Etiket arşivi: menderes

SİYASETİN NERESİNDE NUR TALEBELERİ

Siyaset, devlet işlerini tanzim ve terbiye edip, eğitmek manalarına gelmektedir. Her devletin bir politikası –kullandığı yöntemi- ve bir siyaseti –tanzim ve terbiyesi- var. Bunlar değişkenlik göstermektedir. O kadar ki bölgeden bölgeye, mahalleden mahalleye kadar . .

Bediüzzaman Said NURSİ ve Talebeleri siyasetin neresinde ?

Bu sualden evvel kısaca siyasal tarihe göz atalım sonra buna cevap verelim.

Siyasal tarih içerisindeki hadiseleri tahlil eden Bediüzzaman, tek parti dönemlerinde yani Van, Burdur, Barla, Kastamonu, Afyon hayatı sürecinde siyasete temastan imtina etmiş, kaçınmıştır. Hatta o zamanlarda telif ettiği eser ve mektuplarında da talebelerine siyasetten uzak kalmayı tavsiye etmiştir ısrar ile. Külliyat-ı Nuriyede bunun nice emsali var.

Takvimler 1950’lere gelip çok partili siyasal hayatın kendisini iyice hissettirdiği dönemlerde Bediüzzaman Said NURSİ talebelerini eski zihniyet veya farklı zihniyetlerin partileşmiş hallerine karşı muhafaza etmek için mektuplar neşretmiştir. Bilahare bu mektuplar ”Beyanat ve Tenvirler” namıyla bir araya getirilip neşredilmiştir Sözler Neşriyat vasıtasıyla.

Bediüzzaman Said NURSİ, siyasal arenayı tahlil ederek temelde dört zihniyet olduğu ve gerisi ise bunların fürüatı olduğunu beyan etmiştir. (*) Emirdağ Lahikası 2’de siyasi tahliller görülecektir. Adnan MENDERES’e mektupları ve bu mektuplarında, Ayasofyanın ibadete açılması, Tevafuklu Kur’an-ı Kerimin tab’ı, Ezan-ı Muhammedinin (asv) aslına döndürülmesi olmuştur. Ezan-ı Muhammedinin (asv) aslına döndürülmesiyle Demokratların on kat daha kuvvet bulduğunu ifade etmiştir. (1)

Bediüzzaman Said NURSİ, “âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum” (2) gibi mektuplar neşrederek Dinsizlik ve komünistlik fikirlerinin parti halinde karşımıza çıkmış olmasıyla nur talebelerinin vahdet ve intizamını muhafaza etmek için say u gayret etmiştir. Siyaset cazip olması ve herkeste nefs-i emmare bulunması ve bu emmare olan nefsin aldatıp aldanmasına mani olmak için yaptığı da aşikardır Bediüzzaman Said NURSİ’nin bu işleri.

Bediüzzaman Said NURSİ, daima Demokratları destekler beyanlar ve izahlar vermiştir. Hatta daha dindarlarında da kurmuş olduğu partiler varken onlara destekleyici beyanları olmamıştır. Mesela, İttihad-ı islam partisinin kurucusu Cevad Rifat ATİLHAN, Bediüzzaman Said NURSİ ile görüşmüş ve fikirlerini beyan etmiştir kendisine. ATİLHAN’ın ziyaretinden sonra “dört parti mektubu” yayınlanmıştır.

Bediüzzaman Said NURSİ, hizmetin intişarı ve talebelerinin vahdetini muhafaza ederken daima müsbet hareket etmiştir.

Şimdi gelecek olan mehazlara bakıldığında sualimize cevap gelecektir.

“Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr olmaları ve eskiden beri Nur’un men’ine dair zulümleri yapmadıklarından, Demokratın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. ” Emirdağ-2 – 215

” İttihad-ı İslâm’dan olan Nurcular büyük bir yekûn teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır. ” Emirdağ-2 – 25

“Demokrat’a karşı eski partinin müfrit ve mason veya komünist manasını taşıyan kısmı, iki müdhiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar. Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.) efradının çoklarını astılar. Ve Ahrar denilen Demokratları, kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar. Aynen öyle de: Şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları din aleyhine sevketmek veya kendileri gibi tahribata sevketmek istedikleri kat’iyyen tebeyyün ediyor. Hattâ ulemanın resmî bir kısmını kendilerine alıp, Demokratlara karşı sevketmek ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nurcuları ezmek; tâ Nurcular vasıtasıyla ulema, Demokrata iltica etmesinler. Çünki Nurcular hangi tarafa meyletseler ulema dahi taraftar olur. ” Emirdağ-2 – 25

“Maatteessüf bazı müfrit ve mason ve komünistler, Demokrat aleyhinde olduğu halde kendini Demokrat gösteriyorlar ki; Demokratları tahribata sevketsin ve din aleyhinde göstersin, onları devirsin.” Emirdağ-2 – 25

“Zemin ve semavatı hiddete getirecek ve mevcudatı ağlatacak bu müdhiş kararın Demokratlar aleyhinde Halk Partisi’nin müfrit adamları tarafından tertib edilen bir plân olduğundan kat’iyyen şübhemiz yoktur. Zira Nur talebelerinin Demokratları muhafaza ettiğini ve Demokratların kuvvetli bir istinadgâhı olduğunu müfrit şeytanlar anlamışlar. ” Emirdağ-2 – 29

“Bu vatanda dinsizlikle ve istibdad-ı mutlak ve eşedd-i zulme karşı yirmiyedi yıldır perde altındaki hususî neşriyatla hârikulâde bir feragat-i nefisle mücahede eden Bedîüzzaman Said Nursî’nin vücuda getirdiği muazzam Nur Talebeleri câmiasının Demokrat Parti’yi muhafaza ettiğini Halk Partisi’nin müfrit dessasları anlamış..”Emirdağ-2 – 29

“Yüzbinlerle Nur talebelerini Demokratlar aleyhine çevirip, Demokrat Partisi’nin sessiz, sadâsız, gösterişsiz, fakat dindarlıklarıyla gayet muhkem bir istinadgâhını yok etmek ve Demokrat hükûmetini yıkmaktır. Bu müdhiş ve şeytanî plânın akîm kalması için… ” Emirdağ-2 – 30

Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: Nasıl Ezan-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. ” Emirdağ-2 – 164

“Bu mes’elenin ihyasıyla hasıl olan nur ve feyiz, Demokrat hükûmetin en büyük ve cihandeğer bir hizmeti olarak ebede kadar misli görülmemiş bir parlaklıkla lemean edecektir ve beynelmilel bir itibarı temin edecektir.”Emirdağ-2 – 186 “Nur Talebeleriyle Nur Risaleleri ve onların bu büyük hizmet-i Kur’aniyeleri Demokrat Hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki, mübarek âlem-i İslâm’daki hareket-i İslâmiye bu hükûmet-i demokrasiyeyi takdir ve tahsinle karşılıyor. ” Emirdağ-2 – 171

Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri, şimdi Kur’an ve İslâmiyet ve vatan hesabına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle Demokrat Parti’nin iktidarda kalmasını muhafazaya çalıştığına, biz Demokrat Parti mensubları ve Nur Talebeleri kat’î kanaatimiz gelmiştir. Üstadımızdan, ne için Demokrat Parti’yi muhafazaya çalıştığını sorduk, cevaben: “Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki Halk Partisi, İttihadcıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbarıyla, onbeş senede yaptığı icraatının kısm-ı a’zamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyyen iktidara getirmeyecek. Çünki Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” dedi.” Emirdağ-2 – 206

“Üstadımız Bedîüzzaman gibi mübarek ve muhterem bir zâtın Demokrat Parti’ye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, iktidar partisi yapıyormuşçasına çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımızı Demokrat Parti’den soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatımız gelmiş.” Emirdağ-2 – 207

“Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr olmaları ve eskiden beri Nur’un men’ine dair zulümleri yapmadıklarından, Demokratın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. ” Emirdağ-2 – 215

“Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” Emirdağ-2 – 206

“biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. ” Emirdağ-2 – 208

“Evvelki defa gibi bu defa da Nurcuların epey faidesi, Demokrat lehine oldu. Üstadımıza ve Nurlara en ziyade faidesi dokunan eski Adliye Vekili Hüseyin Avni ve Senirkent meb’usu Tahsin Tola herkesten ziyade kazanmaları lâzım iken kazanmamaları bizi çok müteessir etti ..” Emirdağ-2 – 215

“Tahsin Tola’nın ehemmiyetli çalışmasıyla Sözler mecmuası resmen Ankara’da tab’edilmesiyle hem asayişe, hem Demokrata, hem bu vatan ve millete yüz sene meb’usluk etmek kadar faidesi oldu. ” Emirdağ-2 – 215

“Halkı Demokrat hükûmet aleyhine geçirmek plânlarını takib eden muhtelif gazetelerin diğer bir zahir yalanları ise,…” Emirdağ-2 – 218

“Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehvenü’ş-şer olarak bakınız. Daha a’zamü’ş-şerden kurtulmak için onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.” Emirdağ-2- 245

“Zerratı günahkârlardan mürekkeb bir hükûmet, tamamıyla masum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara, anarşist nazarıyla bakıyorum. ” Münazarat – 17

“Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi; birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı, Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halîm’e vurmam. Nazarımda, vuran da sefildir.” Sünuhat – 55

“Benim Nur âhiret kardeşlerim, ehven-üş şerr deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler.”  Emirdağ 2 – 245

Bütün bu mehazlardan ders alan Nur Talebeleri azam-üş şere karşı ehveni tercih ediyor. %0 siyaset diyerek nur talebeleri içinde bulunan bazı aklı evveller cemaati aldatmak için, ehvenin kusurlarını serrişte ederek azam-üş şer’i adeta kutsamak ve insanları ona destek etmek için var güçleriyle çalışıyorlar.

