Etiket arşivi: Mehmet Kırkıncı

Neden Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca âsâyişin muhafazasına dikkat etmiş ve talebelerine de bunu tavsiye etmiştir?

Neden Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca âsâyişin muhafazasına dikkat etmiş ve talebelerine de bunu tavsiye etmiştir?

 

Malum olduğu üzere, hakikatların, aklıselime takdimi ve tebellürü için en müessir an, ruhların sakin olduğu, arzuların dizginlendiği huzur ve sükûnet zamanıdır. Huzur ve sükûnet ise, âsâyişin kemaline bağlıdır.

Anarşi ve terörün, fitne ve fesadın kuvvet bulduğu zamanlarda, hakikatları idraklere sunmak mümkün olmaz. Çünkü o anda, hâkimiyet, terör ve anarşinin eline geçmiştir. Artık insanların itidal ile aklıselimle hareket etmeleri imkânsız hale gelmiştir. Çünkü anarşi ve terör hengâmında, hak ve adâletin gerçek mizanlarına uymak oldukça zordur.

İnsanlık tarihini tedkik ve tahkik eden müdakkikler için, en müheyyic hâdiselerden birisi, sahabe-i kiram arasında, İbn-i Sebe ve Hâricîlerin ifsadlarıyla vukua gelen elim facialardır.

Evet, terör ve nifakın şiddeti, o asırda bile huzur ve sükûnu zîr-ü zeber etti. Fitne ve ihtilafın çelik pençesi altında, o kahra lâyık olmayan insanlar,elim bir âkibete dûçar oldular. Artık hâkimiyet, zâlim fitnenin eline geçmişti,Esedullah unvanını alan bir zâtın, eli ayağı bağlanarak, dînen mükellef olduğu Hakka davet vazifesini hakkıyla yerine getiremez oldu ve üstelik O’nun faziletinden, ferasetinden, ilim ve irfanından kemaliyle istifade edilemedi. Dünya üzerinde yayılmakta olan nurun şayan-ı hayret inkişafı, o süre içinde tevakkuf etti.

İşte bu gibi ibretli hadiselerden dolayı, Üstadımız, yüce ferâgatıyle, şecâatiyle, merhamet ve şefkatiyle yapmış olduğu bir asra yakın manevî mücâhedesinde, talebelerini fitne ve fesadı, nifak ve şikakı netice verecek, âsâyişi zedeleyecek her türlü hareketten büyük bir hassasiyetle uzak tutmuş ve onları Müslümanları birbirine düşürecek davranışlardan şiddetle sakındırmıştır. Zamanın idarecilerine de hayati önem taşıyan konularda gerekli ikazı yapmaktan bigâne kalmamıştır.

Üstadımızın bu irşâd metodunu, geçmiş asırlarda gelen kutuplarda, gavslarda, müceddid ve müçtehidlerde de müşahede etmekteyiz. Mesela, İmam-ı Rabbanî gibi bir müceddidin, kendisini senelerce hapsettiren ve Ehl-i sünnet itikadının en büyük bir düşmanı olan Ekber Şah’a karşı ayaklanma hazırlığına girişen Selim Şah’ın yardım talebini reddettiği, hatta O’nu babasına isyandan vazgeçirdiği bir vakıadır.

Yine, şeriat-ı garra-yı Muhammediye’nin büyük bir rüknü olan İmam-ı A’zam Hazretleri, hem Emeviler hem Abbasiler devrinde hapse atıldığı, nice zulümlere, işkencelere maruz bırakıldığı hâlde, müsbet hareketi elden bırakmamış, idareyi devirmeyi aklından bile geçirmemiştir. Hâlbuki o gün, başta seyyidler olmak üzere, bütün mü’minler O’nun arkasındaydı; muvaffak olması kuvvetle muhtemeldi.

Bu iki misali teyid eden daha birçok vakıa tarihte mevcuttur.

Demek ki, irşâd ve tebliğ, huzur ve âsâyişin mevcudiyeti ve devamıyla mümkündür.

Peygamberimiz’in (A.S.V.) devletsiz bir millet içinde gönderilmesikader-i ilâhî’nin, zikrettiğimiz hakikata bir remzi olsa gerektir. Resûlüllah Efendimizin (A.S.V.) karşısında bir devlet mevcut olmadığından, imân ve Kur’an hakikatlarını kalplere hâkim kılması oldukça kolay oldu. Şayet,Roma gibi aristokrat bir devletin içinde zuhur etseydi, dinin neşrinde ciddî manilerle karşılaşabilirdi.

Evet, nifaka ve tefrikaya düşerek parçalanan bir milletin, asla pâyidar olamayacağına inanan Bediüzzaman Hazretleri, âsâyişin muhafazasına büyük ehemmiyet vermiştir. Risale-i Nur’da bunu defalarca dikkat nazarlarına arzetmiştir.

Bunlardan birkaç misâl:

İmân ilminden ibaret olan Risale-i Nur eczaları, emniyet ve âsâyişi temin ve te’sis ederler. Evet, güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşe’ ve menbaı olan imân; elbette emniyeti bozmaz, temin eder. İmansızlıktır ki, seciyesizliği ile emniyeti ihlâl eder.”(Tarihçe-i Hayat)

Mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa dayanıp, hakaik-i îmaniye olduğu için; hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve tarafgirliğe ve mübârezeye sevkeden hâlâttan tecerrüd etmeye mesleğimiz itibariyle mecburuz.” (Kastamonu Lahikası)

Madem îman hizmetinde ihlâs-ı etemle, anarşiliği durdurmakla, âsâyişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerektir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda ediyorum. Onları da helâl ediyorum.” (Şualar)

Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadâkat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim. Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye takatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medreset-üz Zehra’nın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.”(Emirdağı Lahikası)

Bir asra yakın ömründe imân ve mârifete ait kudsî ha-kikatlan büyük bir vukufiyetle Kur’an’dan istihraç ederek, bu milletin imanının muhafazasına ve tekâmülüne çalışan Bediüzzaman gibi âlî himmet bir dâhinin, âsâyişin muhafazasına gayret göstermesi,bu millet için, üzerinde ehemmiyetle durulması gereken hayatî bir meseledir. Üstad’ın bu vadide duyduğu endişelerin ve gösterdiği gayretlerin, derin sırlara ve hikmetlere istinad edeceği aşikârdır.

Bunlardan beşini nazar-ı mütalâaya arz ediyorum:

1) Hz. Üstad’ın âsâyişin muhafazasına fevkalâde ehemmiyet vermesinin en büyük sebebi, anarşiyi küfr-ü mutlakın semeresi olarak mülahaza etmesidir. Eserlerinde bu mânâ üzerindeki hassasiyetini büyük bir heyecanla ifade buyurmuştur. Bunlardan birkaç misâl:

Ben elli-altmış senedir küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmek ve küfr-ü mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuvvetimle îman hizmetindeki ihlâsın neticesi olan âsâyişi muhafaza ile bir cânî yüzünden on mâsumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiyetimi hattâ lüzum olsa hayatımı feda etmekle, herbir tazyikata, mânâsız, lüzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül ettim. İşte benim otuz-kırk senedir bu hizmet-i îmaniye için, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp bir bardak suda fırtına çıkarıp beni tâciz ettikleri hâlde, sırf hizmet-i îmaniyenin bir neticesi olan âsâyiş için sabır ve tahammül ettim.”(Emirdağı Lahikası)

Artık yeter! Kabir kapısındayım, beni dünyaya baktırmayınız…”

“Hem emniyet-i umumiye reisi olduğunuz cihetle, benim hizmetime taraftar olmanız lâzım. Çünki mahkemelerce sabit olduğu gibi, Risale-i Nur’un dersleri, dünyaya baktığı vakit bütün kuvvetleriyle âsâyişin temellerini muhafaza etmek, korumak ve fesat ve ihtilâllerin önünü kesmek olmasından, kudsî ve manevî inzibat komiserleri hükmünde olduğuna delil, üç vilâyet zâbıtaları anlamışlar.” (Emirdağı Lahikası)

“Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acaib zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir.”

“Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek, âsâyişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur’un, yüz bin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi haline getirmesidir… Demek Risale-i Nur’un ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler her halde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyyeye hıyânet ederler.”(Şualar)

2) Risale-i Nur’un irşâd metodunu “acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîki” şeklinde ifade buyuran Hz. Üstad, âsâyişin muhafazası için gösterdiği fevkalâde hassasiyetin bir sebebini de “şefkat” olarak izah eder. Bu mânâyı eserlerinin birçok yerinde, ehemmiyetine binaen, defalarca nazara verir. Şöyle ki:

Ben Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz senedenberi bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânîlere değil ilişmek, hatta beddua edemiyorum. Hatta en şiddetli garazla bana zulmeden fâsık, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim hâlde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men’ediyor. Çünki o zâlim gaddarın, ya peder ve vâlidesi gibi, ihtiyar bîçârelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî ve manevî darbe gelmemek için, o dört mâsumların hatırına binaen, o zâlim gaddara ilişmiyorum, bazan helâl ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki, idare ve âsâyişe katiyyen ilişmediğimiz gibi, bütün arkadaşlarımıza da o derece tavsiye etmişim ki: Bu nur şâkirdleri, manevî bir zâbıtadır, idare ve âsâyişi muhafaza ediyorlar.”

Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki: Binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki bîçarelerin istirahatına ve onlardan belaların def’ine feda etmek için bana bir haleti ruhiyeyi ihsan eylemiş ki; ben de onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahribat ve ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin âsâyişine, hususan mâsum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve bîçâre hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlarına ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım…” (Emirdağı Lahikası)

Hatalı bir adama müteallik, bîçâre ihtiyar vâlide ve pederi ve mâsum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirâne adâvet etmek, şefkatin esasına zıddır. Müslümanlar içinde tarafgirâne cereyanlar yüzünden, böyle mâsumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir.” (Tarihçe-i Hayat)

Kendisine edilen emsalsiz zulüm ve tazyikat karşısında, o geniş şefkatinin bir icabı olarak, sabır ve tahammülle mukabele eden ve menfî hiçbir harekete tevessül ve tenezzül etmeyen Hz. Üstad, talebelerine de bu vadide şöyle tavsiyede bulunur:

“Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadâkat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.”(Emirdağı Lahikası)

3) “Meşrutiyet”, “İttihad ve terakki” ve “Cumhuriyet” devrelerinin hepsini gören, bu devirlerin hepsinde manevî mücâhedesini aralıksız devam ettiren, haksızlık karşısında hiçbir zaman susmayan, ikaz ve irşâdına her halükârda devam eden, iç ve dış düşmanların bütün entrikalarını çok iyi tesbit eden ve “biz müteharrik-i bizzat değiliz, müteharrik-i bilvasıtayız, Avrupa üflüyor biz burada oynuyoruz” diyerek, hâricî cereyanlara alet olanları nâzikâne ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri, âsâyişi ihlâl etmenin ecnebî hesabına geçeceğini müdrik olarak, anarşinin daima karşısında olmu ve âsâyişin muhafazasına bütün kuvvetiyle çalışmıştır.

Aşağıdaki ifadeler bu hakikati berrak bir şekilde ortaya koymaktadır:

Size beyan ediyorum ki; dinsizlik hesabına bizi ezen sizler;vatan ve millet, âsâyiş ve idare aleyhinde ve anarşilik lehinde ve müthiş bir ecnebî hesabına beni sıkıştırıp, bir sarsıntı çıkarıp, o cereyanın müdahalesini istiyorsunuz… Onun için, bütün ihanet ve hakaretlerinize beş para kıymet vermem;âsâyiş, idare lehinde sabır ve tahammüle karar verdim.”(Emirdağı Lahikası)

Bu ehemmiyetli sırra binaen, Bediüzzaman Hazretleri, kendisine yapılan katmerli zulüm ve işkencelere azamî sabır ve tahammül gösterdiği gibi,talebelerini de bu noktada şöyle ikaz etmiştir:

Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokunmayınız.”

Biz bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi, bir sedd-i Kur’ânî te’sisine çalışıyoruz. Bize ilişenler,anarşilik ve belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar.”(Emirdagı Lahikası)

Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyeti umumiyeyi bozmağa dehşetli çalışmasına karşı Risale-i Nur ve Şâkirdleri, imânı tahkiki kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsadı durduruyor ve kırıyor. Emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor.”(Tarihçe-i Hayat)

Hem madem her şey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise; insafa, adâlete, gayreti vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, muhaliftir.” (Şualar)

Evet, Üstadımız sükûtunu bozmadığı gibi, talebeleri de aynı şuur ile sükûtlarını bozmamışlar, harici düşmanların oyununa gelmemişlerdir ve kıyamete kadar da biiznillah gelmeyeceklerdir.

4) Hz. Üstad’ın âsâyişi muhafaza etmesinin ve siyasete karışmamasının ehemmiyetli bir sebebi de “ihlâs sırrı”dır. Ömrünün her anını ihlâs üzere geçiren Hz. Üstad, Kur’an-ı Azimüşşân’ın ulvî hakikatlarını ve cevherlerini hiçbir şeye alet etmemeye fevkalâde hassasiyet gösterdiğini şu ifadeleriyle ortaya koymuştur:

Risale-i Nur’u hiçbir şeye alet edemeyiz. Evvela: Kur’an’ın elmas gibi hakikatlarını, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-yı siyaset tevehhümiyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymetdar hakikatlara ihanet etmemektir.” (Tarihçe-i Hayat)

Bir başka eserinde de aynı hakikati şöyle teyid eder:

Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şâkirdleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz, ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.”

“Kur’an bizi siyasetten men’etmiş; tâ ki elmas gibi hakikatları, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.” (Kastamonu Lahikası)

5) Hz. Üstad’ın âsâyişi muhafazaya çalışmasının çok önemli bir sebebi de kendi vazifesini yapıp, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmama” prensibidir.

Bütün mürşidlerin irşâd sahasındaki vazifeleri ancak tebliğ ve nasihattir.Neticeyi halketmek, muzaffer ve muvaffak kılmak, Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir.

Bu sırrı çok iyi bilen Üstadımız, idareye karışmaktan, âsâyişe ilişmekten şiddetle teberri etmiş ve yüz elim de olsa ancak Nur’a kâfi gelir” diyerek bütün himmetini Nur külliyatının telifine ve neşrine hasretmiştir.

Bu hakikati açık ve seçik olarak kendisi şöyle ifade buyurmaktadır:

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlâhiye göre, sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i ilahiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet îmân hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”

Kendimi misâl olarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım bir çok hâdiselerle sabit olmuş. Mesela: Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divân-ı Harbi Örfide idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir, müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek ve vazife-i Îlâhiyyeye karışmamak hakikati için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim.” (Emirdağı Lahikası)

İşte Nur Talebeleri de Üstadlarını örnek alarak, hareketlerini O’nun hakimane ve arifane düsturlarına bina edip, inayet-i İlâhiye ile insanların imanına, hidayetine, ahlâkına hizmet etmektedirler. Evet, onlar, Nur’un ihtiva ettiği gerek imana, gerek ibadete, gerek ahlâk ve âdaba ait yüksek hakikatları hiçbir menfî harekete tevessül etmeden, karınca kararınca, kalp ve vicdanlara, akıl ve idraklere sevdirmeye gayret etmişlerdir ve ediyorlar. Üstadlarının yolunda giderek, icabettiğinde devlet yetkililerini Nur’un hakikatlarıyla ikaz ve irşâd görevlerini de elden geldiği kadar yerine getirmeye gayret göstermişlerdir ve göstermeye devam edeceklerdir.

