Etiket arşivi: menfaat

Selamımızı ve tebessümümüzü kaybettik!

Eski Müslümanlar insana, Müslüman olduğu için değil, “insan” olduğu için “insanca” yaklaşırlardı. Şimdi Müslüman Müslümana “düşmanca” yaklaşıyor! Hatta kimse kimseye selam bile vermiyor. 

Eskiden bu topraklarda selam çok yaygındı. İnsanlar birbirlerine gülümseyerek selam verirlerdi. Osmanlı atalarımız, tanısınlar tanımasınlar, “Gülümseyiniz, müminin mümine gülümsemesi sadakadır” hadisi ve “Selamı yayınız” tavsiyesi çerçevesinde, karşılaştıkları herkese gülümseyerek selam verirler, tanıdıklarına ayrıca hal-hatır sorarlar, aile efradına (ailenin diğer bireylerine) selam yollarlardı.

Böylece gönüller bir birine ısınır, geniş anlamlı toplumsal bir mutabakat oluşurdu. Toplumda “dostluk, barış ve kardeşlik” hüküm sürerdi.

Hasbelkader nefsine yenilip biriyle kavga edeni, mahallenin önde gelenleri birkaç gün içinde barıştırırdı. Olmaz da küslük uzarsa, dört gözle bayram beklenir, bayramlar barışın ve kardeşliğin vesilesi yapılırdı.

Bu durumu Avrupalı gezginlerden Villamont, takdir hisleriyle kaydeder: 

“Her kimin bir düşmanı varsa, bayramlarda ona gidip af dilemek zorundadır. Öteki de el öpmeden ve tokalaşmadan önce affettiğini söylemek mecburiyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir. Bu esaslara riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık (tabii ki abartıyor) telâkkî edilip dışlanırlar.”

Du Loir görüp incelediği bu toplumsal yapıdan o kadar etkilenmiştir ki, Osmanlı toplumunun bazı kötülüklerden haberdar olmadığını düşünmekten kendini alamamıştır:

“Türkler herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler: Dinlerinin bu husûsa âit bir hükmü gereğince cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini âdetâîlân etmek durumundadırlar. Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü onlar için umumi bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında el sıkışırlar. Küçükler büyüklerin elini öptükten sonra başına koyup, ‘Bayramın mübârek olsun!’ der.” 

Böyleydi, çünkü kişisel ve toplumsal ilişkilere henüz “menfaat” hükmetmiyordu. “İnsanca kardeşlik” en belirleyici unsurdu. Bu yüzden insanlar arasında kıyasıya bir rekabet oluşmaz, en azından rekabet, kırıcı ve incitici boyutlara ulaşmazdı.

Osmanlı edebi ve nezaketi dünyaca meşhurdur. İslâm’la yoğrulan yürekler bugünkü halimizle mukayese edilemeyecek kadar duyarlıydı. 

“Tevazu” ve “doğallık” sıradan meziyetler sayılırdı. Hayata “Alçakgönüllülük” ve “yardımseverlik” hâkimdi.  

“Küstahlık” nedir bilinmez, büyüklerin sözü kesilmez, bilgiçlik taslanmaz, ar, namus ve hayâ gibi kutsallar es geçilmezdi.

Kadınlara karşı dinamiklerini imandan alan derin bir hürmet beslenirdi. Erkek ve kadın arasında mutlak surette bir mesafe vardı. Bu duruşun temeli “Zinaya yaklaşmayın” mealindeki âyetti. 

Sokakta karşılaşılan kadına asla dik dik bakılmaz, derhal başlar öne inerdi. Kadının sokakta rahatça yürümesi için, erkekler kendilerini hafif alargaya çekerler, kadına yol verirlerdi (Sonra nasıl olduysa bu durum tersine döndü: Köylerde kadınlar erkeklere yol vermek için kenara çekilip çömelmeye başladılar).

