Etiket arşivi: mehmet çetin

Tahribat ve günahlara karşı sığınak nedir?

Tahribat ve cazibedar hevesat zamanında yüzer günahın hücumuna karşı korunmak için neler yapılmalı?

Öncelikle ayetin“Yaklaşmayın!” uyarısına kulak vermek gerekir. Pek çok haram ve yasak öncesinde bu ikaz vardır. Haramın çekim alanına yaklaşmamak gerekir. Tez elden istiğfar ve tövbe ile ön tedbir alınmalıdır. İşlenen günahın ardındaki pişmanlığı küçümsememek lazımdır. Aksine nedameti etkin hâle getirerek davranışlarımızı tashih etmeliyiz.  Buradaki hassasiyetin kesinlikle sabır, gayret ve azimle zinde tutulması gerekir. Musîbeti şekva ile değil sabır ve hikmetle karşılamak gerekir. Kişi cisminin küçüklüğüne bakıp da günahları küçük görmemelidir. Kendisine karşı günah işlenen Zatın büyüklüğüne bakılmalı. Çünkü kalbin katılığından bir zerre, şahsî âlemin bütün yıldızlarını karanlığa tutturur.

gunahAyrıca Allah bir deyip de O’nun yerine yahut yanına koyduğumuz nice şeylerle gizli/açık şirke düşme ihtimalini de unutmamak gerekir. Bu zamanda özellikle sosyal medya marifetiyle de günah bir iken bin olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Nefsimizin her nevi şer ve kötülüğü işlemeye meyilli olduğunu bilerek, onu temize çıkarmayıp, avukatı olup savunmayıp aksine ıslahı için fiili ve kavli dua etmeliyiz. Her nevi iradenin ön kademesi olan hayalin kötü ve günahlı tahriklerden uzak tutulması lazımdır. İşte bütün bunlar için mevcut olan imanın bir an önce kuvvetlendirilerek takva ile muhafaza edilmesi lazımdır. Yapılan ibadeti, yasak savma pozisyonundan çıkarıp huşu ile icra etmek, huzurda hissetmek adına ruhanî ve manevî zevk ve hâl ile yapılmalıdır. İşte bütün bunları özetleyen ifade olan takva ve salih ameli ihlâsla yoğurup imanî derslerle uzun ömürlü hale getirilmelidir.

Tahribat ve günahlara karşı en mühim siper takvadır. İmandan sonraki işimiz budur. Bediüzzaman Hazretleri, gayet ehemmiyetli gördüğü hususu Kastamonu Lâhikası’nda bir mektupta dile getirir. Ahirzamandaki tahribat ve menfi cereyanın dehşetine karşı takvanın esas alınması gerektiğini söyler.

Takva, haram ve günahlardan Allah emrettiği için sakınmaktır. Günahtan kaçınmak Allah’ın emridir. Allah’ın emrini yerine getirmek, yasakladıklarından sakınmak ibadettir. O halde bir nevi menfi ibadet ismiyle de tanımlanan bu amelin özünde Allah rızası için yapmak anlamındaki ihlâs vardır ve olmalıdır. İfsat ederek yoldan sapmaya sebep olacak her nevi davranıştan sakınıp, büyük günahlardan uzak durmak gerekir. Bu anlayışın esas olduğu hayat; Allah’ın (cc) emrettiği, Resul-i Ekrem’in (asm) özendirdiği doğru davranışlarla tezyin edilmeli.

Ahlâkî ve Kur’anî terbiyenin sarsıntıya uğradığı, zulmetli bir anarşiliğin, zulümlü bir dinsizliğin ifsada başladığı bir zamanda doğrusu salih amelin her zaman işlenmesi mümkün gözükmemektedir. Bir haramın terki vaciptir, şarttır. Bir vacibin işlenmesi çok sünnetlere mukabil sevabı var. Böylesi dehşetli bir zamanda bir günahtan çekinmek anlamındaki takvalı davranışla işlenen vacip, çok sünnetlere bedel sevabı olan bir amel-i salihtir. İhlâsla kuvvetlendirilen takva sığınağına girenleri bekleyen bir başka manevi bir ortak sığınak daha var o da iştirak-ı a’mal-i uhreviye denilen ahirete ait işlerdeki ortaklık, bu zamanda ayrı bir kuvvetli koruyucu kalkandır. Birbirimiz hakkında yaptığımız dua ve teşvikler, takva kalesine yardım ederek kalkanın mukavemetini artırmaktadır.