Evet, bu hizmette, her zaman teenni ve nezaket ile davranmak ve Üstadımızın ifadesiyle “nezihâne, nâzikâne ve kavl-i leyyinle” tebliğde bulunmak gerektir. Kalpleri Allah’ın rızasıyla merbut olup hizmet aşkıyla yürüyenler, menfî hareketlerden sakınmalı ve dünyevî ve siyasî bir gaye gütmemelidirler.

Güler yüz, tatlı söz, kalp metaneti ve hatır hoşluğu ile fitne kapısını kapatıp, kalp ve hissiyatlarını şeytanın tahribatına karşı siper etmelidirler. Çimenli, çiçekli, ferahlı ve müncezip nice yollar vardır ki, insanı mühlik ve vahşi çöllere çıkartır. Nice dikenli, sarp, sert kayalı yollar da vardır ki, nihayetleri gül ve gülistandır.

Nur Talebeleri Üstad Hazretlerine ittibaen, Nur’un hizmetinde yürürken, takdir-i İlâhî ile maruz kaldıkları musibetler ve ızdıraplan, kimin eliyle gelirse gelsin, onları hata ve günahlarına keffaret sayar, daha bilmedikleri birçok hikmetlerini de mülahaza ederek sabır ve tevekkül ile karşılarlar.

Üstadımızın yaşadığı tarz-ı hayat ve koymuş olduğu düsturlardan anladığım bu ki; bize teveccüh eden zulümler ne kadar şiddet kazanırsa kazansın, başımıza inen musibetler, tazyikler ne derece bizi sıkarsa sıksın, âsâyişi ihlâl etmemize meşruiyet kazandırmaz. Hizmetimizin selametle yürümesi, hâdiseleri Risale-i Nur’un mizanlarıyla tartıp harekâtımızı ve hallerimizi O’nunla tanzim etmemize bağlıdır. Âsâyişin muhafazasına yardımcı olmamız da Nur meşrebinin muktezasındandır. Çünki, dediğimiz gibi, Kur’an ve imân hakikatlarını bu millete mal etmenin yolu, kin ve iğbirara girmeden, fitne ve fesadı uyandırmadan ilim ile hikmet ile şefkat ve merhamet ile hareket etmektir. Malûmya;

Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.”

Nur Talebeleri’nin, âsâyişi zedeleyici davranışlardan şiddetle çekinmeleri ve muhafazasına yardımcı olmaları, bazı çevrelerce, tenkid mevzuu yapılıyor. Bu gibi tenkidlere cevaben Üstadımızın Uhuvvet Risalesindeki şu harika tesbitini arz etmekde fayda görüyorum. Üstadımız şöyle buyuruyor:

Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum bir cânî var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın, ne derece zulm ettiğini bilirsin.”

“Ve zâlimliğini semâvata işittirecek derecede bağıracaksın. Hatta bir tek mâsum dokuz cânî olsa; yine o gemi hiçbir kanunu adâletle batırılmaz.”

“Aynen öyle de: Sen, bir hane-i Rabbaniye ve bir sejine-iİlâhiye olan bir mü’minin vücudunda imân ve İslâmiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken;sana, muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir cânî sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mânevîye-i vücudun manen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şeni’ ve gaddar bir zulümdür.” (Mektubat)

İşte bunun gibi cemaat veya devlet de şahs-ı manevî olarak bir fert gibidir. Onun da iyi ve kötü halleri, faydalı ve zararlı tarafları, mâsum ve cânî sıfatlan olabilir. Yukarıda zikredilen kaideye binaen, bazı devlet yetkililerinin hatalı hareketlerinden dolayı devleti batırmaya çalışmak, bir ferde kıyas edilemiyecek kadar şeni’ ve gaddar bir zulüm olur.

Demek bizim âsâyişin yanında yer almamız, devletin nâmeşru olan hallerinitasvip etiğimiz mânâsına gelmez ve gelmemeli.

Bu milletin imanına, bütün şube ve kadrolarıyla musallat olan şukebâirler, iffet ve ahlâkını tahrib eden şu sefahat ve rezaletler, din ve vicdanımızın bir muktezası olarak, elbette bizi de muzdarip ediyor. Bu ızdırabın dinmesi, bu esefin sona ermesi, ancak ve ancak imân ve Kur’an hakikatlarının fert ve cemiyete, daha doğrusu vicdan-ı umumiyeye hâkim olmasıyla mümkündür. Bu ise dâhildeki istikrarın, sulh ve musalahanın mümkün olduğu kadar teminine bağlıdır. Nur Talebeleri olarak bizim en büyük vazifelerimizden biri de, âsâyişin temini, huzur ve emniyetin tesisidir. Keşmekeşlik ve huzursuzluk kimden ve hangi menbadan kaynaklanırsa kaynaklansın, kanımızı içen düşmanın hesabına geçer. Evet, Üstadımızın dediği gibi; iki elimiz var, yüz elimiz de olsa ancak Nur’a kâfi gelir. Hiçbir cihetle zor kullanmaya, hırçınlık çıkartmaya hakkımız ve selahiyetimiz yoktur. Evet; Nur Talebeleri âsâyişin mânevî bekçileridir. Bu hakikat dün geçerli olduğu gibi bugün de geçerlidir, yarın da geçerliliğini muhafaza edecektir.

Çok iyi bilindiği gibi, insanı intibaha davet eden sebeplerden birisi,belki de en birincisi, tarihin korkunç ibretli sayfalarını daima göz önünde bulundurmasıdır. Bu nokta-i nazardan Cenâb-ı Hak; “Ey akıl sahipleri! (Hâdiselere) ibretle nazar ediniz.” buyuruyor. Bu hadiselerin ruhunu anlayıp mizana vurmada en doğru ve esaslı bir mihenktir. Evet, devr-i saadetten bu yana İslâmiyeti içinden yıkmak isteyen müfsidler, daima suret-i hakdan görünüp, hak ve hakikati perde yaparak hareket etmişlerdir. Şimdi de memleketimizde kaynakları belli, zihniyetleri menfî, samimiyetsiz bir takım zümrelerin âsâyişi ihlâl faaliyetlerinde, bazan da hakkı perde yaparak çalıştıklarını müşahede etmekteyiz. Bu gibi menfî ve yıkıcı propagandalara kapılmamamız için Meyve Risalesindeki şu ibretli levhayı daima göz önünde bulundurmamız son derece lüzumludur.

Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir.”

“Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat ara sıra vazife bulunabilir. Bukıyas ile küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bırakıp lüzumsuz,malayani ve afakî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.” (Şualar)

Müslümanlar bu hikmetli nasihati hayatlarında tam manasıyla düstur edindikleri takdirde, hâricî ve geniş dairelerin lûtf-i ilâhî ile kendilerine musahhar olacağından şüphe edilmemelidir. Nitekim Cenab-ı Hak bir hadis-i kudsîsinde şöyle buyurur:

“Ben Allah-u Azimüşşan, Melikü’l-Mülüküm. Hükümdarların kalbleri ve nasiyeleri benim elimdedir. Kullar bana itaat ederlerse, ben de onlara rahmet kılarım. Ve eğer kullar bana isyan ederlerse, ben de onları onlara ukubet (azap verici) kılarım. Binaenaleyh mülüke sebb (sövmek, beddua) ile meşgul olmayın ve lâkin bana tövbe ve müracaat eyleyin ki onları size bükeyim.” (Elmalılı, s.1071)

Kaynak: MehmedKırkıncı.com

www.NurNet.org

Dar-ul Harple Alakalı 4

Günümüzde bazı kimseler cuma namazının kılınabilmesi için halifenin izninin şart olduğunu ileri sürerek, memleketimizde cuma namazının kılınamayacağını iddia etmektedirler. Bu iddiaların bir hakikati var mıdır?

İddianın cevabına geçmeden önce şunu ifade edelim ki, cuma namazı Şeâir-i İslâmiyye’nin en büyüklerinden biridir. Ve farziyeti Kur’an, Ha-dis ve İcma ile sabit büyük bir ibadettir.

Cenâb-ı Hak Cuma sûresinde,

“Ey iman edenler, cuma günü (Cuma) namazı için çağrıldığınızda Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bıra­kın. Biliyorsanız bu sizin için daha hayırlıdır.”

buyurmaktadır. Bu âyet-i kerîme ile, cuma vakti geldiğinde dünya işleriyle meşgul olmak; hür, sıh­hatli ve mukîm (misafir olmayan) her akl-ı baliğ erkeğe haram kılınmıştır.

Peygamber Efendimiz de birçok hadîs-i şeriflerinde cumayı kasden ter­kedenleri tehdid buyurmuşlardır. Bunlar nümûne olarak birkaçını takdim edelim:

“Bir takım kimseler cuma namazını terk etmekten mutlaka vazgeç­sinler. Yahutta Allahü Teâlâ onların kalblerini muhakka ki mühürleye­cektir. Sonra elbette onlar gafillerden olacaklardır.” (Müslim)19

“Muhakkak istedim ki bir adamın insanlara namaz kıldırmasını emredeyim, sonra cumaya gitmeyip evlerinde kalan kişilerin evlerini ateşe vereyim.” (Müslim)

“Üç cumayı aldırmayarak mazeretsiz terkeden kimsenin kalbini Allah mühürler.” (İbn-i Mâce).

“Bir de bilmiş olunuz ki Allah Celle ve Alâ Hazretleri cumayı benim şu durduğum yerde ve bu yılın bu ayındaki bu günümde size kıyamet gününe kadar farz kılmıştır. Her kim, hayatımda olsun, benden sonra olsun adil yahut zalim bir devlet reisi varken, onu istihfaf ederek yahut inkâr eyleyerek cumayı terkedecek olursa, Allah iki yakasını bir araya getirmesin. Ve kendisine âit hiçbir hususu mübarek kılmasın. Haberiniz olsun ki böylesi tövbe etmedikçe ne namazının, ne zekâtının, ne haccının, ne orucunun, ne de başka bir hayrının sevabı vardır. Her kim de tövbe ederse Allah tövbesini kabul eder.” (İbn-i Mâce).

Resûlüllah Efendimiz (S.A.V.) pek çok hadîs-i şeriflerinde de cuma na­mazının faziletini beyan ve mü’minleri cuma kılmaya teşvik buyurmuşlar­dır. Bunlardan misâl olarak birisini takdim edeceğiz:

“Güneşin doğduğu günlerin en hayırlısı, Allah indinde günlerin en şereflisi cuma günüdür. O, Kurban ve Rama­zan bayramı günlerinden de büyüktür. Onda beş özellik vardır. Allah, Âdem (A.S.)’i o günde yaratmış, o günde ona ruh üflemiş, o günde yeryüzüne indirmiş ve o günde âhirete irtihal ettirmiştir. O günde bir saat vardır ki kim Allah’dan bir şey dilerse Allah mutlaka verir. O günde kı­yamet kopacaktır. Hiçbir mukarreb melek, gök, yer, rüzgâr ve dağ yoktur ki cumadan korkup ona hürmet etmesinler.” (İbn-i Mâce).

Cuma hakkındaki bu kısa beyandan sonra şimdi mezkûr iddianın ceva­bına gelelim.

Sultanın İzninden Kasıt Nedir?

Evvelâ, fıkıh kitaplarımızda cuma namazı kılınması için halifenin iz­ninin şart olduğuna dair hüküm mevcut değildir. Sadece îmam-ı A’zam Hazretleri cumanın edasının şartlarından birini, “Sultanın yahut onun vazifelendirdiği birisinin kıldırması” olarak kabul (İçtihad) etmiştir. Gö­rüldüğü gibi, bu şartta, halifeden değil sultandan, yani devlet reisinden söz edilmektedir. Eğer sultan yerine halife esas alınsa, bugün dünyanın hiçbir yerinde cumanın kılınmaması icap edecektir.

Kuhistanî, Sultan’ın mutlak zikredildiğine dikkati çekerek şöyle buyu­rur:

“Sultan’ın mutlak olarak zikrolunması (yani müslim, gayr-i müslim, erkek, kadın gibi bir kayıt konulmama­sı) işaret eder ki sultanın Müslüman olması şart değildir. Hem sultanın izninin şart olması böyle bir izni almanın mümkün olduğu haller için söz konusudur. Zaten sultan­dan izin almak mümkün olmadığı takdirde, “Sultanın İzni Şartı” ortadan kalkar, Müslümanlar herhangi bir kişinin etrafından toplanıp cumalarını kılabilirler.”

İmam-ı Şafiî, îmam-ı Mâlik, İmam Ahmed b. Hanbel ve Hanefi müçte­hidlerinden İmam-ı Muhammed ve İmam Ebû Yûsuf cumanın kılınmasın­da sultanın izni gerekmediği içtihadındadırlar. Bu zatlara göre, bu nokta­da, diğer namazlarla cuma namazının bir farkı yoktur. Vakit namazlarında sultanın izni gerekmediği gibi cumada da gerekmez.

İmam-ı A’zam’ın diğer müçtehidlerden farklı olarak sultanın iznini şart koşmasının hikmeti, Bedayi, Mebsut ve Zeylâî gibi fıkıh kitaplarından şöy­le beyan edilmektedir:

“Cuma namazında kalabalık bir cemaate karşı hutbe okumak şeref vesilesi sayıldığından, birçok imtiyaz sahibi kimselerin bu şerefe nail olmak için yarışmaları çekişme, fitne ve kargaşalığa sebeb olacağı ve dolayı­sıyla cumanın te’hiri veya kılınmaması ihtimalinin be­lireceği endişesiyle, İmam-ı A’zam sultanın ya da onun tayin ettiği kimsenin kıldırmasını şart koşmuştur. Tâ ki, intizamın sağlanmasıyla huzur ve sükûn içerisinde cuma ifa edilebilsin.”

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, cuma namazının kılınması hususunda sul­tandan izin alınması: a) Bir şeref vesilesi edinilerek, hatiplikteki ihtilafın önlenmesi ve cuma namazının zamanında kılınabilmesi. b) Cuma namazı kılmak gibi ulvî bir maksatla toplanmış bulunan ce­maatin güvenliğinin sağlanması gibi hikmet ve maslahatlara binaendir. Elmalılı Hamdi Efendi ise tefsirinde bu mânâyı te’yiden şöyle buyur­maktadır:

“…(Cuma) büyük bir cemiyetle kılınacağından kimin kıl­dıracağında münazara ve fitne melhuzdur. Fitne ise cumanın tatiline sebebtir.” 20

Görüldüğü gibi, İmam-ı A’zam da sultanın iznini aslî şart olarak ileri sürmemiştir. Eğer böyle olsa, farziyyeti kitap, sünnet ve icma-ı ümmetle sabit olan bir ibadetin içtihad ile iptal edilmesi gibi bir hataya düşülmüş olur. Sultanın izni cumanın aslî bir şartı olarak kabul edildiği takdirde, farz-ı ayn olan cuma namazını Şafiî, Hanbelî ve Malikîler kılarken, Ha­nefilerin kılmaması gibi ters bir durum ortaya çıkar. Halbuki farz olan ibadetler bütün mezhebler için aynıdır, değişmez. Mezhebler arasındaki ihtilâflar, füruat ve teferruattadır.

Dürrü’l-Muhtar ve Şerh-i Bahr-i Râik ve Bedâyi’nin cuma bahislerinde sultanın izninin olmadığı hallerde cumanın kılanabileceği beyan edilir. Bu hususta şöyle buyrulur:

“Sultan bir şehir halkını, kendilerine zarar vermek için inad üzerine cuma kılmaktan men ederse, halk kendile­rine cuma kıldıracak birini tayin edebilir. Vali ölür veya bir fitneden dolayı hazır bulunmaz da cumayı kıldırmaya hakkı olan bir kimse de bulunmazsa, zaruretten dolayı halk kendilerine bir hatip tayin eder.”

