Etiket arşivi: Mehmet Kırkıncı

Havf ve Reca; Korkunun ve Ümidin Ölçüsü

Havf, Cenab-ı Hakk’ın azamet ve kibriyasından, celâlî isimlerinin tecellisinden korkmaktır.

Şuurlu bir mümin Cenab-ı Hakk’a karşı işlemiş olduğu günah ve isyanlarından dolayı fevkalade mahzun ve müteessir olmalıdır. Bu, imanın, kulluğun, edep ve hayânın gereğidir. İnsan Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yapıp yasaklarından sakınmalı, her zaman korku ve ümit arasında yaşamalıdır. Ne, yaptığı hayır ve hasenata güvenmeli,  ne de günahlarından dolayı ümitsizliğe düşmelidir.

Eğer bir kul yapmış olduğu ibadetlerine güvenir ve onlara itimat ederse gurura düşer. Zira ibadete güvenmek gururdur, gurur ise en büyük günahlardan biridir ki, kişiyi elim akıbete duçar eder.  Cenab-ı Hak bir hadis-i kudside şöyle buyurur: “Benim sadık kullarıma söyle yapmış oldukları ibadetlerinden dolayı gururlanmasınlar. Şayet mağrur olurlarsa onlara şiddetli azap ederim. Günahkâr kullarıma da söyle benim deryalardan daha vasi olan geniş rahmetimden ümit kesmesinler, ben onları af ve mağfiretime nail ederim.”

Gurur kişinin yaptığı hasenat ve ibadetlerine güvenmesidir. Böyle bir insan, yaptığı iyiliklerin, hayır ve hasenatın kendisini kurtaracağını düşünerek akıbetinden emin olur ki, bu da çok tehlikeli bir haldir ve insanı dalalete götürür. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:

“… a’male güvenmek ucbdur. İnsanı dalalete atar. Çünki insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez.”[1]

Evet, hiç kimse akıbetinden ve Allah’ın azabından emin olamaz. Allah’ın azabından emin olmak, O’nun gazabını celp etmeye vesiledir. O halde insan ‘havf ve reca’, yani korku ve ümit arasında olmalı, yani hem Allah’ın azabından korkmalı hem de O’nun rahmetinden ümit kesmemelidir.

Ebu Hazim Hazretleri şöyle buyuruyor: “Bir kişinin yaptığı iyiliklerine ve ibadetlerine güvenmesinden daha zararlı ne olabilir? Kişiyi mahzun ve mükedder eden bir seyyieden daha faydalı ne olabilir ki o kişinin tövbe ve istiğfar etmesine vesiledir. Zira süruru icap eden hasene; gurur, ucup, kibir ve benliğe vesile olduğundan sahibini hüzne ve kedere gark eder.”

Bişr bin el-Mansur ibadete çok düşkün biri idi. Bir gün namazı fazla uzattı, arkadan bir adam onu takdirle seyrediyordu. Bunun farkına varan Bişr, “Sen benim ağır namaz kıldığıma bakma, aslında bu mühim bir iş değildir. İblis de uzun zaman melekler arasında ibadet ettikten sonra gideceği yere gitti.”dedi. Bu söz, namazı hafife almak kastıyla değil, yapılan ibadetin insanı ucba götürme tehlikesine dikkat çekmek için beyan edilmiştir.

Evet, insan yaptığı hayır ve hasenatına ve ibadetine güvenemez.  Çünkü kişinin işlediği haseneler ve yaptığı ameller kendi malı değildir,  onlarda bir hakkı yoktur.  Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her kötülük ise nefsindendir.”[2]

Buna göre insana her ne iyilik, hayır, hasene, maddî ve manevî menfaat isabet etse, bunlar hep Allah’ın lütuf ve ikramı, kerem ve ihsanıdır. İnsandaki güzel sıfatlar, âli hasletler ve ulvi meziyetler ancak ve ancak Cenab-ı Vacibü’l-vücut Hazretleri’nin birer ihsanıdır.  Kişinin güzel meziyetleri kendisinin bir kesbi olarak görmesi onu gurura götüren azim bir hatadır. Ancak insandan sadır olan günah ve kusurlar ise kendi nefsindendir. 

“Binaenaleyh malikiyet davasından vazgeç. Kendini mehasin ve kemalâta masdar olduğunu zannetme. Ve kat’iyyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünki sû’-i ihtiyarınla, sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedir; seyyiatın meksûbedir. “
[3]

Bir mümin kendinden sudur eden bütün meziyet ve güzelliklerin Allah u Azimüşşan’ın birer lütfu ve ihsanı olduğunu bilmekle gurur afetinden kurtulur. Arıyı, bal yapabilecek, ipek böceğini de ipek dokuyabilecek istidatta yaratan Halık-ı Hakim, insanı da hayırlı işler yapabilecek fıtratta halk etmiştir. Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenab-ı Hakk’ın ona harika bir istidat lütfetmesinin neticesidir. Böyle düşünen bir mümin gururdan kurtulur, güzelliklerine güzellik katar, şükrünü daha da ziyadeleştirir. O hâlde, arı, balıyla; ipek böceği, ipeği ile iftihar edemeyeceği gibi, insan da kemaliyle ve yaptığı ibadetleriyle iftihar edemez.  Bediüzzaman Hazretleri  bu hakikati şöyle ifade eder: “Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir..” [4]

Bir kul işlediği güzel amellerle iftihar edemez ve gururlanamaz. Şeytan gururdan dolayı ebedî felakete sürüklenirken, Hz. Âdem (as.) tövbe, istiğfar ve dua neticesinde sonsuz saadete mazhar oldu. Bir kul, iman, marifet, tefekkür, ubudiyet, namaz, niyaz, zikir ve tespih gibi ulvi hakikatlerle Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olur ve O’na kurbiyet kesbeder.   Bütün bunlar o kulun say ve gayreti yanında Cenab-ı Hakk’ın ona büyük bir lütfu, inayeti ve ihsanıdır.

İnsanın Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremi olan meziyetlerden dolayı O’nu hamd u sena etmesi bir şükr-ü hakikidir ve vicdanın gereğidir. Mütevazı bir kul, mütefekkir bir arif, hikmet- şinas bir zat, şuurlu ve kâmil bir insan Cenab-ı Hak’tan hakkıyla hayâ eder, Onu tazim, tespih ve tahmid ile secdeye kapanarak şöyle niyazda bulunur: “Yarabbi! Bu başı yaratan sensin. Kemal-i izzetine karşı, kemal-i zilletimle sana secde etmek vicdanî borcumdur, kulluğumun  gereği ve bu başın hakiki vazifesidir.”

Amr bin Şeybe Hazretleri şöyle anlatır: “Bir gün Mekke’de Safa ile Merve arasında bulunuyorduk. Bir adamın katır üzerinde geldiğini, etrafındaki hizmetçilerin herkese sert davrandıklarını, adamın heybet ve ihtişam içinde olduğunu gördük. Aradan yıllar geçti. Bir gün Bağdat’a gitmiştim. Orada başı açık, yalınayak, uzun saçlı ve perişan bir vaziyette olan bir adam gördüm. Sanki onu daha önce görmüş gibiydim. Onu dikkatlice baktım. Adam, kendine dikkatle bakmamın sebebini sordu. ‘Seni birine benzetiyorum, sanki seni daha önce Mekke’de ihtişamlı bir şekilde görmüştüm.’ dedim. Bunun üzerine adam şöyle dedi: “Doğrudur, Mekke’de gördüğün kişi benim. Tevazu göstereceğime kibirlendim ve bu hâle düştüm”

Evet akıllı, olgun ve şuurlu bir mümin ölmeden evvel kendisini her zaman hesaba çeker, ahiret için ne gönderdiğine bakar. Zira insanın ebedî bir hayatı kazanması, sonsuz nimetlere ve saadetlere nail olması, ancak bu fani dünyada yapmış olduğu ibadetlerine, hayır ve hasenelerine bağlıdır. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’ın azabına maruz kalmaktan korunun. Herkes yarın ahireti için ne gönderdiğine dikkat etsin.”[5]

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

İ’lem Eyyühe’l-Aziz! Senin önünde çok korkunç büyük mes’eleler vardır ki, insanı ihtiyâta, ihtimama mecbur eder.

Birisi: Ölümdür ki, insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.