Her kadın toplumsal edebin bir gereği olarak “anne”, “teyze”, “abla”, “hala” ve “bacı” olarak görülürdü. Onları rahatsız edecek en küçük davranışta bile bulunulmaz, bulunanı toplum müthiş yadırgar, büyükler derhal müdahale ederlerdi.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Bediüzzaman’a göre, Batı uygarlığının esasları

 Biz “Batı uygarlığı”nın demokrasi ve insan hakları üzerine müesses olduğunu sanıyoruz. Oysa böyle bir şey yoktur. Batı uygarlığının özü “sömürgecilik”tir. Tarih boyunca, “demokrasi”, “hümanizm” ve “insan hakları” gibi süslü argümanları, hedef milletleri daha rahat sömürebilmek için kullanmıştır.

Bediüzzaman, “Batı uygarlığı”nı beş esas üzerine oturtuyor ve bir bir sayıyor:

Birincisi: Kuvvet,

İkincisi: Menfaat,

Üçüncüsü: Savaş,

Dördüncüsü: Irkçılık,

Beşincisi: Heva ve heves (eğlence).

Bu yüzden Batı zorbadır, gaddardır, zalimdir, ahlâksızdır, ilkesizdir. Açıkçası, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” havasındadır. Meselâ Suriye’de Esed’in attığı sarin gazı ile boğularak ölen çocuklar, göç esnasında batan teknelerden sahile vuran çocuk cesetleri, bir diktatörün bekası için yüzbinlerce insanın ölmesi, milyonlarcasının yerinden-yurdundan ayrılmak zorunda kalması yüreklerinde zerre kadar iz bırakmaz.

Biz de hayret eder durur, “Bunlar nasıl insan?” diye diye ömrümüzü bitiririz. Çünkü Haçlı seferleri sırasında yaptıkları iğrençlikler bize unutturuldu. 

“Büyük” dedikleri İskender’in cinayetleri unutturuldu…

Bırakınız eski dönemi, yeni dönemde sivillerin üstüne attıkları atom bombasının etkileri unutturuldu…

Dresden katliamı (İkinci Dünya Savaşı), Ruanda katliamı, Cezayir katliamı unutturuldu…

Afrikalılara yaptıkları zulüm unutturuldu…

“Batılı değerler” diye (politikacılarımız bu sözü pek severler) köksüz ve mazisiz bir safsata icat edip hepimize yutturdular. Sandık ki, Batı’da vicdan var, acıma hissi var, demokrasi var, merhamet var, insanlık var, yardımseverlik var, insan hakları var…

Oysa Batı’da bunların hiçbiri yoktur. Bunların yerine kuvvet, menfaat, savaş, ırkçılık, heva ve heves var. Bir kuruş çıkarları uğruna dünyayı ateşe vermekten çekinmezler. Nitekim aynı hırsla iki büyük savaşı başlattılar, petrol yataklarına el koydular.

Bediüzzaman’ın bu konuda tespitleri gerçekten muhteşemdir. Şöyle diyor: 

“Sefih, mütemerrid, gaddar, mânen vahşi şu medeniyet-i habise” (lütfen bu kelimeleri öğrenmeye çalışın, böylece kelime dağarcığınıza yeni bir şeyler eklenirken, bir yandan da dedelerinizin lisanına âşina olunsunuz), insanlığın mutluluğunu temin hülyasına, insanlığı kurban etmiş; çevreyi bozmuş, kâinatın dengesiyle oynayıp ozon tabakasını dahi delmiştir, ama “beşeriyetin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış”tır… Üstelik maddî refahın yanısıra mânevî tatmin, huzur ve saâdeti sağlayamamıştır. 

Bugün içki, uyuşturucu, savaş, terör, intihar, boşanma gibi mutsuzluk göstergesi sayılan hadiselerin en yoğun biçimde yaşandığı ülkeler, maddî refahın zirvesinde bulunan ülkelerdir. Bunu göre göre, geri bırakılmış Müslüman ülkelerin gelişmiş Avrupa ülkelerine özenmeleri ve “medeniyet-i hazıranın” (Batı uygarlığı) seyyiatlarına (günahlarına) da talip olmaları ne büyük gaflettir.

