerhlerinin şerhi tutuşturulmuşken sizin çok önemli bir tespitiniz var: “Kitapta Allah’ın işine karışalım” diyorsunuz. İzah eder misiniz?

Cenab-ı Hak kâinatı bir puzzle, bir oyun gibi önümüze koydu. Bizim kendisini tanımamızı ve sevmemizi istedi. Kâinat bizimle Yaradan arasında arayüz değildir, bir program dilidir. Evreni ne kadar çok anlarsam o kadar Rabbimin cemalini, kemalini, ihsanını anlarım. İnsan zaafı gereği fıtraten güzele itibar eder, kemale olgunluğa itibar etmeye, kendisine yapılan ikram ve ihsandan dolayı itaat etmeye yatkın yaratılmıştır. Evren bu manada bütün güzellikleri, delilleri ve müştemilatıyla Cenab-ı Hakk’ın kendisini insana sevdirmesinin ihsanlarını taşımaktadır. Kâinat yoluyla insan Rabbini tanır ve sever. Kâinat şekil ile yazılmış Kuran’dır. Kur’an harflere dökülmüş kâinattır ve peygamber bu üç ana anlatıcıdan biridir. Evren puzzle’ını dağıtacağız, dizeceğiz, bozacağız ve böylece ne olduğunu göreceğiz. Allah; işine karışalım, çekirdeklerin dahi içindeki saklı genetik yapıları açabilelim diye bizi kabiliyetle yaratmıştır. Allah, kulunu karışması yolunda tahrik etmektedir. Nasıl uçulur, bulutlar nasıl havada durur, nasıl sıkışıp yağmurla iner vs. bunlar üzerinde düşünüp çözdüğünde cemalin ve kemalin farkına varabilirsin.

Sizce kitaplarınızın diğer kişisel gelişim türü kitaplar arasından sıyrılıp en çok satanlarda yer almasının sebebi nedir?

Mülkün sahibini hesaba katarak, sayarak anlattım. İnsanın bu evrende başına buyruk bir varlık olmadığını, her arzu ettiği hemen olacak türde yaratılmadığını, bazı sıkıntıları ve sorunlarla karşılaşacağını, esasın, kendi gerçekliğini bu evrene mutabık hale getirmek olduğunu ifade etmeye çalıştım. Allah’ın mülkünde, isteseniz de istemeseniz de sınavlara gireceksiniz, yeteneğiniz ne kadar çoksa o kadar çok sınavlara tabi tutulacaksınız. Naim Süleymanoğlu’nun 5 kilodan 179 kiloya gelene kadar yaşadıkları gibi. 8 kiloluk musibeti savacaksınız, 10 kilo gelecek, 50’yi savacaksınız, 80 gelecek. Allah istidadınızı geliştirecek böylece, açığa çıkmasını sağlayacak. Kırlangıç nasıl uçmayan yavrusunu yuvadan atarken aslında onun kanatlarını açıp yetenek kazanmasına niyetliyse maksat aynı. Anne kuş zulmünden yapmıyor bunu. Yavrusunun uçma kabiliyetini bildiği için teşvik ediyor. Cenab-ı Hak da sıkıntılarla istidadımızı aşikâr kıldırıyor. Bu manada kişisel gelişim kitaplarının büyük oranda saçma olduğunu düşünüyorum.

“Bunu yapabilirsin!”, “Kendine güven”, “Hayat güzeldir” gibi söylemlerle pozitif bakılmasını dikte edenler bir manada kitleleri aldatmıyorlar mı?

Evet bir yönüyle kitleler aldatılıyor. İnsan mutlak bir irade kullanıcısı değildir, sınırları belirlenmiş, tasarlanmış tesadüfilikler içinde yaşıyoruz. Mesela futbol pek çok kuralı olan bir oyundur. Bu kuralları hesaba katmadan arzu ettiğiniz gibi futbol oynayamazsınız. Kâinat kurallarını Allah koymuştur. 35 derece ile 42 derece arasındasın. 33 dereceye indiğinde donarsın, 44 derecede beynin kaynar. Bu aralıkta oynarsın. Yerçekimini aşamazsın, erkek ya da dişisin vs. sayısız kurallar var. Bu yönüyle potansiyelimiz olduğu gibi sınırlarımız da vardır. Milyon dolar değerindeki, omuzların üzerinde taşıdığın bilgisayarı doğru kullanarak imkânları değerlendirebilmek lazım.

Pek çok ortamda, hayatınızı değerlendirerek özeleştiride bulunuyorsunuz. Çok saygı duyulası bir tavır sergiliyorsunuz. Bu itiraflarınız niçin?

Günahlarımı, itiraflarımı kabullenmem ben olmama mani değildir, insanların da bunu yapmalarını istiyorum. Ne kadar fıtri, doğal olursanız o kadar yüklerden kurtulursunuz. Benim sakladıklarım bana yük oluyor, ayağıma bağ oluyor, kendim olamıyorum. O yüzden başkalarının duymasından rahatsız olacağım şeyleri aleni söylüyorum ki rahatsız olacağım bir şey kalmasın. Cenab-ı Hak diyor ki “günahlarınızı setredin”. İnsanları teşvik edecek şekilde değil, utanılacak şekilde söylemek lazım.

Hayatınızı anlatırken diğerlerine örnek ve ibret olmayı da amaçlıyorsunuz sanki.

Evet. Eşimin benden ayrılmasını da, kızımla istediğim gibi bir ilişki kuramamamı da örnek veririm. İbrahim peygamberden daha büyük değilim ki, babasıyla ilişki kuramadı. Hz. Nuh dahi çocuğunu inandıramamıştır. Fakat bunu ne kendimi, ne kızımı küçültmek ya da büyütmek için söylemem, fıtratı anlatmak için örneklendiririm. Suni olmayı sevmiyorum ama günahı meşrulaştıran ya da çağıran şekilde yapmamalı.