İkincisi: Dehşetli korkulu ebed memleketine yolculuktur.

Üçüncüsü: Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elim elemlere maruz kalmaktır. Öyle ise, bu gaflet ü nisyan nedir? Devekuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin. Veya sen O’nu görmeyesin. Ne vakte kadar zailat-ı fâniyeye ihtimam ve bâkıyât-ı daimeden tegafül edeceksin?”[6]

Akıbetinden Korkmak

Akıllı bir insan, bugünden yarınını, yazdan kışını, dünyada iken ahiretini düşünen, ona göre hazırlık yapandır. Mevtin şiddeti, kabir azabının dehşeti, haşrin azameti,  celali isimlerin tecellisi olan cehennem üzerine konulmuş sıratın vahşeti, mizanın ince hesabı gibi insanın önünde büyük imtihanlar ve çetin yollar vardır. İşte müminler bu çetin imtihanlardan iman, ubudiyet ve takvalarına göre başarılı olacaklardır Aynı şekilde, Yunus’un;  “Sırat kıldan incedir /  Kılıçtan keskicedir.” ifadeleriyle tasvir ettiği Sırat Köprüsü’nden de ameline, takvasına, ihlas ve sadakatine göre kimi berk gibi, kimi şimşek gibi, kimi de hayal suretinde ve bazıları da rüya gibi geçecek.Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmeyip ömrünü isyan ve günahlarla geçirenler, istikamet dairesinde yaşamayanlar ise sıratı geçemeyecek veya geçerken perişan olacaklardır. Peygamber Efendimiz (sav.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “Kıyamet günü, sırattan geçerken müminlerin duası: “Selamet ver Allah’ım! Selamet ver Allah’ım” olacaktır.”

Evet, imanı muhafaza için yasak edilen şeylerden ve günahlardan kaçınıp emir dairesinde hareket etmek gerekir. Kâmil bir müminin,  akıbeti hakkında havf ve endişe içinde olması, ubudiyet vazifelerini layıkıyla ifa edememe tehlikesine karşı titremesi gerekir. Sahabeler, hatta cennetle müjdelenen aşere-i mübeşşere ve bütün kâmil insanlar, akıbetlerinden daima endişe edip, hüsn-ü akıbet için her an Allah’a sığınmış ve O’na niyazda bulunmuşlardır. Onların bu hassasiyetleri ve davranışları bize örnek olmalıdır.

“Hesaba çekilmeden evvel, kendinizi hesaba çekiniz.” buyuran Hz. Ömer (ra.) ziyadesiyle ibadet eder ve çok korkardı. Kur’an okuduğu veya dinlediği zaman bazen bayılır ve saatlerce kendine gelemezdi. Hâlbuki o, cennetle müjdelenen on kişiden biri idi. Bir gün kalbini kaplayan haşyet-i ilahi ile yerden bir saman çöpü alarak şöyle dedi: “Keşke ben de bunun gibi bir çöp olsaydım..”

Nesai’nin Sünen’inde de ifade edildiği gibi Huzeyfe bin Yeman (ra) Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sırdaşı ve emini idi. Allah Resulü (sav.) münafıkların isimlerini sadece ona bildirmişti. Bunun içindir ki, Ebü’d-Derda (ra.) onu kastederek şöyle der: “İçinizde, kendisinden başkasının muttali olmadığı sırları bilen sırdaş yok mudur?”

Münafıklardan biri öldüğü zaman Peygamber Efendimiz (sav.) onların cenaze namazını kılmazdı. Yine bir gün onlardan birisi ölmüştü. Peygamber Efendimiz (sav.) cenaze namazına gelmediği gibi, Ebu Huzeyfe de namazı kılmadan oradan uzaklaşır. Hz. Ömer (ra.) onu evine kadar takip eder ve kapıyı çalar. Ebu Huzeyfe dışarı çıkınca; “Ey Ebu Huzeyfe bu ölen kişi de münafıklardan mı?” diye sorar. Ebu Huzeyfe: “Ya Ömer beni zor durumda bırakma, bu Hz. Peygamberin (sav.) bana sırrıdır, o sırrı ifşa edemem.” der. Fakat Hz. Ömer’in ısrarı karşısında fazla dayanamayan Ebu Huzeyfe:  “Evet bu da onlardandı.” diye cevap verir. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra.) Huzeyfe bin Yeman’ın (ra.) iki yakasından tutar ve gözyaşlarını dökerek şöyle haykırır:  “Ey Huzeyfe! Allah aşkına söyle ben de onlardan mıyım?”

Hz. Peygamber (sav.)’in ahireti teşriflerinden sonra da Hz. Ömer (ra.) Hüzeyfe’ye (ra.): “Valilerim arasında münafıklardan kimse var mı?” diye sorduğunda,  o; “Evet, bir tane var.” der.  Hz. Ömer, “O kimdir?” diye sorunca,  Huzeyfe (ra.): “Onun ismini veremem.” der.

Hz. Ömer’in (ra.) kısa bir zaman sonra o kişiyi görevden aldığını rivayet edilmektedir. Bu da Hz. Ömer’in ferasetini göstermektedir. Hz. Ömer (ra.) gibi son derece celalli ve heybetli birinin münafıkların isimlerini bilmemesi büyük bir lütuftur, aksi halde o bu duruma hiç tahammül edemezdi.  Demek ki her sır, her insana söylenmez.

Kûfe’de dünyaya gelen ve Basra’da vefat eden, tefsir, hadis ve fıkıh sahasında büyük bir âlim ve müçtehit olan, züht ve takvada örnek gösterilen ve birçok talebe yetiştiren Süfyan-ı Servi Hazretleri (Hicri 97-161), vefatı esnasında sürekli ağlamakta imiş.  Etrafında bulunan talebeleri: “Efendi Hazretleri siz hep takva dairesinde yaşadınız ve her hangi bir günahınıza da kimse şahit olmuş değildir. Acaba sizi sürekli ağlatan bu durum nedendir?” deyip üzüntülerini bildirmişler. Bunun üzerine o büyük insan talebelerine şu ibretli cevabı vermiş: “Şunu iyi bilin ki, dağlar kadar günahım olsa asla ağlamam, benim ağlamam ve endişem acaba bu emanet-i güzel bir şekilde teslim edip, bu ölüm gediğini iman ile aşıp aşamayacağımdan.”

İmam-ı Ali (ra.) bir gün Kufe’de sabah namazını eda etmişti. Yüzünde bir hüzün ve keder alameti okunuyordu. Bunun sebebini soran kişilere şöyle dedi: “Hz. Peygamber’in ashabını gördüm. Ancak onlara benzer kimseleri şimdi göremiyorum. Onun ashabı sabaha kadar namaz kılar ve Kur’an okurdu. Gâh ayakta, gâh anlını yere koyarak ibadet ederlerdi. Sabah olunca da rüzgârlı bir günde ağaçların sağa sola titreyerek Allah’ı zikretmeleri gibi,  onlar da öyle titrerler, gözlerinden dökülen yaşlar elbiselerini ıslatırdı. Şimdi ben kendimi gaflete dalmış bir cemaat içinde görüyorum.”

Hz. Ali’nin (ra.) bundan sonra vefatına kadar gülmediği rivayet edilmektedir.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Hikmetin başı Allah korkusudur.”  Hikmet bir nurdur ki,  hak ile batılı ve hayır ile şerri birbirinden tefrik eder. O öyle faydalı bir ilimdir ki, insanı, salih amellerle Cenab- Hakk’a yaklaştır, O’nun muhabbetine ve rızasına mazhar eder. Kişiyi Allah’tan hakkıyla korkup, yasaklarından sakındırır.

Allah’tan korkmanın birçok mertebesi vardır. En aşağı mertebesi, insanın kendini küfürden sakınması, vasat mertebesi kişinin günahlardan sakınmasıdır. En yüksek mertebesi ise, insanın Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve marifetine mani olacak her şeyden kalbini muhafaza etmesidir. Her hikmet, güzellik ve iyilik Allah korkusundan meydana gelir. Cenab-ı Hak kendisinden korkanı sever ve onu korkutmaz. İmanı kemale eren bir mümin, Allah’tan korkmaktan lezzet alır.

Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.”[7]

Bu ayet, Müslümanların Allah’tan gereği gibi korkmalarını, dünyevi ve uhrevi felaketlerden korunup, hidayet ve saadete nail olmalarını emretmektedir.  Allah korkusu, insanı her türlü kötülükten, dalaletlerden, afetlerden, tehlikelerden, zararlı şeylerden ve günahlardan muhafaza eder; sırat-ı müstakime isal eder ve onu ebedi saadete mazhar kılar. Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını tehlikelerden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur. Allah korkusu insanın aklına nur ve rehber olur. Bir insanın Allah’tan korkması ve akıbetinden endişe etmesi yaratılışın ve aklın gereğidir. Gökyüzüne siyah bir bulut geldiğinde; “Acaba Allah bize bir afet mi verecek” diye Peygamber Efendimiz (sav.)’in benzi sararırdı.

Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi, Cenab-ı Hakk’ın; “Cemaline muhabbet etmek ve celâlinden havf etmek” imanın ve aklın gereğidir. Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahim, Rezzak, Gaffar, Müzeyyin gibi cemali isimleri muhabbeti iktiza ettiği gibi, Kahhar, Cebbar, Aziz, Mütekebbir gibi celali isimler de havfı yani korkuyu gerektirir.

Korkunun Ölçüsü

“Ey Resulüm, de ki: “Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız,  bana uyun ki, Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafurdur, Rahîmdir.”[8] ayetinde açıkça ifade edildiği gibi, Cenab-ı Hakk’ı sevmenin yolu ve ölçüsü O’nun bütün emirlerini yerine getirmek, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetlerine tabi olmaktan geçer. Bütün insanlık âlemi için, “Üstad-ı Mutlak, Muktedâ-yı Küll, Rehber-i Ekmel, Şems-i Hidayet”  olarak gönderilen Resûl-i Ekrem’in (sav.) bütün sünnetleri  elden geldiğinde hayatımıza tatbik edilmeli ve O hidayet rehberi ferdî ve içtimaî hayatımızın her safhasına  örnek alınmalıdır. “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse, netice veriyor ki: Allah’a muhabbetiniz yoktur.” Muhabbetullah varsa, netice verir ki: Habibullah’ın Sünnet-i Seniyesine ittibaı intac eder.”[9]

Evet,  Allah sevgisinin ölçüsü; iman, salih amel ve Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sünnetine ittiba etmek olduğu gibi, Allah korkusunun ölçüsü de O’nun yasak ettiği şeylerden, haramlardan, günahlardan ve hatta şüpheli şeylerden sakınmaktır. Özetle Allah sevgisinin ölçüsü salih amel, O’ndan korkmanın ölçüsü ise takvadır. İnsana korku hissi, Allah’tan hakkıyla korkması yani yasaklarından sakınması için verilmiştir. İnsandaki korku ve sevgi hissi, terakkinin iki büyük esası olan “ takva ve amel-i salihi” meyve verir. İnsan Allah’ı sevmek, O’na itaat etmek ve O’ndan korkmakla rıza-yı ilahiyeye nail olur, dostluk mertebesine mazhar olur.

Erbab-ı irfan buyururlar ki, “Allah korkusu ikidir: Biri, Cenab-ı Hakk’ın azabından korkmaktır ki,  isyan edenlerin korkusu bu kabildendir.  Diğeri ise; Allah u Teâlâ’nın celal ve azametini tefekkürden meydana gelen bir korkudur. Bu korku hiçbir mahlûkun – ister melek-i mukarrreb olsun, ister nebiyy-i mürsel olsun – kalbinden çıkmaz.”

İmanı muhafaza için günahlardan kaçınıp emir dairesinde hareket etmek her mümin için gereklidir. Çünkü günah işleyen bir kimse iman dairesinden çıkmasa bile, küfre giden yola bir kapı açmış olur. Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi; “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır.” Onun için hemen tövbe ve istiğfar etmek lazımdır. Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını bu tehlikeden muhafaza eder.

Sevgi ve korku, ferdî ve içtimaî hayat için en büyük iki unsurdur. Bir hane idaresinden, köy, şehir ve devlet idaresine kadar cemiyet hayatının her kademesinde nizamın zembereği, intizamın esası sevgi ve korkunun beraber ve dengeli olmasıdır. İnsanlar arasında hürmet ve şefkatin, itaat ve disiplinin bu temele dayanmasıyla içtimaî hayatta ahenk hâsıl olur. Gayr-i meşru şeylere karşı olan meyil, ancak Allah korkusuyla dizginlenir.

Bir devletin veya hükümetin kuvvet hâkimiyeti fanidir, geçicidir. Baki olan adaletin tanzimi ve hâkimiyetidir. Kanunlar tam nafiz ve âdil olduğu müddetçe hükümferma olabilir. Bir devletin asayişi ancak hâkim kanunlarla mümkündür. Devlet öyle kanun yapmalı ki, fertler onu hem benimsemeli hem emin olmalı, hem sevmeli hem de korkmalıdır. Zişevket bir devlet zihaşmet bir milletten, adil ve nafiz kanunlardan meydana gelir. Haşmet ise ilim ve servet ile mümkün olur.

Allah korkusunun hâkim olduğu kalpler her iki dünyanın saadetine nail olurlar. Namus, iffet, haysiyet ve şerefin koruyucusu Allah korkusudur. Bir insanın kalbinden Allah korkusu silinirse, artık o insanda  ulvî değerlerden hiçbir eser kalmaz.

İnsandaki havf ve muhabbeti Bediüzzaman, Hazretleri, veciz bir üslupla şöyle tahlil etmektedir:

“İnsanın havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz fıtratında derc olunmuştur. Alâ külli hal o muhabbet ve havf, ya halka veya Halika müteveccih olacak. Hâlbuki halktan havf ise, elim bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belâlı bir musibettir; çünkü, sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf elim bir belâdır.

Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir, bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun. Evet, Hâlik-ı Zülcelâl’inden havf etmek, O’nun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; O’nun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü; şefkat sinesine celbediyor. Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyye’nin bir lem’asıdır. Demek, havfullahda bir azim lezzet vardır. Madem havfullah’ın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahda ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan havf eden, başkalarının kasavetli, belâlı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için mahlûkata ettiği muhabbet dahi, firaklı, elemli olmuyor.” [10]

Bediüzzaman Hazretleri başka bir eserinde ise korkunun hikmetini şöyle ifade eder: “Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrib için değil! Ve hayatı ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için vermemiştir.”[11]

Bediüzzaman Hazretleri insana verilen kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i şeheviyenin üç mertebesi olduğunu ifade ettikten sonra şöyle der: “Ve keza kuvve-i gazabiyenin tefrit mertebesi cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ve ne manevî hiç bir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattır ki; hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru’ olmayan şeylere karışmaz.”[12].

“Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?” der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)”[13]

Reca

Reca, bir kulun günahı ne kadar olursa olsun Cenab-ı Hakk’ın şefkat ve merhametine sığınması, O’nun rahmetinden ümit kesmemesidir.

Reca,  insanın nice feyizlere mazhar olup, kurb-u ilahiyeye mazhar olmasında en sağlam ve selametli yoldur. Bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır:  “Ey inananlar, hepiniz Allah’a tevbe edin ki, korktuğunuzdan emin olup, umduğunuza kavuşasınız.”[14]

Başka bir ayette ise mealen şöyle buyrulur:“De ki: “Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”[15]

Ayette “Allah bütün günahları bağışlar” ifadesi çok önemlidir. Cenab-ı Hakk’ın rahmeti gazabını geçmiştir, O dilerse ve hikmeti iktiza ederse kulun bütün günahlarını bağışlar. Bu bakımdan, insan asla ümitsizliğe kapılmamalı, her zaman tövbe ve istiğfar, dua ve niyaz ile O’nun dergâhına yönelmelidir. Cenab-ı Hakk’ın şan-ı ulûhiyetinden ki, dergâhına yönelen gönülleri ve O’na açılan elleri asla boş çevirmez, onlardan gaflet perdesini kaldırır. Hz. Âdem babamız tövbe ederek bağışlanmadı mı?

Allah, Gafur’dur, Tevvab’tır.Allah, günahlarından dolayı pişman olup kendisine yönelen kulunun tövbesini kabul edip affeder. Allah affedicidir ve affı sever.

Peygamber Efendimiz (sav.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Bir kişi, bir özür dilese yani pişman olup tövbe etse bin günahı affedilir.”