Alternatif mi yok? Bir yandan teknolojik gelişmeyi temin ederken, öte yandan, zemin yüzünü ahlâksızlık gibi pisliklerden temizleyip barışı sağlayacak ve insanlara insanlıktaki lezzeti tattıracak “Vahiy Medeniyeti” ne güne duruyor?

Ona da yarınki yazımızda bakalım inşallah.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Puthanede Devrim

ÇAĞRI VE Ömer Muhtar filmlerinin senaristlerinden biri olan H.A.L. Craig, Hz Bilal’in öyküsünü anlattığı o harika kitabında ‘Üç yüz altmış ilah vardı, hepsi kar içindi’ der, Hz Bilal’in ağzından. Sonra yine Bilal’in öyküsüyle aktarır Ebu Süfyan’ın sözlerini; “Mekke nerede olacak o zaman, ilah evlerindeyken kim gelecek buraya?”

Bu durumda kimse Ebu Süfyan’ın bildiğimiz anlamda bir putperest olduğunu söyleyemez. Yani o taşlara tapmıyordur, ya da tahtadan oyulmuş olanlarına. Maddesi ne olursa ne olsun put denilince zihnimizde beliren ve tümünün tüm varlıklarını cahiliye dönemine yığıverdiğimiz o putlar umurunda bile değildir küfrün azılı temsilcisinin. Onun asıl taptığı, yolculuklara çıkarken yanına aldığı ve acıktığı zaman da yediği putudur. Yani menfaati.

Bu durumda tarih boyunca ortaya çıkan tüm putperestliklerin menfaate dayalı olduğunu söyleyebiliriz. Zira ortada “babalarının dini, atalarının dini” diye bir şey yoktur. ‘Neydi o’ diye sorsanız verecek cevapları da yoktur. Bu sadece bir bahaneden ibarettir. Onlar, Kuran-ı Kerim’in belirttiği üzere Allah’ı inkâr ediyor da değillerdir. Ve babalarına isnat ettikleri dinin o Allah tarafından gönderilmediğini gayet iyi biliyorlardır. Son peygamberi, Efendiler Efendisini, oğullarını bildiklerinden farksız şekilde bildikleri gibi.

Ama bu düzen bir şekilde kurulmuştur. Büyük putlar zenginlerindir. Kim kuvvetliyse onun putu kudretlidir. Hevâlarına göre yerine göre dil verdikleri, yerine göre gazap isnat ettikleri putları hep devletlüler idare etmiştir. Oysa kendileri de bilirdir ki, kendi varlığı bir başkasının yapımına muhtaç olan bir varlık yaratıcı değildir. Büyük put düşmanı küçük İbrahim kadar onlar da bilir, batıp gidenlerin kendilerine bir hayrının dokunmayacağını. Ama kurallarını kendilerinin koymadıkları bir dini kabul edemezler elbette. Adına geçmişlerimizin dini dedikleri bir şey üretir ve çeşitli suretler vererek sadece ve sadece menfaat putu üretirler. Peki ya diğerleri, ezilenler yani. Putların asla kendi ağızlarından konuşamayacağı zavallı halk kesimi. Onların da çoğunu tutan yine menfaatti. Oturmuş düzene karşı çıkarlarsa düzenleri bozulur, hayatları tehlikeye girerdi. Susmak daha menfaatliydi. Öyle de oldu.

Böyle bir menfaat arenasında ‘kral çıplak’ dillendirmesini yapacak biri menfaatler üstü biri olmalıydı. Ücretini sadece yoktan var edeninden bekleyen biri. Ölümün sadece ama sadece onun izniyle geleceğini, eğer O istemezse kendisine yığınlarca düşmanın asla zarar veremeyeceğine inanmış biri. Tek başına bile olsa, O isterse başaracağına iman edebilmiş biri. Devrimci biri. Evet devrimci, Seyyid Kutub’un belirttiği gibi; “Dünyanın En Büyük Devrimi, Lâ İlâhe İllallah’tır.” Ve bu durumda tüm peygamberler nefsin türlü hallerinden türemiş yığınla canlı ve cansız puta karşı durarak devrim yapmıştır. Firavun sarayında Musa, Nemrut karşısında İbrahim, cahiliye karanlığında Muhammed Mustafa (s.as.). İla ahirih..