Günümüz insanının haz endeksli yaşadığını ve henüz hastalıklarla gıda arasında bağ kuramadığı fikrinden hareketle “Can Boğazdan Çıkar” kitabını kaleme aldınız. Hasta olursunuz değil mi?

Benim hasta olmam insanları şaşırtıyor, tabu gibi. Herkese düzgün yiyip içmeyi tavsiye ettiğim için benim hasta olmayacağım, yatağa düşmeyeceğim, soğuk almayacağım düşünülüyor. Evrenin yargılarından azadeymişim gibi. Bir gün hasta olduğumda bunu söylemememi tavsiye ettiler. Fakat ben söylerim. En büyük kalp cerrahı kalpten gitti. Mülk Allah’ındır, dilediğine dilediğini yapar. Elbette hak etmedikçe yapmaz. Ben öğütlediğim gibi yaşasam da beşerim. Öyle bir an geliyor ve yasak elmayı yiyince cennetten kovuluyorsun. Yani ben de hasta olurum. Ve hatta hasta olduktan sonra tecrübeyle derim ki böyle yaparsanız siz de hasta olursunuz…

Çeşitli mecralarda, hem sosyal hem de siyasi konularda düzenli olarak yazıyorsunuz. Peki sıradaki projeniz nedir?

Üç temel yüzüm var. Her üçünde de farklı bir Mehmet Ali vardır. Kitaplarda insanı kendi içinde yeniden kurgulamaya gayret ediyorum. Medeniyet taşıyıcısı bir toplumu yeniden bunu nasıl yapabileceği kabiliyetine nasıl getiririmin peşindeyim. İnsanın iç dünyasını doğru kurgulaması için ona alternatifler sunuyorum, ikna etmeye çalışıyorum. Yazılarımda siyasilere bizi bekleyen tehlikeler ve bu milletin istidatları nispetinde nasıl bir geleceğe yönlendirilmesi gerektiği konusunda çalışıyorum. Televizyonda ise kültürümüze ve medeniyetimize ait kavramların doğru anlaşılması için çaba gösteriyorum.

Mine Sultan Ünver

MoralDunyasi.com

Anne olmak insana öldürme hakkı vermez!

Neymiş efendim, “Beden kadınınmış, başbakan karışamazmış!

Hadi oradan!” diyeceksin ama değmez. Adamlar sanki İblis’in avukatı! Kur’an neyi insana tavsiye ediyorsa ona ‘muhalif’ler, neyden de insanı sakındırıyorsa ona ‘taraf’lar!

….

* * *

Kürtaj elbette, ihtiyaç duyulduğunda başvurulabilecek “cerrahi” bir operasyon. İnsan hayatı her şeyden daha önemli zira! Eğer doğumda risk varsa veya gebelik, annenin sağlığını ciddi manada tehdit ediyorsa kürtaj elbette haktır ve yapılabilir.

Bunun dışındaki her türlü kürtaj, trajik bir cinayettir.

Hiçbir kadın esasında rahmine düşen çocuktan ikrah etmez. Ediyorsa muhakkak bir problem vardır. Ya yanlış/yasak bir ilişkinin eseridir o, ya artık sevilmeyen bir eşin çocuğudur, ya rızasız oluşmuş bir meyvedir ki kadın ondan kurtulmak ister.

Peki, bir kadın, bu sebeplerle bile olsa bir insanı öldürme hakkına sahip olmalı mı? Buna kim “evet” diyebilir? Madem “evet” diyemiyoruz, o zaman “beden kadının, karar erkeğin” demek kirli niyetlere kapı aralamaktan başka işe yaramaz.

Kur’an, herhangi bir rahme istenmeyen bir tohumun düşmemesi için tüm tedbirleri almıştır. Çünkü cenin safhasında da olsa insan canı ve kanı, bu evrenin korunası en başta kutsallarının başında gelir, hatta ilkidir. İslam, kadını, kendi yavrusunun katili olmaması için, ısrarla yasak ilişkiden uzak tutmaya çalışmış; onu sonunda ikrah edeceği bir yavruyu doğurmaktan muhafaza etmiştir.

Çünkü kadının rahmi, Rahman’ın atölyesidir; kadının mülkü değil. Kadının orada hiçbir tasarrufu da yok. Eğer tasarrufu olsaydı, yeryüzünde doğuramamış hiçbir kadın kalmaz, herkes istediği miktar ve şekilde çocuk sahibi olurdu.

Ama olamıyor. Olamayacak da.

Çünkü rahimde neyin karar kılacağına ancak Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn karar verir. Sen ise, en fazla ona zarar vererek akıbetini berbat edebilirsin.

Rahim o kadar Rahmanidir ki Allah onu kendi sıfatıyla andı. Ve onu, insanlar arasındaki sorumluluğun ve bağlayıcı hukukun kaynağı kıldı. İnsanlar aynı rahmin meyveleri ve aynı Rabbin kulları olmaları münasebetiyle birbirlerinden bir şeyler isteme ve bekleme hakkına sahiptirler. (Yetesâelûne bihi ve’l-erhâm) (Kadın Suresi, 1). Eğer siz rahimlerin hukukunu yok sayarsanız, tüm hukuk sistemleri temelinden göçer gider…

Dolayısıyla rahme müdahale, kesinlikle insanın kendi hakkı değildir. Bazıları, çıkıp “Efendim kürtaj olup olmamak kadının hakkıdır, buna kimse müdahale edemez!” diyorlar. Peki, ben size soruyorum, birisinin kendi yaşamı için diğerinin yaşamına -hiçbir mücbir sebep yokken- müdahale etme hakkını kim veriyor size? Ve bunu hangi hukuka sığdırıyorsunuz? “Ben sizin varlığınızı kendim için tehdit görüyorum…” deyince bana hak doğar mı sizi öldürmek için?

Elbette ki hayır!