İmam-ı Gazali Hazretleri de İhyâu Ulûm’un “Cumanın Faziletleri” bah­sinde “Cuma için ne sultanın hazır olması, ne de izni şart değildir. Fakat izninin olması müstehaptir, daha güzel­dir.” buyurur.

Hayret ve teessüfü mucibtir ki, bazı kimseler İmam-ı A’zam’m cu­manın terk ve te’hir edilmesi endişesiyle koyduğu bu şartı, Hz. İmam’ın bu husustaki hassasiyetine bütün bütün zıd olarak cumanın tamamen terkine delil ve vesile yapmak istemektedirler.

Şunu da ayrıca belirtelim ki, dört mezhepte de köle ve misafire cuma farz olmadığı halde, bunlar cuma namazını kıldıkları takdirde, öğle namaz­ları üzerlerinden kalkar. Cuma namazları kabul olunur.

Mes’ele bu kadar açık olduğu halde, bazı kimseler şer’i ve fıkhı hiçbir delile dayanmadan, cuma kılmamayı bir takım idarecilerin hatalarına bina etmek istiyorlar. Halbuki İbn-i Âbidin’in beyanına göre:

“Devlet reisi fâsık, zalim dahi olsa yine cuma nama­zı terk edilmez. Hattâ devlet reisi halkı cumadan men etse bile bu icraat ‘Allah’a isyanı gerektiren hususlarda mahlûka itaat edilmez.’ hadîs-i şerifinin hükmüne dahil olacağından yine cuma terk edilmez.”

Yine İbn-i Âbidîn “Şayet valiler kâfir olursa Müslümanların cuma namazı kılmaları caizdir,” demekte, aynı bahiste “Cuma namazı kâfirlerin istilâsı altındaki beldelerde yani darü’l-harpte de kılmaya­bilir” buyurmaktadır.

Ömer Nasuhi Bilmen de Büyük İslâm îlmihali’nde “Veliyyü’l-Emrin veya onun me’zun edeceği bir zat bulunmayan bir yerde, meselâ dar-ı harbte cemaat-ı müslimînin tensibiyle içlerinden biri cuma na­mazını kıldırabilir.” demektedir.

Türkiye’de Cuma İzni Yok Mudur?

Son olarak şu hakikati de ifade edelim ki, Türkiye için İmam-ı A’zam’m zikrettiği “sultanın izni” şartı zaten câridir. Cuma namazını kıldıran bütün imamlarımız Diyanet İşleri Başkanlığı’na, Diyanet İşleri Başkanlığı, Baş­bakanlığa, Başbakanlık da Cumhurbaşkanına bağlıdır. Bütün din görev­lilerinin maaşlarının devletçe karşılandığı şu memleketimizde “Cuma İçin Sultanın İzni Olmadığı” nasıl iddia edilebilir?! Acaba cuma namazını kılan Müslümanları bu şeâirden men etmek isteyenler neye hizmet etmek iste­mektedirler? Niyetleri îslâmiyete hizmet etmek ise, İslâm’a hizmet şeâiri terketmekle mi olur? Yok eğer niyetleri Müslümanları mes’uliyetten kurtar­mak ise, o zaman kendilerine şu suali soralım:

Cumayı Terketmek Kime Ne Kazandırır?

Müslümanlar cuma namazı kılmak gibi büyük bir ibadeti yaparlarsa ne olur? Faraza “cuma kılınmaz” diyenler bu suale cevap olarak, Cumanın farziyeti bâtıl olur derlerse, o zaman, bu namaz nafile olur deriz. Eğer, namazın bizzat aslı bâtıl olur, nafile de olmaz, diye iddia ederlerse, zaten Zuhr-u Âhir kılındığı için kılana bir zararı olmaz. Yok eğer, cuma nama­zını kılmak, hâşa, günah olur ve bu günahı işleyenler de mesul olurlar, denilirse, acaba, şeairi ihya etmekle Müslümanlar nasıl bir günaha gir­miş olur? Bu günahın derecesi nedir? Segairden midir, kebairden midir? Cuma namazına gelmekle, haftada bir kere dahi olsa Rabbinin huzurunda durup O’na tazarru ve niyaz eden, O’na yalvaran ve O’ndan rahmet dileyen insanları böyle azim bir ibadetten mahrum etmek Müslümanlığa hizmet midir?

Şimdi insafla düşünelim. Milletin birlik ve beraberliğe, samimiyet ve muhabbete en ziyade muhtaç olduğu bir zamanda, binlerce insanın beş vakit namazı terkettikleri bir devirde, nice günah-ı kebâirlerin alenen iş­lendiği ve sefahetin terviç edildiği bir hengâmda ve menfî ideolojilerin genç kuşakları kasıp kavurduğu bir asırda, Müslümanları dine bağlayan en kuv­vetli vesilelerden biri olan cuma namazına ilişmeyi akıl ve insaf ile bağdaş­tırmak mümkün müdür?

Sözü Halil Günenç Hoca’nın şu güzel tesbitleri ile bağlayalım:

“Asr-ı Saâdet’ten bu yana Müslümanlar hakim de oldular, mahkûm da oldular. Ama hiçbir zaman Şeâir-i İslâmiye’nin başında gelen cuma ve cemaati büsbütün terketmediler. Zaten bu toplum cuma ile cemaati büs­bütün terketseler, İslamiyetle olan bağları kopar. Cuma ve cemaatle uğraşanların, Müslümanları ve özellikle gençlerimizi camiye, cemaate ısındırmaya çalışmalarını tavsiye ediyorum. İslâm alemi perişan haldeyken binbir zulümle karşı karşıya bırakılmışken cuma ve cami etra­fında birleşmek, birbirimize İslâm’ı anlatmak ve öğret­mek daha faydalıdır.”

“…Dindar ve samimi gençlerin istikametini değiştirip cami ve cemaatten uzaklaştırmak, cihad olmadığı gibi fazilet de değildir.” (Halil Günenç, Günümüz Mes’elelerine Fetvalar, II/45)

Dipnotlar:

19. İmam-ı Şaranî, Uhudü’l-Kübrâ’sında bu hadîsin şerhinde cumayı kasden terkedenle­rin Allah’a âsi olduklarını, bu gibi kimseleri ikaz etmek gerektiğini, aksi halde ikaz vazifesini yapmayan Müslümanların da günaha girmiş olacaklarını beyan eder.

20. Elmalı’lı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c. VlI, s.4984.

 

Kaynak: https://mehmedkirkinci.com/

 

Nurnet.org

Dar-ul Harple Alakalı 2

“Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kafirdirler.

Günümüzde bazıları, Mâide sûresinde geçen “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kafirdirler.” mealindeki âyete istinad ederek, ehl-i kanun ve idareyi tekfire cür’et ediyor, onlara kâfir diyorlar. Bu iddiaların bir hakikatı var mıdır?

Günümüzde bazıları, Mâide sûresinde geçen “ve men lem yahkûm..” ilâahir “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kafirdirler.” mealindeki âyete istinad ederek, ehl-i kanun ve idareyi tekfire cür’et ediyor, onlara kâfir diyorlar. Bu iddiaların bir hakikati var mıdır? Bu âyet-i kerîmede kasdedilen mânâ nedir?

Şu bir umumi kaidedir ki, herhangi bir hakikata vâsıl olmakta en sağ­lam, en müstakim yol, cumhurun, yâni o sahada salahiyetli âlimlerin ittifakını esas almaktır; onların fikir ve kanaatlarına iştirak etmektir.

Malûmdur ki, ferdin nazarı sınırlı olduğundan şahsî fikir ve anlayışlarda hataya düşülmesi daima muhtemeldir. Zira, fert mahdut olan fikriyle mutlak hakikati her yönüyle ihata edemez; hakikatın sadece bir tarafını bulur, ifrat ve tefrite düşer. O halde en sağlam yol ferdî yorumlara değil, müfessirlerin icmaına uymaktır. Evet, Cumhur-u ulemânın nazar ve basireti muhîtdir; hakikatları bütün cepheleriyle kuşatıp ihata eder. Onlar, içtihad ve istihraç­daki yüksek kabiliyetleri ve fikrî dirayetleri yanında amelde, ihlâsda, ittika ve salâhatta da mümtazdırlar. Tefsirlerinde, şahsi arzu ve garazlardan, siyasi lekelerden, meşrep ve meslek taassubundan şiddetle kaçınmışlar, sa­dece ve sadece Allah rızasını esas maksat edinmişlerdir. Kurân’a bihakkın ayine olmuşlardır. Onların fikirlerine hürmet elzem olduğu gibi, görüşlerine muhalefet de büyük bir hatadır.

Yazdıkları tefsirler asırlardan beri âlem-i İslâm’ın bütün medreselerinde tedris edilmiş, tefsir ve beyanları üzerinde icma hâsıl olmuştur. Buna binaen biz de, müfessirîn-i îzâm’ın, zikredilen âyet-i kerime hakkındaki beyanlarını nakletmekle iktifa edeceğiz.

Bahse konu olan mezkûr âyet-i kerîme ve onu takip eden iki âyet, bü­tün müfessirlerin ittifakiyle ehl-i kitaptan olan Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Hepsinin görüş ve rivayetleri bu noktada birleşmektedir. Ancak bu üç âyet hakkında müfessirlerin ihtilâfları, âyetlerin “umum” ve “husus” ifade etmesi cihetindendir.

Müfessirlerin ekserisine göre, bu âyet umumî değil hususîdir; Tevrat’ın hükümlerini tebdil ve tağyir eden Yahudilere mahsustur; Müslümanlara şü­mulü yoktur.

Bir kısım müfessirler de, âyetin hükmünü sadece ehl-i kitaba değil bütün Müslümanların “Allah’ın inzal ettiği hükümleri inkâr etmeleri halinde” bu âyetin şümulüne gireceklerini beyan etmişlerdir. “Kur’an’ın hükümle­rini tasdik ettiği halde, onunla hükmetmeyen Müslümanların ise, kâfir değil, ancak günahkâr olacaklarını” ifade buyurmuşlardır.

Âyete Yanlış Mânâ Veren Hariciler

Müfessirlerin bu beyanlarına, bütün İslâm tarihinde, sadece ehl-i sün­net itikadından ayrılan Haricîler karşı çıkmışlar ve günah işleyen her Müs­lümanın küfre gireceğini iddia etme cür’etinde bulunmuşlardır.

Müfessirlerin mezkûr âyet-i kerime hakkındaki beyanlarına girmeden önce, birkaç noktanın açıklanmasında fayda vardır.

BİRİNCİ NOKTA: Haricîler bu âyet-i kerîmeyi Ehl-i sünnet itikadına mu­halif şekilde tefsir ederek İslâm’a ilk anarşiyi ve kargaşayı sokmuşlardır. Haricîler meşhur hakem hâdisesinde, Allah’ın hükmüyle hükmetmedikle­ri gerekçesiyle, başta Hz. Ali olmak üzere, Hz. Muâviye, Amr İbnü’1-Âs, Ebûl-Mûsâ el-Eş’arî’ye ve Cemel vakasına karıştıklarından dolayı Aşere-i Mübeşşere’den Hz. Zübeyir, Hz. Talhâ ve Hz. Âişe (R.A.)’ye ve taraftarla­rına -hâşâ, bin defa hâşâ- “siz kâfir oldunuz” dediler. “Onlar oturdukları meclislerde hep halifelerin ve taraftarlarının söz ve fiillerini inceler, kimin kâfir, kimin mü’min olduğunu müzakere ederlerdi. 1 Bu fırkanın itikadına göre, “Kur’ân’ın hükmüyle hükmetmeyen kimseler kâfir olurlar. Günahlar da Allah’ın inzal ettiği hükümlerden olmadığı için büyük gü­nahları irtikâp eden bir kimsenin kâfir olması lâzım gelir.” Yani, bu bâtıl (bozuk) itikada göre, Peygamberimizin ümmetinde Müslümanlık, sadece Haricîlere ve büyük günah işlemeyen bir grub müstesna insana münhasır kalmış oluyor. Ebû Said-il Hudrî {R.A.)’den gelen bir rivayette Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Sizin içinizde öyle zümreler türeyecektir ki, siz onların na­mazlarının yanında kendi namazlarınızı, onların oruçlarının yanında kendi oruçlarınızı, onların iyi işleri yanında kendi sâlih amellerinizi küçük göreceksiniz. Onlar Kur’ân da oku­yacaklar. Fakat Kur’ân(ın feyzi) onların hançerelerini (bo­ğazlarını) geçmeyecek. Onlar okun avdan (delip) çıktığı gibi dinden çıkacaklar.”2

Hadîs sarihleri bu hadîste kastedilen zümrenin Haricîler olduğunu be­yan etmişlerdir. Hz. Ali (R.A.)’den rivayet edilen diğer bir hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyurmaktadır:

“Ahir zamanda yaşları küçük, tecrübeleri kıt bir züm­re yetişecek. Onlar Peygamber’in tebligatından bahsede­cekler. Fakat bunlar (şiddetle atılan) okun avı delerek avdan sür’atle çıktığı gibi İslâm dininden hemen çıkıve­recekler. Siz (devlet yetkilileri) bunlara nerede rastlar­sanız hemen öldürünüz. Çünkü bunlar bozguncudurlar.  Bunları öldürmekte (vatan ve millet maslahatı olduğu için) öldüren kişiye kıyamet gününde ecir ve sevap var­dır.” (Buhâri, IV/179)

Devlete isyan eden ve anarşi çıkaran herkes bu hadîs-i şerife mâsadaktırlar. Nitekim Şehristanî, Haricîliğin Hz. Ali’ye karşı huruç eden­lere münhasır olmadığını, her ne zaman olursa olsun devlete karşı çıkanla­rın Haricî olduklarını beyan etmiştir. 3

İmam Nevevî de bu hadîsin şerhinde, Haricîleri ve bağîleri öldürmenin vâcib olduğunu, bunun icma-ı ulemâ ile sabit olduğunu ifade eder. Bahsin devamında ise şöyle der:

“Gazi dedi ki; ulemâ şu hususda icma ettiler: Haricîler, onlara benzeyen ehl-i bid’a, hükümete isyan edenler, Emir üzerine huruç ile cemaatın re’yine muhalefet edip şakkul-asa (bölücü­lük) yaparlarsa, nasihat ve tehdit etmenizden sonra sizi dinlemezlerse, onları öldürmeniz vâcib olur.”4

Behçetü’l-Feteva’da, Bugat (devlete isyan) bahsinde şöyle buyurulur: “Ehl-i harbi hangi silâhla öldürüyorsanız, devlete isyan edenleri de aynı silâhlarla katletmeniz caizdir.” Devamında, “bunların kıtali farz­dır” denilmekte ve delil olarak Hücurat sûresinin 9’uncu âyeti zikredilmek­tedir. Daha sonra, Zeylâî’nin de bu âyeti delil tutarak, “bunları öldürme­nin vâcib olduğunu söylediği” kaydedilmektedir. 5

Elmalılı Hamdi Efendi de söz konusu âyet-i kerîmenin tefsirinde şöyle buyurur:

“…bağiy (yani isyan) tahakkuk edince, ona karşı ulü-l emre yardım, cihadda olduğu gibi, umuma teveccüh eden bir vecibe olur.”6

İKİNCİ NOKTA: “Neden Yahudiler Tevrat’la hükmetmeyince kâfir oluyorlar da Müslümanlar Kur’ân’la hükmetmedikleri zaman kâfir olmuyorlar?” diye iddia edilemez. Çünkü Yahudiler Tevrat’la hükmetme­mekle kalmayıp Tevrat’ın mefhum, kelime ve ibarelerini değiştirdiler. Kendi arzularına göre âyet uydurarak yazdılar. Meselâ, Bakara sûresinin 59’uncu ve A’raf sûresinin 162’inci âyet-i kerîmelerinde, Yahudilerin Tevrat’ın âyetlerini değiştirdikleri beyan buyurulmaktadır. Şöyle ki;

“Tövbe ettik” mânâsına gelen “hıtta” kelimesini alaya almışlar ve “buğday” mânâsına gelen “hınta”ya çevirmişlerdir.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Kur’ân-ı Kerîmin emriyle “Müellefetü’l Kulûb”a7 verilen hisseyi, Hz. Ömer (R.A.) hilâfeti zamanında gerekli şartların or­tadan kalktığı içtihadında bulunarak, vermeme yoluna gitmiştir. Yine Hz. Ömer (R.A.) kıtlık senelerinde hırsızlık eden kimseler hakkında Kur’ân-ı Azîmüşşân ile sabit olan el kesme hükmünü tatbik etmemiştir. Aca­ba âyetin zahirî mânâsına bakarak, kadısı Hazret-i Ali (R.A.), müşavere hey’eti, Aşere-i Mübeşşere olan Hz. Ömer (R.A.) için “Kur’ân’ın hükmüyle hükmetmemiştir” mi denilecektir?