Takva kalesinde bütün donanımlar yeniden ve her seferinde gözden geçirilir, yenilenir, güncellenir. Zira dışarıdaki ifsat düşmanı sürekli yenilenerek gelmektedir. Tek başımıza karşı koymanın yetersiz kaldığını idrak ederek cemaatî anlamdaki manevi ortaklık bu bağlamda da çok önemlidir.

Ve ahirzamanda yaşayan mü’minler olarak gıyabımızda dua almaya ve dostlarımıza da sürekli duaya devam etmek gerekir.

Mehmet Çetin

Mehdinin üç vazifesi

Bediüzzaman, mehdinin vazifelerini iman hayat şeriat olarak sıralar. Üç vazife, hayatın bütün dairelerini ilgilendirir.

Kalb dairesi merkez, muharrik ve murakıptır. Bu daire kişinin kalb dairesi iken, cemaatin kalb dairesi meşveret heyeti, köyün ihtiyar heyeti, il ve ilçenin encümen, devletin millet meclisidir. İşte bu kalb dairesindekileri de, bunlara bağlı olan dışarıdakileri de bekleyen ve sorumlu kılan iman hayat Şeriat vazifesi her makamda söz konusudur.

Her daire ve makamın muhatabı evvela imanını muhkem hâle getirmelidir. Tahkim edilen iman hayata intikal ettirilip yaşanılır olmalı. Bu öyle olmalı ki İslâm’ın emir ve yasakları manzumesi olan Şeriatın en dar daireden en geniş dairede hükümranlığı sağlanmalıdır.

İnsanın kalbi dünyası nefs-i emmarenin vesveselerinden arındırılması imanın sağlam temelli olmasıyla mümkündür. Sağlam temel üzerine inşa edilen duvarlar takva ile muhafaza edilip, amel-i salih ile tezyin edilmelidir. Bütün bunlara ruh olan ihlâsın devamı için; rabıta-i mevti iyi anlayıp, şirk-i hafiye yol açan beğeni peşindeki riyadan kurtulup, maddî ve uhrevî menfaate takılmayıp, hılletteki tefânî sırrının yaşandığı büyük havuzun içerisinde erimekle mümkündür. Sağlam ve samimi iman, kişinin özel hayatını tanzimde amir olmalıdır. Emir ve yasaklarla düzenlenen hayat en yakınındaki eş ve evladına, dost ve arkadaşlarına numune olan tebliğ tarzını oluşturur.

Sorumluluk makamındaki heyetin iman, hayat ve Şeriat konusunda bekleyen özel genel anlamda vazifeleri var. Bu heyetin her bir ferdi kişisel âlemindeki kalb dairesinde iman, hayat ve Şeriat konulu vazifesini icra ederken bulunduğu makamdaki şahsiyet noktasında da iman hayat ve Şeriat bağlamında vazifeleri vardır. Makamlar karıştırılmadan ve her makamın şartları gereği icra edilmesi gereken üç vazife en ciddi ve başkalarının da sorumluluğunu üstlenen bir şuurla yapılmalıdır.

Zerratı günahkârlardan mürekkep bir hükümetin masum olamayacağı gerçeğinden hareketle üç vazifenin yapımında muhtemel arızalar çıkacaktır. İşte bunun için en temeldeki iman hizmeti vazifesi diğerlerine göre daha fazla önemlidir. Yapı taşlarının sağlam hale getirilmesi inşanın sıhhatini artırmasından hareketle iman hizmeti zinde, etkili ve devamlı olmalıdır.

Üç vazifeyi kucaklayan hakikat ve uhuvvet konusu iyi kavranmalıdır. Üç vazifede tecelli ve tezahür için saklı bulunan hakikat, kâşiflerini beklerken, sarmal bir gerçek olan uhuvvet de kâşifleri beklemektedir.

Tohumun çatlayıp aşağı yukarı filiz attığı yer kalb dairesidir.  Enfüsî manada esma ve sıfat-ı İlâhinin tecelli ve tezahürü hakikatleri kalben tezekkür edilirken afakî âlemdeki ufukları kucaklayan tahayyüle dayanan gerçekleri de aklen tefekkürün ana direği yine de kalb dairesidir ki duruşunu oradan alır.

Şimdi mehdinin üç vazifesini üstlenen ve her an şahs-ı maneviyi bekleyen üç mühim vazifenin motorize gücünü iman hizmetinden alması gerektiği gerçeğiyle sıradaki diğer hizmetlere makamı gereği ve kadarı bakmak, ilgilenmek unutulmaması gereken, beni/bizi bekleyen bir başka vazife olsa gerektir.