“Hayır!”sa “Beden benim bedenim, rahim benim rahmim, istediğimi yaparım!” demeye hakkınız da haddiniz de yoktur. Ha, yaparsınız, sonunda da gidip cehennemi boylarsınız o başka! Zaten denmemiş mi ki “Yaşasın zalimler için cehennem!

Hayır hayır, hiçbir kadının kürtaj yapma hakkı yoktur. Ne yapıp edip rahmine o tohumu düşürmeyecek. Düşmüşse ve can halini almışsa ona müdahale etmek cinayettir! Hele bunu eğer “haşyete imlak” (bakamam korkusu) ile yapıyorsa… Bakamam, edememem, bu adamın çocuğunu doğuramam vs. O zaman kardeşim, o çocuğu rahme düşürmeyeceksin!

Aksi takdirde kürtaj cinayettir. Hem de bal gibi cinayettir. Hiçbir kadının cinayet işleme özgürlüğü olamaz. Anne bile olsa!

Dolayısıyla, 10 hafta bile uzun zamandır. Bir aylık ceninin bir can olmadığını kim iddia edebilir?

Mesela; diyelim bir adam vefat etti. Ve ondan miras kaldı. Karısı hamile olduğunu biliyor ama bir aylık bile değil. Mal paylaşımı yapılacak. O cenin miras hesabına girer mi girmez mi?

Tabii ki girer.

Aynı şey can ve hayat hakkı için de geçerlidir. Hem de miras hukukundan çok daha net!

Şeytan, kendi avenesine “insanlığa duyduğu düşmanlığı” sevdiriyor. Ne tuhaf, “çağdaşlık” adı altında dayatılanların ekseriyeti, Kur’an’ın nehyettiği, Şeytan’ın emrettiği şeyler…

Evet, çok çok mücbir şartlar yoksa kürtaj cinayetin dik alasıdır. Hem de tertemiz bir masuma karşı işlenen bir cinayet!

Kim demiş ‘Piç’i öldürebilirsin!

Kur’an-ı Kerim’de ‘eyâmâ’ diye tabir vardır. Kur’an’ın, “Sizin kardeşlerinizdirler” diye kendileriyle evlenmeyi tavsiye ettiği ‘eyâma’, esasında yetimlerden ziyade annesi babası tam belli olmayan çocukları kasdeder.

Elbette Kur’an, böyle nesiller olmasın diye her tedbiri alır ve insanı dehşetli tehditlerle öyle bir fiilden alıkoymaya çalışır. Ama yine de insanın haddini ve edebini aşacağını bildiği için Cenab-ı Allah, insanları, o masumlar hakkında adaletli olmaya sevk etmiştir…

Onların, yasak ilişkilerin meyveleri olmalarında veballeri yoktur. Dışlayamazsınız ve yok sayamazsınız. Nitekim Peygamberimiz zamanında böyle bir hadise var…

Bir kadın Hz. Peygambere (asv) gelir, nefsine uyup zina ettiğini söyler ve recm edilmesini ister!

Peygamber Efendimiz, ondan, zina yaptığına dair dört tanık ister. Tabii ki kadın tanık getiremez. Peygamberimiz (asv) “Belki kendi nefsinde tövbe eder de Rabbi ona bir yol gösterir.” diye onun tanıklığını kabul etmez.

Bir müddet sonra kadın gebe kaldığını anlar ve gebeliği gözle görülecek bir hal alınca tekrar Resulullah’a (asv) gelir, “Beni recmet ya Rasulallah, bu günahı taşıyamıyorum!” der.

Peygamberimiz ona “Tamam sen bu kusuru işlemişsin ve seni recmetmemi istiyorsun. Peki, karnındakinin ne günahı var? Git onu doğur ve sonra gel.” buyurur.

Kadın yine umduğunu elde edememiştir. Üzüntüyle döner ve çocuğunu doğurur. Doğurduktan hemen sonra yine gelir ve “Ya Rasulallah ben bu yükü taşıyamıyorum. Rabbimin yüzüne bakamıyorum beni bu yükten kurtar, beni recm et!” diye yalvarır.

Peygamber Efendimiz bu kere de “Git çocuğunu emzir gel!” der.

Ve kadın gider, iki yıl boyunca çocuğunu emzirir ve gelir. Resulullah onun recmedilmesine müsaade eder. Ardından da onu “gerçek bir cennetlik” diye sena eder. Ama doğuracağı ‘piç’tir diye çocuğunu da onunla birlikte ölüme mahkum etmez, öldürülmesine müsaade etmez.

İnsan canı ve kanı bu kadar önemlidir.

Kimsenin Allahlık yapmaya hakkı yoktur. Kim haksız yere bir cana kıyarsa cinayet işlemiş olur. O vebal önünde sonunda gelip ruhunuzu hapseder, ebedi bir haps-i münferitte sizi mahkûm eder… Ahiret hesabı da başka.

Başbakan kendince insanları o akıbetten korumak için bir tavsiyede bulunuyor. Neden hayrı tavsiye etmek bir kısım insanları bu kadar rahatsız ediyor anlayamıyorum.

Sezaryen konusunu da bir sonraki yazıya bırakalım…

Mehmet Ali Bulut – Haber 7

İstanbul üçüncü fethini bekliyor

Son zamanlarda İstanbul’un fethi ile ilgili birçok şey yazılmaya başlandı. Feridun Emecan Hocamızın Fetih ve Kıyamet gibi son derece kıymetli çalışması yanında pek çok kurgu roman, anlatı, dizi ve film gündemde. Esasında şu hadise bile İstanbul’un fethinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Ve tabii tarihimizin en önemli vakasının bile hâlâ doğru dürüst anlatılamadığının da kanıtıdır.

Fakat benim temas edeceğim nokta, bunlar değil. Elbette birileri çıkıp bir tarihi hadiseyi farklı bir şekilde kurgulayıp ondan bir roman veya hikâye çıkarabilir ve meseleyi kendi gözünden irdeleyebilir.

