Etiket arşivi: mesnevi-i nuriye

MESNEVİ-İ NURİYE (FARSÇA) TERCÜME BASKISI YAPILDI

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATININ SESİ GÜRLEŞİYOR.

Mesnevi-i Nuriye eserinin farsça tercümesi SÖZLER NEŞRİYAT tarafından baskısı gerçekleştirildi.

Bediüzzaman Said Nursi’nin yazdığı ilk eserlerindendir.

Kendi ifadesiyle Risale-i nur külliyatının bir çekirdeğidir. Külliyatın bütününde ayrıntılı olarak ele alınan konulardan bir çoğu, bu eserde özet halinde sunulmuştur.

İnsana rabbini tanıtan yollar, nefisle mücadelede takip edeceği esaslar, iman hakikatlarının açıklamaları, eserin her tarafına serpiştirilmiştir.

 

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDAN – MESNEVİ-İ NURİYE – FARSÇA
 
CİLT       : TERMO DERİ – SOĞUK BASKI
EBAT     : ÇANTA BOY (15 x 22 cm)
KAĞIT   : ŞAMUA (70 gr)
BASKI   : TEK RENK
SAYFA   : 321 SAYFA

KİTAP TEMİNİ İÇİN: www.sozler.com.tr

 

www.NurNet.org

Cumamız Mübarek Olsun (Mesnevi-i Nuriye’den Tazarru ve Niyaz)

İlahi,
İki dünyanın hayatı elimden kaçsa ve bütün kainat düşman kesilip beni terk etse, benim yine gam çekmemem gerekir; çünkü Sen benim Rabbim ve Halıkım ve İlahımsın. Ve benim, nihayetsiz isyanımla ve sair şeref vesilelerine gayet derecede uzaklığımla beraber, Senin mahlukun ve masnuun olmam sebebiyle, bir taalluk ve intisap cihetim var. İşte, ben de, Senin mahlukunun lisanıyla Sana tazarru ve niyazda bulunuyorum, ey Halıkım, ey Rabbim, ey Razıkım ve ey Musavvirim!

Ey İlahım,

Esma-i Hüsnan hürmetine, İsm-i Âzamın hürmetine, Furkan-ı Hakimin hürmetine, Habib-i Ekremin hürmetine, Kelam-ı Kadimin hürmetine, Arş-ı Âzamın hürmetine, milyonlar Kul hüvallahü ehad ile, bana merhamet etmeni istiyorum, ya Allah, ya Rahman, ya Hannan, ya Mennan, ya Deyyan. Beni bağışla, ya Gaffar, ya Settar, ya Tevvab, ya Vehhab. Beni affet ya Vedud, ya Rauf, ya Afüvv, ya Gafur. Bana lütufta bulun, ya Latif, ya Habir, ya Semi’, ya Basir.

Günahlarımı sil, ya Halim, ya Alim, ya Kerim, ya Rahim.

Bizi yolun doğrusuna ilet, ya Rab, ya Samed, ya Hadi.

Fazlınla bana cevadane ihsanlarda bulun, ya Bedi’, ya Baki, ya Adl, ya Hu.

Kalbimi ve kabrimi iman ve Kur’an nuruyla nurlandır, ya Nur, ya Hak, ya Hayy, ya Kayyum, ya Malike’l-Mülk, ya ze’l-Celali ve’l-İkram, ya Evvel, ya Âhir, ya Zahir, ya Batın, ya Kavi, ya Kadir, ya Mevla, ya Gafir, ya Erhame’r-Rahimin.

Kur’an’daki İsm-i Âzamın hürmetine ve kitab-ı alemdeki sırr-ı azamın Muhammed Aleyhissalatü Vesselam hürmetine, güzel isimlerinden, bu sayfayı sanki kabrimin tavanı yapıp, bu esmayı da ruhuma şems-i hakikatten şualar saçan pencere haline getirecek şekilde, kalbime ve kalıbıma ve kabrimde ruhuma İsm-i Âzamın nurlarını saçan pencere açmanı istiyorum.

İlahi, dilerim ki, ebedi bir lisanım olsun da, kıyamete kadar bu isimlerle nida etsin. İşte, ardımda baki kalan bu nakışları, benim fani ve zail lisanımın yerine bir naip olarak kabul eyle.