Mehdinin şahs-ı manevisinin birer azası olan-inşaallah- ben/biz bu üç vazifenin yerine getirilmesinde fert, cemaat ve cemiyet olarak anlayış ve yaklaşımımızı bir daha gözden geçirilmesi temennisiyle…

Mehmet Çetin

Tesbihteki eşleme ve sıralama

Bediüzzaman Hazretleri, namaz tesbihatında otuz üç adet zikredilen üç zikir komutlarını, bilinen ve uygulanandan farklı eşleştirir ve sıralar.

Bilinen ve uygulanan şekil “Zül Celâli Sübhanallah, zül-Kemali Elhamdülillah ve zül-Kudreti Allahuekber” idi. Yani Celâl sıfatı ile Sübhanallah, kemal sıfatı ile elhamdülillah, kudret sıfatı ile Allahuekber şeklinde de zikrediliyordu.

Üstad ise; celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhanallah diye takdisi, kemaline karşı lafzen ve amelen Allahuekber diye tazimi, cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen elhamdülillah diye şükrederek zikretmemizi Dokuzuncu Söz’de ifade eder.

Bu tanzim ve eşleştirmede celâl sıfatı ile Sübhanallah, kemal sıfatı ile Allahuekber, cemal sıfatı ile de elhamdülillah zikrini eşleştirerek âdeta komut ifadelerini terennüm eder. Mutad zikir komutlarından farklı olarak, burada celâli Sübhanallah ile cemali elhamdülillah ve kemali de Allahuekber ifadesi ile eşleştirmiştir.

Niçin?

Mesnevi’de[1] Sübhanallah’ın celâl sıfatını, Elhamdüllah’ın cemal sıfatını dolaylı olarak tavsif ettiğini ifade eder. Sonsuz azamet ve haşmet mânâsındaki celâl sıfatına sahip olan Allah’ı, mahlûk ve halife olma hasebiyle insanın, O’dan sonsuz uzak noktadaki konumunda Rabbinin noksansız ve eksiksiz olma vasfını Sübhanallah ile ilan eder ve etmeli. Sonsuz güzellik mânâsındaki cemal sıfatını içine alan elhamdülillah ile Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kula ve mahlûka yakın olduğuna işaret eder. Tıpkı zatı ile milyonlarca kilometre uzakta olan Güneşin aydınlatmak ve ısıtmak sıfatıyla yakınımızda olması gibi.

Benzetmek gibi olmasın ama rahmeti ile çok yakın olan Rabbimize hamd, Zatı ile çok uzak olan Rabbimizi tesbih ediyoruz. Her iki mânâ ve makamı karıştırmamak lazımdır. Eğer karıştırmadan bakılabilirse o zaman her iki mânâ ve makamı hem tebdil ederek hem de birlikte nazar edilebilir. Zat, makamından mahlûk; mahlûk makamından Zat, ayrı ayrı nazar edildiği gibi birlikte de nazar edilir. En âlâsı olan cem noktasında tesbih ve hamd beraberce zikredilebilir.

İmanın tekrarlanan mütalâalarla tabaka tabaka yükselmesinin bir nevi basamakları olan bahsi geçen tesbih ifadelerinde bu mânâların tefekkürü tavsiye edilen bir keyfiyettir.

Üstadın tesbih zikri bilinenden farklıdır ve makamına göre değişmektedir. Uygulanan sıralama Sübhanallah, elhamdülillah, Allahuekber iken Üstad, Dokuzuncu Söz’de Sübhanallah, Allahuekber ve elhamdülillah şeklinde tanzim eder. Bu sıralama Birinci Söz’deki zikir, fikir ve şükür sıralamasında şükür/elhamdülillahın sona konulmasıyla tetabuk ediyor. Bununla beraber mesela Yirmi Dokuzuncu Lem’anın bablarındaki sıralamada elhamdülillah ortadadır.

Niçin?

Dokuzuncu Söz ve Birinci Söz’deki sıralama makamı şükür makamı gereği olan hamd ifadesi sona konulması münasip olurken, Yirmi Dokuzuncu Söz gibi tefekkür ve marifet makamlarında tekbir ifadesi isabetle sıralamada sona konulmuş.