Ancak ciddi bir sıkıntımız var. Çünkü meselenin gerçeği hâlâ su yüzüne çıkarılabilmiş değil. Maalesef Fatih’in kişiliğinden inancından tutun da savaş içindeki birtakım sembollere varıncaya kadar aydınlatılmamış birçok mesele askıda duruyor. Nerede ise Fatihi Hıristiyan yapacaklar ve İstanbul’u da hiç fethedilmemiş gösterecekler. Hele bir kesim var ki, adeta “İstanbul’un Türkler tarafından alınmış olmasından dolayı özür dilememizi isteyecek” durumdalar.

Böyle durumlarda konunun vâkıfı olmayanlar her yanlışı, her uydurmayı, her kurguyu hakikat zannedecekler. Bu bizim tarihçiliğimiz açısından da sanat ve edebiyat çalışmaları açısından da kocaman bir ayıptır, züldür, utançtır.

Ve yazıktır ki, İstanbul’un fethi meselesi -özelikle de bizim kaynaklarımızın yeterli bilgi içermemesi yüzünden- her türlü uydurma ve kurguya fırsat veriyor. Çünkü dönemin Osmanlı kaynakları İstanbul’un fethini büyütmeden, çoğu kere sıradan ama stratejik bir kalenin alınması gibi aktarmışlar.

Meseleyi büyüten, Hıristiyan tarihçilerdir. İstanbul’un fethedilmesini, (yani şehrin manevi kapılarının İslam’a açılmasını) felaket, düşüş, insanlığın sonu, kıyamet diye yansıtan Batılı kaynaklardır. Fethi en makul ve en orta karar anlatan Dukas bile, meseleyi dünyanın sonu gibi görmekten kendini alamaz.

Onların meseleyi küçültmeleri yahut bileğini bükemedikleri bir delikanlıyı kendilerinden göstermeleri, Fatih’in İstanbul’u aldıktan sonra Hıristiyanlığı kabul ettiği gibi meseleler bir aşağılık duygusunun farklı yansıtılması gibi algılanabilir.

Ya bizimkilere ne oluyor?

Onlara ne oluyor ki nerede ise fethi yok sayacaklar yahut Batı güruhundan özür dileyecekler.

Neymiş efendim, İstanbul’u müjdeleyen hadis, uydurmaymış.

Bir yığın geveze, sanki konunun uzmanı imiş gibi, güya ‘bilimsel davranma’ ayaklarıyla nübüvvetin ve Nebi (asv)’nin şeriat içindeki rolünü ve hadisi yok saymaya çalışan, düzmece din adamlarının yani ‘ulema-ı su’un’ uyduruk gerekçelerini serişte ederek ‘şu hadis şöyle bu hadis böyle’ diyorlar. Kimse de çıkıp ‘hadi ordan’ demiyor!

Efendim fetih hadisini bir tek İmam Hanbel aktarıyormuş da efendim hadisler 100-150 yıl sonra derlenmiş de bilmem neler neler…

Peki, İstanbul fethedilmiş mi?

Edilmiş!

Bununla ilgili ta ilk devirlerden itibaren sahabe arasında bir çaba ve sayısız deneme var mı?

Var!

Sayısız İslam komutanı ve devleti bu müjdeye mazhar olmak için çabalamış mı?

Çabalamış.

Neden Kudüs için böyle bir uydurma(!) yok. O, kendi devri için çok daha sembolik ve önemliydi oysa.

Ey ulema-ı su’ ve ey İslam’a karşı yüreklerinde öfkeyi o âlimlerin saçma sapan ifadelerinin arakasına gizleyenler, siz gayzınızdan ölseniz de İstanbul İslam kalmaya devam edecek ve en az üç kere, tekrar tekrar fethedilecektir. Ve inşallah, hicri 1453’te, son defa ve ebediyen bir kere daha fethin tadını çıkaracaktır. Ayasofya bir kere daha ibadete açılacaktır. Onu maksadının haricinde kullananlar da vakfiyesindeki lanete muhatap olmakla kalacaklardır…

* * *

Bir diğer mesele de İstanbul’un fethi ile kıyamet arasındaki ilişkidir ki birileri onunla da dalga geçiyor.

Ebu Hureyre (ra)’dan rivayetle Peygamber Efendimiz (asv) bir gün ashabıyla sohbet ederken “Siz hiç bir tarafı kara bir tarafı denizlerle çevrilmiş bir şehir duydunuz mu?” buyurmuşlardır.

“Evet Ya Resulallah…” denince Peygamber Efendimiz (asv) “Beni İshak’tan yetmiş bin kişi işte bu şehre gaza edip saldırmadıkça kıyamet kopmayacaktır….” buyurur. Birilerinin aklı bunu izaha yetmediği için, “Hani İstanbul fethedildi, kıyamet niye kopmadı?” diye soruyor.

Kuran, 1400 yıl önce “Kıyamet koptu!” diyor. “Kıyamet kopacak!” demiyor. Peki şu kadar zamandır kıyamet kopmadığına göre Kur’an’ı da sümme haşa yalancılıkla suçlayacaksınız?

Zaten şu anlayışsızlığınız, ahmaklığınız ve beyinsizliğiniz değil midir ki sizi küfürde sabit kılmış. Peygamberimiz (asv) kendi zamanını “ikindi/asır vakti” diye tarif ettiğine ve akşam vaktini kıyametin zamanı diye ima etiğine göre bu ne geçmez zamanmış ki hâlâ kıyamet kopmadı?

Anlamıyor musunuz ki bu bir sembolik anlatımdır. İşarî lisandır. Bilmiyor musunuz ki Peygamberimiz “Ahir zaman Peygamberidir”. Zuhurundan sonraki tüm zamanlar, kıyamet zamanıdır. Bu ümmet de ahir zaman ümmetidir.