Peygamber Efendimiz (sav.) bir başka hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurmaktadır: “Bir insan bütün yiyecek ve içeceğini devesinin sırtına yükleyip çölde giderken devesini kaybetse,  başını iki eli arasına alıp düşünürken birden başını kaldırıp devesinin yanında durduğunu görse ne kadar sevinir. İşte Allah günahlarından tövbe edip kendisine dönen kulu için öyle sevinir.”

Evet, Allah’ın rahmeti güneş gibidir. Güneş hiç kimseye küsmez ve ışığı ile herkesi aydınlatır. Gözünü, kapayıp güneşten istifade etmek istemeyen olursa o başka meseledir. İnsan maddî kirlerinden yıkanmak suretiyle temizlendiği gibi, manevî kirlerinden ve günahlarından da tövbe ve istiğfar ile temizlenmelidir.

Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Senin elinde gayet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz’-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem’e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.”[16]

Şeytanın en mühim bir desisesi ve oyunu da, insana kusurunu göstermemesi ve itiraf ettirmemesidir. Tâ ki, o insan istiğfar ve tevbe edip Allah’a sığınmasın. Şeytanı dinleyen ve nefsine mağlup olan bir insan,  kusurunu görmek istemez; görse de, avukat gibi kendini savunur. İnsan nefis ve şeytandan her an dergâh-ı ilahiye sığınmalı ve lisanından “esteğfirullah” kelimesini düşürmemelidir. Zira, Hz.Yusuf (as.) gibi bir  Peygamber-i âlişan dahi :  “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevkeder.”[17]dediği hâlde, âciz, fakir ve kusurlu olan bir insan nasıl olur da nefsine ve enaniyetine itimat edilebilir?

Bediüzzaman Hazretleri de bu konuda şöyle der:

“Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.”[18]

Öyle ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden asla ümit kesmeden günahlarına tövbe etmek, O’nun sonsuz şefkat ve merhametine sığınmak gerekir. Zira kulların sayıları sınırlı olduğu gibi, onların günahları da ne kadar çok olursa olsun sayılıdır, mahduttur, sınırlıdır. Bütün insanların günahları Allah’ın şefkat ve merhameti yanında denizden bir damla su veya bir kuşun gagasındaki bir toprak kadardır.  Vacibü’l-Vücut, hakiki ma’but, ezelî ve ebedî olan Cenab-ı Hakk’ın ilmi nihayetsiz, lütuf ve keremleri payansız, isimleri sonsuz, şefkat ve merhameti sınırsızdır. O’nun af ve mağfireti hesaba gelmez, ihsan ve lütufları dünya ve ahrete sığmaz.

Günahkâr bir kul günahlarından dolayı nedamet eder ve samimi olarak tövbe ederse Cenab-ı Hak onun günahlarını bağışlar ve cennetine koyar. Zira bir ayette mealen şöyle buyrulur:  “Ey iman edenler! Samimi bir tövbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar.”[19]

Bir hadis-i kutside de şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğlu sen tövbe edip bana dua ettiğin ve benden umduğun sürece işlediğin günaha aldırmadan seni bağışlarım, işlediğin günahlar gökteki bulutlara erişse bile benden bağışlanma dilediğinde seni bağışlarım.”

İşte Cenab-ı Hakk’ın kullarına karşı olan şefkat ve merhameti!..

Başka bir hadis-i kutside ise şöyle buyrulur: “Şayet benim kullarım günah işlemeselerdi, onları yok eder, isyan eden mahlûklar yaratırdım.”

Buradaki asıl maksat, derin hikmet ve ince sır; Cenab-ı Hakk’ın Gafur ve Rahîm isimlerinin tecelli etmesidir. Zira melekler yiyip içmediğinden ve günah işleme kabiliyetleri olmadığından onlarda Gafur ve Rezzak isimleri tecelli etmemektedir

Bir kul için en selametli yol, havf ve recadır. Bir mümin kendine korku ve ümidi iki kanat yapıp bir kuş gibi uçarak cennette konaklar. Hz. Ömer (ra.) şöyle buyurmaktadır: “Mahşer gününde; ‘Sadece bir fert cennete girecek’ diye bir nida olsa; ‘ Ben umut ederim ki o fert ben olayım. Yahut sadece bir kişi cehenneme girecek dense, o kişi ben olabilirim, diye de korkarım.’

İşte havf ve recanın ölçüsü.

Bir mümin hayatını korku ve ümit arasında devam ettirir. Bir insan ne hayır ve hasenatlarına, ibadet ve taatlerine bakıp cenneti garanti görmeli, ne de isyan ve günahlarını düşünerek mutlaka cehenneme gideceği vehmine kapılmamalıdır. Şunu da unutmayalım ki;“Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.”

Cenab-ı Hak ulvi vasıflarla mücehhez kıldığı ulu’l- azm peygamberden Hz. İbrahim (as.)’a azamet ve kudretini büyüklüğünü müşahede etmesi için arş-ı alaya ref eylemiş ve ona  o âlemlerdeki manzaraları, maceraları ve ahvalleri  göstermiş. Hz. İbrahim insanların isyanlarını, günahlarını ve azim cürümlerini müşahede edince bu hâlden ziyadesiyle rahatsız olmuş ve onların helak olmaları için beddua etmeye başlamış. Bunun üzerine Rahîm ve Kerîm olan Yüce Allah o peygamber-i alişana şöyle hitap etmiş: “Ya İbrahim! Ben kullarıma karşı elbette ki senden daha ziyade şefkatli ve merhametliyim. Sen kullarımın isyanlarını ve günahlarını bir defa müşahede edince hemen onların helak olmalarını ve kahra düçar olmalarını istedin. Ben onların isyanlarını her an müşahede ettiğim halde onlardan lütuf ve ihsanlarımı hiçbir zaman esirgemiyorum, kerem ve inayetimi yağmurlar gibi başlarından yağdırıyorum. O isyan eden ve günah işleyen kullarım eğer yaptıklarından dolayı pişman olup tövbe ederlerse ben onları affederim.”

Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Cenab-ı Hak o seçkin ve sevgili peygamberini daha sonra şöyle ikaz etti: “Ya İbrahim sen ulu’l-azm bir peygambersin ve duaları müstecap olan bir Nebi-yi âlişansın. Kullarımın isyanlarından dolayı onların helak olmaları için beddua etme, zira onlar bana karşı üç hâl üzere bulunurlar. Onlar yapmış olduğu isyan ve günahlardan tövbe ve istiğfar ederse onları kabul ederim. Onların bu tövbeleri benim indi ilahiyemde makbuldür. Zira onların bazıları tövbe etmeseler de onların evlatlarından veya istikbalde gelecek nesillerinden iman edip amel-i salih işleyecek evlatları olacaktır. (Ebu Cehilin oğlu İkrime gibi.) Bazıları da tövbe etmeden vefat ederlerse, benim huzuruma çıktıkları zaman istersem onları affeder, istersem azap ederim. Bu da adaletimin icabındandır.

Mehmed Kırkıncı

www.mehmedkir

[1] Nursi, B.S Mesnevi-i Nuriye

[2]  Nisa Suresi 4/79

[3] Nursi, B.S Mesnevi-i Nuriye

[4]Nursî, B. S Sözler

[5] Haşir Suresi 59/18.

[6] Nursî, B.S Mesnevi-i Nuriye

[7] Al-i İmran Suresi, 3/102

[8] Al-i İmran suresi, 3/31

[9] Nursî, B.S Lem’alar

[10] Nursî, B.S Sözler

[11] Nursî, B.S Mektubat

[12] Nursî, B.S İşarat-ül İcaz

[13] Nursî, B.S Sözler (3. Söz)

[14]  Nur 24/31

[15] Zümer Suresi 39/53

[16]Nursî, B.S Sözler

[17]  Yusuf Suresi 12/53

[18]Nursî, B.S Lem’alar

[19] Tahrim Suresi 66/8

Okunma Sayısı : 1182

Risale-i Nur’u Anlamıyorum Diyorsanız..