O halde; celâl sıfatıyla Sübhanallahın kavlen zikriyle masivadan elini çeken kalb, nimetiyle ihtiyacını karşılayan Rabbinincemal sıfatını amelen elhamdülillah şükrünün ardından izzet, azamet ve kibriya sahibi Rabbini bütün kemal sıfatların sahibi mânâsında kalben Allahuekber ile tekbir eder ve etmelidir.

Mehmet Çetin

Şehit Bekir’im!

Aralık ayı bana hüznü ve sevinci hatırlatır. Sanmayın eskiyen ve bitmeye yüz tutan bir yılın ayrılığının hüznü, gelen yeni yılın sevincini. Bundan daha farklı benimki!

Risale-i Nur derslerini beraber mütalâa ettiğimiz kardeşim, işyerimde kıymetli personelim, iş mesaisi dışında dostum ve arkadaşım Bekir Hacıismailoğulları’ndan bahsetmek istiyorum, size.

Bunca zaman niçin bekledin dediğinizi hissediyorum, ama izin verin önce, bir okuyun sonra sorarsınız.

Sevdiğim, saydığım ciddi insan ve müşterim Ali Karakuş isimli ağabeyimizin, şehâdete gitmeden önceki son görüşmesinde; Gel oğlum Bekir! Çukurca’ya gidiyorsun,  ne olur ne olmaz helalleşelim.” ifadesi hepimizi şaşırtmıştı doğrusu.

Çukurca’ya gitmeden önce Foça’da jandarma komandosu eğitimini başarıyla tamamlamıştı. Aydın’dan gelen arkadaşı ile sabah erkenden İzmir’den uçakla gideceklerdi. Gecenin son saatlerinde ikisini de alıp havaalanına götürdüm, ama içim hüzünlü idi. İşlemler esnasında gözümle, inceden inceye Bekir kardeşimi hasretle süzüyordum. Çok sevinçli idi, hayret! Arkadaşına bir şeyler anlatıyordu. Bir ara sessizce ikisi dışarı çıktılar ve biraz sonra geldiler. Kokularından anladım ki tüttürmüşler, benim yanımda içmeyecek kadar terbiyeli ve hassas idi. Nihayet polis noktasındayız ve artık ayrılacağız. Kolundan adeta sürüklercesine usulca bir kenara çektim: “Bekir’im, bir şey demek istiyorum…” ama boğazımda düğümlendi kelimelerim. Zorlanarak tekrarladım, “demek istemem o ki sıcak temasa geçtiğinizde, operasyonda, şeye, heyecanınıza biraz dikkat etsen, kendini biraz tutarak daha temkinli olsan…” dememe izin vermeyip “Ne diyorsun sen Hacı Abi! Yanında arkadaşın vurulmuş, yere serilmiş yatıyor, sen kendini ne kadar tutabilirsin?” deyince,  nefes borumda nefesim durdu, kalbimin atışı tavan yaptı. İçimden “Bu çocuk gidici.”dedim.

Kucaklaştık, helalleştik ve hayırla uğurladım.

Buraya kadar hüznüm.

Beraber derslerimizi mi hatırlayayım? Şirketimin kuruluşundaki yardımcı gayretlerini mi hatırlayayım? Dersteki ciddi muhataplılığını mı hatırlayayım? Anadolu’nun orta yerinden, yiğitin harman olduğu Yozgat’ın yiğit delikanlısı Bekir’imin daha hangi özelliklerini hatırlayayım bu hüzünlü ayrılığın ardından, sorarım size?

Neyse…

1993 yılının Aralık ayının 12’sinin ertesi günü sabah dükkânı açarken yan komşum seslenerek bana şehadetini söyleyince, kepenk yukarı, anahtar aşağıya gitti.

Meğer Bekir’im, dün şehadet şerbetini içmiş. Dışı hüzünlü olan sevincimi nasıl anlatayım şimdi size dostlar? Yanındaki arkadaşına mermi verirken sol böğründen yemiş, hastaneden tabutunu alırken komutanlarından öğrendiğime göre. Kabre indirirken ellerimle, kısık gözüyle sevinç mutluluğunu hissettim. Âdeta,Hacı Abi, bu hayat nihayet sona erecek değil mi? İşte ben de bu genç yaşımda şehit olarak ayrılıyorum dünyanızdan. Anam ve babam önce Allah’a sonra sana emanet.” dediğini hissettim gibi.

Gülsüm Teyze annemiz, Salih Amca babamızdı artık! Bayraklıda, onlarla beraberce ismi verilen Parkın açılışında bulunduk. İnternet aramalarımda Çukurca’nın Gündeş Köyü ilkokulunun adının Şehit Asteğmen Bekir Hacı İsmailoğulları olduğunu buruk sevinçle öğrendim.