Bununla birlikte İstanbul’un fethi aslında hakikaten de kıyametle ilintilidir. Bilen bilir ki Batı düşüncesinin doğmasını hazırlayan Rönesans, İstanbul’un fethinin en önemli sonuçlarından ilkidir. Ve tabii bugün, insanlığı hırs, ihtiras, şehvet ve inkâr gayyasına sürüklemiş, ruhu Rabbinden, beşeri Yaratıcısından, insanı Halıkından koparmış ve böylece insanlığın meshine yol açmış; yani yerlerin ve göklerin insan aleyhine harekete geçmesine zemin hazırlamış ve hazırlamakta olan bugünkü Batı düşüncesi de Rönesans’ın eseridir. Evet, Rönesans Fethin eseridir, inkar-ı uluhiyet de Rönesans’ın! Aklınız almıyorsa da bu böyledir.

* * *

İstanbul’un fethi ile ilgili üç hadis var. Bunların ikisinde İstanbul’un fethi ile kıyamet arasında ilinti kurulur. İnkârcıların meseleyi reddine sebep olan o iki hadis -ki eski tarih kitaplarında da zikredilirler- bizim açımızdan çok önemli işaretler ihtiva ederler.

Asıl fetih hadisinde fiil, Arapça dil yapısı açısından ikisi açık, biri gizli üç pekiştirme taşır. Biz bundan anlıyoruz iki biri manevi olmak üzere İstanbul en az üç kere fethedilecektir.

Bunların ilki Fatih’in onunu zaptedip Müslüman dünyaya kazandırmasıdır. İkincisi İstanbul’un işgal kuvvetlerinden alınıp yeniden Müslüman Türk halkının yönetimine katılmasıdır. Üçüncü fetih ise ‘saklı bir fetih’ olacaktır. Evet, İstanbul zahiren özgür gibi de görünse, onun manası ve ruhu olan Ayasofya, kilit altında olduğu için işgal altındadır ve fethedilmeyi bekliyor. İşte üçüncü fetih, Ayasofya’nın yeniden Rabbine kavuşmasıyla gerçekleştirilecektir.

Bediuzzaman, ‘siyaset âleminde çıkacak mehdi’nin vazifeleri arasında, Ayasofya’nın açılmasınıda sayar. İşte o mabedin kubbeleri yeniden tekbir ve Kur’an sedalarıyla buluştuğunda -ki onun vakti çoook yaklaştı- yani onun manevi iklimi, kubbesi altında varılacak secdelerle bir kere daha nurlandığında İstanbul son defa fethedilmiş olacaktır.

İstanbul’un fethini müjdeleyen hadisin ilk kelimesi olan ‘le-tuftehan-ne’ (fetholunacaktır) kelimesi üç pekiştirme ihtiva etmektedir. Birincisi baştaki ‘le’ ikincisi sondaki ‘ne’ üçüncüsü ise, fiilin ‘edilgen gelecek zaman kipi’inde kullanılmış olmasıdır. “Filan İstanbul’u alır’ denmiyor. ‘Türkler İstanbul’u alacak’ yahut ‘birileri İstanbul’u fethedecek’ denmiyor, ‘İstanbul fetholunacak’ deniliyor. İşte fiilin bu şekilde kullanımı Arapçada (ve Türkçede de) ‘pekiştirme’ ifade eder.

Le’ , Fatih Sultan Mehmet komutasındaki ordunun İstanbul’u almasına bakıyor. ‘ne’, Milli Mücadele neticesinde işgal altındaki İstanbul’un yeniden bize geçmesine bakıyor. ‘Edilgen gelecek zaman kipi’ ise, güya Milli Mücadele ile bize yeniden geçmiş olmasına rağmen, Batının dayatmaları sonucu, “Kostantiniye’nin ihtida ettiğinin zâhirî sembolü olan Ayasofya”nın kapısına kilit vurulmasıyla işgal altında tutulan şehrin, Ayasofya’nın ibadete yeniden açılmasıyla son ve ebedi fethin gerçekleşmesine bakıyor. İşte üçüncü fetih, o işgalin sona erdirileceği fetihtir.

Evet, İstanbul bir kere daha hakiki manada İslamın başkenti olacak. Ayasofya’nın ibadete açıldığı gün bilin ki üçüncü fetih de gerçekleşmiş. Madem haber verilmiş, olacak.

Sonra?

Sonrası, işte sizin beklediğiniz! Yani kibrinizle, küfrünüzle, ahmaklığınızla yerleri ve gökleri aleyhinize geçireceğiniz zaman! Kıyametin başlama vuruşu!

“Sizin” diyorum çünkü, kıyametin nesnel olarak başlamışından kısa bir müddet sonra tüm inananlar Allahsız kitapsız zalimler eliyle yok edilecekler. Yani inananlar, sizin kıyameti doya doya yaşamanıza ortak olmayacaklar korkmayın. Tek başınıza yaşayacaksınız o sahneleri. Müminler keyfinizi kaçırmayacak! Tepine tepine, çocukların bile bir anda saçlarının ağaracağı o dehşetlerin keyfini süreceksiniz!

Mehmet Ali Bulut – Haber 7

Risaleleri sadeleştirme konusunda kim haklı?

Muhyiddin ibnü’l -Arabi Hazretleri, özellikle Futuhat-ı Mekkiye’de sık sık “Fekad evhallahu ileyye” (Allah bana vahyetti) der. Sonra da “Lestu ene nebiyyen’ (Ben Nebi değilim) diye ikazda bulunur.

O zaman insanın aklına şu soru geliyor. “Sen nebi değilsen neden ‘Allah bana vahyetti!’ ” diyorsun. Bu mesele uzun süre zihnimi aklımı meşgul etti. Sonra birden fark ettim ki, o mübarek zat, esasında Kur’an’ı  ve hadisi yüceltiyor.