Bediüzzaman Said NURSİ’nin yolunda sadakatle yürüyen insanları sadece imani meselelerle meşgul edip, içtimai meselelerde tepetaklak etmek istiyorlar. Bediüzzaman Said NURSİ’nin varisleri mazide de şimdi de ve istikbalde de daima RİSALE-İ NUR HİZMETİNDE RİSALE-İ NUR PRENSİPLERİYLE HAREKET EDEREK, ŞERE ASLA TARAFTAR OLMAYACAKLARDIR İNŞAALLAH.

“Allah kimseyi şaşırtmasın, şaşırtırsa süründürmesin, süründürürsede fahişçe etmesin, fahişçe ederse, kabartmasın. Şişirip kabartırsa da perişan etmesin. Perişan ederse sersem ve serhoş, âvâre etmesin.” (3) amin amin amin

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak Linki : https://www.nurdanhaber.com/tr-tr/haberler/71655/siyasetin-neresinde-nur-talebeleri/

Sultan Hamid ve Erdoğan

Ülkenin kaderine taalluk eden şu günlerde, bozulmuş, birçok yönü ile dejenere olmuş ve kavramların aşındığı bir ülkede verilecek karar bir siyasi karar değil bir mukadderat kararıdır. Bu millet çok badireler geçirmiş ama yine de Allah karanlık günlerde yolunu açmıştır. Biz oyumuzu vereceğiz ama  yine mesele Allah’ın takdiridir.

Bu konuyu Akif’in fikirlerinden aldığımız bazı satırlarla anlatalım.

“Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz” diyor Akif.

Sultan Aziz’in öldürülmesi, Sultan Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, Menderes’in katli, daha sonraki siyasilerin kafasında dış güçlerin ve bizim maşaların demoklesin kılıcı gibi devletin ve parlementonun, devlet adamlarının üstünde durmasının bitmesi, milletin gerçek merciinin millet olması gerekir.

Bunlar içinde en önemlisi milletteki bozulmaya  yine milletin sebeb olduğu bahsidir. Şayet bozulma böyle giderse vatan da millet de din de tehlikededir. Çünkü eğitim kurumları ülkenin gelişmesine katkı vermiyor, din ve cemaatler, bozulmadan nasibini almış, tavır insanlarının yaşaması imkansız, belki yeni bir ruh ile yeni bir yapılanma ile ülkenin bu gidişine dur denilir.

Akif, Milletlerin bozulmasını da tahlil eder. “Zaten bir millet müstehak olmadıkça Allah onları bozmaz.  Millet fertleri teker teker müstehak olarak   bozulmuşsa onları hangi siyaset düzeltecektir? Bir millet kendisinde olan güzel seciyeleri bozmazsa  Allah da onların saadetini bozmaz. Bu beliğ tebliğ kıyamete kadar meriyetini koruyacak, bir kanun-ı ilahi ve fıtrattır.” (128)

Biz ne çekersek kendi amelimizin cezasıdır. Evet şehameti, himmeti, sayi, sıdkı, istikameti, iffeti, teavünü, gayreti, faaliyeti bırakmanın karşılığı cezası  zillet ve mahkumiyettir. Akif felaket sebebi olarak kendini murakabe etmemek yani denetlemeyi gösterir. (128)

Erdoğan insandır, yanlışları olabilir, kendinden önceki devlet adamlarından çok daha ileri boyutta dindar, vatansever, din ve milliyet arasındaki dengeyi kurabilmiş, samimi, inandığı şeye her türlü fedakarlıkla  bağlı, ama yanlışı gördüğünde de affetmez bir insandır. O bu bozulmuş toplumda bir hami durumundadır.

Müslüman Türkiye’nin olduğu kadar islam dünyasının da, Türk dünyasının da istenilen ve dua edilen bir büyük liderdir. Onu suçlayanların buldukları onun hezimete uğramasına yetmez, bir binada bir taş çürük diye o binayı tahrib etmek yanlış, bir gemide dokuz masum bir cani varsa o gemi batırılmaz, veya dokuz cani bir masum olsa batırılmaz.

Siyasi tarihe bakılsa  yüz yılı aşkın süredir, bu kadar  dik duran doğru siyaset uygulayan bir başka kimsemiz olmamış. Reşit Paşa’dan bugüne her devlet adamı ile karşılaştırsan  onun farkı ortaya çıkar. Sultan Hamid’in de tahttan indirilmesini isteyenlere Akif cevap verir.

Akif , yapılan yanlışlardan hep tavanı suçlayan geleneksel telakkiye bir örnek verir. Konu Sultan Hamid’den yansımadır. Ortalığın fenalaştığı, işlerin devamlı sarsıntı geçirişini  Padişah ikinci Abdülhamit Han’a yükleyerek  “Ah o Yıldız’daki Baykuş  ölüvermezse  eğer akıbet çok kötü ..” diye dert yanan  Köse İmam’a Babası Hoca Tahir Efendi’nin  verdiği cevabı şiirleştirerek nakleder.

Oğlum bu temenni neye benzer bana bak :

Eşeklerin canı yükten yanar , aman , derler

Nedir bu çektiğimiz dert , o çifte çifte semer

Biriyle uğraşıyorken gelir  çatar o biri ;

Gelir ki taş gibi hain , hem eskisinden iri

Semerci usta geberseydi .. Değmeyin keyfe !

Evet gebermelidir, inkısar edin herife

Zavallı usta  göçer bir gün akıbet ancak

Makamı öyle uzun boylu nerde boş kalacak

Çırak mı kalfa mı  kim varsa yaslanır köşeye

Takım biçer durur artık  gelen giden eşeğe

Adam meğer acemiymiş, semere hayli hüner :

Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler ,

Bütün o beller omuzlar çürür çürür oyulur

Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur

Giden semerciyi derler bulur muyuz şimdi ?

Ya böyle kalfa değil basbayağı muallimdi

Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik  tuhaf iş!

Semer değilmiş  o rahmetlinin ki devletmiş.

Akif adam olmanın zaruriyetini anlatır.

Nasihatim sana, her şeyle iştigali bırak

Adamlığın yolu nerdeyse bul da girmeye bak

Adam mısın ebediyyen cihanda hürsün gez

Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez

Adam değil misin oğlum gönülsünün semere

Küfür savurma boyun kestiğin semericilere

(131)

Akif, adalet konusunda Hz Ömer’in bir  vakasını anlatır. Hz Ömer daima mazlumun yanında olduğunu zalimin ise karşısında olduğunu anlatır, bu anekdotta. Ama Akif zamanı için “Ömer de olsan halin müşkül” der. (132)

Akif günümüzde de geçerli insan tiplerinin anlatır.

Sallanan çünkü kılınçlardı, re kuyruk ne de kavuk

Öyle bir devr-i şehamette kolaydır ululuk

Senin etrafını alsın ki yığınlarca sefil

Kimi idmanlı edepsiz , kimi talimli rezil

Kiminin fıtratı azade  haya kaydından

Kiminin iffeti ikbaline etten kalkan

kumarbaz bu harami , şunu dersen ayyaş

Sonra mecmuu müzevvir , mütebasbıs kalleş

Bu muhitin bakalım şimdi içinden çıkabil

Ne yaparsın  Ömer olsan yine halin müşkil

(133)

Hatta “ böyle bir muhitte  peygamberim diye ortaya çıksan da karşında tapılan sahte ilah menfaat çıkar”

Bir muhalif hava yok dinlediğin aynı sada

Zat-ı saminize millet de hükümet de feda

Menfaattir seni  tehdid edecek  tek mevcut

Çünkü çıksan da  nebiyim diye hasbın bu mabud!

(134)

Bütün bu olumsuzluklara  karşı  çıkacak imandır.

İmandır o cevher ki ilahi ne büyüktür

İmansız olan paslı yürek sinede yüktür

Oflu Mandal hoca onun ideal imanlı insanıdır. Hiçbir şeyden korkmaz.

Bu imanla Mehmetc ik çanakkalede vatanını dinini savunmuştur.

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler

Ne celik tabyalar ister ne siner hasmından

Alınır kala mı göğsündeki kat kat iman ?

(136)

Süleymaniye camii de bu imanla yapılmıştır.

Dur da mabuduna yükselmek için ilme basan

Mabedin halini gör işte serapa iman

Bu bozulma ancak akıl ile imanın kalbin birleşmesi ile giderilebilir.

Beyinle kalbi  hem ahenk  edip işletmeli

Atıldı vahdet-i milliyenin temeli

(138)

İmanın başı da Allah korkusudur.