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Bütün İslâm devletleri raiyetlerini idare etmek için birçok kanunnâme, emirname, talimatname, nizâmnâme çıkarmışlar­dır. Meselâ, Peygamber Efendimizin medh ü senasına mazhar olan Sultan Fatih de nizâmnâme hazırlamıştır. Şimdi, bütün bu zatlara âyetin mücerred lügat mânâsından hareket ederek “Allah’ın inzal ettiği hükümlerle hük­metmemiştirler” mi diyeceğiz?

BEŞİNCİ NOKTA: Cenâb-ı Allah (C.C.)’ın emirleri gibi nehiyleri de Kur’ân ile inzal olmuştur. Binaenaleyh, Allah’ın hükmüyle hükmetmek, Allah’ın bütün emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmakla olur. Şimdi düşünelim. Allah’ın bütün emirlerine uyan ve bütün yasaklarından içtinab eden kaç fert vardır?

Emir ve nehiyler Kur’ân’ın inzal ettiği hükümlerden olduğuna göre gü­nahlara giren ve emirleri tamamıyla yapmayan Müslümanlara ne hüküm verilecektir? Hâşâ onlara da kâfir mi denilecektir? Acaba âyet-i kerîmeye onların anladığı tarzda mânâ verilirse, bu hükümden -kendileri de dahil- hangi Müslüman kurtulabilir?

ALTINCI NOKTA: Fen ve san’atta olduğu gibi din ve maneviyatta da ehl-i ihtisasa itibar etmek lâzımdır ve elzemdir. Dinde ehl-i ihtisas ve sahib-i selâhiyet ise başta Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve Sahâbe-i Kirâm’dır; onların mümessili olan müçtehidler, fukahâ ve ulemâdır. Dine âit hüküm ve hakikatlerde ölçü, mikyas ve mizan onların görüşleridir. Bu görüşlerden ayrılarak münferit hareket etmek, azim bir tehlikedir. Nitekim Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bir hadîs-i şeriflerinde “Kur’ân’ı kendi re’yi ile tefsir eden kâfir olur,” buyurarak mü’minleri böyle bir tehlikeye düşmemeleri hususunda şiddetle ikaz etmişlerdir. Bindörtyüz seneden beri bu ölçüye ria-yet edildiğinden dolayı dinimiz sağlam bir şekilde, bugüne kadar gelmiştir. Bu ölçüye riayet edilmezse, o zaman had ve hesaba gelmez keyfî ve indî görüşler ortaya çıkmaz mı?

Müfessirlerin Bu Âyet Hakkındaki Tefsir ve Beyanları

Müfessirlerin bu âyet-i kerîme hakkındaki beyanlarına geçmeden önce, âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzulünü, yani iniş sebebini belirtelim.

Bu âyetin sebeb-i nüzulü bütün müfessirlerin ittifakiyle Yahudilerin, Tevrat’ın kelimelerini alaya alıp hükümlerini değiştirmeleridir. Yahudiler, Tevrat âyetlerini zenginlere ve fakirlere farklı şekilde uygulamışlar, zina fiiline uygulanan recm cezasını zengin ve itibarlı kimselere kırbaç cezası şeklinde tatbik etmişlerdi. Katlde kimine yarı diyet, kimine tam diyet uy­gulamışlardı. Ayrıca Peygamber Efendimizin (S.A.V.) Tevrat’taki sıfatlarını değiştirmişlerdi.

Sahih-i Müslim’in Berâ bin Âzib (R.A.)’den rivayet ettiğine göre, Pey­gamber Efendimiz (S.A.V.) bu âyet-i kerîmenin ve bunu takip eden diğer iki âyetin Tevrat’la hükmetmeyen Yahudiler hakkında nazil olduğunu be­yan buyurmuştur. (Bu âyet-i kerîmeyi takip eden iki âyetten birincisinde Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin zalim oldukları, ikincisinde de fâsık oldukları beyan buyurulmaktadır.)

Kur’ân-ı Kerim’in en selâhiyetli müfessiri Resûlüllah (S.A.V.) olduğuna göre O Kur’ân-ı Kerîm’e âit herhangi bir beyanda bulunursa artık hangi mü’minde tereddüt, şek ve şüphe kalabilir!..

İbn-i Abbas (R.A.) âyet-i kerîmenin umuma değil de Yahudilere has olduğunu ifade ile “Yahudilerin Tevrat-ı Şerifteki ahkâma âit ayetleri gizlemeleri sebebiyle küfre gittiklerini” beyan etmektedir.

Herkesçe malûm olduğu üzere İbn-i Abbas (R.A.)’ın tefsiri, sahabenin takdir ve tahsinine mazhar olmuş ve umum sahabeler içerisinde hüsn-ü ka­bul görmüştür. Bu ise sahabenin icmaı demektir. Şühpesiz ki, Peygamber Efendimizden (S.A.V.) sonra Hak yolunda mutlak rehber sahabelerdir. Zira, Peygamber Efendimiz (S.A.V.):

“Benim sahabelerim yıldızlar gibi­dir; hangisine iktida ederseniz hidâyet bulursunuz.”

diye onları tezkiye etmiştir. Binaenaleyh, başta İmam-ı Mâlik ve Hanefî mezhebinden birçok fukahânın beyanına göre, sahabenin bir şeyi kabul etmesi bizim için hüc­cettir. Bilhassa Hulefâ-i Raşidîn, İbn-i Abbas, İbn-i Mes’ûd, Muaz bin Cebel (R.A.) ve emsalini taklid etmek dînen vâcibtir. Çünkü onlar derslerini bizzat Hz. Resûlüllah (S.A.V.)’dan aldıkları için hem ittika ve salâhatta, hem ilim ve fazilette, hem de Kurân-ı Kerîm’i anlamada herkesten ileridirler. Öyle ise Kur’ân’ın te’vil ve tefsirinde selâhiyet sahibi en başta onlardır.

Pek çok sahabe de İbn-i Abbas’la aynı görüşü paylaşmaktadır. Mese­la, Resûlüllah (S.A.V.)’ın sır kâtibi Hz. Huzeyfe bin Yemân (R.A.)’dan bu âyetin Yahudiler hakkında nazil olup olmadığı sorulduğunda “Yahudiler hakkında nazil olduğunu” söylemiştir.

Nitekim Ashâb-ı Kirâm’dan Abdullah İbn-i Mes’ûd (R.A.) da şöy­le demektedir:

“İster Müslüman, ister Yahudi olsun, her kim Allah’ın hükmünden başka bir hükümle, helâl itikad ederek, hükmederse işte o, kâfirlerin tâ kendisidir. Ama haram işlediğini bilerek böyle bir hüküm verirse günahkâr ve fâsık olur. Artık onun durumu Allah’a kalmıştır. Dilerse azab eder, dilerse bağışlar.”

Câbir bin Zeyd, İbn-i Ebû Zaide ve İbn-i Şübrüme de İbn-i Mes’ûd’la aynı görüştedirler. Tabiînin muhakkiklerinden Hasan-ı Basrî, İkrime, Tâvis, Şâbi, Nuhas ve Dahhâk da âyetin bu mânâya geldiğini delillerle beyan etmişlerdir.

Fahr-i Râzi Hazretleri bu âyet-i kerîmenin tefsirinde şöyle buyurmakta­dır:

“Bu âyette iki mes’ele vardır. Birinci mes’ele, bu kelâmdan maksat zina edenlere verilen had cezasını değiştirmeye cür’et etmemeleri için Yahudileri tehdittir. Yani, onlar Tevrat hakkında sarih âyet olan İlâhî hükmü inkâr ederek, bu hüküm bize farz değildir, dediler. İşte bunlar mutlak kâfirdirler, hiçbir veçhile mü’min ismine lâyık değildirler.”

“İkinci mes’ele, Haricîler Allah’a isyan eden herkes kâfir olur dediler. Mezheb imamlarının hepsi bu hükme karşı çıktılar. Haricîler bu âyeti delil getirerek, bu âyet Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen herkesin kâfir olduğunu açık olarak ifade etmektedir, günah işleyen bir kimse de Allah’ın hükmüyle hükmetmediğine göre onun da küfrü vâcibtir dediler.”

Fahr-i Râzî, bu tesbitten sonra kelâm ve tefsir âlimlerinin ve onlara iş­tirak eden diğer bazı ulemânın Haricîlerin bu şüphesine karşı verdikleri cevapları zikretmekte ve en son olarak da Hz. İkrime (RA.)’nin cevabını naklederek, “Sahih cevap işte budur, en iyisini Allah bilir.” demektedir.

Hz. İkrime (RA.)’nin cevabı:

“Cenâb-ı Hakk’ın bu hükmü, ancak ve ancak hem kalbi, hem de lisanıyla inkâr edenlere şâmil olur. Herhangi bir kimse, Allah’ın hük­münü kalbiyle bilip, lisanıyla ikrar ettiği hâlde, bu hükmün zıddıyla amel ederse, o yine Allah’ın hükmettiğiyle hükmetmiştir. Lâkin o hük­mü yerine getirmeyi terketmiştir. Böyle bir kimse bu âyetin şümulüne girmez.”

Ebûssuud Efendi, bu âyet-i kerimeden bir önceki âyet-i kerimede, Cenâb-ı Hakk’ın Yahudi reislerine ve âlimlerine hitaben, “benim âyetlerimi az para ile satmayın” buyurduğunu nazara verir ve âyetteki iştira (sat­ma) kelimesinin değiştirme mânasına geldiğini ifade ile tefsirine şöyle de­vam eder:

“Yahudiler Tevrat’ın âyetlerini hafif gördüler (alaya aldılar), Tevrat’ı değiştirmekten men edildikleri halde, âyetlerin hilâfına hüküm getirerek kendi uydurdukları bu hükmü (hâşâ) Allah’ın inzal ettiğini iddia ettiler. Bu yüzden onlar kâfirlerin tâ kendileridirler.”

Bugün de birisi kalkıp Kur’ân’ın âyetlerini hafife alsa, yahut inkâr etse, yahut âyet-i kerîmeleri değiştirerek yerlerine kendi aklınca âyetler uydursa, elbette o da kâfir olur. Lâkin, öyle bir cürüm işlemediği ve Kur’ân’ın hak kelâmullah olduğunu kabul ettiği halde, âyetin hilâfına hareket etse, kafir olmaz.

Âlûsi, Haricîlerin bu âyet-i kerimeyi delil getirerek, günah işleyenlerin kâfir olduklarına hükmettiklerini kaydederek, cevaben şöyle buyurur:

“Bu âyetin zahirine bakarak günahkârların küfrüne hükmedilmez. Her ne kadar hüküm hem kalbe, hem de lisana şâmil ise de bu âyetteki hükümden maksat kalbin hükmüdür. Kalbin hükmü ise tasdikdir. Tas­dik etmeyerek Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin kâfir oldukların­da zaten ihtilâf yoktur.”

Yani, Âlûsî’ye göre, bu âyete dayanılarak bir kimseye kâfir denilebil­mesi için, o kimsenin Allah’ın hükmünü inkâr etmesi lâzımdır. Allah’ın hükmünü kalben tasdik eden bir kimse, fiiliyle o hükme muhalefet ederse, ona kâfir denilemez, yani hükümde esas olan kalbin tasdik edip etme­mesidir.

Âlûsî devamla İbn-i Abbas’tan şu hadîs-i şerifi nakleder:

“Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler ‘kâfir olurlar’, ‘zalim olurlar’, ‘fâsık olur­lar’ mealindeki ayetleri Cenâb-ı Hak ancak Yahudiler için inzal etmiş­tir.”

İbn-i Cerir’in nakline göre, Ebû Salih, sûre-i Mâide’deki bu üç ayetin ehl-i İslâm için olmadığını beyan etmiştir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk’ın Yahudileri bu üç sıfatla (kâfir, zalim, fâsık) tavsif etmesi muhtelif cihetler iledir. Şöyle ki, Tevrat’ın âyetlerini inkâr etmeleri cihetiyle kafir sıfatıyla. İlâhî hüküm yerine başka bir hüküm koymaları cihetiyle zalim sıfatıyla, hak yoldan ayrılmaları cihetiyle de fâsık sıfatıyla sıfatlandı.
Son devrin büyük mütefekkir ve müfessirlerinden merhum Elmalık Hamdi Efendi de Âlûsî’yi te’yiden şöyle demektedir:

“Küfürleri hükm-ü İlâhî’yi inkâr ve istihkar etmelerinden, zulümle­ri miyar-ı hak olan hükm-ü İlâhî’yi atıp başka ahkâm ile hükmettikle­rinden, fıskları da hükm-ü Hakk’dan huruç eylediklerinden dolayıdır.”

Yine asrımızın selâhiyetli âlimlerinden Ömer Nasuhî Efendi, bu âyeti şöyle tefsir etmektedir:

“(… ve her kim Allahü Teâlâ’nın indirmiş ol­duğu) ahkâm-ı şer’iyye (ile hükmetmezse) onu inkâr, ona ihanet ve gayr-i muvavffak olduğuna kail bulunarak hilâfına hükme cür’et eyler ise (işte onlar) o gibi cür’ette bulunanlar (kâfirdirler); artık ahkâm-ı İlâhiye’ye muhalefetin ne kadar mes’uliyete calip bir hareket olduğunu düşünmelidir. İşte Tevrat’taki hükümleri kasden tağyir ve tebdil etmiş olanlar hakkında böyle bir tehdid-i İlâhi tecelli etmiş bulunmaktadır.”

Hülâsatü’l-Beyan tefsirinin müellifi Vehbi Efendi de tefsirinde bu mev­zuda şu malûmatı vermektedir:

“Âyetin (âhirindeki hükm-ü îlâhiye razı olmayanların kâfir olduklarını) beyan etmektedir. Zira sarih ve açık nassı ve ahkâmını inkâr cem’i-i enbiyânın şeriatlarında da küfürdür. Binaena­leyh Allah’ın inzal ettiği ahkâmı ile hükmetmeyip tağyir edenlerin iman ismine lâyık ve müstehak olmadıklarına beyanla ahkâmı tağyirin cezası pek ağır olduğuna işaret olunmuştur. ‘Bu âyetin zahirine nazaran fâsıkın kâfir olması lâzım gelir. Zira fâsık, irtikâp ettiği fıskda ahkâm-ı İlâhiye’nin hilâfına ihtiyar etmiştir.’ demekle Havâriç taifesi fâsıkın küfrüne bu âyetle istidlal etmişlerse de Fahr-i Râzî’nin beyanı vechi ile onlara şöyle cevap verilmiştir:

‘Gerçi fâsık fıskıyla Allah’ın ahkâmının hilâfına irtikâp etmişse de bu lisanında ve zahirde olup kalbiyle o ahkâmın hakkaniyetini tasdik ve işlediği fıskın günah olduğunu itikad ettiğinden kâfir olmaz. Çünkü kü­für hak olan ahkâmı kalbi ile inkâr ve lisanı ile reddetmektir. Fâsık, kalbi ile tasdik ettiği için mü’mindir. Fakat imanla beraber ahkâm-ı Şeriatın hi­lafı ile hükmetmek, sair günahları işlemek kabilindendir.’