Çünkü kendisine gelen ilhamın veya sunuhatın hak ve hakikat olduğunda zerre kadar şüphesi yok. Yani kendisine gelen bilgilerin de Kuran’ın vahyedildiği kaynaktan geldiğini biliyor. Anacak, kendisinin ‘sadrı’, Nebi’nin sadrı gibi mücella, pak ve berrak değil. Oraya düşen hikmet, aynı paklık ve berraklıkla dışarıya taşmıyor. Bilgi, nefsinin arızalarını da yüklenip dışarı çıkıyor. O yüzden de kendisine gelen bilginin saf ve hakikat olduğunu biliyor ama onu aktarırken kullandığı lisan ve manalara giydirdiği elbiselerin, tam da uygun düşmediğini görüyor. O yüzden de ‘Bana Allah vahyetti’ derken kendisine verilen bilgiye saygı gösteriyor, ‘Ama ben peygamber değilim’ diyerek de, o bilgeleri aktarırken hata etmiş olabileceğini beyan etmiş oluyor. Bunu, not edelim şimdilik ve zihnimizde tutalım.

* * *

Bilindiği gibi nübüvvetin iki ayağı vardır. Yani bir peygamber hem velidir hem nebi. Ama nübüvvet vazifesi velayet hakikatiyle kıyas kabul etmeyecek kadar yüksektir. Nübüvvet-i Ahmediye açısından Hz. Muhammed bir peygamberdir ama aynı zat, Velayet-i Muhammediye adıyla da bir velidir. Nübüvvet bir tensib-i ilahidir. Velayette kesp de vardır. Nebinin vazifesi irşat ve tebliğdir. Velinin vazifesi ise ıslah! Bazen mürşîd ve mühdî de olabilir. Bu yönüyle ‘Nebinin varisi’ olur.

Peygamberimiz, Alimler, nebilerin varisleridirler buyurmuş. Vukuat bize göstermiş ki âlimler dahi iki sınıftır. Birisi eşyanın ve hadiselerin hakikatini anlamamıza yarayan ama mürşit olmayan müspet ilim erbabı. Diğerleri ise, onların bulgularından da yararlanarak, tevhidi anlatan ve insanları Allah’a çağıran, mürşid vazifesi de yapan âlimlerdir. Zaman içinde toplum, ilkine alim demiş, diğerine şeyh, meşayih demiş.

Pekâlâ, büyük âlimler gelmiş ama bir tane bile ‘müritleri’ olmamış. Onların ilimlerinden herkes istifade etmiş ama onların üslup ve meşreplerini yaşayıp yaşatacak cemaatleri olmamış. İmam Gazali ve benzeri birçok âlim böyledir. O zatların çabası, aklın ihyasıydı. Meşayih dediklerimiz ise, insanın gönlünü imar ve ihya etmişler…

İlk sınıf medreselerde kümelenmiş, diğerleri ise tekke adı altında teşkilatlanıp insanları aydınlatmaya devam etmişler.  Ve insanlara kainattan, âfâktan ve enfüsten deliller getirerek onları  Artık dileyen Rabbisine varacak bir yol bulsun ayetinin emri çerçevesinde Hakka vardırmaya uğraşmışlar….

Özü, ‘Allah’ın var olduğunu, insanın öldükten sonra dirilip hesaba çekileceğini ve hayatın onun otoritesi altında cereyan ettiğini bilip hayatını ona göre şekillendirmek’ olan hikmeti inşa etmişler.

Kimisi ‘kalben seyr u sülüku olan’ ‘tarikat yoluyla menzil almış, kimisi kudret yolunu seçip afakî putları kırarak (huzura mani olan halleri dağıtarak) devran geçmiş.  Kimisi ‘üveysi’ takılmış. Bu üç sınıfın da bariz vasfı ‘Rabbin hesabına mevcudu yok saymak’ olmuştur… Mevcudu, maddeyi, zihnen aşamadıkları için onu yok saymayı yeğlemişlerdir.

Bu yüzden de uzun yıllar medrese erbabı olan âlimler, velayetin meyvelerinden istifade etmek için Tarikat erbabına müracaat etmişler, en büyük bir medrese âlimi, en küçük bir tarikat şeyhinin elini öpmeye kendini mecbur bilmiştir, iman hakikatlerinin hazzını almak için. Her meşrebin kendine göre bir hakikati ve her yolun milyonlarca yolcusu olmuş. Her yoldan da hakka varanların haddi hesabı yok.

Sonra bir dönem gelmiş ki insanlık, ilk defa bir yaratıcının olmayabileceği fikrini bile tartışmaya başlamış. İnsanı, Allaha vardırması gereken bilgi ve eşya, O’nu yok saymanın vasıtası yapılmış.

Ve insan müşriklikten daha beter olan ‘ate’ (Yaratıcısızlık) olabilmiştir. Müşrik, münkir değil, Yaratıcıya ortak koşandır. ‘Ate’ ise onu yok saymaktır. Bu yeniçağ/ bu yeni anlayış (18. Yüz yıldan itibaren), maddeyi ezeli sayıyor ve ‘Tanrıyı’ inansın bir tasarımı kabul ediyordu. Ve hızla insanlığı sarıyordu. Nitekim 19. Yüzyıla gelindiğinde nerede ise tüm dünyada bütün dinler ve kutsal savunmaya çekilmiş durumdalardı bu düşünce karşında.

Tam da ahir zamanda olacağı haber verildiği gibi… İnsanlar kendiliğinden ve bir icbar olmadan dinlerinden, mukaddeslerinden ve ahlaklarından soyutlanabiliyor, küçücük bir dünya menfaati için dininden diyanetinden vaz geçebiliyordu.

Bu bir deccaliyet haliydi. Yaşananlar da Deccal’e atfedilmiş hallerdi… Artık İslam dahil eski tüm inanışlar tehlikedeydi. Tüm kutsallar sarsılmış, tüm dinler çaresiz kalmış ve insanlık hızla inkâr-ı ulûhiyetin pençesine sürükleniyordu. Eski tevhid delileri ve tevhide götürme yolları artık etkili olamıyordu. Yeni bir yol bulmak, yeni bir anlatı getirmek gerekiyordu insanı uyandırmak ve yeniden Rabbi ile buluşturmak için…

İşte Bediüzzaman, tam da böyle bir ortamda ortaya çıktı. ‘La mevcude ilahu diyerek’ varlığı Allah hesabına yok sayan eski anlayışları bırakarak, Varlığın kendisinden Allah’a giden bir yol olduğunu insanlara göstermeye koyuldu. Kuran’ın sadefinden doğrudan hakka varan bir tünel bularak en safi, en kestirme, en halisane yoldan hakikat bilgisine ulaşmış ve bunları insanlarla paylaşmaya başlamıştı.