Ne irfandır ahlaka yükseklik veren ne vicdandır

Fazimlet hissi insanmlarda Allah korkusundandır

Yüreklerden çekilmiş farzedilsin de havf-ı Yezdan’ı n

Ne irfanın kalır tesiri  katiyyen ne vicdanın

O cemiyet ki vicdanında hakim havf-ı Yezdandır

Bütün dünyaya sahiptir bütün akvama sultandır

Fakat efradı Allah korkusundan bihaber millet

Çeker milletlerin menfuru kıptiler kadar zillet

Maali meyli hiç kalmaz şehamet büsbütün kalkar

Ne hakimlik tanır artık , ne mahkum olmaktan korkar.

Maneviyatı  ölmüş milletlerin halini anlatır.

O doymak bilmeyen mabuda kurbandır haya hissi

Hamiyet ademiyet hissi  ulvi hislerin hepsi

Bu hissizlikle cemiyet yaşar  derlerse pek yanlış

Bir ümmet göster ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış

(143)

Özetle Bediüzzaman’ın siyaset felsefesi ve birliği koruma fikirlerine yüzde itibariyle son yüz elli yılın en çok uygun düşen şahsı sayın Erdoğan’dır. Allah ülkemizi felaketlerden korusun.

Himmet Uç

Ezanın Arapça Okunması Bize Bayram Oldu !

İlk tahsil hayatıma Erzurum meşhur âlimlerinden Hacı Mustafa Efendi ile başladım. Güz mevsimi idi. Babam beni Hoca Efendinin evine götürdü. Ev gayet sade, duvarlar kitap ve levhalar ile süslemişti. Babam Mustafa Efendiye geliş sebebimizi anlatınca, o çok memnun oldu ve bize yakın ilgi gösterdi. Hoca Efendi bana dönerek: “Sen niçin okuyacaksın, biliyor musun? Niyet çok önemlidir. Ben okuyayım da müftü olayım, imam olayım gibi şeyler düşünerek okursan bu ilim sana bir fayda vermez. Sen Allah rızası için okuyacaksın. Her şey bir şeydir, fakat cehalet hiçbir şeydir. Sen, cehaletten kurtulacağım diye okuyacaksın, Bu ümmet-i Muhammed’e ahlâkı, ibadeti, imana ait hakikatleri öğreteceğim, diye okuyacaksın. Bir de şartlar ne kadar ağır olursa olsun, ilim tahsilinden vazgeçmeyeceksin. Ben ölsem bile gidip başka yerde ilim öğreneceksin. Gücünün yettiği kadar bu ilmi öğrenmeye gayret edeceksin. Netice itibariyle hakiki saâdet yalnız ilimdedir. O ilim ise Kur’an ilmidir.” diyerek ilmin ehemmiyetini anlattıktan sonra: “Önümüzdeki Çarşamba günü kitabını al gel.” dedi. Ben de Çarşamba günü gittim ve böylece ilk dersimizi aldık ve tahsil hayatına başlamış olduk.

O zamanlar Erzurum’da kışlar çok ağır ve uzun geçerdi. Sabahın erken saatinde karlara bata-çıka faytonların izinden Mustafa Efendi’nin evine gidiyorduk. Mustafa Efendi’nin kardeşi Hüsnü Efendi, bizim geleceğimizi bildiği için kapının arkasında bizi bekler ve kapıyı açardı. Erken saatte gitmemizin sebebi ise polislerin bizi görmemesi idi. Zira o zamanlar Kur’an’ı ve dinî ilimleri okumak yasaktı. Ezanlar da Türkçe okunuyordu. Bu bakımdan, erkenden hocamızın evine gider, saat sekize kadar ders okur, evimize dönerdik. Bu kadar tedbire rağmen, Hoca Efendi’den şüphelenerek defalarca evine baskın yaptılar.

Bütün medreseler ve camiler kapatılmıştı. Sadece Gürcü Kapı Camii, İhmal Camii, Lala Paşa Camii ve Murat Paşa Camii açıktı. Ulu Camii depo, Kurşunlu Camii de hapishane yapılmıştı. O zamanlar yaklaşık elli camii bulunan Erzurum’da çok az sayıdaki camii ibadete açık idi. Pazar günü Hoca Efendi’nin evindeki sohbetlerde genellikle bunlar konuşulur ve “Zaman ahir zamandır, bundan sonra durumun iyi olacağını beklemek yanlıştır. Gittikçe zaman daha da kötüleşecek.” denilir, ümitsizlik içinde dertlenilir ve gözyaşı dökülürdü. Biz de o zamanlar daha çocuktuk, orada konuşulanlardan ziyadesiyle etkilenirdik. Yıllar sonra Üstad Bediüzzaman Hazretlerini tanıma şerefine mazhar olup, eserlerinden istifade edince onun ne kadar geniş düşündüğünü, en zor şartlarda bile hiçbir zaman ümitsizliğe düşmediğini hayretle müşahede ettim ve içimi büyük bir ferahlık kapladı. Zira Bediüzzaman Hazretleri münazarat adlı eserinde şöyle diyordu:

“Şu memleketin maabid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi, birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar. Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun! Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.

Ey üç yüz seneden sonraki asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybi ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Tahirler, Yusuflar, Ahmetler vesaireler..! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım varsınlar beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim; siz cennet asa bir baharda geleceksiniz Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.”

Mustafa Efendi bir gün, Elmalılı Hamdi Efendi’nin tefsir sahasında çok dirayetli bir alim olduğundan söz etti ve onun üstad Bediüzzaman Said Nursi hakkındaki: “Bediüzzaman berrak sular gibi temiz bir vicdana, çok güzel bir ruha sahip bir zat idi. İstanbul’un âlimlerinin gözü öyle bir âlim görmemiştir.” sözlerini bize nakletti. Mustafa Efendi, İstanbul’da Elmalılı Hamdi Efendi’den ders okumuştu.

Mustafa Efendi, Bediüzzaman Hazretlerinin “İşaratü’l-İ’caz” ismindeki eserini daha önce okuduğunu söyledi ve kütüphanesinde bulunan bu kitabı bize gösterdi. Kur’an’a ait bu tefsirin I. Cihan harbinde Pasinler’in dağlarında yazıldığını söyledi. “Bundaki hakikatler, nükteler, meziyetler ne Keşşaf’ta ne Beyzavî’de ne de başka bir tefsirde vardır. Siz tefsir ilmini tahsile başladığınızda bu eseri size okutacağım.” dedi.

Böyle bir tefsirin harp esnasında dağ ve bayırlarda, kar ve kışta yazılmış olması beni hayretler içinde bıraktı. Bu tefsiri yazan Bediüzzaman Hazretlerine öyle bir muhabbetle bağlandım ki, “Keşke bu zatı görüp, elini öpsem ve duasını alsam.” niyazında bulundum.

Bir gün hocama; “Hocam, bu zat nerede ikamet ediyor? Kendisini ziyaret etmemiz mümkün mü?” diye sordum. Hocam da: “ Bediüzzaman Hazretlerini 1925’de Burdur’a nefyettiler. Şimdi Isparta’da. Görmek isteyenleri takip edip, tutukluyorlar. Eğer onu görmeye gidecek olursanız başınız belâya girer.” diye cevap verdi.

İşte ben Bediüzzaman Hazretlerinin ismini ilk defa hocamın bu sohbetinde duydum ve gönlümde ona karşı fevkalade bir muhabbet meş’alesi tutuştu.

Hocam Mustafa Efendi; “Ben artık bu memlekette duramam. Burada dinimizi gizli okutuyoruz, okutanlar tevkif ediliyor. Kur’an yasak, ezan yok, kamet yok.” diyerek, cemaatin karşı çıkmasına rağmen 1944 senesinde Medine-i Münevvere’ye göç eyledi. Uzun yıllar orada yaşayan Hoca Efendi, o mübarek beldede ahirete teşrif eyledi. Allah makamını cennet eylesin!

Ezan-ı Muhammedî, 10 Ocak 1932 senesinde Türkçe olarak okunmaya başlamıştı. Minarelerden Allah’ın büyüklüğünü ifade eden, insanın kalbine ve ruhuna inşirah veren ‘Allah ekber, Allahu ekber’ nidaları yerine, ‘Tanrı uludur, Tanrı uludur’ sesleri söylenmeye başlanmıştı. Bu durum müminlerin rikkatine dokunur, fevkalade rahatsız eder, onları karamsarlığa sevk eder ve sürekli olarak ağlamalarına sebep olurdu.

Hocam Mustafa Efendi’nin Medine-i Münevvere’ye göç eylemesinden sonra, ben, Erzurum’un Tifnik köyünden Erzurum’a yerleşmiş olan büyük mütefekkir, ulum-u aklîye ve ulum-u nakliyede fevkalade salahiyetli bir alim olan okuttuğu talebelerden fakir olanlarının maişetini bizzat kendisi temin eden ve 1952 yılında hakkın rahmetine kavuşan Hacı Faruk Efendi’den ders okumaya başladım.

Hacı Faruk Efendi’nin evi Erzincan Kapı’daki tarihî taş binanın üstünde idi ve çok zengin bir kütüphanesi vardı.