Allahım,

Efendimiz Muhammed’e öyle bir salat ve selam et ki, o salat ile bizi bütün korku ve afetlerden kurtar, bütün hacetlerimizi gider, bizi bütün günahlardan temizle, bütün günah ve hatalarımızı bağışla.

Ya Allah, ya Mücibe’d-Daavat! Hayatım boyunca ve öldükten sonra, her an bu dileklerimi kat kat fazlasıyla ver! Bir milyon salat ve selam, bir o kadarla çarpımından çıkan netice ve bunun da kat katı, Efendimiz Muhammed’e, Onun Âl, Ashab, Ensar ve tabilerine olsun! Bu salavatların herbirini, benim ömür günlerimdeki günahkar nefeslerim sayısınca çoğalt! Bu salavatların herbirisi hürmetine beni affeyle, bana merhamet et. Bunu rahmetinle ihsan eyle, ey Erhame’r-rahimin! Âmin!

Mesnevi-i Nuriye’den

Diyanet Mesnevi-i Nuriye’yi de basıyor!

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Diyanet’in Risale-i Nur‘a sahip çıkması yönündeki vasiyeti bir kere daha yerine geliyor.
Daha önce İşaratü’l-İ’caz‘ı basan Diyanet İşler Başkanlığı, şimdi de Mesnevi-i Nuriye‘yi basmaya hazırlanıyor.
Açıklamayı Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez yaptı. “Müjde vermek istiyorum” diyen Görmez’in önceki gün Yeni Asya’da yayınlanan ilgili sözleri şöyle:
“İşaratü’l-İ’caz için bir bandrol engeli söz konusu değil. Çok yakında 30 bin adet baskıyı gerçekleştireceğiz. Eseri Arapça orijinali ile birlikte, Abdülmecid Nursî’nin tercümesini esas alarak tahkikli şekilde hazırladık. Bu vesileyle bir müjde daha vermek istiyorum. Mesnevî-i Nuriye’yi de yayına hazırladık ve yakında basacağız.”
Risalehaber

Kainat Kitabını Kimler Okuyor?

Bir büyük kitap gibi yazılmış olan bu evreni kim okuyacak, onun niçin yazıldığını ve anlamlarını kim bilecektir?

*ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitâbının mütâlâacıları ve şu saltanat-ı Rubûbiyetin dellâllarıdırlar. (SÖZLER,15.Söz)

Cinler ve insanlar, melekler ve ruhani varlıklar; şu saray gibi âlemini dolduran varlıklardır. İnsanlar ve cinler; bu sarayı seyrederler, kâinat kitabını en ince meselelerine kadar tetkik ederler ve sonuçta bu kâinatın sahibinin, her canlı varlığa muhtaç olduğu şeyleri verdiğini, onları beslediğini ve onları idare ettiğini ilan ederler.

Bütün bu varlıklar arasında insan; şu haşmetli evrenin dikkatli bir seyircisi, hikmetli mevcudatın güzel ve yerinde konuşan dili, ve her şeyi tetkik eden araştırmacısıdır. Yaratıcının kusursuzluğunu ilan eden varlıklara bir nezaretcisi ve ibadet eden sanatlı varlıkların da saygın bir ustabaşısıdır.

*sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudâtın belâgatlı bir lisân-ı nâtıkı ve şu kitâb-ı âlemin anlayışlı bir mütâlâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibâdet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin. (SÖZLER,23.Söz)

İnsan; o büyük kitabının her bir harfinde gizli olan manaları ve hikmetleri çözebilecek bir muhatapdır. Ve insanlar içinde bulunan Peygamberler de bu büyük kitabın anlamlarını açıklamışlar ve onlardaki incelikleri tefsir etmişlerdir. Evrenin yaratılmasındaki ilahi amacı, evrendeki hareket ve devamlı değişimin sebeblerini, onlara verilen görevleri ve neticelerini anlatmışlardır. Gerçekleri keşfeden ve araştıran bir üstad olmuşlardır.