“Bu âyette birçok tevcihat varsa da esaslı olan tevcih budur. Eğer âyette maksat bu olmazsa Kur’ân’ın hilâfında bir şey irtikâb edenlerin kâfir olmaları lâzım gelir hal­buki hak olduğuna imanla beraber, hilafını irtikap küfür değildir ve ola­maz. Çünkü bilimum günahlar Kur’an-ın hilafıdır. Günahtan hali bir fert tasavvur olunamaz. Eğer her günahı irtikâp eden kâfir olsa, âlemde mü’min bulunmamak lâzım gelir. Bu ise batıldır. Binaenaleyh Ebûssuud Efendi’nin tefsiri ile Fethü’l-Beyan’da: Allah’ın inzal ettiği ahkâm ile hükmetmemek, istihfaf ve istihlâl veya inkâr tariki ile hilâfında hükmün küfür olacağı ve hak olduğunu tasdik ve ikrarla beraber hilafından hükmün küfür olmadığı beyan olunmuştur.”

Hülâsa, bütün Ehl-i sünnet ulemâsı bu âyetin Yahudiler hakkında nazil olduğunu beyan etmiş ve bu âyetin (hükm-ü İlâhî’yi kabul ettiği halde, ona muhalif hareket eden) Müslümanlara şümulü bulunmadığında ittifak etmişlerdir. Biz yukarıda bu beyanlardan maksadımıza kâfi gelecek kada­rını zikrettik. Yine başta beyan ettiğimiz gibi, bu fikir Ehl-i sünnete karşı, Fırak-ı dâlleden olan Haricîler tarafından ortaya atılmış ve Ehl-i sünnet ulemâsınca tamamen hata ve yanlış olduğu isbat ve izah edilmiştir. Bunun­la beraber, yer yer ehliyetsiz kişilerce, Haricîlerin bu fikrinin bilerek veya bilmeyerek ortaya atıldığı görülmüştür. Nitekim, Osmanlı’da Meşrûtiyet döneminde kanun-u esasî görüşülürken, bir takım kimseler bu âyeti delil getirerek, mezkûr kanunu çıkaranları tekfir ve tadlile cür’et etmişlerdir. On­ların bu hatalı görüşlerine karşı Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri şöyle mukabelede bulunmuştur:

“Maatteessüf sû-i tesadüf ile hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifratın bir kısmı, Arapdan sonra İslâmiyetin kıvamı olan Etrak’i (Türkleri) tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o denli te­cavüz etti ki ehl-i kanunu tekfir ederdi. 30 sene evvel olan kanun-u esasiyeyi ve hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi.” 

“Ve men lem yahküm bimâ enzelâllah” ilâ âhir hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki “men lem yahküm” bilmânâ “men lemyusaddık”dır.”  (Yani Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyişi, Allah’ın indirdiğini tasdik et­meyişinden ileri geliyorsa kâfirdir.)

Kanaatımızca her devirde olduğu gibi, bu gün de mezkûr âyet-i kerîmeye yanlış mânâ verenler, Ehl-i sünnete muhalefet etmekten ve Haricîlerin bâtıl ve isyankâr fikrini ihyaya zorlanmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.

Dipnotlar:

1. bk: Ahmet Emin, Fecrü’l-lslâm, s. 372.
2. Müslim, Kitabü’z-Zekât, etil, s.112; Zeylaî, Buğat Bahsi, c.lll, s. 294; Buhârî, Alâmet-i Nübüvvet Bahsi, c.lV. s. 179.
3.  Şehristanî, Milel ve Nihal, Havâric Bahsi.
4.  İmam Nevevi, Müslim Şerhi, Havâric bahsi.
5.  Muhammed Fakihü’1-aynî, Behçetü’l-Feteva, 197.
6.  Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c.VI, s.44, 64.
7. Müellefetü’l-Kulûb: Asr-ı Saâdet’te kalbleriniln İslâmiyete ısınması için kendilerine zekât verilerek, farklı muameleye tâbi tutanlar.

Kaynak: https://mehmedkirkinci.com/

 

Nurnet.org

Darü’l-harple Alakalı 3

Türkiye’nin “Darü’l-harb” olduğunu iddia edenlere ne dersiniz?

Darü’l-Harb ve Darü’l-İslâm nedir?

Önce Darü’l-Harb ve Darü’l-îslâm mefhumlarının tariflerini vermekte fayda görüyoruz. Ö. Nasuhî Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fık­hiyye Kamûsu’nda Darü’l-İslâm ve Darü’l-Harb’i şöyle tarif eder:

“Darü’l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslü­manların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadaa bulunma­yan gayr-i müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yer de Darü’l­ Harb’tir.”8

Sadece bu tarifler dahi dikkatle mütalâa edilirse Türkiye’nin Darü’l İslâm olduğu ve bu vatana Darü’l-harb diyenlerin bu iddialarında hiçbir hakikat payı bulunmadığı açıkça anlaşılır.

Zaten bu mevzuda ortaya atılan görüşler mücerret iddia olmaktan ileri gi­dememiştir. Bir delile dayanmayan, hakikat payı olmayan mücerret iddiala­ra ise itibar edilmez. Her ilimde olduğu gibi şer’î ilimlerde de mes’elelerin kesin delillere istinad etmesi asıldır. Ve yine her ilimde hüküm, o sahanın mütehassıs âlimlerine aittir. Şer’î ilimlerin mütehassısları başta dört büyük mezhebin imamları olmak üzere müctehidler ve fıkıh âlimleridirler. Bu se­beble kim olursa olsun din adına konuşan bir kimse müçtehidin-i İzâm’ın içtihadlarını, fıkıh âlimlerinin fetvalarını aynen intikal ettirmek mecburiye­tindedir. O zevat-ı kiramın fikirleri bütün zamanlara kafi ve vâfidir. Tarihçe sabittir ki, bugüne kadar müçtehidin-i izam hazretlerini hiçbir kimse aşa­mamıştır. Kendilerinden sonra gelen hiçbir müdakkik âlim, onlara müsavat iddiasında bulunmadığı gibi, bu asırdaki bir takım haddini mütecavizler de ortaya mücerred iddiadan başka bir şey koyamamışlardır.

Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve Hanefî mezheblerinin “Darü’l-Harb” ve “Darü’l-İslâm” hakkındaki hükümlerini izah edelim:

Safi Mezhebine Göre Darü’l-Harb

Şafiî mezhebine göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi ol­sun Müslümanlar tarafından zaptedilmiş ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar “Darü’l-İslâm”dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hattâ Müslümanlarla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de “Darü’l-Harb” değildir. 9

İmam Şafiî’nin içtihadı açık ve te’vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye, Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semer­kant, Kırım bile “Darü’l-Harb” değil, “Darü’l-İslâm”dır. İmam-ı Şafiî’ye göre, bir diyarın “Darü’l-Harb” olması için, Müslümanların idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.

Hanefi Mezhebine Göre Darü’l-Harb

Hanefî mezhebinde, bir “Darü’l-Harb”, ahkâm-ı İslâm’ın bazısının icrası ile “Darü’l-İslâm’a inkılâp eder.10 Bu hususta ittifak vardır. Bir “Dar-ı İslâm”ın, “Dar-ı Harb”e inkılâp etmesi hususunda ise iki ayrı gö­rüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi İmamı A’zam Hazretlerine diğeri ise, İmameyn’e (İmam Muhammed ve İmam Ebû Yûsuf) aittir.

İmam-ı Azam’a göre “Darü’l-İslâm”ın “Darü’l-Harb”e inkılâp edebil­mesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, “Darü’l-İslâm”dır. “Darü’l­Harb” değildir.

1. İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edile­cek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği, meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara “Darü’l-Harb” denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur:

“Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamıyla açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat’î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A’zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamıy­la ehl-i küfürde olmasına itibar eder.”11

Yani, bu şartın tahakkuku için bir İslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şekilde ka­firlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimiyetinde bir noksanlık olursa orası “Darü’l Harb” olamaz. Nitekim yukarıda da zik­rettiğimiz gibi sadece cuma ve bayram namazlarının ifa edilmesiyle orası “Darü’l-İslâm” olur. Ve yine fukahadan İsticabî’nin içtihadına göre, “Bir diyarda İslâm’ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa o diyar ‘Darü’l-İslâm’dır.”

İbn-i Âbidin’e göre, “Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müş­riklerin ahkâmı birlikte icra edilirse orası yine “Darü’l İslâm’dır.” 12

Bezzaziye’de, “Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Medine-i Münevvere’ye teşriflerinde, orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu hâlde Resûlüllah Efendimizin (S.A.V.) İslâm icraatına başlamasıyla o belde­nin “Darü’l-İslâm”a inkılâb ettiği” kaydedilir. 13

2. O diyar “Darü’l-Harb”e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı “Darü’l-İslâm”la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar “Darü’l-Harb” olamaz. Çünkü İmam-ı A’zam’a göre “Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlup sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadı, içtimaî, siyasî, ticarî ve an’anevî ilişkilerini de­vam ettirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.”

Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayri müslim­lerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayr-i müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya ve Bulgaristan’daki Müslü­man köyler gibi.) Nitekim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında “dev­let” değil, “belde”, “dar” ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir İslâm devleti, her taraftan gayr-i müslim devletler­le kuşatılmış olsa da, yine “Darü’l-Harb” olmaz.

3. İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslüman­ların veya zımmîlerin (gayr-i müslim azınlıkların) bu güvenlikleri bir kafir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak.

Bu üçüncü şart, ancak, bir İslâm beldesinin kafirlerin istilâsına uğrama­sı halinde geçerlidir.

Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:

“Bir beldede emin bir müslim veya zımmînin kalmış ol­ması, müşriklerin hâkimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i izam, sonradan arız olana değil de asıl olana itibar ederler. Burada asıl olan ise, oranın “Darü’l­İslâm” olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin orada kalmış olması, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar “Darü’l­İslâm” hükmünde devam eder.”14

Şimdi İmam-ı A’zam’m öne sürdüğü bu üç şartı bir misâl ile izah ede­lim.

Daha önce bir İslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hıristiyanlar ta­rafından işgal edilmiştir. Müslümanların hiçbir cihetle mal ve can güven­liği kalmamış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edilmiştir. Bu ülkenin hiç­bir İslâm ülkesi ile de sınırı yoktur. İmam-ı A’zam’ın ileri sürdüğü üç şart Endülüs’te birlikte tahakkuk ettiği için orası “Darü’l-Harb”dir.

İmameyn ise, “Darü’l-İslâm”ın “Darü’l-Harb”e inkılâp etmesini Ora­da şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayr-i müslimlerîn Müslümanlar üzerinde mutlak galebesine bağlamışlardır. Bu ise bir İslâm beldesinin gayr-i müslimlerce tamamen istilâ edilmesine bağlıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâkimiyeti altında bulunduğu ve içerisinde küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edildiği için, İmameyn’e göre “Darü’l-Harb”dir. Şayet Batum’da herhangi bir İslâm ahkâmına müsaade edilirse, {Bayram ve Cuma namazlarının kılınması gibi) orası yine İmameyn’e göre, “Darü’l­Harb” olmaktan çıkar.

Türkiye’nin Durumu

Şimdi İmam-ı A’zam’ın öne sürdüğü üç şartın memleketimiz için geçerli olup olmadığım inceleyelim:

Memleketimiz -lillâhühamd- asırlardan beri “Diyar-ı İslâm”dır. Bu keyfiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelâta taallûk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlâk ve ibadete âit hükümler açıkça ve serbest­çe ifa edilmektedir. Kaldı ki muamelâta taallûk eden hükümlerin de bü­yük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanunî bir engel yoktur. Devletimiz bir kısım dinî hizmetleri bizzat deruhte etmiş ve bu hizmetleri yürütmek üzere “Diyanet İşleri Başkanliğı’nı kurmuştur. Vaizler kürsü­lerden dini telkin etmekte, İslâm’ı anlatmaktadır. Bütün vilâyet ve kazalar­da fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur’ân Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak varlığını devam ettirmektedir. Binler­ce cami ve mescidlerde, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, vakit namazları, Cuma ve Bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müslümanlar hac ve umre ibadetini yapabilmektedirler. Kur’ân-ı Kerîm’in ve İslâmî eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapılmaktadır. Dinî bay­ramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir. Müslümanlar evlâtlarına istediği ismi koyabilmekte, hatim duası, mevlüt, sünnet düğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulması mec­bur tutulmuştur. Devletin açmış olduğu yüzlerce İmam-Hatip Okulu ve dinî yüksek okullardan, din adamı yetişmektedir. İslâm ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyonlarında dinî programlar halka tak­dim edilmekte, özellikle mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu prog­ramlar yoğunlaştırılmaktadır.15

Bu hale göre, İmam-ı A’zam’ın zikrettiği birinci şart, yani “Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbiki şartı” Türkiye için kesinlikle bahis konusu değildir. Zaten İmameyn’in sözünü ettikleri birinci şart, İmam-ı A’zam’ın birinci şartıyla aynıdır. İkinci şart olan “gayr-i müslimlerin Müslüman­lara yüzde yüz galebesine” gelince, Müslüman milletimiz, elhamdülillah, Rusya, Yunanistan yahut Bulgaristan’daki Müslümanlar gibi gayr-i müslim bir devlet tarafından idare edilmemektedir. Bu milletin idarecileri bu millet­tendir ve onun bağrından çıkmıştır. Kısacası, bu millet kendi kendini idare etmektedir.

İmam-ı A’zam’ın ileri sürdüğü ikinci şarta gelince, bu şart da Türki­ye için mevzu bahis olamaz. Memleketimizin sınırlarının büyük bir kısmı İslâm devletleriyle muttasıldır. Kaldı ki, ikinci şartla ilgili izahlarımızdan da kat’î anlaşılacağı üzere Türkiye’nin her tarafı, faraza, gayr-i müslim devlet­lerle de kuşatılsa, Türkiye yine “Darü’l-Harb” olmaz. Zira, Türkiye müs­takil bir devlettir, kendini müdafaa edecek güçtedir ve istiklâliyetini devam ettirmektedir.

Üçüncü şart da memleketimiz için kesinlikle düşünülemez. Evvelâ mil­letimiz bir yabancı devletin idaresi altında değildir ki eman şartından yani mal ve can güvenliklerinden söz edilebilsin. Memleketimizde azınlıkların dahi mal ve can güvenlikleri ve ibadet hürriyetleri mevcuttur. Bir gayr-i müslim devlette eman ile yaşayan bir tek müslimin dahi mevcudiyeti, o beldede müşriklerin tam hâkim olmadıklarına delil sayılırken, elli milyon Müslümanm emin olarak yaşadığı bu memlekete “Dar-i Harb” denileme­yeceği güneş gibi zahir ve bahir bir hakikattir.

Elhasıl: Yukarıdaki izahlarımızdan anlaşıldığı gibi, İmam-ı A’zam Hazretleri’nin ileri sürdüğü üç şartın hiçbiri Türkiye için bahis konusu değildir. Zaten Şafiî mezhebine göre, daha önce Müslümanların hük­mettiği bir belde, (Rusya’nın birçok kısımları, Kırım, Kafkasya, Buhara, Semerkant, Endülüs) kıyâmete kadar “Darü’l-İslâmdır.