Zaman zaman bana bu soruyu soran kişilere latife olsun diye şöyle diyorum: “Madem ki okuyarak anlamıyorsunuz, öyle ise okumaya okumaya anlamaya çalışınız!”
MÜTALAA VE MÜZAKERE
Bu asırda en yüksek bir hakikat-i Kur’aniye, en büyük bir ders-i imaniye olan Risale-i Nur’un akıl ve dimağlarda yerleşmesi; ciddi bir talim, büyük bir dikkat, gayret ve süreklilik ister. Bunun yolu sürekli olarak okumak, mütalaa ve müzakere etmekten geçer. Bu bakımdan bir nur talebesinin asıl gayesi bu eserleri anlayarak okumak, anladığını hayatına tatbik etmek, hayatı boyunca ihlas ve istikamet üzere yaşamak olmalıdır.
MÜTALAA GRUPLARI
Hizmeti yeni tanıyanlara ve hizmete iştiyakla katılanlara risaleleri anlama, yaşama ve hayata yansıtma noktalarından yardımcı olmak elzemdir. Risalelerin mütaalası için küçük çapta “mütalaa grupları” oluşturulmalı ve özellikle her bir meslek grubu kendi aralarında, her yaş grubu kendi emsalleri ile bir araya gelip mütalaa ve müzakere yapmalıdır.
SÜREKLİ OKUMAK
Risale-i Nurları anlayarak devamlı olarak okuyanlar, onun lezzetinden asla doyamazlar. Her okuyuşta onda nice engin, derin ve ince manaların olduğunu anlar, büyük bir manevi zevk alırlar.
Evet, dünyanın lezzetleri helal dahi olsa, ani ve fanidir. İnsanın yediği bir meyve veya yemekten aldığı lezzet az sonra zail olur, ondan hiçbir şey kalmaz. Fakat, kalp ve ruhuna ait olan bir lezzet, onunla beraber ebedi kalacaktır. Bu bakımdan marifet ve irfana dair olan lezzetler, ruhun ve kalbin gıdası olduğu için ebedidir, onlardan asla usanılmaz.
Okuyan veya dinleyenler içerisinde, onu anlamayanlar da asla nasipsiz kalmazlar. İhlas, sadakat ve samimiyetleri nispetinde, o hakikat nurlarından derecesine göre istifade eder ve büyük bir feyiz alırlar. Hatta Üstadımız: “Gafletle yapılan zikirler dahi feyizden hali değildir.” buyurmaktadır.
Bu eserleri okuyan bir insanın defterine nice sevap yazılır. Bundan daha büyük bir kazanç olabilir mi? Daha sonra okundukça anlar, anladıkça okuma iştihası daha da gelişir.
Hem insanda birçok latifeler var. Onun aklı bazı hakikatleri kavramazsa bile kalp ve ruhu hissesiz kalmaz. Okuyan kişinin idraki gelişir, kalbi inşirah eder ve ruhu birçok hakikatlere ayna olur. Bu bakımdan sabır göstermek elzemdir. Üstadımızın ifade ettiği gibi, “büyük bir bahçeye giren herkes, elinin ulaştığı kadar meyveleri toplar.”
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şöyle buyurur:
“Risaleler yalnız akli mesail-i ilmiye değil; aynı zamanda kalbi, ruhi ve hali mesail-i imaniyedir.
“Aklınız herbir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.”
“Bir hakikat bütün bütün anlaşılmazsa, onu bütün bütün terk etmek caiz değildir. Ondan alınan hisse -velev ki- yetersiz ve kemal manada noksan olsa bile, onunla olan alakadarlık sürdürülmeli, koparıp atılmamalıdır.”
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, bir kişi okuduğu veya dinlediği derin ve ince bir konuyu veya bir meseleyi anlamadığı takdirde, okumayı terk etmemeli, sabır ve teenni ile okumaya devam etmelidir. O büyük ders-i Kur’aniyenin nurundan istifade ve istifaze etmek için azami bir gayret gerekir. Aksi halde o büyük marifet ve hakikat derslerinden mahrum kalınır. Fen sahasında ilim tahsil etmeğe başlayan bir öğrenci, ben bu meseleyi anlamıyorum diye fakülteyi terk etmiyor, bilakis daha fazla ceht ve gayret gösteriyor.
Bu felaket ve helaket asrında büyük bir nimet olan Risale-i Nur’lar, nice marifet, hakikat, feyiz ve esrarları havi eşsiz bir eserdir. O akılları tenvir eder; kalblere ve ruhlara inşirah verir ve iman zevkini tattırır. Risale-i Nur, latifeleri terbiye eder, fikirlere istikamet verir, tefekkürü derinleştirir; ahlak-i aliyeyi inkişaf ettirir. Hakiki ihlasa ve hakikat-ı uhuvvete mazhar kılar.

Mehmet Kırkıncı

Sorularlaislamiyet

Mehmet Fırıncı Ağabey’den Kamuoyuna Duyuru

Bediüzzaman Said Nursi Hz.’nin talebesi Mehmet Fırıncı ağabey sosyal medya üzerinde adına açılan sahte hesaplardan yapılan paylaşımlarla ilgili kamuoyunun bilgilendirilmesini istedi ve şunları söyledi ;

Twitter üzerinden adıma sahte hesap açılıp, tarafımdan söylenmiş gibi televizyonlarda yaptığım bazı konuşmalarla ilgili olarak bazı şahıslardan özür dilediğim yazılmıştır.

Tamamen asılsız olan bu twit ile ilgili olarak savcılığa suç duyurusunda bulunacağım gibi herhangi bir twitter hesabımın bulunmadığını bildiririm.

Risale Ajans

Evliya Kimdir? Kime Denir? Özellikleri Nelerdir?

Lugatta veli; dost, arkadaş ve itaatkâr anlamına gelmektedir. “Evliya” ise “veli” kelimesinin çoğuludur.

İslami ıstılahta veli; Allah’ın sadık dostu ve sevgili kulu demektir. Veli, Allah’ın şeriatına bağlı, hak ve hakikate âşık kimsedir. Veli, “Kurân-ı Kerim’in hak ve hakikatini anlamış, Peygamber Efendimizin irşadı dairesinde hareket etmiş ve bu sayede ulvî derecelere yükselmiş olan Hak dostudur.”

Bu tarifler çerçevesinde milyonlarca Allah dostu vardır ki bunlar da iki kısımdır.

Bir kısmı herkes tarafından bilinen kimselerdir. Abdülkadir Geylani, Şah-ı Nakşibend, Bayezid-i Bistâmi, İmam-ı Gazali, İmamı Şarani, İmamı Şazeli, İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman gibi. Bunlar, Kur’an’dan aldıkları feyiz ile milyonlarca insanın irşadına vesile olmuşlardır.

Diğer kısım evliyalar ise, bilinmeyenlerdir. Hak Tealanın perde-i izzetinde mestur nice aşık, sadık ve dostları vardır ki, onları Allah’tan başka kimse bilmez. Bu Allah dostları ezelde aşk-ı ilahinin şarabını içmiş, muhabbet ve marifet-i ilahiyeye mazhar olmuş kimselerdir. Evliyaları hakkıyla tarif ve tavsif mümkün değildir. Onlar ahlak-ı ilahiye ile ahlaklanmış ve Kur’an’ın bütün hakikatlarını hayatlarına tatbik etmiş ve hayatlarını Allah rızası dairesinde geçirmişlerdir. Allah’ın en sevgili dostları olan bu zatlar, insanlık için birer manevi tabiptirler. Bunları yalnız Cenab-ı Hak bilir. Nitekim bir hadis-i kudsi de şöyle buyrulur: “Bir çok evliya vardır ki, onları benden başka bilen yoktur. Onlar benim hususi ve sevgili dostlarımdır.

İbrahim Hakkı Hazretleri de bu hakikate işaret için;

Harabat ehline hor bakma şakir,

Defineye malik viraneler var.” buyurarak, nice Allah dostunun ve evliyanın olduğunu ifade etmiştir.

Bütün meyvelerin ve çiçeklerin yetişmesine güneş vesile olduğu gibi, bu Allah dostlarının manevi terakki ve tealisine, yani onların marifet, muhabbet, ubudiyet, tefekkür, teslimiyet, tevekkül, ittika ve korunmalarına da vesile olan Kuran güneşi ve Peygamberimizin Sünneti dir.