Allah, Bekir kardeşime rahmet eylesin ama galiba bunu öğrenmem için mi bu anmayı geciktirdim, bilemedim doğrusu…

Mehmet Çetin

Riyâda şirk-i hafî nasıl olur?

İhlâs Risalesinin en hassas konusunda Üstad, tehlikeli bir konuma işaret ederek izahta bulunur. İhlâsı kıran ikinci mânide şöyle bahseder:

Hubb-u câhtan gelen şöhretperestlik sâikasıyla ve şân ü şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enaniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı rûhî olduğu gibi, şirk-i hafî tâbir edilen riyâkârlığa, hodfüruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.”

Riyâkârlık ve kendini beğenmenin şirkle ne alâkası var? Böyle bir durumun ihlâsı zedelemesi nasıl olabilir?

Şirk, Allah’a eş/ortak koşmak demektir.  Eşyanın yaratılmasında yaratıcı olan Allah’ı unutup sebebe bağlamak bilinen şirk olurken, fiillerimizle vesile olduğumuz hasenatımızı nefsimizden olduğuna inanıp ilan etmek de gizli şirk olmaktadır. Eşyanın yaratılmasında, hasenatın zuhurunda eşya ve nefsin hissesi vardır ama yüz değil, sadece birdir ve nihayetinde şart-ı adi (ön şart) nev’inden hikmet-i İlâhîyece bir sebeptir.

Kendini beğenmek, tezahür eden güzelliklerin kaynağını kendisi zannetmek ve bunu insanlara anlatarak daha çok tanınmışlık ve beğeni kazanmak yalancılık değil midir? Kendisinin olmadığı halde sahiplenerek nazar-ı dikkati çekerek nefsin sıkıntılı ve tehlikeli derinliklerinden gelen arzu ile ben merkezli tanınmak değil midir? İnsanın vücudu, Allah’ın sıfat ve esmasının tecelli ederek tezahür ettiği bir alandır, mahaldir. Tohum, tarlanın olmadığı gibi tarla da tohum sahibinin mülküdür. Mülk olan tarla, nasıl maliklik yapabilir ki?

Mal varlıklarını birleştirerek büyük holding kurucularından bir küçük şirket sahibi, gerçi bir cihette ve nezarette mâlik hükmündedir; fakat istifâde edemez. Sadece o büyük kuruluşun içerisinde küçük bir hisse sahibidir o kadar. İnsan, bünyesindeki sayısız cevherlere hikmetli vazifesi olan nezaretçilik noktasında her ne kadar mâlik gözüküyor olsa da emanetindekini muhafazaya memurdur, suiistimale değil.

Kur’an hizmetinde bulunanların mesleğinin özü iki kelime olan hakikat ve uhuvvettir. Hakikatleri muhtaçlara anlatanlar kendi aralarındaki uhuvvete de azami dikkat ve gayret içerisinde olmalıdırlar. Aralarındaki kardeşliğin sırrı da şahsiyetini kardeşleri içerisinde fâni edip onların nefislerini kendi nefsine tercih etmektir. Kardeşler arasında tanınmak, kabul edilmek duygusunun uyandırdığı rekabet uhuvveti kırıcı, ihlâsı zedeleyicidir. Kardeşlerin şerefi daha küllî ve umumîdir. Herkesin o şerefte elbette hissesi vardır ama sadece senin değildir! Eğer bu şerefe şahsın için sahiplenip böbürlenerek anlatmaya kalkarsan sana ait olmayanı seninmiş gibi göstermek yalancılık ve riyâkârlık değil midir? Ki bu durum esasında kişilik bozukluğunun en gizli tehlikeli boyutudur.

Nefs-i emmârenin kalb, akıl ve rûhun rağmına bu desiseye karşı his ve vehime kapılan insan bazen yanılabilir, aldatabilir. İhtiyatlı olmanın yoluna bakmak lâzımdır.

Bu yol ise Risale-i Nur Külliyatındaki zirve haşiyelerden biri olan şu ifadelerden geçiyor:

“Evet, bahtiyar (odur ki), Kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”

Allah’ım! Beni ve kardeşlerimi, İhlâs Suresinin hakkı için bizi kendi iradesiyle ihlâslı olan ve Senin ihlâslı kıldığın kullarından eyle. Âmin.

Mehmet Çetin