Şafiî Fıkhında Darü’l-Harb ile İlgili Bazı Hükümler

“Dârü’l-Küfür’de bulunan Müslüman zayıf olduğundan imanını açıkla­maya gücü yetmezse, Darü’l-İslâm’a hicret etmesi vâcibdir. Eğer güçlü ise, yahut kendisini koruyan aşireti varsa, hicret müstahabdır. Eğer bulunduğu yerde İslâm’ın hâkim olacağını ümit ediyorsa, orada ikâmet etmesi daha efdaldir.”

“Müslüman esir gücü yetiyorsa Darü’l-Küfür’den kaçması gerekir.” Yani dinini izhara gücü yetmiyorsa bu söz konusudur. Nitekim Ravd şer­hinde mes’eleyi böyle kayıtladığı gibi, İbnü’l-Maari İrşâd şerhinde bunu açıkça belirtmiştir.” (El-Envâr, II/362)

“Darü’l-harbde İslâm’ın galebesini ümit ediyorsa, efdal olan orada ikamet etmesidir”şeklindeki beyanın izahı:

Darül-Harb’de dinini izhara gücü yetiyor ve bir fitneden korkmuyorsa, ayrıca hicret etmekle Müslümanlara yardımı sözkonusu değilse ve Darü’l­Harb’de müstakil hayatını yaşayabiliyorsa, oradan hicret etmesi haramdır. Zira orası da bu mânâda bir Dar-ı İslâm’dır. Hicret edince Darü’l-Harb ola­caktır. Şafiî fakîhleri böyle demişler ve İbn-i Hacer de “Görüşleri tercih edi­lir” demiştir. Zira bulunduğu yer, Dar-ı İslâm’dır. Zaten ahalice harbîlerden ayrı olarak İslâmî hayatı yaşayabilen her yer Darü’l-İslâm’dır. Çünkü İslâm yücedir, üstünde yüce yoktur. Fakîhlerin kitaplarından herhangi bir yer için “dar-ı harb oldu” tabirini kullanmaları, şeklendir, hükmen değildir. Yoksa gayr-i müslimlerin istilâ ettiği İslam ülkesinin Darü’l-harb olması gerekir­di. Şafiî hukukçuların buna cevaz vereceğini zannetmiyorum.

Sonra şöyle dedi: Râfiî ve diğer hukukçular, mezheb imamlarımızdan naklen Darü’l-İslâm’ın üç kısım olduğunu söylemişlerdir:

Birincisi, Müs­lümanların sakin olduğu yerdir. İkincisi, savaş yoluyla fethedip yerli ahaliyi cizyeye bağladıkları yerdir. Üçüncüsü ise, önce Müslümanlar sakin olur­ken sonradan kâfirlerin hâkim oldukları yerlerdir. Râfiî, ikinci kısmı izah sadedinde şöyle demektedir:

Bir yerin Dar-ı İslâm olabilmesi için, içinde hiç Müslüman yaşamasa bile, Müslümanların imamının hâkimiyeti altında olması yeterlidir. Üçüncü kısım hakkında ise şunlar söylenebilir: Müslü­manların eski hâkimiyeti Darü’l-İslâm olarak kalması için yeterlidir. Son dönem hukukçuları bunu şöyle açıklamışlardır: Eğer Müslümanları bulun­dukları yerden men etmiyorsa, Dar-ı İslâm’dır: yoksa Dar-ı Küfür’dür. Son dönem hukuçularından nakledilen bu görüş, hem nakil ve hem de di­rayet açısından zayıf ve hakikatten uzaktır. Şafiî hukukçularının kelâmları zikrettiğim şu hususta açık ve kesindir: Dar-ı İslâm olan bir yer, artık son­radan Dar-ı Küfür olamaz.(a.g.e.)

“Kurretu’l-Ayn bi-Fetâvâ Ulemâi’l-Harameyn” adlı kitapta da “Darü’l­-Küfür”de ikamet eden Müslümanlar dört gruba ayrılmakta ve şöyle denilmek­tedir.

Birinci Grub: Dinlerini Darü’l-Harb’te serbestçe izhar edebilenlerdir. Böylelerinin Darü’l-İslâm’a hicret etmeleri müstehabtır.

İkinci Grub: Bunlar dinlerini serbestçe izhar edebilen, ayrıca ikamet et­tikleri beldede İslâm’a gelişme ve yayılma şansı görenlerdir. Bu durumda olan Müslümanların, bulundukları yerde kalmaları daha iyidir.

Üçüncü Grub: Küfürden imtina etmek ve müstakil davranma imkânına sahip olan Müslümanlar. Bunlar hicret etmekle diğer Müslümanlara her­hangi bir yardım da götürmüş olmayacaklarsa, bunların bulundukları yer­de kalmaları vâcibtir. Çünkü, onların kaldıkları yerleri, onların varlığıyla Darü’l-İslâm’dır, hicret edecek olurlarsa oralar Darü’l-Harb olacaktır.

Dördüncü Grub: Kendilerine dinlerini izhar etme inkânı tanınmayanlar. Bu gruba giren Müslümanların, o yerde kalmaları haramdır, (s. 206)

Darü’l-Harbde Yapılan İbadetler Bâtıl Olur mu?

Darü’l-Harb mes’elesini ileri sürenlerin iddia ettikleri bir husus da İslâm idaresi olmayan bir memlekette yapılan bütün ibadetlerin bâtıl olduğu fikridir.

Bu fikir ve iddianın, hiçbir şer’î delili, dinî mesnedi yoktur. Müslüman, ister Dar-ı İslâm’da olsun, ister Dar-î Harb’de, her hal ü kârda Allah’ın emirlerim yapmak, yasaklarından da kaçmakla mükelleftir. İbadet, insanın yaratılış gayesi, varoluş hikmetidir. Hiçbir hâl, onu, bu ulvî vazifeyi ifadan alıkoyamaz.

İslâmiyetin günümüzde tüm dünyada çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İn­giltere, Almanya, Afrika ve Amerika’da İslâm’a girenlerin sayısının gittik­çe arttığı bilinen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayr-i İslâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanla­rın, inanç ve ibadetlerinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayretleri boş bir çaba olmaktan öteye gidemezdi. Bu ise, gayr-i müslim memleketlerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olunamaz neticesini doğururdu. Daha da ötesi, İslâm’a yeni giren bir kimsenin 16 dinî vecibelerini bir tarafa bırakıp, hükmü altında bulunduğu devleti ele geçirme mücadelesine girmesi gerekirdi. Bu takdirde, Müslüman olmak, iman ve hidâyet mes’elesi olmaktan çıkar, içinde yaşa­dığı devleti ele geçirmeyi amaçlayan siyasî bir faaliyet, ihtilâlci bir mahiyet kazanırdı. İslâm’ın inkişafına, bu telâkkiden daha büyük bir darbe, daha zararlı bir anlayış düşünülebilir mi?

Darü’l-Harbde Günah İşlemek Serbest mi?

Yanlış değerlendirilen bir mes’ele de Dar-ı Harb’de günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telakkisidir. Halbuki günahın hük­mü, Dar-ı İslâm’da da, Dar-ı Harb’de de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve mesuliyeti sabittir. Ancak günahların dünyevî cezalarını, merci olmadığı için Dar-ı Harb’de tatbik etme imkânı yoktur. Dar-ı Harb’de faiz almak gibi bazı haram muamelelerin bazı fakîhlerce caiz olması da, haramların serbestiyetine delil olamaz.17 Zira bu muamele­ler, Dar-ı Harb’de, ancak gayr-i müslimlerle Müslümanlar arasında cereyan eder ve Müslümanların faydasına olduğu takdirde caiz olur. Bu bakımdan, bir müslüman bir gayr-i müslimden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.

Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz:

Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, onlara iman hakikatlarını öğretmek, gönüllerine Allah’ın ma­rifet, muhabbet ve mehafetini nakşetmektir; onlara İslâm’ın esaslarını ta’lim ettirmek, kalb ve dimağlarına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve beraberliği, itaat ve hürmeti, şef­kat ve merhameti te’sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmetleri bı­rakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vâcib olan “Darü’l-Harb” mes’elesini, İslâm’ın en büyük bir mes’elesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzursuz ve kalbleri müşevveş etmekten başka bir şey değil­dir.

Dipnotlar:

8. Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, C.lll, s.394. 
9. Bilmen, Ö.N. a.g.e., c.lll, s. 335.
10. Kuhistani, c.ll, s. 311. 
11. Serahsî, Mebsût, c.X, s.114.
12. İbn-i Âbidin, Dürrü’l-Muhtar Şerhi, c.lV, s.175.
13. Bezzaziye, c.VI, s. 312.
14. Serahsî, a.g.e., c.X, s. 114

15. Aldığımız resmî bilgilere göre, halen din görevlileri fiilî kadrosunda 53.000 kişi çalış­maktadır. 1986 yılı kadrosu 87.000 kişi olarak tesbit edilmiştir. Cami sayısı 54.650, Kur’ân kursu sayısı 3524, müftülük sayısı da 647 adettir. (1985 yılı rakamlarıyla) Bu kayıtlar haricinde köy, nahiye, kaza ve vilâyet merkezlerinde özel Kur’ân kursları, camiler ve vakıf hüviyetinde kurulmuş hizmet müesseseleri de mevcut olup sayıları­nın resmî rakamlara yakın olduğu tahmin edilmektedir. Bütün camilerde yaz ayları esnasında Kur’ân öğretimi yapılmaktadır. Ayrıca 300’ü aşkın İmam-Hatip Lisesi ve çeşitli üniversitelere bağlı ilahiyat Fakültelerinde din adamı yetiştirmek için eğitim hizmetleri ifa edilmektedir, ilk ve orta öğretimde 10 milyondan fazla öğrencinin Din ve Ahlâk Derslerini mecburi ders olarak okudukları da hatırlanırsa; hangi akıl, vic­dan, insaf, böyle bir ülkeye Dar-ül Harb denilmesini tecviz eder, düşünülsün…

16. Mukarrer bir kaidedir ki, Dar-ı Harb’de küfür; Dar-ı İslâm’da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen, Dar-ı Harb’de herhangi bir mahalde, sahipsiz bir ölü bulunsa, o ölü tereddütsüz küfür ehlinden kabul edilir. Götürülüp gayr-i müslim mezarlığına defne­dilir. O ölünün Müslüman olduğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki Dar-ı İslâm’da sahipsiz bir ölü bulunsa, ona hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muamelesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak, İslâm mezarlığına gömülür.

Şu halde, Dar-ı Harb’de ibaredin hükümsüz olduğunu söylemek Müslümanları gayr-i müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koymak, onları gayr-ı müslim muamelesine maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.

17. İmam-ı A’zam ve İmam-ı Muhammed’e göre, Müslüman olmayan bir memlekette bu­lunan bir Müslümanın, Müslümanları aldatıp mallarını çalması veya gasbetmesi caiz olmadığı gibi, gayr-i müslimlerin mallarını da çalması veya gasbetmesi caiz değildir. Çünkü islâm dini müsamaha ve fazilet dini olduğu için, hıyaneti, aldatmayı, gayr-i ahlâkî ve çirkin şeyleri her yerde yasaklamaktadır. Ancak küfür diyarında yaşayan bir Müslümanın gayr-i müslimden faiz almasında beis yoktur. Çünkü onlara göre faiz almak hıyanet sayılmaz, normaldir. (Mezahib-i Erbaa, c.2, s.340)

Şafiî ile Ebû Yûsuf’a göre ise, faiz her yerde yasaktır. Ne İslâm diyarında, ne de küfür diyarında onu almak caiz değildir. Alış verişte, ölçüde, tartıda Müslümanlara gösterilen muameleyi gayr-i müslimlere de göstermek icab eder (Bedayiu’s Sanayî, c.9, s. 4378). Hattâ bir kimse, meselâ Avrupa’ya giderse orada devlete veya şahsa âit bir şey bulursa, onu sahibine vermeye mecburdur (Hidâye, c.2, s.66) (Halil Gönenç, Günümüz Mes’elelerine Fetvalar).

Kaynak: https://mehmedkirkinci.com/

 

Nurnet.org

Dar-ul Harple Alakalı 1

Evvelâ şunu ifade edelim ki, kendini mü’min ve Müslüman olarak kabul eden bir insanın işlediği günahları ileri sürüp, onun küfrüne hükmetmek kolay bir şey değildir. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) İbn-i Ömer’den rivayet edilen şu hadîs-i şerifleri ile mü’minleri bu mevzuda ciddi bir şekilde ikaz etmişlerdir:

“Bir adam Müslüman kardeşine ‘Ey kâfir’ derse, bu söz ikisinden birisine rücû eder. Eğer kâfir denilen kimse ehl-i küfürden ise, bu söz yerini bulmuş olur. Aksi takdir­de bu söz onu söyleyene döner.” (et-Tâc, V/35)

Yine Peygamber Efendimiz (S.A.V.), Ebû Zerr (RA.)’den rivayet edilen bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Her kim bir adama ‘Ey kâfir’ yahut ‘Ey Allah’ın düş­manı’ der de, o adam küfürden veya Allahü Teâlâ’ya düşmanlıktan beri olursa, o sözler döne dolaşa söyleyen adama raci olur.” (age.)

Fukahâ-yı İzam efendilerimiz de bu hususta çok hassas davranmışlar, bir mü’minden küfrü icab eden bir söz (elfâz-ı küfriye) işitilse bile, ihtiyat edilmesi gerektiğini ifade buyurmuşlardır. Mevlâna Ebû Said Hâdimî Haz­retleri şöyle demektedir:

“İnsanların küfrüne yol açan sözler (elfaz-ı küfür) ve irtidadına sebeb olan fiiller fetva kitaplarında zikredil­miştir. Lâkin müftü o lâfı söyleyen, yahut o fiili işleyen kimsenin bu işi küfrü irade ederek yaptığını bilmediği müddetçe, o kimsenin küfrüne hükmedemez. Bir mes’elede yüzde doksan dokuz ihtimalle küfür, yüzde bir ihtimal ile iman mülâhazası söz konusu olsa, müftünün küfür ile hükmetmemesi icab eder.”21

İbn-i Âbidin Hazretleri de taharet bahsinde bu mevzuyu şöyle beyan etmektedir:

“Bir mü’minin küfre girdiği hususunda ittifak halinde yetmiş rivayet bulunsa (yetmiş kişi o kişinin küfre girdi­ğini beyan etse), o adamın küfre girmediğine dair de zaif de olsa bir rivayet bulunsa, müftü ve kadı bu tek kişinin sözünü esas alacaktır.”22

Fetava-i Bezzaziye’de de “Bir mes’elede birçok vecihlerin küfrü icab etmesi, tek bir vechin de küfrü icab etmemesi halinde bu tek veçhe itibar edilmesi gerektiği” belirtilmekte ve “bu mes’elede delillerin çok­luğuna itibar edilemeyeceği” beyan edilmektedir. Yine aynı eserde “bir şahsın küfrünün te’vil götürmemesi için o şahsın, söylediği elfaz-ı küfrü, bizzat küfrü irade ederek söylediğini sarahaten ortaya koy­ması gerektiği” ifade edilmektedir.

İmam-ı A’zam Hazretleri de bu hususta şöyle buyurmuştur: “Bir kimse iman ve İslâm’dan ancak girdiği kapıdan çıkar.” Malûmdur ki, imana girme kalben tasdik ve lisanen ikrar iledir. O halde, imandan da ancak kal­ben ve lisanen inkâr ile çıkabilir.