Yanına ilk gittiğimde kütüphanesine yaslanmış oturuyordu. Bembeyaz bir çehresi ve bembeyaz bir sakalı vardı. Kucağında da beyaz bir Van kedisi oturuyordu. Yüzü elmas kadar saf, berrak ve sevimli idi. Duvardaki levhada “Edep Yâ Hû!” yazıyordu. O zaman Erzurum’un bir çok evinde bu levha asılı idi.

Daha sonra Şeyh Sadi’nin Gülistan adlı eserinde edebe dair bir bahis okuyunca, edebin ne kadar ehemmiyetli olduğunu, “Edep Yâ Hû” sözünün tasavvur edilemeyecek kadar genişliğe sahip büyük bir hazine ihtiva ettiğini anladım. Zira iffet, haya, haysiyet, istikamet gibi ahlâk-ı haseneden mahrum olan bir insan ilim ve irfan sahibi de olsa zarardan ve hüsrandan kurtulamaz. Bunun içindir ki, terbiye-yi İlâhiye ile mümtaz olan Nebiyy-i Zişan Efendimiz (sav.) ahlâk-ı hasenenin ehemmiyetini ifade etmek için:”Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.” buyurmuştur.

Hacı Faruk Efendi de, Mustafa Efendi’nin Erzurum’dan gitmesine razı olmamış, fakat onu kararından vazgeçirememiş ve bundan dolayı çok üzmüştü.

Ben, her sabah Hacı Faruk Efendi’nin evine ders okumaya gidiyordum. Yaklaşık iki yıl kadar ondan ders okudum. 1946 yılının Mart ayında Hacı Faruk Efendi’nin ziyaretine 40-45 yaşlarında bir misafir geldi. Hocamın elini öptükten sonra: “Ben Isparta’dan geliyorum, Bediüzzaman Hazretleri’nin sana selâmı var.” dedi. Hocam hemen ayağa kalktı, selamı aldı ve Bediüzzaman’ın hal ve sıhhatinin nasıl olduğunu ve gözaltında olup olmadığını sordu. Misafir gittikten sonra; “Hocam, siz Bediüzzaman Hazretlerini tanıyor musun?” diye sordum., Hocam: “Cihan harbinden evvel bir Darü’l Fünun kurulması hususunda Tahir Paşa’nın İstanbul’a gitmeden önce Erzurum’a git, Erzurum uleması ile görüş, onların da fikirlerini al. Orada Yetim Hoca namıyla maruf meşhur bir zat var. O, benim hocamdır. Ona bir mektup yazayım seni misafir etsin ve ulema ile görüşmene vesile olsun. Ben gençliğimde kendisinden bir süre ilim tahsil etmiştim.’ demesiyle Erzurum’a gelen Bediüzzaman’a 35 gün hizmet ettiğini” söyledi. Hocam Faruk Efendi Üstadın fikirlerinden etkilenerek fennî ilimler tahsil etmeye başladığını, diploma alarak harf inkılabına kadar lisede o günkü adı ile idadide muallimlik yaptığını söyledi.

Erzurum’da Bir Bayram Havası

1946 yılında Demokrat Parti kurulunca, yıllardan beri halka ve özellikle de ehl-i ilme yapılan şiddet ve sıkıntılar, eza ve cefalar bir derece de olsa azaldı, köy ve kentlerde bir rahatlama meydana geldi.

14 Mayıs 1950 yılında Demokrat Parti kahir bir ekseriyetle iktidara geldi. Halk bundan önce maddi ve manevi olarak büyük sıkıntılar çekmiş, büyük bir huzursuzluk ve perişaniyet içerisinde yaşamıştı. İnsanlar bir taraftan maddi sıkıntı içerisinde yaşarken, diğer taraftan da bütün maneviyat ve feyiz kaynakları kurutulmuştu. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle manen ve maddeten büyük bir ferah ve sürur devri başladı. İnsanlar adeta kıştan bahara, zulmetten nura çıkmış gibi idiler. Demokrat Parti iktidara gelince, ilk icraatı olarak ezanın tekrar Arapça olarak okunmasını sağlamak oldu. 16 Haziran 1950 yılında ikindi vaktinden itibaren ezanın aslıyla okunacağını haber alan Erzurum halkı, sokaklara döküldü. Caddelerde ve sokaklarda adeta bir bayram havası yaşanıyordu. Kadınlar ehram ve çarşaflarıyla toprak evlerin üstüne çıkmış, ezanın okunmasını bekliyorlardı. Kurban bayramında her köşede bir hayvan kesildiği gibi, o gün de insanların ekserisi Tebriz Kapı mevkiinden Lala Paşa Camiine kadar dizilmiş, kurban edeceği hayvanları dışarı çıkarmış, ezanın okunmasını bekliyorlardı. Kiminin elinde bir koyun, kiminin elinde bir koç, bazılarının yanında tosun ve bir kısım insanların yanlarında da düve olduğu halde büyük bir iştiyak ve hasretle ezanın okunmasını bekliyorlardı.

Minarelerden Ezan-ı Muhammedî okunmaya başlayınca herkes sonsuz bir sürur içerisinde bıçağını kurbanının boğazına çalmıştı. İnsanlar tekbirlerle kurbanlarını kesiyor, kadınlar ve yaşlı insanlar da göz yaşı döküyorlardı. Bütün bunlar sevinç ve şükür gözyaşları idi. Zira, tam 18 yıl devam eden bir zulüm bitmiş ve o büyük hasret sona ermişti. Biz de huzur ve mutluluk içinde arkadaşlarla beraber fetvahaneye yani müftülüğe gittik. Müftü Solakzade Sadık Efendiyi sevincinden ağlar bir vaziyette bulduk. “Ya Rabbi! Ölmeden önce bu günleri bizlere gösterdin ya San’a sonsuz şükürler olsun.” diyerek hem Allah’a şükrediyor ediyor, hem de ağlıyordu. Zaten o gün, sevincinden ağlamayan kimse kalmamıştı. Bu bakımdan, o günü unutmak asla mümkün değildir. O zamanlar iletişim araçları yaygın değildi. Sonradan haber aldığımıza göre başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin bir çok ilinde de aynı sevinç ve aynı heyecan yaşanmıştı.

Cenab-ı Hak, Adnan Menderes’ten ebediyen razı olsun, makamını ali eylesin! Onun bu büyük hizmeti inşallah günahlarına kefaret olur. Nitekim Üstad Bediüzzaman Hazretleri Adnan Menderes’e yazmış olduğu bir mektubunda; “…Ezan-ı Muhammedî’nin (A.S.M.) neşriyle demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi;…. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için, otuz beş seneden beri terkettiğim siyasete bir-iki saat baktım ve bunu yazdım.” sözleriyle onu taktir etmiştir.

Mehmed Kırkıncı / www.mehmedkirkinci.com

Siyasiler Gönül Erlerinin Arkasında Olmalı

Nuriye Çeleğen’in yazısı
Niyazi Mısri 17. yüzyılın manevi mimarıdır. Hayatı siyasilerin anlamsız tazyikleri altında geçer. Sonunda Limni adasına zindana sürülür. Orada da rahat bırakılmaz. Pek çok kez zehirlendiği için yemek tabağını yatarken yastığının altına koyma ihtiyacı hisseder. Mısri’ye rahat yüzü gösterilmez. Niyazı-ı Mısri, Osmanlı’ya ah eder mi bilinmez ama denir ki Osmanlı Devletinin yıkılışında Niyaz-i Mısri’ye yapılan eza ve cefalar vardır. Niyazi Mısri’yle hayatları benzerlik arz eden bir başka şahsiyet Bediüzzaman hazretleridir. Onun da hayatı sürgünlerle, hapislerle geçer. Mısri gibi defalarca zehirlenir. Tek kelimeyle Bediüzzamana’a devrin siyasilerince hayat zehir edilir. Bediüzzaman’ın son günleridir. Talebelerini ziyaret için seyahate çıkar. Devrin siyasileri tarafından Ankara’dan döndürülür. Talebesi Hamza Emek o gün Bediüzzaman’ın evindedir. Bediüzzaman geri dönmüştür. Çok hiddetlidir. O yaşlı halinde merdivenleri ikişer ikişer çıkar. Bediüzzaman elleriyle işaret ederek,
-Ben gittikten sonra dayanamayacaklar. Tepe takla gidecekler der.
Bu hatırayı Hamza Emek’ten dinlemiştim.
Dönemin hükümeti, Bediüzzaman’ın vefatından sonra iki ay bir hafta iktidarda kalabilir.
Giderler. Hem de acı bir gidişle, büyük bir zulme uğrayarak giderler.
Münevver Ayaşlı üç nesli anlattığı nehir romanının Pertev Beyin Torunları kitabında bu gerçeğe parmak basar. Menderes’in arkasında Said Nursi’nin olduğunu belirten Ayaşlı, Menderes’in bu gerçeği fark edemediği gibi Said Nursi’den de kimi zaman rahatsız olduğunu söyler. Manevi koruyucusu Said Nursi gittikten sonra Menderes’in iktidarda kalamayıp gittiğini bir devri yazarken önemli bir tespit olarak belirtir.
Musibet isabet eden demektir. İsabet kasıt ile gelendir. İsabet edenin neden isabet ettiğine, isabet ettirildiğine bakmak gerekir.
Bugünlerde devletimizin üzerinde olan musibet okları hepimizi duaya sevk etti. İnsanlar yoğun bir şekilde Cevşen, salat-ı münciye okuyorlar. Bu önemli bir güzelliktir. Umumi belalar umumi dualar gerektirir. Dua def-i belaya vesiledir.
Olaylara tarihin tekerrür aynasından da bakmak gerekir. Böyle bir bakışta bu musibetler acaba hangi gönül erinin siyasilerce kırılan kalbinin ah dumanıdır; hangi manevi denge sahibinin himmetini çekmesinin gazabıdır diye düşündürüyor.
Siyasilerin bir müddet sonra Karun gibi başarıyı üstlenmeleri, manevi destekçilerin gönül koymaları, manevi alemde sarsılan dengeler, maddi alemde de dengelerin siyasilerin aleyhlerine işlemesini netice verir. Bir masumun kırık kalbi için denizin dalgalarını bertaraf eden Rabbimiz kendi yanında naz sultanı olan bir kulunun kırılan kalbi için hafizan Allah iktidarları da alt üst eder, koca imparatorlukları da yer ile yeksan eyler.
Başımızdaki bu musibetler zincirinde muhalif rüzgarlara paratoner olanların destekleri sağlanmalı, yoksa şairin bir muhalif rüzgar eser savurur harman gibi dizelerinde belirttiği üzere o maneviyat sultanlarının ahları harman gibi pek çok gücü savuruverir.
Moral Haber