*Elbette, herbir harfinde yüzer mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebîr-i kâinatın muhatabı olan nev-i insan. (LEMALAR,30.Lema)

*kitab-ı kebirin manalarını ve ayat-ı tekviniyesinin hikmetlerini tefsir edecek (ŞUALAR, 15.ŞUA)

*kâinatın hilkatindeki makasıd-ı İlâhiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbânî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin mânâlarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad (ŞUALAR,7.ŞUA)

Hz.Adem den beri bütün insanlar, başını kaldırıp evrene baktığında ve mevcut fenler onu incelediğinde; onun yazılmış bir kitap olduğunu görmüşlerdir. Herbir harfinde yüzer anlam taşıyan bu kitabın okuyucusu, muhatabı insandır. Ama insanlar henüz, o kitapta yazılanlarda, Allah’ın isimlerine ve mükemmelliğine bakan anlamların, yüzde birini bile çözememişlerdir.

*başını kaldır, gözünü aç, şu kainat kitab-ı kebirine bir bak göreceksin ki, (SÖZLER,22.Söz)

İnsan bu büyük kâinat kitabını incelerken aklını, kâinatın sırlarını açan bir anahtar olarak kullanmalı, gözünü mucize olan her bir sanat eserinin seyircisi yapmalı ve rahmet çiçeklerinin bir arısı gibi çalıştırmalıdır. Dilindeki tat duyusuna da mutfaklarda pişen yemekleri teftiş eden bir gurme görevlisi olarak görmelidir. İnsan kendindeki bütün duyular ve duygularla da evrene bakıp düşünmelidir.

Duyguların merkezi olan kalp ise şu büyük evrende kendini gösteren ilahi isimlerin yansımalarını göstermekte onlardan geride kalmaz. Bütün incelikleriyle o da bir ayna olur ve güzel isimlerin ışıklarını yansıtır.

* göz, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlaacısı ve şu âlemdeki mu’cizât-ı san’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine çıkar.(SÖZLER,6.Söz)

* dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazînelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.(SÖZLER,6.Söz)

* akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede, kâinat anahtarı nerede? (SÖZLER,6.Söz)

*kalb-i beşerde şu âlem-i kebîrin safahâtında tecellî ve ihâta eden bütün esmânın âsârını göstermek (SÖZLER,22.Söz)

*şu kâinat bütün mevcudâtıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fünûn, bütün desâtiriyle, şu kitâb-ı kâinatı zaman-ı Âdem’den beri mütâlâa ediyor. Halbuki o kitap esmâ ve kemâlât-ı İlâhiyeye dâir ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mişârını daha okuyamamış. (SÖZLER,31.Söz)

İnsan, hem kâinata bakacak onu okuyacak hem de, kendine bakıp kendini okuyacaktır. Çünki kendisinde de kâinatın birçok kitapcığı yazılmıştır. Bu büyük evren kitabında yazılan yazıların çoğunu insanın mahiyetinde de bulabiliriz. Onu da incelesek aynı yazarın mektubu ve sanatı olduğunu görürüz. Çünki insan küçük bir kâinattır, evren ise büyük bir insandır

*insanda şu kitab-ı kainatın ekser meselelerini yazmak (SÖZLER,22.Söz)

*kitab-ı kâinatın ekser mesâilini insanın mahiyetinde yazan (M.NURİYE, Lemalar)

*insan, şu âlem-i kebîrin bir misâl-i musağğarıdır (SÖZLER, 9.Söz)

*kalem-i kudret âlemin kitâb-ı kebîrinde ne yazmış ise, icmâlini mahiyet-i insaniyede yazmıştır; kalem-i kader dağ gibi bir ağaçta ne yazmış ise, tırnak gibi meyvesinde dahi derc etmiştir. (SÖZLER,22.Söz)

İnsan; bu büyük evren kitabını okurken, harflerin süsüne ve birbirleriyle ilişkisine dalıp sersemlemeden yürümeli, gerçeğin yolundan sapmamalıdır. Fizik, kimya, biyoloji ve diğer ilimler kendi durduğu yerden evreni anlatır ve birbirleriyle iç içedir. İnsan evrendeki her şeye iyice bakmalı, her şeyi incelemeli ama güzellikleri görüp ’’Ne güzeldir ’’ deyip geçmemeli,’’Ne güzel yapılmış’’ diyerek onun sanatkârını da görebilmelidir. Eserden mutlaka sanatkâra varabilmelidir.