Hülâsa, bütün fukahâya göre, kendisinden elfâz-ı küfür sâdır olan bir kimsenin küfrüne hükmedilebilmesi için, o şahsın söylediği bu sözü, küf­rü kalben tasdik ve itikad ederek söylemesi gerekir. Yoksa bir Müslüman küfrü icab eden bir sözü gafletinden, yahut bir an hissine mağlûp olarak hiddet ve gadabından söylese, onun küfrüne hükmedilemez. Hatta ekser fukahâya göre bu sözü cehaletinden söylemiş olsa, yine küfrüne hükme­dilemez. Kaldı ki o şahıs o söz ile küfre dahi düşmüş olsa, hemen veya bilahare tevbe etmiş, imanını tazelemiş de olabilir. Feteva-i Bezzaziye’ye göre: “Bir şahsın söylediği elfâz-ı küfrü inkâr etmesi (yani, ben öyle bir şey söylemedim veya bu mânayı kastetmedim demesi) tevbedir.”

Demek ki, bu mes’elede en sağlam yol ihtiyatlı davranmaktır. Aksi halde yukarıdaki hadîs-i şerife mâsadak olma tehlikesi mevzubahistir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de “Sünuhat” isimli eserinde bu mevzuyu şöyle ifade eder:

“…Meselâ: Demiş bu şey küfürdür. Yâni o sıfat iman­dan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zat küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise masume ve imandan neş’et ettikleri gibi imanın reşehatma da hâize olan baş­ka evsafa mâlik olduğundan o zat kâfirdir, denilemez. İlla ki o sıfat küfürden neş’et ettiği, yakînen biline… Zira başka sebebten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde “Şek” var. İmanın vücudunda da “Yakîn” var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez, tekfire çabuk cür’et eden­ler düşünsünler!..”

Bu ifadelerden anlaşılan hakikat şu ki, bir Müslümanı herhangi bir hal ve fiilinden dolayı küfürle itham etmek, son derece cür’etli ve o nisbette de mes’uliyetli bir hükümdür. Zira böyle bir hükmü verebilmek için, işlenen fiilin küfürden neş’et ettiği, te’vili ve izahı gayr-i kabil bir kat’iyet ve ke­sinlikte tebeyyün etmelidir. Küfrü mucip gibi görülen halin, küfürden ileri gelmeyip gaflet, cehalet v.s. gibi başka bir sebebten ileri gelmesi ihtimali, tekfir hükmünü ortadan kaldırır.

Çünkü bu durumda küfrün varlığında şek (şüphe ve tereddütle) be­lirmektedir. İmanm varlığında ise yakîn (kesinlik, kat’iyet) vardır. Kesin hükümler hiçbir şekilde şüphe ve zan ile ortadan kalkmaz. Binaenaleyh mü’minleri basit sebeblerle, vahi emarelerle kolayca tefkire kalkışanlar ne derece büyük hata ettiklerini düşünmelidirler.

Lem’alar adlı eserinde de : “Bazan kelâm küfür görünür. Fakat sa­hibi kâfir olamaz.” buyurur.

Bir mü’min kendisinin küfre düşmesine razı olmadığı gibi başka bir Müslümanın da küfre düşmesine rıza göstermemelidir. Mevlâna S. Receb Hazretleri Tarikat-ı Muhammediye’nin Şerhinde İmam-ı A’zam’ın “Başka­sının küfrüne rıza göstermek küfürdür,” buyurduğunu nakleder. Yine Bezzaziye’de “Bir Müslüman bir Müslümanın küfre düşmesine güler, sevinir, rıza gösterirse kendisi de -Allah korusun- onun durumuna düşer,” buyurulmuştur.

Demek ki, bir kimse cidden tevili mümkün olmayan bir şekilde küfre düşse, Müslümana düşen vazife, onun bu duruma düşüşüne üzülmek, esef etmektir.

Şunu da ifade edelim ki, bir insan başkasının küfrüne hükmetse, ver­diği bu hükümde de isabet etmiş olsa, o insanın imanında, marifetinde, faziletinde hiçbir inkişaf veya terakkiyat olmaz. Eğer hükmünde isabet et­mezse, o takdirde kendisi için büyük bîr tehlike söz konusudur. O halde, bir mü’minin her halükârda ihtiyat edip başkasını tekfire cür’etten şiddetle kaçınması elzemdir.

Tekfire cür’etin kolay bir şey olmadığını, böylece izah ettikten sonra su­alin ikinci şıkkı olan “İslâm’a muhalif beyan ve icraatları görülen in­sanların yönettiği bîr devlete nasıl itaat edilir,” mes’elesine gelelim:

Evvelâ şunu ifade edelim ki, hiçbir sultan (devlet reisi) raiyetine (idare ettiği halka) Allah’a isyanı gerektiren herhangi bir şeyi emredemez. Yani, onun Allah’a isyanı emretme selâhiyeti yoktur. Şayet zulmen emreder­se, bu emre itaat edilmez. Şayet itaat edilse, o zulme iştirak edilmiş olur. Halbuki müminler, zulüm olan bir emre değil itaat etmek, kalben dahi meyil duymamakla mükelleftirler. Bununla beraber mü’minlerin böyle bir durumda isyana gitmeleri de dînen yasaklanmıştır.

Evet, itaat etmemek başka, isyan etmek yine başkadır.

Mes’elenin izahına geçmeden önce, birkaç noktanın açıklanmasında fayda vardır.

BİRİNCİSİ“İslâmiyet selm ve müsalemettir. Dahilde niza istemez.”

İslâm nazarında en azim şer ve en büyük tehlike Müslümanlar arasında fitne ve ayrılık çıkması; cemiyette kargaşa ve anarşinin başlamasıyla millî birlik ve bütünlüğün zedelenmesidir. Zira bu hâl, karşılıklı sevgi ve saygı­nın yok olup yerini kin ve düşmanlıkların almasına; huzurun kaçmasına, kardeş kavgalarına yol açar. Devletin iktisadî, askeri vesair her cihetten zayıflayıp düşmanları karşısında korumasız ve savunmasız duruma düş­mesini netice verir.

İKİNCİSİ: İslâm’da bir şerrin defi, bir faydanın celbinden daha mü­himdir. Bu husus usul-i fıkıhta “Def-i şer celb-i nef a racihtir.” kaidesiyle ifade edilmiştir.

Ayrıca iki şerle karşılaşıldığı takdirde ehvenini, yani zararı en az olanını tercih etmek de yine fıkhın temel kaidelerindendir.

Hareket ve davranışlarımızı bu kaidelere göre ayarlamaya mecburuz. Haklı bir sebebe dayanarak harekete geçip neticenin ne olacağını hiç hesa­ba katmamak; şuurlu, basiretli, ferasetli bir Müslümanın davranışı olamaz. Yapılacak iş, faydadan çok zarar verecekse, onu terketmek elzemdir. Bir şeyi yapmanın hasıl edeceği zarar, terkinden doğacak zarardan büyükse, az olan zararı tercih ederek, o şeyi yapmamak da yine akıl ve hikmetin gereğidir.

ÜÇÜNCÜSÜMazide yaşanan hadiseler, fert ve cemiyet olarak ge­çirilen tecrübeler, istikbale ışık tutan parlak bir aynadır. Tarihte cere­yan eden olaylardan milletlerin alacakları pek çok ders ve ibretler vardır. Yarınlara hazırlanmakta bu tecrübelerden mutlaka yararlanmak, geçmişte düşülen hataların aynını yapmamaya çalışmak elzemdir.

Bu nokta-i nazardan, tarihe ibretle göz gezdirdiğimiz zaman, ecdadımı­zın birlik, beraberlik, bütünlük içinde olduğu zamanlar dünyanın en güçlü devletine sahip olduklarını, cihana âdeta meydan okuduklarını, insanlığa ilim, medeniyet, fazilet dersi öğrettiklerini takdir ve memnuniyetle görürüz. Dahili kargaşa ve fitnelerin çıktığı, devlete isyan ve tuğyanların başladığı zamanlarda da ülkenin kan gölüne döndüğünü, düşman istilâsına maruz kaldığını, istiklâliyet ve hürriyetini kaybettiğini esefle müşahede ederiz.

Bu tarihî realiteyi hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalı, Müslüman­ların birlik ve bütünlüğünü bozucu davranışlardan azami şekilde kaçınma­lıyız.

Devlet Reislerine İtaat Emrinin Hikmeti

Başta Peygamber Efendimiz (S.A.V.) olmak üzere, bütün Ehl-i Sünnet âlimleri, devlet reislerine itaat edilmesi üzerinde ısrarla durmuşlar ve isyanı kesin bir şekilde yasaklamışlardır. Şöyle ki:

Ehl-i Sünnet âlimleri, devlet reislerinin adaletli, idarî, siyasî ve askeri işlerden iyi anlayan iktidar sahibi, dirayetli kimselerden seçilmesi lüzumu üzerinde ittifak etmişlerdir. Böyle liyakatli devlet reislerine itaat, bilittifak vâcibtir.

Ancak, yine ehl-i Sünnet âlimleri cebir ve kuvvet kullanarak zorla ikti­dara gelmiş olan devlet reislerine de, liyakat şartına bakmadan itaati gerekli görmüşlerdir. Onlar, hak ve hakikati daima itaat içinde aramışlar, isyanı hiç bir şekilde tecviz etmemişlerdir.

Çünkü, devlete yapılan isyan, büyük bir fitne ve şerre yol açar. Malûmdur ki, isyan ile ortaya çıkan nifak, kargaşa ve anarşinin kapı­sını kapamak fevkalâde zordur. Hattâ bazen bu kargaşa, milletlerin ve devletlerin hayatına bile mal olabilmektedir.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) mü’minlerin huzur ve sükûnuna, birlik ve beraberliğine büyük ehemmiyet vermiş, umumî asayişin bozulmaması için, devlet reislerinden gelebilecek zulüm ve baskılara karşı ümmetine is­yan etmeyip, tahammül göstermelerini tavsiye etmiştir. Hz. Huzeyfe’den nakledilen şu hadîs-i şerif bu mevzuya ışık tutmaktadır.

“Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimle amel etmeyen hükümdarlar olacaktır.

– Ben buna yetişirsem ne yapayım, yâ Resûlâllah, diye sordum.

– Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alın­sa bile yine dinle ve itaat et, diye buyurdular.” 23

Resûlüllah Efendimizin (S.A.V.) ümmetine, reislerden gelecek haksızlık ve zararlara sabırla mukabele tavsiyesi, onları zulme boyun eğmeye davet değil; bilâkis isyan yoluyla, devlet ve millet bütünlüğünü zedeleyecek daha büyük zulüm ve zararlardan kaçındırmak hikmetine mebnîdir.

Malûmdur ki, Kur’ân-ı Azîmüşşân değil zulüm yapmayı, zulme edna bir meyil ve rıza göstermeyi bile şiddetle yasaklamıştır. Bu bakımdan Sevgili Peygamberimizin, zalim reislere itaat emrini, zulme razı olmak mânasında düşünmek abestir. Bu emir, zulmün define çalışmaya mani de telâkki edil­memelidir. Zira, itaat içinde de zulmü giderecek çeşitli imkân ve fırsatlar, uygun şartlar, meşru yollar bulunabilir. Ancak bütün çabalara rağmen, zul­mü gidermeye itaat içinde meşru bir çare bulunamazsa, cüzi ve şahsî huku­kunu umumun selâmetine, âmmenin menfaatine feda etmek idrak sahibi, muhakemeli bir Müslümandan beklenen olgun bir davranıştır.

İbn-i Abbas (R.A.)’dan gelen başka bir rivâyete göre Nebî (S.A.V.) şöyle buyurmaktadır:

“Her kim Emîrin yapmış olduğu bir şeyi kötü görürse, sabretsin (isyanla hereket etmesin). Çünkü her kim sul­tana (itaatten) bir arşın ayrılırsa cahiliyyet ölümü ile ölür.” 24

Hadîs Profesörü Kamil Miras Bey bu hadîsi şöyle açıklar:

“Vahiy ile müeyyed olan Peygamberimiz (S.A.V.) âmme velâyetini taşıyan bir kısım amirlerin gayrimeşrû hareketlerde bulunacaklarını nübüvvet nûruyla görüyor ve biliyordu. Bu vaziyet karşısında Müslümanlara sa­bır ve sükûn ile hareket etmelerini ve bozgunculuktan kaçınmalarını vasiyet ediyordu. Ve ‘Her kim sabırsızla­narak bilintihab amme velâyetine haiz olan sultandan, yani millî otoriteyi temsil eden devlet reisinden ve İslâm ümmetinden bir karış ayrılırsa, cahiliyet ölümü ile ölür.’ buyuruyor ki, bunun manâsı ‘başsız ve içtimaî nizam­dan mahrum cahil milletlerin âsi bir ferdi olarak ölür’ demektir. Yoksa kâfir olarak ölür demek değildir.”

Vatanın bütünlüğünün muhafazası, namus ve iffetin hıfzı, mal ve canın emniyeti hep devletin varlığı ve devamı ile kaim olduğu için, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) itaat üzerinde ısrarla durmuştur. Müslümanları her türlü isyan ve bozgunculuktan, nifak ve şikaktan şiddetle menetmiştir. İtaatdaki hikmet ve maslahatı kavramayan nice milletler, Cenab-ı Hakk’m en büyük ihsanlarından biri olan devlet nimetini ellerinden kaçırmışlar; birlik ve bü­tünlüklerini, istiklâliyetlerini muhafaza edememişlerdir. Bunun tarihte pek çok misâlleri vardır. Zaman-ı saadetten sonra sahabeler arasında içtihad­dan tevellüd eden ihtilâflar olmasa idi belki de tarih haçlı seferlerini yaza­mayacak, muhtemelen yeryüzünde kilise kalmayacaktı. Kıpçaklar ve Har­zemşahlar arasında, itaat sırrı anlaşılsa ve Selçuklular “Tevaif-i Mülûk”e ayrılmasa idi, bugün dünyayı tehdit eden kızıl tehlike, belki de olmayacak­tı. Endülüs’te şehzadeler memleketi bölerek baş çekmeselerdi, belki bugün Avrupa’nın hususan Fransa’nın varlığından söz edilmeyecekti. Dahilî isyan ve ihtilaflarla Osmanlı otoritesi sarsılmasaydı, muhtemelen bugün Ortado­ğu endişesi olmayacaktı. Bizi intibaha davet eden tarihin bu ibretli sahife­lerini daima göz önünde bulundurmak mecburiyetindeyiz.

Devlet Reisi, Allah’a İsyanı Emrederse…

İslâm, sultana itaati emretmekle beraber, bu itaati mutlak da bırakma­mıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi itaat ancak “Allah’ın emirlerine isya­nı gerektirmeyen mes’eleler” için söz konusudur.

Bu hususu açıklayan pek çok hadîs-i şerifler vardır. Bunlardan bazıla­rını takdim edelim:

Übâde bin Sâmit, Resûlüllah (S.A.V.)’ın kendilerini davet ederek şu mânâda bîat aldığını haber vermektedir:

“Emirlerinize (idarecilerinize, kumandanlarınıza) hem neş’eli hem de kederli zamanlarınızda, hattâ emir­leriniz kendi nefislerini sizin nefisleriniz üzerine tercih etseler dahi, onları dinleyecek ve itaat edeceksiniz. Ancak emirlerinizin açık bir küfrünü görmeniz ve onların küfrü hakkında yanlarınızda Allah’ın kitabında kuvvetli delil olması halinde, onları dinlemeyeceksiniz.”
 (Müslim).