Geçmişin aksine, sürekli kainattan ve ilimden örnekler getirerek, kalbinin ulaştığı benzillere aklını da götürerek, ispat ve ikna yolunu kullanıyordu. Bu çıkış medrese (yani ilim) adına da önemli bir çıkıştı.

Sadece kalp yoluyla değil, aklı da beraberinde götürmeyi esas alan ilim ayağıyla hakikate varmanın muazzam bir kapısını açmıştı.  Öyle ki günümüz felsefesinin ve tanrı tanımaz pozitivist düşüncesinin ‘Tanrı tanımazlığına’ vasıta yaptığı ‘maddeyi’; alıp tevhid delilleri haline getiriyordu. Her bir yerde ve her bir şeyde doğrudan Zat-ı Akdes’e varacak pencereler, menziller, menfezler ve koridorlar açmıştı.

Eşyadaki tevhidi; yani Allah’ın var ve tek olduğunu o kadar ikna edici delillerle gösteriyordu ki hiçbir akla kaçış yolu bırakmıyordu. Bilimi, tanrı tanımazlıklarına dayanak yapmaya çalışanları kendi yuvalarında vuruyor, dayandıkları noktaları yıkıyor, en son ve geniş nokta-i istinatları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde, tevhid nurunu gösteriyordu…  Kainatın her âleminde; atomda, hücrede, gezgen sistemlerinde, kuazarlarda, toprakta, yerde ve insan nefsinde, tabiatta ve zerratta, inkâr-ı ulûhiyet fikrini savunanları takip ederek, en uzak sığınaklarını dahi bozuyordu. Her yerde, huzura (Rabbin var ve tek olduğuna dair) bir yol gösteriyordu.

Hiçbir şeye, Rabbin varlığını perdeleme;  ‘huzura’ (Allahın her yerde hazır ve nazır olduğuna) mâni olma imkânı bırakmamıştı. Ehl-i tarikat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için kâinatı ve eşyayı yok saymaya (La mevcude illa hu demeye) gerek duymamış, aksine kâinatı O’nun varlığını temaşa etmek için bir ayna, geniş bir huzur dairesi yapmıştı ki hakka gitmeye çalışan sâlik, hangi yöne bakarsa orada onu Rabbine vardıracak deliller görsün diye…

Tabii kendine has bir lisan kendine has bir üslup ile…

Bediuzzaman, evet tarikat ve tekke mensubu değildi. Kendisini hoca olarak diye nitelendiriyordu ama en az eski meşayihler kadar etkili ve etkileyici –hatta daha da fazla- bir lisan kullanıyordu. Kelimelerinin içinde ışık, karışıkmış gibi görünen cümlelerinin içinde bir bedahet, uzunmuş gibi görünen kalıplarının içinde bir fesahat vardı. İlk anda tam anlaşılmasa da gönüllerde derin ve içe huzur veren bir tad bırakıyordu.  Rahmani ve mucizevî bir üslup içinde hiçbir kelimesini atamayacağınız ve değiştiremeyeceğiniz icazlı bir metin inşa etmişti.

Muhyiddin İbnü’l-Arabi gibi ‘bana vahyedildi’ demiyordu ama onu dinleyenler, eserlerini okuyanlar, bu diziliş ve anlatışın hiç de aklın ve karihanın eseri olamayacağını hemen anlıyorlardı. O, gönlüne damlayanları  ‘katre’, ‘şemme’ ‘reşha’ vs gibi isimlerle ‘sünuhât’ diye niteliyordu onların hak canibinden geldiğini göstermek için. Ama kendisini sürekli hiç ender hiç mesabesinde tutarak… “Ben dellalım’  -Kürtçede delal güzel anlamın ada gelir tıpkı Bedi gibi- diyerek kendisini, ‘Kur’an eczanesinin çırağı’ diye niteliyordu.

Yazdıkları, adeta ‘ayetin ayeti’ oldular. Çünkü o, ‘üç külli ayet’ dediği Kainat, Kuran ve konuşan delil olarak nitelediği Resullulah’ı anlatarak çağımızın tağutlarını dağıtmaya ve dalalete sürüklenmiş insanlığı yeniden Rabbiyle buluşturmaya çalışıyordu..

Evet, Kur’an, Arş-ı Azam’dan inen Kelam-ı Ezeli, risaleler ise o Kelam-ı Ezeliden damlayan/sızan reşhalar  ve parıltılardı. Akılları basmayan yahut kıskançlıkları gözlerini kör edenler gerek ehli tarik, gerek ulema ona çamur attılar. Çünkü o daha önce görülmedik bir üslupla meselelere yaklaşıyordu. Ülemaya, ‘malayani malumatlarla Kur’an’ın önüne duvarlar örmüşsünüz’ derken tekke ehlini de çizgiden çıkmakla eleştiriyor ve her ikisini de yeniden Kur’an’ın hakikatine çağırıyordu. Onlar ise onunla baş edemedikleri için çamur atıyorlardı.

Bu çamurlar ona zarar vermedi. Aksine bugün tüm dünyada ve tüm hüşyar kalplerde imanın yeniden ihya ve inkişafının mimarı olarak saygı görmekte ve daha da artarak saygı göreceği anlaşılmaktadır. Aklın hükümran olacağı gelecekte, her hükmünü akla ispat ettirmiş olan Kur’an hükmedecektir dediği gibi, kendisi dahi hergün daha bir saygıya layık bir islam alimi olarak dünya gündemine oturmaktadır.