Ahmet Gümüş Ağabey Hakka Yürüdü

İnna lillah ve inna ileyhi raciun.

Bediüzzaman Said Nursi ile görüşen son şahitlerden Ahmet Gümüş vefat etti.

Geçtiğimiz günlerde kalp krizi geçiren Gümüş Ağabey, Gaziantep Doktor Ersin Aslan Hastanesi yoğun bakım ünitesine yatırılmıştı.

Ahmet Gümüş ağabeyin cenazesi bugün öğlen Gaziantep Bahattin Nakiboğlu camiinde kılınacak namazın ardından aile mezarlığına defnedilecek.

Risale Haber

Peki Ahmet Gümüş Ağabey Son Şahitlerde Bize Neler Anlatmıştı?

“Allah” yazılı kâğıt parçasına hürmet

Hatıralarını kendi kaleminden okuyalım:

“Küçük yaşta iken din lehinde ve aleyhinde birçok konuşmalara şahit oldum. Kur’ân’ın her asra bakan vechesini bu zamanın ilmî ve aklî anlayışına göre aksettiren bir Kur’ân tefsiri yok mu? diye kafamda bir sual vardı.

“Annemin ve aile yakınlarımın din büyükleri hakkındaki ulvî menkıbelerini dinledim, şöyle ki:

“Bir gün sabah namazı vakti, annem beni sabah namazına kalkmam hususunda zorladı. Ben ise tembelliğimden gelen müdafaa ile, ‘Bana ne öğrettiniz de namaz kılayım, Kur’ân okumasını bilmiyorum, namaz surelerini de tam öğrenemedim ki, doğru namaz kılayım’ dedim.

“Annem namazı bitirdi. Duasını yaptı. Bana dedi: ‘Benim günahım başımdan aşkın, yarın mahşerde: ‘Annem bana dinimi öğretmedi diyeceksin.’ Ben senin dinî bilgilerini öğretmedikten sonra hiçbir okula okumaya göndermem (ben o zaman ilkokulu yeni bitirmiştim), ben yarın öldüğümde mezarımın başında bir fatiha da okumasını bilmeyeceksin, eline bir keman alıp mezarımı çingene mezarı yapacaksın…’

“Annem beni, medrese tahsili yapmış, ehl-i hal bir kimse olan eniştesi Molla Mehmed Efendinin yanında okumam için teyzeme teslim etti. Mehmed Efendinin dinî sohbetlerinde bulundum. Etraf köylerdeki kimseler dinî müşküllerinin hallini Hoca Efendiden sorarlar, bu sorulara cevap da, benim yanımda verilirdi. Böylece hoca efendiden biraz dinî malûmatımız oldu.

“Bir gün bana Kur’ân okuturken, Kur’ân’ı abdestli tutmamı ve hürmetli olmamı söyledi ve şu menkıbeyi anlattı:

“Bir zaman bir zat yolda giderken ‘İsmullah’ yazılı kâğıt parçasını yerde bulmuş, hürmetle bir duvar kovuğuna kaldırmış. Bir gece rüyasında Allah’ın isminin altında kendi ismini görmüş. Ona, ‘Sen Allah’ın ismine hürmet ettiğin için, senin ismine de hürmet olarak oraya yazıldı’ demişler.

“1952-1953 yılı, Ermenek Ortaokuluna devama başladım. Boş derslerimizin birinde arkadaşlarla dışarıda çalışırken, eski bir Kur’ân sayfası gördüm, onu aldım, kitabımın içine koydum. Zil çalınca sınıfa girdik, dersimiz yine boştu. Muavin sınıfa geldi. Benim çok iyidir diye tanıdığım bir zatı çok övdü. Ben de mest olmuştum. Benim sıraya yaklaştı. Kitabımın arasında o eski Kur’an sayfasını görünce, ‘Bu Arap yazısı sende ne arıyor, sen Türksün’ dedi. Ben de, ‘Bu Kur’ân sayfasıdır. Kur’ân okumasını biliyorum. Ona sonsuz hürmetim vardır’ diye cevap verdim. Bir taraftan da kendi kendime, demek ki bu şahısları sevenler dine düşman oluyorlar, diye bende bir düşünce başladı.

“Risale-i Nur’dan haberdar oluyorum”

“Dayımın hanımı beni, İbrahim Koynuk ve İbrahim Canan’la görüşmek için, PTT memuru Ali Kaynak’ın evine davet etti. İbrahim Koynuk bana Risale-i Nur’dan Bediüzzaman Hazretlerinden bahsetti, ben de hürmeten dinledim, arkadaşlığımız devam etti. Bir gün beraber ders çalışırken, İnebolu baskısı teksirle basılmış, Bediüzzaman Said Nursî’nin Tarihçe-i Hayat’ı elime geçti, kitabı açtım. İlk açışımda Üstad Hazretlerinin Ankara TBMM’de Mustafa Kemal’le namazla ilgili konuşması; ikinci açışımda, ‘Risale-i Nur Talebeleri cer etmezler, izzetle hayatlarını kazanırlar’ bahsi, üçüncü açışımda ise; Üstadın bir müdafaası çıktı.

“Bu durum karşısında Risale-i nur okumak ve müellifini görmek için bende şiddetli bir arzu uyandı. Hayalimde aradığım zat budur, arzu ettiğim Kur’ân tefsiri budur, diye tahmin ettim ve araştırmaya karar verdim. Zübeyir (Gündüzalp) Ağabeyin de Afyon müdafaasını okudum, babası ve annesi ile tanıştım.

“İmam Hatip Okullarını eski zamanın medreseleri olarak görüyorum”

“1953 Ağustos’unda Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret için Konya’ya geldim. Halıcı Hacı Sabri Bey de ticaret için Konya’dan ayrılmıştı. Babam geldi, beraber köye döndüm, ailem İmam Hatip Okuluna devam etmem için karar verdiler. Kış olması sebebiyle 14 gün okul kaydına yetişemedim, o sene boşta kaldım. 1954 yılında Üstad Said Nursî Hazretlerinin Barla’da olduğunu öğrendim. Kurban Bayramına bir gün kala Üstadın Barla’daki evine vardım. Zübeyir Ağabey çıktı. Isparta’dan Bayram Ağabeyin bana emanet ettiği emanetleri verdim, kendimi tanıttım, abdestli olduğumu, fakat henüz namaz kılmadığımı söyledim, ‘Kardeşim, Üstadımız mescitte tesbihatını yapıyor, sen yanına yaklaşma’ dedi. Ben müezzin mahfelinde namazımı kılarken Üstad mescitten ayrıldı. Namazı bitirdim. Zübeyir Ağabey ile Ceylân Ağabeyin odasına girdim, çağırdı, ‘Hoş geldiniz’ dedi. Babamı, annemi ve Zübeyir Ağabeyin babasını, annesini sordu. Yatsı namazını Üstadla beraber mescitte kıldık. Sabah namazını da öyle. Bayram namazı için Büyük Camiye Ceylân Ağabeyle gittim. Sonra Üstadımızın yanına geldim. Üstad Hazretleri benim İmam-Hatip Okuluna devam edeceğime çok memnun oldu. ‘Ben o okulları, eski zamanın mübarek medreseleri olarak kabul ediyorum’ dedi.

“Mevlânâ bu zamanda gelseydi Risale-i Nur yazardı”

“Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur’u yazardı. Ben de Hz. Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevi’yi yazardım, o zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı, şimdi Risale-i Nur tarzındadır’ dedi.