Güneşten feyiz alan o meyve ve çiçeklerin renkleri ve letafetleri, kokuları ve tatları ayrı ayrı olduğu gibi, Kur’an güneşinin manevi meyveleri olan umum evliyaların da, feyizleri, irfanları, meşrepleri ve manevi dereceleri muhteliftir. Onlar, o manevi güneşten aldıkları feyiz ile neşrettikleri nurlar, zamanın ve zeminin her tarafını ışıklandırmıştır. İnsan maddi ve manevi birçok ihtiyaçlara muhtaç olarak yaratılmıştır. Bunları temin edemediği taktirde huzur ve rahat içinde yaşaması mümkün değildir. Hususen iman, marifet, ilim ve hikmet gibi manevi ihtiyaçlarını temin etmeden fikren sükünete ve kalben inşiraha nail olamaz. Bunun için mürşitlere, mücedditlere ve evliyalara muhtaçtır.

Evliyalar, Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemalinin tezahürlerini daima temâşa ederler. Onların bu temâşadan aldıkları zevk ve lezzet, cennetteki zevk ve sefanın çok fevkindedir. Onlar Cenab-ı Hakk’ın cemâl ve kemâline muhtelif isim ve sıfatlarına en mükemmel manada ayna olmuşlardır. Hiç şüphesiz insanlar içinde Allah’a en güzel, en geniş ve şa’şaalı bir surette âyinedarlık eden Peygamber Efendimiz (s.a.v)dır. Bu bakımdan Allah’ı en mükemmel manada tanıyan, seven ve başkalarına da sevdiren O Zât’tır. (s.a.v)

Daha sonra diğer peygamberler, mürşitler ve evliyalar gelir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cenab-ı Hakk’ın isimlerine okyanus gibi bir ayna iken, başka bir peygamber bir deniz, evliya bir göl ve başka biri de bir havuz mesabesindedir.

Evliyaların her birinde Cenab-ı Hakk’ın bazı esması hakimdir. Bundan dolayı bazısında heybet ve celâl, kiminde şevk ve zevk, başka birinde marifet ve fazilet, bir kısmında vakar ve sükun, bir diğerinde de ibâdet ve taat ve bir başkasında da şefkat ve merhamet galip gelmiştir.

Evliyalara Cenab-ı Hakk’ın rahmeti, lütfü ve inayeti nihayetsizdir. Onların olduğu mekanlara ve zamanlara feyz-i Rabbani, envar-ı Kur’anî tecelli eder; oralara hayır, feyiz ve bereket yağmur gibi dökülür. Onlar, Allah katında aziz ve mükerremdir; kıymetleri pek âlidir. Onları gören Allah’ı hatırlar.

Evliyaların en büyük gayesi, dünyada iman, salih amel, marifetullah ve muhabbetullah, ahirette de Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme şerefine mazhar olmaktır. Evliyaların maksudu cennet değil, cemal-i ilahidir. Zira cennet mahluk ve mahduttur. Onlar mahluk ve mahdut olana değil, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan mahbub-u hakikiye kavuşmaya ve O’nun rızasına ve rüyetine mazhar olmaya aşıktırlar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Cennet’te bir dakika rü’yet-i cemâl-i İlâhî, bütün Cennet lezâizine fâiktir.”

Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:

İşte şu sırdandır ki; “Vedûd” ismine mazhar bir kısım evliyâ: “Cennet’i istemiyoruz; bir lem’a-i muhabbet-i İlâhiye, ebeden bize kâfidir.” demişler.

Vedûd” ismine mazhar olan muhakikîn-i evliyâ; “Bütün kâinatın mâyesi, muhabettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir.” demişler.

Yine “Vedud” ismine mazhar olan evliyadan bir zat şöyle demiş: “ Felek mest, melek mest, nücum mest, semavat mest, şems mest, kamer mest, zemin mest, anasır mest, nebat mest, şecer mest, beşer mest, seraser zîhayat mest, heme zerrat-ı mevcudat beraber mest, der mestest

Yâni; Muhabbet-i İlâhiye’nin tecelisinde ve o şarâb-ı muhabbetten herkes istîdadına göre mestdir. Malûmdur ki; her kalp, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemale muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba- sâbıkan beyan ettiğimiz gibi- her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes’ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medarı olan binbir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbûb-u Zülkemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, O’nun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şâyeste bulunduğu anlaşılmaz mı?”1

Allah-u Tealanın cemal ve kemalini müşahede etmekten daha büyük bir nimet tasavvur edilemez. Ancak Allah’ı müşahede nimeti O’na olan muhabbetin derecesine göredir. Muhabbet ne kadar ziyadeleşirse lezzet de o nisbette ziyadeleşir. Nitekim bir Hadis-i Kudside şöyle buyrulur: “Evliyalarımın benim cemalimi müşahadeye iştiyakları olduğu gibi, benim de onlara iştiyakım daha şiddetlidir.”

Bediüzzaman Hazretleri de rü’yetullahı şöyle ifade eder:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz ikinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.”2

Başka bir eserinde de şöyle buyurur:

Her bir insan, o Hâlık-ı Zülcelal’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi, o Hâlık dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstehaktır.”3

Dünya ve ahirette en yüksek mertebeye ulaşacak kimseler Cenabı Hakk’ı en ziyade sevenler olacaktır. Muhabbet, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Zira, O’nun nihayetsiz olan bütün sıfatları en latif, en nuranidir. Bütün nurların nuru, bütün güzelliklerin menbaı O’dur. Sevgiye sebeb olan her güzellik, her kemâl, her cemâl O’ndadır. Hayat, ilim, kudret… gibi ezelî ve ebedî olan kemâl sıfatlar O’nundur. Bunlar ise zâtında sevilirler.

Şu kâinatta çiçeğinden bahçesine, zemininden semâsına, baharından cennetine kadar sevdiğimiz, takdir ve tahsin ettiğimiz herşey Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının âyineleridir. Ezelden ebede bütün nimet ve ihsanlar, lütuf ve ikramlar, çok şefkatli ve pek merhametli olan O’nun hazinesinden gelmekte, O’nun kereminden akmaktadır. Öyle ise insan için “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in”4 sevgisine mazhar olmak ve O’nun tarafından sevilmekten daha büyük bir saadet düşünülemez.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder: “Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünki fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayüd eder.”5

Allah’a kemaliyle muhabbet O’nu bütün kalp ve hissiyatıyla sevip emir ve yasaklarına ittiba etmekle olur. Allah’ı seven bir cihetle kendini sevmiş olur. Mesela Padişahı seven padişahın ihsan ve ikramlarına nail olduğu gibi Allah’ı seven de O’na dost olur O Padişahı Zülcemale dost olan da elbette ki O’nun nimet ve ihsanlarına nail olur. Böylece kendini sevmiş olur. Allah’ı sevmenin yolu ise O’nun Resulünü sevip, sünnetine ittiba etmekle olur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

Ey Resulüm, de ki: “Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” 6

Bediüzzaman Hazretleri bu ayetin tefsirinde şöyle buyurur:

Allah’a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”

İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır.”7

Evet insanın yaratılışındaki hikmet, Allah’ı tesbih, tahmit, ,tazim ederek O’na muhabbet etmektir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Beni zikredin( anın) k) ben de sizi zikredeyim”8

Zaten kafirlerden başka Cenab-ı Hakk’ı zikretmeyen ve O’nu tanıyıp itaat etmeyen hiç bir mahluk yoktur. Nitekim bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur.”9 Dağlar ve bağlar, deryalar ve çiçekler, yıldızlar ve güneşler durmadan Allah’ı zikredip anarken, zikirde ustabaşı olan ve ibadet için yaratılan insanın bundan müstağni kalması düşünülebilir mi?

Evet, Allah dostları daima Allah’ı anarlar. Onlar, daima huzurdadırlar, hiçbir an Allah’tan gafil olmazlar. Onların içi umman-ı vahdette, dışı sahra-yı kesrettedir. Onların kalplerinde aşk-ı ilahi ve muhabbet-i ilahi öyle nakşolunmuştur ki, zail olması mümkün değildir. Onlar ihtiyarsız olarak can ve cananlarından geçmişlerdir; daima hayrettedirler. Bununla beraber, acz, fakr ve kusurlarını görür, yaptıkları iyilikleri hep Allah’tan bilirler. Nefislerinin tezkiyesine çalışırlar. Herkese marufu emreder ve nehy-i münkerde bulunurlar. Yani insanlara iyiliği emredip kötülüklerden sakındırırlar. Bunu yaparken de yumuşaklık ve alçak gönüllülük gösterirler. Allah dostlarının en ulvi maksatları; insanların her türlü küfür ve isyan ve menhiyattan uzak durmaları, Allah’a bağlanmalarıdır.