Tek Allah’ın yüce öğretilerini yüklediği bu yüce öğreticiler, hep aynı davanın neferi olmuş, karşılarına çıkanların hepsi de aynı tepkileri vermek suretiyle aynı akıbete uğramıştır. Bizim zamanımıza, ne saadettir ki bizim payımıza düşen son elçi sayesinde ehl-i tevhid olmuşuzdur bizse. Ehl-i İslam, ehl-i İman. Şirki reddederek girmişizdir bu dine. Dünyanın en büyük devrimi olan cümleyi söylemek şartıyla girmişizdir hem de. Ama gelin görün ki, ne insanoğlu değişmiştir, ne nefis. Ne de menfaat şemsiyesine giren hırslar. Bu durumda şekli değişen tek şey putlardır. Şirk koşmanın 1400 yıl öncesinde kaldığına inanan insan algısı büyük bir devrime muhtaçtır.

Zira putperestlerin yaptığı inkâr değildir, şirktir. En basit tabiriyle ortak koşma. Yani ‘tek’ten bir başkasına pay ayırma… Devrim yeryüzüne yalın bir bakış demektir, der Nuri Pakdil. Sahte ilahların yansımalarında boğulmamış bir bakış ancak müminlere has olabilir. Görmediğine iman edenlere, gözünün görüp, elinin tuttuğu ve kendisinden menfaat umduğu her şeyi kalp hanesinde betonlaştıranlara değil.

İbrahim Paşalı’ya göre ‘Put abartılan her şeydir’. Bence de kesinlikle öyledir. Ve abartmanın ölçüsü hep Rabbe göredir. Onun vermeni istediğinden çok değer verdiğin her şey, O’nunla senin arana giren, O’nu senden seni O’ndan uzak kılan her şey… Molla Camii’nin Nefahatü´l-üns min hadarati´l-kuds ismini verdiği evliya menkıbelerinin anlatıldığı kitapta bir dervişten bahsedilir. Derviş dünyadan el etek çekmiş, kendi köşesinde münzevi bir halde yaşarken hem ihtiyaçtan, hem el yatkınlığından yama dikmeye başlar. Gerçekten de güzel dikmektedir. Ve sevdiği de bir gömleği vardır. Söker söker tekrar diker.. Ve bu uzun süre böylece devam eder. Durumu gören şeyhi ona şöyle seslenir, “Şimdi o gömlek senin putundur.” Böyle bir tekdiri getiren şey ne dikiş dikmektir, ne de gömleğin kendisi. Sadece o eyleme atfedilen değerdir.

Mesela zekatını vermeye kıyamadığın, daha çok daha çok hırslarıyla harama bulaştığın, seni dünya işlerine boğduran para, pekala bir şirk aleti olabilir. O para putun olup seni eksiksiz şekilde batırabilir. Ama aynı para, hatta çok daha fazla para kılını bile kıpırdattırmaz kürsüdeki İmam-ı Azam’a.

Artık beynimizdeki put suretlerini bir kenara atmamızın tam zamanı. Bir zamanların ilkel putlarına kahkahalarla gülerken, tam otomatik, son derece teknolojik putlara kucak açmak ahmaklıktır. Putperestliği tarih sayfalarına gömüp müntesiplerini Ebu Süfyan ve tayfasından ibaret sanmak sadece kendini kandırmaktır. Mevlana hazretlerinin dediği gibi, içinde put olmaya aday sayısız ‘şey’ barındıran bu dünya bir su’dur. Eğer üzerine çıkmayı başarırsan seni yüzdürür, eğer içine alırsan seni batırır. Bediüzzaman’ın dediği gibi pencerelerden seyredip içlerine girmemek lazımdır. Helal dairesine kanaat etmek, harama meyl etmemek, helali de şirk unsuru olabilecek hale getirip haramlaştırmamak lazımdır. Zira putların hiç biri haram maddeden imal edilmemiştir. Onları put eyleyen hammaddeleri değil kendilerine atfedilen değerdir.