Nevevî bu hadîsi şerh ederken şöyle der:

“Yöneticilerle yönetim işleri hususunda münakaşa et­meyiniz. Ve onlara o konuda itiraz etmeyiniz. Ancak on­lardan sarih küfür ve kesin bir münker görürseniz bunu inkâr ediniz. Yâni, kabul etmeyiniz ve hakkı, münasip bir dil ile söyleyiniz. Fâsık ve zalim olsalar bile, onlara karşı ayaklanmak ve onlarla savaşmak tüm ulemânın icmaı ile haramdır.”25

Evet münkeri işleyen bir idareciye hakkı söylemek bir vazife olduğu gibi; onlara karşı ayaklanmamak da vatan ve millet namına en mühim bir vazifedir. Zira böyle bir isyan hareketinden ancak iç ve dış düşman­lar fayda görecekler, birçok masumların kanı dökülecektir. İmam-ı Nevevî mezkûr hadîs-i şerifi izaha devamla şöyle buyurmaktadır:

“Fakîhler, hadîsçiler ve kelâmcılardan müteşekkil Ehl-i Sünnetin cumhuru; ‘Sultan fısk, zulüm ve hukuku tatil etmekten dolayı isyanla azledilmez ve vazifeden alınmaz.’ demişlerdir. Onlara isyan etmek değil, onlara vaaz etmek ve onları Allah’ın azabıyla korkutmak ge­rekir. Çünkü bu konuda Resûlüllah (S.A.V.)’ın şu hadîsi varid olmuştur: ‘Cihadın en faziletlisi zalim sultana kar­şı hak kelâmı söylemektir.’26

Görüldüğü gibi, reislerden gelecek zulüm ve baskılara haksız icraatla­ra karşı, meşru zeminlerde hakkı savunmak; cihâdın en faziletlisi kabul edilmiştir. Bu mücadele zemine, zamana, şartlara göre, müsbet yoldan, en uygun ve faydalı şekilde yapılacaktır.

Resûlüllah (S.A.V.) bir hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurur:

“Allah’a isyan olan şeyde kula itaat edilmez. İtaat ancak ma’ruftadır.”

Bu hadîs-i şerif şu hâdise üzerine varid olmuştur: Resûlüllah (S.A.V.) bir gün orduyu yola çıkarır. Başlarına da Ensâr’dan birini tayin eder ve komutanlarına itaat etmeleri hususunda askerlere tembihatta bulunur. Se­fer sırasında komutan, askerlere öfkelenince odun toplatır ve büyük bir ateş yakmalarını söyler. Odunlar toplanıp ateş alev alev tutuşunca askerlere kendilerini ateşe atmalarını emreder. Emri yerine getirmek üzere kalkan askerlerden bazıları ateşin yanında durarak “Biz Hz. Peygamber’e ken­dimizi ateşten korumak için tabi olduk. Bir de ateşe mi gireceğiz?” deyip emri reddederler. Bu sırada komutanın öfkesi diner.

Dönüşte hâdise Rusûlüllah (S.A.V.)’a anlatılınca şöyle buyurur:

“Eğer ateşe girselerdi ebediyyen çıkmazlardı. Allah’a isyan olan şeyde (kula) itaat yoktur. İtaat ancak ma’ruftadır. (Aklın ve şeriatın iyi kabul ettiği şeylerdedir).”(Buhârî)

Allahü Teâlâ’nın emri ile ulülemrin emri arasında zıddiyet olsa, elbette Allah’ın emri, kulun yanlış hükmüne tercih edilecektir. Görülüyor ki asker­ler o emrinde komutana itaat etmediler, fakat isyana da kalkışmadılar.

Bir başka hadîs-i şerifte de Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyur­maktadır:

“Sizin başınıza öyle kimseler imam (reis) olacak ki, bazı hareketlerini güzel bulup memnun kalacaksınız. Bazı dav­ranışlarını da çirkin bulacaksınız. Kim o davranışların kötü olduğunu o reislere söylerse (müdahene ve nifakdan) kendi­ni korur. Kim de (dil ile söylememekle beraber kalben) buğz ederse, İlâhî mes’uliyetten kurtulur. Kim de (bu fena işlerden) memnun kalır ve onlara uyarsa helâka gider.”27

Bütün müçtehidler, müceddidler ve diğer İslâm alimleri itaat et­memekle isyan etmeyi birbirinden tamamen ayrı mütalâa etmişlerdir. Onlar, Allah’ın emrine muhalif durumlarda hiç kimseye itaat etmemiş­lerdir. Bununla beraber kat’iyyen isyana teşebbüs yahut teşvik de etmemişler­dir. Bilâkis mü’minleri isyandan men etmek hususunda gayret ve himmet­lerini esirgememişler ve bu vadide bütün Müslümanlara, halleriyle örnek olmuşlardır. İslâm tarihi bunun misalleriyle doludur. Biz nümûne olarak müçtehidin-i İzam’dan ikisiyle asrımızın selâhiyetli iki büyük âlim ve mü­tefekkirinin beyanlarından birer misâl vereceğiz.

Meselâ, İmam-ı A’zam Hazretleri hem Emevîler hem de Abbasîler za­manında halifelerin kadılık tekliflerini reddetti. Bu reddin sebebi, onların zulümlerine destek olmakla Allah’a âsi olma endişesiydi. Bu endişe için hayatı pahasına onların tekliflerini kabul etmedi. Ve Mansûr zamanında zulmen atıldığı hapihanede şehid oldu. Kendisine yapılan bütün baskı ve işkencelere karşı hiçbir zaman Müslümanları devlete isyana teşvik etmedi, aksine onları teskin için büyük gayret gösterdi. Halbuki İmam-ı A’zam di­lese, bütün Müslümanları bir anda ayaklandırabilirdi. Fakat o velev bir ma­sumun dahi olsa kanını dökmemek için, bu işkencelere sabır ile katlandı.

Bu mevzuda en güzel bir ibret levhası da İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’nin zamanın halifesi Mu’tasım Billâh’a karşı davranışıdır. Hali­fe, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif olan Mutezile mezhebine mensuptu. Bu sapık mezhebin mensupları Kur’ân’ın mahlûk olduğuna inanırlardı. Halife, İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’ni Kur’ân’ın mahlûk olduğuna inanma­ya ve bu hususta fetva vermeye zorlamış, lâkin o büyük İmam, halifenin bu sözüne itaat etmemiştir. Sonunda kendisine vurulan sopalar neticesinde zulmen öldürülmüştür. O zaman İmam Ahmed b. Hanbel ile birlikte Ehl-i Sünnete mensup 700 âlim de şehid edilmiştir.

Bununla beraber ne İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri, ne de ona tâbi olan bu âlimler, halkın üzerin­deki büyük nüfûzlarına rağmen onları isyana teşvik edici hiçbir beyanda bulunmamışlardır,

Bediüzzaman’ın Fikri

Asrımızda hem mutlak küfür ve dalâlete hem de her türlü bozgunculu­ğa, anarşiye ve bölücülüğe karşı ilmî ve fikrî büyük bir mücadele veren Be­diüzzaman Hazretleri, bu mücadele yolunda yirmi sekiz sene hapis çekmiş, sürgün ve çilelere maruz kalmış, fakat kendisine uygulanan keyfî muame­lelere kesinlikle boyun eğinemiştir. Bununla beraber, talebelerini, idareye karşı fiilî mücadeleden de şiddetle meneden Bediüzzaman, hakkını daima kanunî yollardan müdafaa yoluna başvurmuştur. Nitekim âdil mahkemeler her seferinde onun ve talebelerinin masumiyetlerini tescil etmiş, hizmetinin devlete ve millete hiçbir zaran olmadığını, bilâkis asayişin te’minine büyük faydası dokunduğunu kaziyye-i muhkeme halinde tesbit etmiştir.

Bediüzzaman, hayatı boyunca daima milli birlik ve bütünlüğün muha­fazasını savunmuş, her vakit asayiş ve huzurdan yana olmuş; kendi ifade­siyle talebelerini asayişin manevî bekçileri olarak tavsif etmiştir.

Yine Bediüzzaman Hazretleri vefatından önce talebelerine bir vasiyet­name mahiyetinde olarak en son verdiği dersinde şöyle buyurmaktadır:28

“Bizim vazifemiz müsbet harekettir. Menfî hareket değil­dir. Rıza-yı ilâhiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır. Vazife-i ilahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde; her bir sıkıntıya kar­şı sabırla, şükürle mükellefiz…”

“…Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir.”

“…Harici tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-cocuğu ganimet hükmüne geçer. Da­hilde ise öyle değildir. Dahildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hariç’teki cihad başka, dahilde cihad başkadır. Şimdi mil­yonlar hakiki talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bü­tün kuvvetimizle dahilde ancak asayişi muhafaza için müs­bet hareket edeceğiz. Bu zamanda, dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azimdir.”

“… Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz.”

“… Hem dahildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok!..”

Elmalılı’nın Fikri

Hem ilimde, hem de fikirde misli az bulunan ve bu asrın bütün alimle­rinin itimadına mazhar olan büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi itaat ve isyan mevzuunu Şöyle beyan eder:

“Mü’minlerden olmayan ulülemirlere itaat dinen vâcib kı­lınmamıştır. Bu hususta itaat değil varsa bir ahde riayet mev­zubahis olacaktır. Fakat taatin vâcib olmayışından isyanın vâcib olması gerekmediğinden, itaat mecburiyetinin bulunma­makla isyan mecburiyetinde bulunmak arasında fark vardır. Hakk-ı isyan başka, vazife-i isyan yine başkadır. Binaenaleyh buradan gayr-i mü’min bir muhitte bulunan mü’minlerin şuna buna karşı isyankâr bir ihtilâlci vaziyetinde telâkki edilmeme­leri, belki mü’minlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’a ve Resulüne karşı masiyetten içtinab ve aynı zamanda kendilerinden olan ulülemre itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemeleri lüzumunu anlamak lazım gelir.”

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, gayr-i müslim muhitte yaşayan Müs­lümanların kendilerinden olmayan ulülemre itaatlan vâcib değildir. Ancak mü’minlerin o devlete verdikleri ahde uymaları söz konusudur. Bununla beraber onlara itaatin vâcib olmayışını, isyanın vâcib olması lâzım geldiği şeklinde anlamamak icap eder. Onların Allah’a isyanı gerektiren emirleri­ne uymamak o mü’minlerin hakkıdır. Lâkin isyankâr bir ihtilâlci olmakla da vazifeli değillerdir. Müslümanlar her nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah’a ve Resulüne karşı masiyetten (günahlardan) kaçınmakla, kendile­rinden olan ulülemre itaat etmekle ve Allah’a isyana zorlandıkları takdirde boyun eğmemekle mükelleftirler.

Görüldüğü gibi, Hamdi Efendi de itaat etmemekle isyan etmeyi birbirin­den ayrı tutmuş, gayr-i müslimlerin idaresi altında yaşayan müslümanların bile devlete isyan etmelerinin vâcib olmadığını beyan etmiştir.

Yanlış Yorumlanan Bir Hadîs-i Şerîf

Bu bahse son vermeden önce, üzerinde bir hayli durulan ve yanlış yo­rumlanan bir hadîs-i şeriften de kısaca bahsetmek isteriz. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Sizden her kim bir münkeri (kötülük) görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer ona muktedir olamazsa diliyle, di­liyle de yapamazsa kalbiyle (buğz etsin); bu da imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim)

Bazı âlimler, münkeri def vazifesini devletin “bizzat kuvvet kullana­rak” alimlerin “tebligatta bulunarak”; avâm-ı nâsın ise “kalben buğz et­mekle” yapacaklarını beyan etmişlerdir.

Nitekim, Fetava-i Hindiyye’de, Emr-i Bi’l-Ma’ruf bahsinde şöyle buyu­rulur: “Emr-i Bi’l- Ma’rufu ümera el ile, ulemâ dil ile, avâm-ı nâs ise kalb ile yapar.”

Evet, bir münkeri kuvvet kullanarak defetmek devletin vazifesidir, zira kuvvet kullanmak selâhiyeti onundur, ferde verilmemiştir. Kuvvet kanun­dadır, kanunu tatbikle de devlet vazifelidir.

Fertler kendi sahalarını tecavüz ettikleri taktirde buna bir hudut çizmek mümkün değildir. Zira her kuvvetliden daha kuvvetlisi de çıkar. Bu ise çe­şitli zulümlere, anarşiye, kargaşaya yol açar. Meselâ, ölüm cezasını hak etmiş bir kimseyi cezalandırmak devletin vazifesi iken, bu vazifeyi bir fert kendi başına yapmaya kalkışamaz.

Fertlerin kuvvet kullanma hususundaki saha tecavüzleri fiilî anarşi do­ğuracağı gibi, bir âlimin yapması gereken bir vazifeyi bir cahilin yapmaya kalkışması da fikrî anarşi meydana getirir. Bu da netice itibariyle yine fiilî anarşiyi doğurur.

Bir kısım âlimler de bu noktadan hareketle söz konusu hadîs-i şerifi şöyle izah etmişlerdir:

Bir insan bir münkeri gördüğü takdirde, onu eliyle önlemek durumun­dadır. Lâkin bu kimse o münkeri önlemeye muktedir olsa dahi, böyle bir teşebbüsle daha büyük bir fitneye yol açacağını yakînen bilirse, el ile önle­mekten vazgeçer, dil ile, nasihat yoluyla önlemeye çalışır. Bu durumda da yine bir fitnenin çıkacağını bildiği takdirde, bu defa hiç olmazsa o münkere kalbiyle razı olmaz, buğz eder. Bu ise sevap ve fazilet noktasında en düşük olanıdır.

Hadîs-i şerifte geçen “İman Zaafiyeti” meselesini de kısaca izah ede­lim. Bir münkerle karşılaşan bir mü’minin yapması lâzım gelen asgari tepki kalben buğz etmektir. Yoksa bu hadîsi şerif “O münkeri defetmeye gücü yetmeyen bir mü’minin imanı zayıftır” şeklinde anlaşılmamalıdır. Nite­kim İmam-ı Nevevi bu hadiste zikri geçen, İman zaafiyeti mes’elesini se­vabın noksaniyeti olarak tefsir etmiştir. Yani, böyle bir durumda münkeri def için yapılabilecek en küçük cihad, ona kalben razı olmamak olduğun­dan, elbette bu küçük cihadın sevabı da o nisbette az olacaktır. Yine birçok âlimlerimiz, hadîste geçen iman lâfzına, “Amel” mânâsı vermişlerdir.

Hadîste geçen “Her kim” lafzıyla, bu hadîsin herkese şâmil olduğu mes’elesine gelince:

Her mü’min kendi selâhiyet sahası içerisinde cereyan eden bir münkeri defetmekten veya hiç olmazsa ona buğz etmekten mes’uldür. Nitekim bir hadîs-i şerifte, şöyle buyurulmuştur:

“Hepiniz çobansınız, hepiniz idare ettiği raiyetinden mes’uldür.”

Aile reisi aile fertlerinden, öğretmen öğrencilerinden… ve nihayet devlet bütün bir milletten sorumludur. Bu mes’uliyetin bir ciheti de râiyeti kötü­lüklerden korumak, onların işledikleri münkerleri defetmektir. Bu vadide gerek fertler, gerekse devlet kendine düşen vazifeyi yapmakla mükelleftir.

Dipnotlar:

21 Mevlâna Ebû Said Hâdimî, Tarikat-ı Muhammediye Şerhi, c.II s.86, İst.
22 İbn-i Âbidin, c. I, s,75, İstanbul.
23 Tâc’c. III, s.44-45.
24 Buhârî, Kitab’ul-Fiten.
25 Nevevi, Müslim Şerhi, Kitabü’l-İmâret.
26 Nevevi, Müslim Şerhi, Kitabü’l-İmâret.
27 Sahih-i Müslim, Kitabü’l-İmaret.
28 Emirdağ Lahikası.

 

Kaynak: https://mehmedkirkinci.com/

 

Nurnet.org