*Ammâ, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, hurûf-u mevcudâtın tezyinâtında ve münâsebâtında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitâb-ı kebîrin hurufâtına mânâ-i harfî ile, yani, Allah hesâbına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip, mânâ-i ismî ile, yani, mevcudâta mevcudât hesâbına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir. (SÖZLER,12.Söz)

Kâinat; büyük bir kitap olup kendi yazarını anlattığı gibi, Kur’an da, bu büyük kâinat kitabının yazarını ve yazılanların anlamını en güzel şekilde anlatan bir okuma kitabıdır. Kâinatı iyi anlayabilmek için Kur’an’a bakılır, onun ne söylediği dinlenirse evrenin kapalı olansır kapılarına ulaşmak mümkündür.

*kainat kitab-ı kebirinin bir nevi kıraati olan kur’an, (SÖZLER,25.Söz)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

İnsanın Hayvandan Farkı Nedir?

İnsanlar da hayvanlar gibi doğar, yaşar ve ölürler. Aralarında benzerliklerin yanında çok farklılıkları da vardır. Ona yüklenen görevler hayvanlarınkinden farklıdır. İnsanla hayvan arasındaki en önemli farklardan biri edebtir.

Hayvanlar ne ile görevli ise ilahi bir ilhamla onu yapmak zorundadırlar. Arı bal yapar, inek, keçi, deve ve koyun süt verir. İpek böceği ise ipek yapar. Eşek yük taşır. Ama insan önce düşünme sonra yorum yapma, olup bitenleri analiz ve sentezleme ile bir sonuca varma yeteneğine sahiptir. O, kâinat aynasına bakıp onu okuyabilir. Aslında kendisi de bir aynadır, kendine de iyi bakarsa onu da okuyabilir.

*insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü, hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.

İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek, hayvanın vazife-i asliyesi, taallümle tekemmül etmek değildir; ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani, “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kàdıu’l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur.

Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum” deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder. (SÖZLER, 23. Söz)

* Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri:

Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelînin nakşı, mülkü olmuş olsaydı, bu kadar miskin, biçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâniin kalemi çalışmış olsaydı, bu kadar câhil, yetim, miskin olmazlardı” diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytân-ı insî!

Cenâb-ı Hak, herşeye lâyıkını veriyor. Ve maslahata göre veriyor.

Eğer atâsı, in’âmı bu kaideden hariç olsaydı, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı.

Ve senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir iktidar yaratırdı.

Demek herşeyin bir haddi var. O şey, o had ile mukayyeddir.

Kader, herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir.

Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki, dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir.

Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir. (MESNEVİ-İ NURİYE, Zerre)

İnsanı hayvandan üstün ve farklı kılan değişik karekter, arzu ve istekleri vardır. O, insanlığa uygun şerefli bir yaşam sürmek ister.

* İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve latif bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Mesela, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.

Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi, güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O san’atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki, herbirisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler. (İ.İCAZ)

İnsan, yetenekleri yönüyle bütün hayvanların üstünde bir varlık iken yeme içme ve barınma gibi en temel dünyevi ihtiyaçlarını gidermede serçe kuşundan bile geri kalır. Onun vazifesi hayvanlar gibi yalnız dünya hayatı için çabalamak değil ebedi bir hayat için gayret etmektir. Nemrutlar, Firavunlar gibi Allah’a başkaldırmaları yönüyle hayvanlardan aşağıda olurlar.

İnsan, üstüne vazife olmayan şeylerle meşgul olmamalı, değersiz bilgileri elde etmek için de zamanını boşa harcamamalıdır. Vaktinin kıymetini bilmelidir. Onun ömrü kısadır, binlerce sene bu dünyada yaşayacak da değildir. Ona göre davranmalıdır. Ebedi hayatı kazanmak için, dünyayı ahretin tarlası olarak görmelidir. Onun değersiz uğraşları, çalışmaları olamaz.

*Sen istidad cihetiyle bütün hayvanâtın fevkınde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedârikte, iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı dâime için sa’y etmektir.