‘ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim’
Asaf Halet Çelebi

 

*Bu yazı ilk olarak Kur’ani Hayat Dergisinde yayınlanmıştır.

 

14/01/2012

© 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak

Hayat Mücadelesine Girdiğinizde Sizi Neler Bekliyor?

“Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir (bineğidir). İşte, himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat (hayat mücadelesi) meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd (çok şiddetli ve tehlikeli düşman) olan yeis (ümitsizlik) rast gelir. Kuvve-i mâneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı “La takne tu”(“Ümidinizi kesmeyin.” Zümer Sûresi, 39:53.) kılıncını istimal ediniz.

“Sonra müzahemetsiz olan (zorluk ve sıkıntı vermeyen) hakkın hizmetinin yerini zapteden meylüttefevvuk (üstün gelme ve yüksek görünme meyli) istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz “Kunu Lillahi”(Allah için yapınız) hakikatini o düşmana gönderiniz.

“Sonra da ilel-i müteselsiledeki (sebepler dünyasında dikkat edilmesi gerekli sebepler, basamaklar) terettübü (belli bir sıra ve sistemle olma) atlamakla müşevveş eden (karıştıran) aculiyet (acelecilik) çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz, “İsbiru vesabiru verabitu”yu (“İbadette, musibette ve günahtan kaçınmakta sabırlı olun; sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:200) siper ediniz.

“Sonra da, medeni-i bittab (medenî yaratılışlı) olduğundan ebnâ-yı cinsinin (aynı türden olanların, diğer insanların) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın âmâlini (emellerini, ümitlerini) dağıtan fikr-i infiradî (kişisel menfaat düşüncesi) ve tasavvur-u şahsî (kendi şahsını merkez yapma tasavvuru) karşı çıkar. Siz de, “Hayrun nesi en feuhüm ninnasi” (“İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:481, no: 4044.) olan mücahid-i âlî-himmeti (yüksek himmet sahibi mücahid) mübarezesine çıkarınız.

“Sonra, başkasının tekâsülünden (tembelliğinden) görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar. Siz de, Vealallahi (legayrihi) felyetevekkelül mütevekkilune” “Tevekkül etmek isteyenler Allah’a güvensinler (başkalarına değil).” İbrahim Sûresi, 14:12.) olan hısn-ı hasîni (sarsılmaz kaleyi) himmete melce (sığınak) ediniz.

“Sonra da acz (acizlik, zayıflık) ve nefsin itimatsızlığından neş’et eden (ortaya çıkan) ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de, “La yedirrukum mendalle izehtedeytüm” (“Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez.” Mâide Sûresi, 5:105.) olan hakikat-i şâhikayı (yüksek ve yüce hakikat) üzerine çıkarınız. Tâ, o düşmanın eli o himmetin dâmenine (eteğine) yetişmesin.

“Sonra, Allah’ın vazifesine müdahale eden dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de “Vessakim kema umirte” (“Emrolunduğun gibi dos doğru ol.” Şûrâ Sûresi, 42:15.) “Vele teteemmar ala seyyidike” (Efendine efendi olmaya çalışma.) olan kâr-âşina ve vazifeşinas olan hakikati gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin.

“Sonra, umum meşakkatin (zorlukların) anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat (rahatlık meyli) geliyor. Himmeti kaydeder (her tarafını bağlar), zindan-ı sefalete (sefillik zindanına) atar. Siz de, “Veenleyse lilinsani ille me sea” (“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.) olan mücâhid-i âlicenabı (yüksek ahlaklı mücahid) o cellâd-ı sehhara (emredileni aynen yapan cellat) gönderiniz. Evet, size meşakkatte (zorluk) büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç (heyecanlı, aktif) olan insanın rahatı yalnız sa’y ve cidaldedir (çalışma ve mücadele etmededir).

“Ey kardeşlerim, dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın.”

Bediüzzaman – Münazarat