“Ben bile Risale-i Nur’a muhtacım”

“Komünist ve masonların İslâm aleyhindeki bütün plânlarını Risale-i Nur’un yerle bir ettiğini anlattı. Onlarla mücadele, ancak Risale-i Nur’ları okumakla olacağının anlattı ve ‘Bir risale en aşağı insandaki bin tecessüsün-sorunun-karşılığı olarak yazılmıştır. Bir âmîden tâ bir feylesofa kadar herkese hitap eder. Temsillerdeki hakikatları anladığınız size kâfidir. Bir bahçeye giren o bahçedeki elma ağacından boyunun yetiştiği dallarından eli yetiştiği elmaları yemesi kâfidir. Yüksekteki elmalar ise boyu uzun olanlarındır. Anlayamadık diye üzülmeyin. Ben bile Risale-i Nur’a muhtacım. Tekrar tekrar okudukça dersimi alıyorum’ dedi. Sonra devamla, ‘Dün bir mebusla bir müftü gelmişti. Onları ziyaretime alamadım. Sizlerin masum ruhunuzla Risale-i Nur için buraya kadar gelmenizi kıramadım. Bana bazı dostlarım, ‘Biz çocuklarımızı İmam-Hatip Okuluna verelim mi?’ diye sordular. Ben onlara, ‘Dünya işlerini bilmiyorum’ dedim.

“Şimdi senin İmam-Hatip Okuluna devam etmeni istiyorum, müsaade ediyorum.’

“O sırada Halıcı Sabri Beyin oğlu Ömer Halıcı tayyareden düşmüştü. Sabri Halıcı’ya benim vasıtamla taziyelerini bildirdi.’ Ömer şehit oldu’ diye müjdesini verdi.

“Karşılığını vermeden bir şey almıyordu”

“Üstadı Barlalı ailelerden ziyarete gelenler oldu.Yanlarına armut almışlar, Üstada ikram ettiler, onları kırmamak için bize sordu: ‘Bu armutlar kaç kuruş eder?’ Biz de beş kuruş yaptığını söyledik. Üstad Hazretleri, on kuruş verdi.

“İşârâtü’l-İ’caz’ın tercümesi meselesi

“Bir gün Hacı Mehmet Parlayan’ın yorgancı dükkânındaydık. Söz İşârâtü’l-İ’caz’a geldi. İşârâtü’l-İ’caz’ın at üstünde, avcı hattında şehit ruhuyla yazıldığını ifade ile, İşârâtü’l-İ’caz’ın Konya hocalarıyla olan hatırasını anlattı. Kur’ân’ın i’caz cihetini anlattığı için tercümesine Üstadın kardeşi Abdülmecit Efendiden başka kimsenin gücünün yetişemiyeceğini söyledi. Abdülmecit Efendiye, ‘Tercüme etsek olur mu?’ dedim, ‘Olur’ dedi. Ben Zübeyir Ağabeye bu arzumu yazdım. ‘Mesnevi-i Nuriye ve İşârâtü’l-İ’caz’ı Abdülmecit Efendinin tercüme etmesine, Üstadımız müsaade eder mi?’ diye, 1955 yılı içinde yazdı. ‘İmam Hatip Okulu talebelerinin demek ihtiyacı var’ diye Üstad Hazretleri kabul etmiş. Zübeyir Ağabey benim vasıtamla Abdülmecit Efendiye bir mektup yazmıştı. Abdülmecit Efendi mektubu okudu, döndü, ikinci defa bana okudu. ‘Nur’u aynım, bana hayat kazandırdın. Boştum, işsizdim. Hazret bana hizmet verdi. Buna sen sebep olmuşsun’ diye gözlerimden öptü.

“Abdülmecit Efendi tercüme eder, benim ismimle Rüştü Çakın Ağabeye gönderirdi. O sırada Abdülmecid Efendi ve Üstad arasındaki muhaberat şöyleydi: Mektuplar Hacı Mehmet Parlayan’ın dükkânına gelirdi. Ben Abdülmecit Efendiye götürürdüm.

“Üstad, bana hocalara nasıl davranacağımı anlattı”

“1955 senesinde Üstad Hazretlerini ziyarete gittim. Bana hocalara karşı, arkadaşlarıma karşı nasıl davranacağımı anlattı. ‘Öğretmenlerinizden biri din aleyhinde konuşmada bulunursa, öğretmenlerle münakaşa etme, Risale-i Nur’dan o mevzuyu bul, talebe arkadaşlarına oku, anlat. Çünkü öğretmeni mağlûp etsen, o anda nefsi ve enaniyeti itibarıyla mağlûbiyeti kabul etmezler’ diye ders verdi.

“1955 senesinde Zübeyir Ağabeyden bir mektup aldım. Üstadımızın Çam Dağına çıktığını, bu dağın risalelerin yazılmasına konu olan ehemmiyetini anlatıyor; seneler sonra Üstadımızın Çam Dağına çıkması için Cenab-ı Allah’ın bir lûtf-u Rabbanî olarak bu fırsatı verdiğinden bahsediyordu.

“O sıralarda Konya’da, ‘Üstad Hazretleri, Ahmed Hamdi Akseki ve Elmalılı gibi hareket etseydi daha iyi dine hizmet eder ve bu kadar da takip ve sıkıntılara maruz kalmazdı’ diye, bazı öğretmenler konuşuyorlardı. Üstadımızın tavizsiz durumunun, başına bu işkencelerin gelmesine sebep olduğunu söylerlerdi.

“Risale-i Nur radyo ile yayılacak”

“Üstad Hazretlerini Çam Dağında 1955 Haziran ayında ziyaret ettiğimde, Üstadımın meşhur çam ağacının üstündeki yerinde, ibadet ve zikir ile namaz kılmalarını aşağıdan seyrettim. Zübeyir, Sungur, Ziya Arun, ve Ceylân Ağabeyler de vardı. Üstadımız öğle namazını kıldıktan sonra bizi huzuruna aldı. Çam dağının ehemmiyetini anlattı.

“Kardeşim, biz kendi kendine hareket edenlerden değiliz, biz inayet altındayız. 1400 sene evvel mübarek bir ümmî ve öksüzün eliyle o zamanın krallarının, sultanlarının muhalefetine rağmen, bütün dünyada ilân edilen İslâmiyet nasıl yayılmışsa, Risale-i Nur da Hz. Ali’nin Celcelutiye’sinde bildirdiği gibi, gizliden gizliye inkişâf edecek, ona müştak Risale-i Nur Talebeleri vasıtasıyla da dünyaya Kur’ân’ın hakikatları ilân edilecektir. Nasıl ki, önce kalemle sonra teksirle olduğu gibi, yakın bir zamanda matbuat ve radyo vasıtasıyla olacaktır.’

“Ağabeyler ellerinde teksirle basılmış İslâm yazılı risaleleri okudular ve ben de dinledim. Üstadın talebeleri ile olan dersini o zaman gördüm. Üstadımız beni üç gün misafir olarak kabul ettiğini, fakat şimdi takip olduğundan gitmeme müsaade ettiğini söyledi. Üç gün için bir lira verdi, o zaman ekmek otuz kuruştu.

“İki kişiye Risale-i Nur’u tanıtsan kâfi”

“Ben Konya’dan ayrılıp İstanbul’a gitme arzu ve niyetinde olduğumu Zübeyir ağabeye anlattım. Zübeyir Ağabey Üstadın yanına varınca, Üstad, ‘Ahmet’le ne konuştunuz?’ diye sormuş. O da Konya’dan ayrılmak istediğimi söylemiş. Üstad, ‘Bu işte bir parmak var’ diye razı olmamış. Üstadımız bir yerde hizmet için sadakatla ve sabırla, fedakâr olarak sebat etmemizi isterdi. ‘Muallimler mağlûbiyeti kabul etmezler, talebeler ise ehl-i haktır. Sizin okulda Nur’ları okuyan kaç kişi var?’ dedi. Ben de yetmiş kişi olduğumuzu söyledim. Üstad Hazretleri hayretle karşıladı. ‘Ben o mektepte bir kişi olduğunu biliyordum, sen yetmiş kişiden bahsettin, acaib’ dedi.

“Üstad Hazretleri bana dedi: ‘Kardeşim kemiyet her zaman insanı aldatır. İş keyfiyettedir. Sen bütün talebelik hayatında Risale-i Nur’u fıtraten arayan iki kişinin Risale-i Nur’u tanımalarına vesile olsan, onlar da o vesile ile imanlarını kurtarsalar, sen vazifeni yapmışsındır. İhlâs kemiyette değil, keyfiyettedir, hizmet de budur.’

“O sırada arkadaşlardan asker olan Recep Putgül , Ceylân Ağabeye mektup yazmış, mektup savcılığın eline geçmiş, mektupta bizlerden bahsetmiş, isimlerimiz tespit edilmiş, bizleri Konya’da emniyet aradı, mahkemeye verdi, mahkeme beraat verdi. O yetmiş arkadaştan, korkudan kimse de kalmadı, hattâ korkularından aleyhimize geçtiler, bir çok kimseleri ifsad ettiler.