Tevazu ile vakar onlarda cem olmuştur. Onlar bu aleme mükerrem olarak ayak basmışlardır. Gezdiği yerler ve bastığı topraklar onlarla iftihar ederler. Onlar temiz fıtratlarını bir takım seyyielerle lekedar etmekten son derece sakınırlar. Onların ibadetleri ne cennete girmek, ne de cehennemden kurtulmak için değil, sırf Allah’ın rızasını kazanmak içindir. Onların suretleri güzel olduğu gibi, siretleri, kalp ve ruhları da nice fazilet ve güzelliklerle doludur. Zerafet ve nezafetleri ziynetleri olduğu gibi, iffet, haya, merhamet ve edep gibi manevi güzellikleri de onların süsüdür. Bu gibi manevi güzelliklere mazhar olmak insanın kendi ihtiyarındadır. Bu ulvi meziyetlerden mahrum olmak kadar insanı hacalete düşüren hiçbir şey yoktur.

Evliyalar, insanlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidirler. Onlardaki bu hisler fıtridir. İsyanlarından dolayı insanların cehenneme gitmelerinden son derece üzüntü duyarlar. Nitekim bir Allah dostu olan Hz. Ebu Bekir (ra) : “Ya Rabbi vücudumu öyle büyüt ki, Cehennemde hiç kimseye yer kalmasın” buyurmuştur. Yine

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurmaktadır:

Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmağa -lüzum olsa- dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin Cennet’e girmeleri için Cehennem’i kabul ederim.” 10

Diğer bir eserinde de şöyle buyurmuştur;

Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.”11

Bu iki büyük zatın ifadeleri bunun en açık delilidir. Acaba Hz. Ebubekir (r.a.) ve Bediüzzaman Hazretlerinin şefkat ve merhameti böyle olursa, Her güzel ahlâk sahasında olduğu gibi, merhamette de en ileri olan Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in ümmetine karşı şefkat ve merhameti nasıldır?

Zira o, dünyaya geldiği dakikada “ümmetî ümmetî” (ümmetim) dedi. Hayatı boyunca ümmetim dedi. Miraçta ümmetim dedi. Dünyadan göçerken ümmetim dedi. Mahşerde de herkes “nefsî nefsî” diyeceği zaman, yine O, “ümmetî ümmetî” diyerek dünyada ümmetine karşı şefkat ve merhametini gösterdiği gibi, mahşerde de en ileri derecede gösterecektir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde:”Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki, zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.”12 buyurarak, O’nun ( s.a.v) ümmetine karşı olan şefkat ve merhametini ortaya koymuştur. Hatta kafirlerin bile hidayete gelmemelerinden dolayı bile son derece müteessir olmuştur. Bu husus bir ayet-i kerimede şöyle ifade buyrulur “Şimdi bu söze inanmazlarsa, sen onların arkalarından adeta kendini tüketeceksin!”13 Bu ayet de Hazret-i Peygamber’in (s.a.v) insanların hidayete gelerek ebedi helaketten kurtulmasına ne kadar önem verdiğini ve O’nun (s.a.v.) eşsiz şefkat ve merhametinin en açık delilidir.

Evet Allah dostu olan ve kendine Hazret-i Peygamber (s.a.v)’i rehber eden evliyalar da hak ve hakikata muhtaç olan insanları, ona ulaştırmak için büyük bir şefkat ve merhamet gösterirler. Kalplerinde kimseye kötülük beslemezler. Bütün işleri Allah içindir. Onlar bu yolda yürürken kendilerini yollarından döndürmek isteyen kimselerin ayıplamalarından çekinmez ve korkmazlar. Her işlerinde adalet üzeredirler. Şüpheli şeylerden de son derece sakınırlar.

Bu zatların en büyük maksatları Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’a itaatte hiçbir noksanlık göstermez, bu uğurda kendilerine isabet edecek her türlü eza ve cefaya sabrederler. Bütün mahlukatı ve insanları Allah için severler. Bu sevginin ehemmiyetini Hz. Ömer’ den (r.a) rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle ifade buyurmaktadır:

Allah’ın kullarından öyle kimseler vardır ki, onlar enbiya ve şüheda değillerdir; fakat kıyamet günü Allah indindeki makamlarından dolayı onlara Enbiya ve Şüheda gıpta edeceklerdir.” Bunun üzerine sahabelerden bazıları: “Ya Resûlallah! Bunlar kimlerdir? Amelleri nedir? Bize haber ver ki, biz de onları sevelim.” dediler. Resûlullah (s.a.v) : “ Onlar bir kısım mü’minlerdir ki, aralarında hiç bir akrabalık bağı, birbirlerine itaati gerektirecek herhangi bir mal alakası olmadığı halde birbirini sadece Allah için sevenlerdir. Onların yüzleri nurdur ve kendileri de nurdan bir minber üzerindedirler. İnsanlar korktuğu zaman bunlar korkmazlar, nas mahzun oldukları zaman bunlar mahzun olmazlar.” buyurdular ve şu ayet-i kerimeyi okudular: “Haberiniz olsun ki, muhakkak Allah’ın velileri için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”14

Bu ayetle Cenab-ı Hak, veliler için hiç bir korku, bir hüzün bulunmadığını müjde vermekte, onların dünyada da ahirette de en büyük bir teveccühe mazhar olacaklarını beyan buyurmaktadır. Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever ve onlardan razı olur. Bununla beraber onlar, yine de korku ve ümit arası olan “beynel havfi verreca” düsturundan hiç ayrılmadan yaşar ve akibetlerinden daima endişe duyarlar.

Evliyalar, esrar-ı ilahiye ve Kur’aniyeye vakıftırlar. Onlar, yaratılışın maksat ve esrarını anlamış mümtaz kimselerdir. Bu Allah dostlarının vefatından dolayı, yerler, gökler, sema, dağlar ve bağlar, denizdeki balıklar, zaman ve mekan, hasılı bütün mahlukat ağlar ve yas tutarlar. Ehl-i küfrün ölümünü ifade eden bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ne gök ne yer onların üstüne ağlamadı.”15

Bu ayetin mefhum-i muhalifinden şöyle bir mana anlaşılır ki, “Ehl-i imanın Dünya’dan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.”

… Semâvât ve zemin, ağlar gibi ehl-i îmânın zevâline mahzun oluyorlar.”16

Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Arş’ın Sa’d İbn Muaz’ın (ra) vefatıyla sarsıldığını” ifade buyurmuşlardır. İmam-ı Şarani’nin Tabakat adlı eserinde Bağdat’ta vefat eden Ahmet İbn-i Hanbel Hazretlerinin evinin etrafına binlerce yabani hayvanın toplandığı ve cenazesine altmış binden fazla kişinin katıldığı anlatılmaktadır.

Evliyaların kıymet ve derecesini anlayabilmek ve onların deryasında fener yakabilmek için “insanın fikir teknesinin çok sağlam, idrak yelkeninin çok geniş ve gönül rüzgarının devamlı olması gerekir.”

Cenab-ı Hak bizleri de peygamberin ve evliyaların yolundan giden; daima acz, fakr ve kusurunu bilen ve hüsn-ü akibetle emaneti teslim eden kullarından eylesin! Amin…

Mehmed KIRKINCI / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Sözler

2 Mektubat

3 Lem’alar

4 Şualar

5 Lem’lar

6 Al-i İmran suresi, 3/31

7 Lem’alar

8 Bakara Suresi 2/152

9 İsrâ Suresi 17/ 44

10 Emirdağ Lahikası

11 Tarihçe-i Hayat

12 Tevbe Suresi 9/128

13 Kehf Suresi, 18/6.

14 Yunus Suresi, 10/62

15 Duhân Suresi 44/29

16 Sözler

Kibir Nedir?

Kibir; insanın servet, makam, ilim, ibadet, soy, güzellik ve kuvvet gibi her hangi bir meziyetinden dolayı kendini başkasından üstün görme hastalığıdır. Hak ve hakikati kabul etmemektir.