Onun getirdiği hakikatlerle koca bir rejim baş edemedi.  Tek tük sataşmalar ne yapabilirdi ki. Nitekim muarızları hep geriledikleri halde onun getirdiği nur hakikati hep yükseldi, yayıldı.

Fakat şimdi elim bir sıkıntı yaşanıyor. Güya daha çok insana ulaşın, daha çok insan ondan istifade etsin diyerek iyi niyetle onun üslubuna ve lisanına ilişilmek isteniyor.  Bugüne kadarki hiçbir badire nurlara zarar vermedi ama korkuyorum ki bu yeni girişim onlara zarar verecek! Çünkü bu kere tehlike suret-i haktan görünüyor!

Çünkü bu kere ilişenler, güya bu risaleleri rehber edinenlerdir ve onu hizmet edenlerdir. Diyorlar ki ‘daha iyi anlaşılması için’ sadeleştirilmesi lazım’.  Bir kısmı da diyor ki sakın ha sakın!

Ben ‘o haksız, bu haklı’ diyemem. Ama hem Türk, hem Arap, hem Fars Dilleri ve Edebiyatları eğitimi almış, özelikle yazma eserlerin edisyon kritiği üzerinde çalışmış, en sağlam metinlerin bile zamanla –sadece yazım hataları sebebiyle–  nasıl farklılaşıp tahrif olduğunu bilen biri olarak fikrimi söyleyecek olursam derim ki, bu risaleleri bitirir! Büyük bir edebiyat tarihçisi ve Arap Dili uzmanı rahmetli hocam Nihat Çetin’in iki yıl süren özel eğitimi sırasında şuna şahit oldum ki bir metnin ruhuna ve lafzına ilişilmişse onun zaman içinde yok olması ve bulanması kaçınılmazdır.

Zaten ilahi metinlerin tahrif edilmesi de böyle başlamıştır. Zaman içinde o metinleri anlamakta güçlük çeken insanlar güya herkesin onlardan yararlanması için o metinleri kendi zekâlarının seviyesine indirmek isterler.  Öyle bir metne bir kere ilişildi mi artık önünü almanın imkânı kalmaz.

Şimdi bir kısım insanların Risalelere yaptığı da -niyet ne kadar semimi olursa olsun- budur.  Bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Esasında Bediuzzaman kendisi hayatta iken de böyle birkaç denemeye şahit olmuş, sadeleştirme yapmak isteyenlere “Tamam kardeşim, yap ama altına kendi adını yaz. Bu Saidindir deme’ buyurmuş.

Eserleri ve lafızları konusunda bu kadar titiz davranmış mübarek bir zatın eserlerini alıp, güya ‘sadeleştirelim, gençler de anlasın’ deyip ilişmek, en basit haliyle Bediuzzaman’a haksızlık ve hürmetsizliktir.

Ben Risale-i Nur’u okumak isteyip de anlamamış hiç kimse görmedim. Tabii ki anlamak isteyen…  Ama siz ona lakayt bir şekilde yaklaşır lalettayin bir ders kitabı, bir roman gibi yönelirseniz, o da size perdesini açmaz. Nitekim Hoca Efendi de, bir konuşmasında risaleleri, kıskanç bir geline benzetmiş  ‘risale-i nur, yüz görümlüğünü vermeden size yüzünü açmaz!’ buyurmuştu

Nitekim, insan bazen, tüm kelimelerini bildiği halde de bir cümleyi veya eseri anlayamaz. Çünkü eserdeki mantık ve yüksek zekâ ve onun kurduğu cümlenin yapısı, sizin kametinizi aşıyordur. Bildiğiniz halde kelimeleri, anlayamazsınız. Araplar, Arapça biliyor diye Kuran’ı anlayabiliyorlar mı? Hayır.

Peki, şimdi bu kıskanç geline ne oldu ki peçesini yırtarak mahremini görmek  istiyorsunuz. Bu reva mı?

Yıllarca kasıtlı/kasıtsız okumayı ihmal ettikleri için anlamakta güçlük çeken bir takım insanların hatırı olsun diye Risaleleri sadeleştirmeye kalkışmanız, bir vefasızlıktır. Kim ne derse desin yanlıştır. Değil sadeleştirmek, Bediüzzaman, metnin beraberinde kelime manalarının bile verilmesine yanaşmamıştır.

Dolayısıyla o eserleri sadeleştirmeye kalkışmak doğru değildir. Arkasındaki niyet ne kadar saf ve âli himmet olursa olsun yanlıştır. Çünkü uzun vadede metinlerin bozulmasına ve zamanla içine hurafelerin girmesine zemin hazırlar.

Pavlos, Hz. İsa öğretisini ve zatını putperestlere sevdirmek için başlangıçta onların arzu ettiği yol ve yöntemi benimsiyor. Resuller Kitabında ifade ettiği gibi, herkese ‘yeni öğretiyi’  kabullendirmek için nabzına göre şerbet verdiğini itiraf eder.

Peki ne oldu? Evet, Pavlos, sonunda ‘İsa’yı –hazret demedim- ve öğretisini putperestlere sevdirmişti ama artık o öğretinin içinde ne tevhid kalmıştı ne de Hz. İsa’nın nübüvveti. Ortada bir din vardı ama o Pavlos’un tasarladığı bir dindi. O dine sonradan Hıristiyanlık dendi ve içinde ne şeriat kalmıştı ne sünnet!  Nitekim buugünkü Hıristiyanlık onun eseridir, Hz. İsa’nın değil!

İşte telaşım bundandır. İşin oraya varmamasının garantisi yoktur. O yüzden de eğer birileri Hoca Efendiye rağmen bunları yapıyorsa müdahale etmeli . Buradaki tehlikeyi en iyi idrak edecek de ‘rikkati en yüksek olan o mübarek zat’tır yine de.

Pavlosluğa ve Pavloslara fırsat vermemeli!

Mehmet Ali Bulut – Haber 7