“Ata ot, aslana et ver”

“Bu olaylardan sonra Üstadı Isparta’da ziyaretimde, ‘Sen her gördüğüne Risale verme, ata et, aslana ot verme. Ata ot, aslana et ver. Senden birkaç defa Risale-i Nur istesinler o zaman ver. Biz kitapçılar gibi kitap satmayız. İhtiyaç duyan, müştak olan kimselere veririz’ diye Üstad ve Zübeyir Ağabey bu hususta çok dikkatli olmamız için ısrar ederler ve misaller verirlerdi.

“Üstadımız veciz konuşur”

“Babamdan para biraz fazla gelip de, fırsat buldukça, doğruca Isparta’ya giderdim. Üstad Hazretleri benim durumuma göre konuşurdu.

“Üstadın bütün bizlere anlattıkları Risalelerde ve Lahikalarda vardı. Üstadın bize anlattıklarını biz Risale-i Nur’larda ve Lahikalarda görünce bazı hatıraları unuttuk. Zübeyir Ağabey de, ‘Kardeşim, Üstadımız veciz konuşur. Üstadımızdan bir şey naklederken çok dikkatli olmalıyız, kendi kısır anlayışımızla anlattıklarımıza, karşı taraf itiraz eder, biz de, Üstaddan der, anlatırız, şahsî kabiliyetsizliğimiz ve anlayışımızdan dolayı hücumları Risale-i Nur’a ve Üstadımıza getirmiş oluruz’ derdi.

“İnsan, yüz kapılı bir saraya benzer”

“1956 yılı sonbaharı Isparta’daki ziyaretimde, Afyon mahkemesi beraat vermişti. Üstad Hazretleri çok sevindi. Mahkemenin bu beraat kararına göre Maarif Vekâleti ve Diyanet İşleri Riyaseti Üstada müracaat etmişlerdi. Üstad yakın bir zamanda risalelerin bütün okullara gireceğini söyledi. Her gidişimizde bize İhlas Risaleleri’ni âdeta özetletirdi. Her işin Allah rızası için olmasını ve o gaye ile hareket edilmesini anlatırdı. Yine sözden ziyade hal ve hareketin tesirli olacağını anlatırdı. Dr. Mustafa Ramazanoğlu ve arkadaşlarının okulda okurken nefislerinde İslâmiyeti yaşamaları neticesi, onları gören ve onlar gibi olmak isteyen arkadaşlarına, ‘Biz Risale-i Nur’ları okuduk, İslâmiyet dairesine böyle girdik’ dediklerini, bu sayede risaleleri okuyan çok Nur Talebesinin olduğunu ve böylece Risale-i Nur’a hizmet ettiklerini anlattı ve şunu söyledi.

“Kardeşim, İslâmiyet için fethedilmeyecek insan yoktur. Mühim olan İslâma hizmette bulunanların çok dikkatli olması. İnsan yüz kapılı bir saraya benzer. Mutlaka bir kapıdan girilerek o insan fethedilir. Bin senedir Avrupa zındıklarının ve Asya münafıklarının tesiriyle bu asil Türk milletinin çocuklarının akılları yanıltılarak insandaki o 99 kapı İslâmiyete kapatılmış, fakat fıtrat icabı bir kapısı daima açıktır. İslâmî ferasetle o açık kapıyı keşfedip, oradan girilirse, diğer kapalı kapılar da içeriden İslâmiyet hesabına açılır, o insan, İslâmiyet için fethedilir. İhlasla, acelecilik yapmadan, fıtratına uygun Risale-i Nur mizanlarıyla anlatmak ve hareket etmek lazımdır. Acelecilik, lüzumsuz yere münakaşa ve ithamlarda hareket edilirse, o zaman kapalı kapılara hücum edilip, o açık olan bir kapının da kapanmasına sebep olunur. Risale-i Nur muhakeme-i akliyeye ehemmiyet verir. Ve sonra onu İslâmiyet dairsine alır.’

“Bu gibi konuşmaları ile Üstad Hazretleri, bizi Kur’ân ve iman hizmetinde şevkimizi artırarak hizmete koşturur ve bizleri muhafaza ederdi.

“Üstad Hazretlerinin yanına gidince, önce Abdülmecit Efendiyi, ailesini, çocuklarını sorar, onlarla çok alâkadar olurdu. Bir ziyaretimde, Abdülmecit Efendinin oğlu Suat Beyin bir hâdisesini anlattı. Suat Bey, bir terzi dükkânında İslâmiyete zıt bir şeyi nefretle karşılayarak, bir şeyler yapmış; o hâdiseyi, sanki Üstad Hazretleri oradaymış gibi şevkle bana anlattı. Üstad çok neşeli gördüğüm bir zaman da bu idi. Elleriyle o olayı bir tarif etti ki, o tarif hâlâ gözümün önünde canlanmaktadır.

“Ben kendimi sevmiyorum”

“O yıllarda Tarihçe-i Hayat yeni basılıyordu. Abdünnur isimli bir arkadaşım kitap için bir kapak kompozisyonu yapmıştı. Benden Üstada götürmemi istedi. Üstadın ziyaretine gittiğimde, ‘Ellerinizdeki nedir?’ diye sordu. Ben, ‘Abdünnur kardeşimizin Tarihçe-i Hayat için yapmış olduğu kapak…’ der demez, Üstad çok hiddetlendi ve kapaktaki resmi göstererek (Isparta Tugay Camii temel atma merasimi resmi) ‘Bu resim nedir? Sizler benim şahsıma ehemmiyet veriyorsunuz, benim şahsıma yapılan hürmet, bana hakarettir. Sizler Risale-i Nur’la değil de, benim şahsımla mı alakadar oluyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Ben hiçim. Benden bir şey beklemeyiniz’ dedi ve kapaktaki resmi elinde ovalayıp çöplüğe fırlattı.

“Cemahir-i İslâmiye teessüs edecek”

“İmam-Hatip Okulunda talebe idim. Müdürle olan münakaşamızın neticesi, o beni Disiplin Kuruluna, ben de onu mahkemeye vermiştim. Mahkeme benim lehime tecelli etmeye başladı. Said Gecegezen de müdürle benim münakaşamı Üstada anlatmış. Üstad da, ‘Madem o Mevlânâ’nın torunudur ve namazını da kılıyor, Ahmed mahkemeden vazgeçsin’ demiş. Ben mahkemeden vazgeçtim; onlar ise bana mecburî tasdikname verdiler.

“Bu hâdiseden sonra Üstadın yanına gittim. Benim gönlümü aldı. Üzülmememi söyledi. İmtihan esnasında bir soruya verdiğim cevabı anlattım. Şöyle idi: Tarih dersinde başkalarına üçer soru sorulurken, bana farklı dördüncü soru eklendi. Üstadımız Kürt, benim ise Türk olduğumu ifade ile, ‘Kürt Teâli Cemiyetini kim kurdu?’ dediler. Ben de ‘Böyle bir mevzuyu sizler ders esnasında anlatmadınız. Tarih kitabı da yazmıyor. Bunu siz bilirsiniz…’ dedim. Netice olarak 3 vermişler. Benimle imtihan olan arkadaş, ‘Sana diğer mümeyyizler 8 verdiler, tarih hocası 3 verdi’ dedi.

“Menderes Risale-i Nur’u okullara ders kitabı olarak koyma niyetinde”

“Durumu böylece Üstada anlattım. Üstad mert bir tavırla, ‘Benim menfî cereyanlarla alâkam olmamıştır. İspat edilememiştir. İftiradır. Risale-i Nur 650 milyon Müslümanın uhuvvet-i İslâmiyesini, hürriyetlerini müdafaa etmiştir. Bir gün Cemahir-i İslâmiye teessüs edecek, bu müfterilerin sizleri görünce yüzleri kızaracak. Menderes şimdi, komünist, anarşisti ve tahribatçı dinsizlik hareketini durduracak kuvvetin Risale-i Nur olduğunu anladı, etrafını iknaya çalışıyor. Nurları okullara ders kitabı olarak koyma niyetindedir. Başvekil bunu arzu ederse, onlar ne yapacaklar?’ dedi.

Tarihçe-i Hayat önsözü

“Ziyaret esnasında İlâhiyat Fakültesi talebelerinden Kâmil, Ali Ulvi Kurucu’nun yazdığı Tarihçe-i Hayat’ın önsözünü getirdi. Üstad onu okutturdu. Başına, ‘Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlimin önsözüdür’ diye yazılmasını emretti. Bana dedi ki: ‘Kardeşim, Hacı Ulvi Efendi, benden çok Risale-i Nur’u övmüş, eğer beni fazla övseydi, bu önsözü kabul etmeyecektim. Madem Risale-i Nur’u övmüş, onun hatırı için kabul ettim.’

Maarif Şurası ve Haşir Risalesinin yazılış sebebi

“Bir gün Onuncu Söz’ün yazılışını bana şöyle anlattı:

“Ankara’da Maarif Şûrası toplanmış, dinden tecerrüd eden programlarındaki dinsiz görüşleri, talebelere nasıl kabul ettireceklerine dair yaptıkları istişarî toplantıda, felsefe dersleriyle öldükten sonra dirilme olmayacağının talebelere anlatılmasına karar vermişler. Bu kararın alındığı günlerde Üstadımız Haşir âyetini Barla Denizi (Eğridir Gölü) kenarında kırk defa okur ve Barla’ya döndüğünde Haşir Risalesini kaleme alır. Bilâhare İstanbul’da tab edilerek, Meclis’de mebus olan bir zata gönderilir ve Meclis kapısında mezkûr program hazırlayıcılarından biri ile karşılaşırlar. Kitabı gören şahıs, ‘Said Nursî istihbaratıyla bizim çalışmalarımızdan haberdar oluyor ve bize karşı eserler yazıyor’ diyor. Bu haberi Üstada Kâzım Karabekir Paşa bildiriyor.