Kibrin çok dereceleri vardır. Bazısı vardır ki, insanı küfre kadar götürebilir. Şeytan, gurur ve kibrinden dolayı Allah’ın huzurundan kovuldu ve ebedi cehenneme düçar oldu. Şeytana aldanan ve Cenab-ı Hakk’ın rububiyet sıfatını taklide cesaret eden Firavun suda boğulurken, Nemrut da bir sineğe mağlup olmuş ve elim akıbete uğramışlardır. Nitekim Cenab-ı Hak bir hadis-i kudside: “Kibriya ve azamet hususunda kendisiyle çekişecek kimseyi cehenneme atacağını” haber vermiştir.

Kibrin ne kadar tehlikeli ve çirkinolduğu bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Kibirli davranarak insanlardan yüzünü dönme, çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez.

Bir başka ayette de; “Cehennem, kibirliler için ne çirkin, ne kötü bir yerdir.” buyrulmuştur.

Yine başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Hem, kibirli kibirli yürüme! Zira ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara erişebilirsin..

Büyüklük ve azamet kainatı ve içindeki bütün mahlukatı yoktan var eden Cenab-ı Hakk’a aittir ve O’na layıktır. Bir kulun kibirlenmesi, bir kölenin hükümdarın tacını başına geçirerek onun tahtında oturup hükmetmesine benzer.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “ Kalbinde zerre kadar kibir bulunan bir kimse cennete giremeyecektir.” Binaenaleyh az bir kibrin ahirette böyle büyük bir cezası olursa acaba Firavun ve Nemrut gibi bu hususta haddi aşanların durumu nice olacaktır. Bu hadis-i şerifte ifade edilen kibir, Allah’a ve Peygamberlere karşı yapılan kibirdir.

Kibrin sebebi, cehalet ve muhakeme noksanlığıdır. Halık-ı Azim’in kudret ve azametini düşünen ve bilen bir insan, hiç kibir ve gurur tehlikesine düşer mi?

Akl-ı selim sahibi bir insan hayal ve vehimden ibaret olan kibrin ne kadar manasız olduğunu anlar. Eğer kişiyi gurur ve kibre sevkeden, onun ceddinin ve neslinin şeref ve fazileti ise bu kendisine bir şeref kazandırmaz. Soyu ile övünmek ahmaklıktır. Kabil, Hazret-i Âdem’in oğlu idi, ancak babasının Peygamber olması, onu küfürden kurtarmadı. Nuh (a.s)’un oğlu da babasının peygamberliğini kabul etmeyerek ebedi felakete sürüklendi. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Atalarınız ile övünmeyi terk edin

Eğer insan kendinde var olan kudret, servet ve marifetten dolayı gurur ve kibre giriyorsa, bu da pek manasızdır ve büyük bir cehalettir. Zira, bir insan fil kadar kuvvetli ve kaplan gibi cesaret ve şacaatli olamaz. Sonsuz kudret sahibi olan ve kendisindeki bu nimetleri ona ihsan eden Cenab-ı Hakk’a karşı böyle bir harekette bulunmak en büyük felakettir. İnsan ne kadar kuvvet ve iktidar sahibi olursa olsun, bunların bir gün mutlaka elinden çıkacağını düşünse kesinlikle gurur ve kibre düşmez. Akıllı insan kendisinde bulunan maddi ve manevi nimetlerin Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremi olduğunu bilmeli, bir anda yazı kışa, kışı yaza çeviren Allah’ın bu nimetleri elinden her an alabileceğini unutmamalıdır ki, gurur ve kibre düşmesin. İnsan bütün bu nimetleri Allah’ın ikramı olarak görür ve şükür ile mukabele ederse bu hastalığa düşmez.

Eğer kişi, gençliğinden ve hüsn-ü cemalinden dolayı gurur ve kibre düşüyorsa bilmelidir ki, bu geçlik ve güzellik kısa bir zaman sonra elinden çıkar, yüzü kırışır, saçı ağarır ve beli bükülür. Gençliğinden ve güzelliğinden bir eser kalmaz.

Eğer onu gurur ve kibre götüren akıl ve zekasının çokluğu ise, bu durum da onun akılsızlığına delildir. Ama ne yazık ki, insan kendisinde bulunan bütün nimetlerin fani olduğunu bildiği halde, yine de o zavallı kibir ve azameti elinden bırakmaz. Zengin ise fakirleri, rütbe sahibi ise idare ettiği kimseleri, ilim sahibi ise kendinden aşağı mertebede olanları hakir ve küçük görür, fahr eder, gurur ve kibre düşer.

Eğer kişi ilim ve faziletinden dolayı kibre giriyorsa, bilmelidir ki, o ilim de Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır. Kibir ile ilim bir arada bulunmaz, bunların bir kişide cem olmasına taaccüp edilir. İmam-ı Gazali Hazretleri ilminden dolayı gururlanan kişiler için şöyle der; “ Böyle bir kimse ilme vakıf olmadığından ve cehlini ilan etmiş olacağından ona teessüf olunur. İlim silah gibidir. İlim, kibirlinin kibrini izale eder, tevazu ise, ehlinin itibarını ve derecesini artırır. İlmi ile kibirlenmek, büyük bir felakettir.” Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Âlimin afeti, kendini büyük görmesidir

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar.

Aciz, zaif ve fakir olan insana yakışan tevazu ve tezellüldür. Zira insanın izzeti Cenab-ı Hakk’a karşı zilletindedir; şükür ve secdesindedir. Akıllı insan mütevazi olur, akibetinin ne olacağını düşünerek gurur ve kibre düşmekten kurtulur. Dünyanın fani ve geçici zevk ve sürurlarına aldanıp tekebbür etmez. Zira, dünyevî makamlar, kuvvet ve servetler fânidir, geçicidir.

Tevazu öyle ulvi bir meziyettir ki, insanı Allah’a yaklaştırır, O’na dost eder ve diğer insanların da muhabbetini kazandırır. İnsan tevazu sayesinde aklen ve ruhen terakki eder ve kalben de huzur bulur. Onda şefkat, merhamet ve edep gibi bir çok hisler meydana gelir. Bu haliyle diğer insanlara bir numune-i misal olur. Tevazu göstererek gurur ve kibirden kurtulan insan şeref ve itibar sahibi olur. Allah dostlarının kalplerini nazargâh-ı İlahi bilir ve onları incitmemeye gayret eder.

Mahsul, ovadaki sulu ve yumuşak toprakta yetişir. Dağda ve sert toprakta mahsul yetişmez. Aynı şekilde hikmet de, mütevazı olanın kalbinde yerleşir, kibirlinin gönlünde yerleşmez.

Bediüzzaman hazretleri gurur ve kibirin ağır bir yük ve tavazunun ise çok lezzetli ve mükafatlı olduğunu veciz bir şekilde şöyle ifade eder:

Gurur ve kibirde öyle ağır yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister ve istemek sebebiyle iskiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terki-i anâniyette öyle lezzetli bir mükâfât var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.

Tevazu sahiplerinin özelliklerinden biri, bir ayette mealen şöyle ifade buyrulur: “ Ve rahmanın –halis- kulları onlardır ki, yer yüzünde mütevaziane bir halde yürürler ve cahiller onlara hitabettikleri vakit “ selametle” derler.

Evet, tevazu ehli olanlar, azamet-i ilahiyeyi düşünerek kibir ve gururdan kaçınırlar. Kendi acizlik ve fakirliklerini bilerek rıfk ile hareket ederler. Hiç kimseye karşı mütekebbirane ve hodfuruşane bir vaziyet almazlar. Birtakım cahil ve sefih kimseler o mütevazi zatlara karşı hoş olmayan davranışlarda bulundukları zaman, onlar fena bir tarzda mukabelede bulunmazlar.

Bir insanın gurur ve kibir hastalığından kurtulmasının bir çaresi de hüsn-ü zan sahibi olmasıdır. Hüsn-ü zan bir kimse hakkında iyi niyetli olma halidir. İnsanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmak sünnettir. Hüsn-ü zan muhabbetin en büyük vesilesi olduğu gibi, kişinin kibir ve gurudan kurtulmasının da çaresidir.

Çünkü insan kendi hatalarını ve günahlarını çok iyi bildiği halde, karşıdaki insanın işlediği günahlarından tam manasıyla emin değildir.

Mehmet Kırkıncı