Bununla beraber, meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana âit olmayan ve fuzûlî bir sûrette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyânî meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güyâ binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz mâlûmât ile vakit geçiriyorsun. Meselâ, “Zühalin etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güyâ, kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun (SÖZLER,21.Söz)

Allah’(C.C)ın insana verdiği akıl ve fikir gibi iki önemli özellik ve onları kullanma şekline göre de hayvandan üstün olabilir veya daha aşağılara düşebilir. Hayvanların da her birinin cinsine göre farklı zekâları vardır ama akılları yoktur, ilhamla hareket ederler. Hayvanların ne geçmiş korkuları ne gelecek endişeleri vardır. Yer içer ve günlük yaşarlar. Ama insanlar öyle değildir. Geçmiş zamanın elemlerinden veya istikbal endişesinden ızdırap duyarlar. Eğer iman nuru içlerinde yoksa her şeyden korkarlar, her şeye üzülürler. Hayattan zevk alamazlar. Bu yönüyle hayvandan daha aşağıdırlar. Ama olaylara iman nuruyla bakabilirlerse, akıl onlar için azap aleti olmaktan çıkar, dünyadan hakiki lezzet alırlar. Öyleyse dünyanın gerçek lezzetini isteyenler yaratılış gayelerini iyi bilmeliler ve öylece yaşamalıdırlar.

İnsan, şerri yaşayıp hayra yönelebilir, karanlıklarda kaybolduktan sonra bir gün hidayet nurunun basamaklarına çıkabilir, yokluğu tattıktan sonra varlık içinde olduğunun farkına varabilir. İşte bu zıtlıklar içerisindeki esrar perdelerini kaldırabilecek olan yalnızca insandır. Hayvanların en mükemmelinde bile böyle özellikler yoktur. Akıl ve fikirle bu farkındalığı yakalayabilir.

*insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor; hususan gayr-i meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. (SÖZLER,13.Söz)

*İnsanı hayvandan ayıran şeylerden,

Biri: Mazi ve müstakbelle alakadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake malik değildir.

İkincisi: Gerek enfüsi, gerek afaki, yani dahili ve harici şeylere taallük eden idraki, külli ve umumidir.

Üçüncüsü: İnşaata lazım olan mukaddemeleri keşif ve tertip etmektir: Mesela, bir evin yapılması için lazım olan taş, ağaç, çimento misilli lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertip etmek gibi. (MESNEVİ-İ NURİYE, 10.Risale)

İnsan yaratılış itibariyle zayıf ve güçsüz yaratılmıştır, gözsüz bir akrebe ayaksız bir yılana ve hortumlu bir sineğe mağlup olabilir. Ona arıdan bal yediren, küçük bir kurttan ipeği giydiren, inek, koyun ve keçiden süt içirten onun gücü, kudreti değil, yaratılışındaki zayıflığına karşı Rabbinin ona ikramıdır.

Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshîr-i Rabbâniye ve ikram-ı Rahmânîdir.(SÖZLER,23.Söz)

İnsanın dünyadaki ihtiyaçları çoktur ama onları her zaman karşılamaktan aciz kalabilir. O, akıllı bir varlıktır, her şeye hüzünlenir, elem, gam çeker. Ama ellerini açıp rabbinden ister, O’na yalvarırsa O’nun nazlı bir sultanı, yeryüzünün halifesi olur. Her şey onun emrine verilir.

*Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. (SÖZLER,19.Söz)

İnsan çalışma, eylemde bulunma ve maddi gayreti yönüyle de hayvandan geri kalır, acze düşer. Develer çölde susuzluğa dayanır, kuşlar kilometrelerce uçar, göç eder, balıklar döllenmiş yumurtalarını bırakmak için nehirleri aşıp gelir. Demek ki o, böyle işler için yaratılmamıştır. Onu başka görevler bekliyor. Evcilleşmiş hayvanlarda insanların tembelliğini almışlar, onlara benzemişlerdir.

*İnsan, fiil ve amel cihetinde ve say-i maddî itibâriyle zayıf bir hayvandır, âciz bir mahlûktur. Onun, o cihetteki daire-i tasarrufâtı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki, elini uzatsa, ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanât-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tembelliğinden birer hisse almışlardır ki, yabânî emsâllerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (ehlî keçi ve öküz, yabânî keçi ve öküz gibi). (SÖZLER,23.Söz)

*Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi bir ayna ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mucize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir hâlife-i arz suretinde hâlk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâp eder. (MEKTUBAT,26.mektup)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org