“Üstad şöyle diyor: ‘Kardeşim! Maariif Şûrasının böyle bir karar aldığından benim haberim yoktu. Onların kararına göre Cenab-ı Hak Haşir Risalesi’nin yazılmasını bana ihsan etmiş. Yoksa ben kendi arzum ve hevesimle yazmış değilim, ihtiyaca binaen yazıldı.’

Sabah dersi, ders baklavası ve kur’a

“Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bir usulüydü ki, sabah derslerinden sonra talebelerine ikramda bulunurdu. Kendisinin ‘ders baklavası’ tabir ettiği bu ikramlar umumiyetle kurabiye, elma, üzüm, baklava gibi şeylerden olurdu. Bu ikramı yaparken kur’a çektirir ve kendisi de talebeler gibi kur’aya dahil olurdu. Kendisine kur’a isabet eden talebe önce alırdı. Böylelikle kendisinin de Risale-i Nur talebesi olduğunu açıkça ifade etmek istiyordu.

“Takdir hissimize tekdiri”

“Kendisine içimizden gelen bir takdir hissiyle baksak, hemen tekdir eder, ‘Niçin yüzüme bakıyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Bana haddimden fazla makam vereni de sevmiyorum’ derdi.

“Bir gün, ‘Bu kitapların müellifi olan zât elbette büyük bir zâttır’ diye içimden geçti. Bunun üzerine, ‘Bana makam veriyorsun’ diye beni azarladı, tekdir etti ve bu tavrı her zaman devam ederdi.

“Yüzüme bakarak içimdeki soruya cevap verişi”

“Bir gün Tarihçe-i Hayat’tan, Eskişehir Ak Cami’de namaz kılması mes’elesini okumuştuk. Ben içimden, ‘Ya buna ne diyeceksin?’ gibilerinden yüzüne baktığımda, ‘Kardeşim! İlm-i Kelâma göre evliyanın kerameti haktır. Bu hâdise doğrudur, fakat ben değilim. Bu öyle yüksek bir makam değildir. O zaman Kur’ân’a, Risale-i Nur’a hizmet etmek isteyen birisidir. Her Risale-i Nur talebesi hizmet esnasında bunun gibi iltifâtât-ı Rabbaniyeye mazhar olur’ buyurdu.

“Ben öyle talebe isterim ki…”

“Bir gün Zübeyir Ağabey rahatsızlanmıştı ve derse iştirak edemeyecek durumda idi. Bizden kendisini idare etmemizi istedi. Sungur Ağabey ile beraber ders için Üstadın yanına girdik. Zübeyir Ağabeyi sordu. Çarşıya filân gitti diye geçiştirmeye çalıştıksa da muvaffak olamadık. Ciddî bir tavır takındı. ‘Zübeyir olmayınca ders yapmıyorum. Zübeyir’i bulup getiriniz’ dedi. Sonra Zübeyir Ağabeyi bulup getirdiğimizde öyle bir hiddetlendi ki…

“Ben Zübeyir’i öyle zannederim ki; değil parmak, kellesi gitse başsız gövdesiyle ‘Risale-i Nur… Risale-i Nur… ‘ diye koşacak bilirdim. Bir parmak rahatsızlığı ile benim ümidimi kırdı. Ben öyle fedakâr talebe istiyorum ki, değil parmak, kol gitmiş aldırış etmeyecek. Böyle şeyler için kudsî davada tembellik gösterilmez. Said hak için hiçbir zaman kelleyi vermekten çekinmemiştir. Risale-i Nur’lara her şeyini feda edecek, fedakâr talebe lâzımdır… ‘ Ben o esnada kalbimden geçirdim ki, ‘Hey Üstadım! Siz Zübeyir Ağabeye bu derece itab ediyorsunuz. Demek Risale-i Nur, talebesini bulmamıştır, ne gariptir.’ Bunun üzerine Üstad, ‘Risale-i Nur ve ben talebemizi bulmuşuz’ dedi.

“Esasen Zübeyir Ağabeyin şahsında bütün talebelerine ders vermek istiyordu.

“Üstad basını takip ederdi”

“Üstad Bediüzzaman Hazretleri basını takip eder, Risale-i Nur’la ilgili yazılarla ilgilenirdi. Gazete okuma işini Zübeyir Gündüzalp ile yaptığı gibi içtimaî meseleleri de yalnız onunla konuşurdu. Zübeyir Ağabeye olan alâkası bambaşkaydı.’

“Menderes samimi bir Müslümandır”

“Bir gün Adnan Menderes’i çok övdü. Ben o zamanki kafamla hayret ettim. ‘Bu şahsın, Üstad ile faziletli bir zat tarafından övülmesi lâyık mıdır?’ İçimden böyle geçirmiştim ki, Üstad bana dönerek, ‘İslâmiyet için samimidir, fakat yalnızdır. Menderes İslâmiyetin ulviyetini anlayan samimi bir Müslümandır. Sen bilmiyorsun, senin konuştuğun o şahıslar da bilmiyor.’

“Hakikaten ben o zamanlar Konya’da Millet Partililerle oturup kalkardım. Onlar da Milliyetçiler Derneği’ni kapattı diye Menderes’e kızarlardı. Üstad herhalde onları kastetmiş olacaktı.

“30 kuruş mu çok, 700 lira mı çok?”

“Üstadımız Hazretleri bir gün beni çağırdı. Zübeyir Ağabey için, ‘Bu senin hemşehrin çok ahmak, benim için her şeyini terk etti, görüyorsun çok dövüyorum, kovuyorum, bir türlü gitmiyor, hem de maaş ve ticarî geliri 700 lira idi. Onları da bıraktı, şimdi ben hemşehrine 30 kuruş veriyorum, hiç sesini çıkarmıyor. Senin bu hemşehrin ahmak değil mi?’

“Üstadım, değil.’

“Neden? Bak babasını anasını terk etti, memuriyetini terk etti, üstelik bir de benden dayak yer. 30 kuruş gibi pek cüz’î bir para veriyorum… 30 kuruş mu çok, 700 lira mı çok?’

“Üstadım sizin o 30 kuruş çoktur.’

“Sen mekteplisin, hiç hesap okumadınız mı? 30 kuruş 700 liradan nasıl çok olur?’

“Üstadım Zübeyir Ağabey en iyisini yapmıştır, sizin verdiğiniz o 30 kuruş 700 liradan çok daha iyidir.’

“Nasıl iyi olur, anlaşıldı sen hem şehrini tutuyorsun, sen de ahmaksın. Hemşehrini benim yanımda müdafaa ediyorsun, anlaşıldı. Ondan sana ahmaklık bulaşmış ve seni kandırmış’ diye lâtife etmişti.

İnönü: “Beni Said Nursî yıktı”

“O sıralarda Sikke-i Tasdik-i Gaybî Risalesi yeni basılıyordu. Tashih için kolonlar gelir, Üstadımız aslı ile karşılaştırırdı. Bir gün Mustafa Sungur Ağabey okurken, Üstadımız:

“Bu âyet-i kerime, işârî mânasıyla yedi sene sonra Kur’ân’ın küfrü mağlûp etmesini ve İslâmiyetin şaşaalı günlerinin haberini veriyor. ben o günleri görmeyeceğim. Sizin aldığınız süruru, Cenab-ı Allah da bana kabrimde aynen sizin gibi ihsan edecektir. Ben de aynen sizin gibi toprak altında o zevki tadacağım. O müjdeli günleri, Mustafa Sungur kabrimin baş ucunda bana anlatır, ben de mânen mesrûrane dinlerim.’

“Ben ise içimden, ‘Böyle bir şeyin olabilmesi için meclisin üçte ikisi Nurcu ve İslâmiyete kanaatkâr olması lâzımdır. Hallbuki şimdi bir Nurcu mebus dahi yok, bu sözler gerçekleşir mi?’ gibi sözler ediyordum.

“Üstadımız Hazretleri bana, ‘Niçin yüzüme bakıyorsun, senin Kur’ân’a itikadın var mı? Ben kendimden söylemiyorum. Kur’ân haber veriyor. Bu tarihler kat’îdir, altı ay ya ileri ya geri olabilir, zaman bunu en iyi tefsir edecektir’ dedi.

“Hakikaten yedi sene sonra, o tarihten iki ay geçince 1966 Senato seçimleri esnasındaki Adalet Partisi’nin çoğunluğu alması karşısında Cumhuriyet Halk Partisi mağlûp oldu. Bu mağlûbiyet üzerine İsmet İnönü, ‘Beni Said Nursî mağlûp etti’ diye radyolardan ilân etti.”

(Son şahitler adlı eserin, dördüncü cildinden derlenmiştir…)