Etiket arşivi: meşveret

Mehdinin üç vazifesi

Bediüzzaman, mehdinin vazifelerini iman hayat şeriat olarak sıralar. Üç vazife, hayatın bütün dairelerini ilgilendirir.

Kalb dairesi merkez, muharrik ve murakıptır. Bu daire kişinin kalb dairesi iken, cemaatin kalb dairesi meşveret heyeti, köyün ihtiyar heyeti, il ve ilçenin encümen, devletin millet meclisidir. İşte bu kalb dairesindekileri de, bunlara bağlı olan dışarıdakileri de bekleyen ve sorumlu kılan iman hayat Şeriat vazifesi her makamda söz konusudur.

Her daire ve makamın muhatabı evvela imanını muhkem hâle getirmelidir. Tahkim edilen iman hayata intikal ettirilip yaşanılır olmalı. Bu öyle olmalı ki İslâm’ın emir ve yasakları manzumesi olan Şeriatın en dar daireden en geniş dairede hükümranlığı sağlanmalıdır.

İnsanın kalbi dünyası nefs-i emmarenin vesveselerinden arındırılması imanın sağlam temelli olmasıyla mümkündür. Sağlam temel üzerine inşa edilen duvarlar takva ile muhafaza edilip, amel-i salih ile tezyin edilmelidir. Bütün bunlara ruh olan ihlâsın devamı için; rabıta-i mevti iyi anlayıp, şirk-i hafiye yol açan beğeni peşindeki riyadan kurtulup, maddî ve uhrevî menfaate takılmayıp, hılletteki tefânî sırrının yaşandığı büyük havuzun içerisinde erimekle mümkündür. Sağlam ve samimi iman, kişinin özel hayatını tanzimde amir olmalıdır. Emir ve yasaklarla düzenlenen hayat en yakınındaki eş ve evladına, dost ve arkadaşlarına numune olan tebliğ tarzını oluşturur.

Sorumluluk makamındaki heyetin iman, hayat ve Şeriat konusunda bekleyen özel genel anlamda vazifeleri var. Bu heyetin her bir ferdi kişisel âlemindeki kalb dairesinde iman, hayat ve Şeriat konulu vazifesini icra ederken bulunduğu makamdaki şahsiyet noktasında da iman hayat ve Şeriat bağlamında vazifeleri vardır. Makamlar karıştırılmadan ve her makamın şartları gereği icra edilmesi gereken üç vazife en ciddi ve başkalarının da sorumluluğunu üstlenen bir şuurla yapılmalıdır.

Zerratı günahkârlardan mürekkep bir hükümetin masum olamayacağı gerçeğinden hareketle üç vazifenin yapımında muhtemel arızalar çıkacaktır. İşte bunun için en temeldeki iman hizmeti vazifesi diğerlerine göre daha fazla önemlidir. Yapı taşlarının sağlam hale getirilmesi inşanın sıhhatini artırmasından hareketle iman hizmeti zinde, etkili ve devamlı olmalıdır.

Üç vazifeyi kucaklayan hakikat ve uhuvvet konusu iyi kavranmalıdır. Üç vazifede tecelli ve tezahür için saklı bulunan hakikat, kâşiflerini beklerken, sarmal bir gerçek olan uhuvvet de kâşifleri beklemektedir.

Tohumun çatlayıp aşağı yukarı filiz attığı yer kalb dairesidir.  Enfüsî manada esma ve sıfat-ı İlâhinin tecelli ve tezahürü hakikatleri kalben tezekkür edilirken afakî âlemdeki ufukları kucaklayan tahayyüle dayanan gerçekleri de aklen tefekkürün ana direği yine de kalb dairesidir ki duruşunu oradan alır.

Şimdi mehdinin üç vazifesini üstlenen ve her an şahs-ı maneviyi bekleyen üç mühim vazifenin motorize gücünü iman hizmetinden alması gerektiği gerçeğiyle sıradaki diğer hizmetlere makamı gereği ve kadarı bakmak, ilgilenmek unutulmaması gereken, beni/bizi bekleyen bir başka vazife olsa gerektir.

Mehdinin şahs-ı manevisinin birer azası olan-inşaallah- ben/biz bu üç vazifenin yerine getirilmesinde fert, cemaat ve cemiyet olarak anlayış ve yaklaşımımızı bir daha gözden geçirilmesi temennisiyle…

Mehmet Çetin

Nur’un Kur’ani Meslek Meşrebinde Şura

Bismihi Emruhum Şura Beynehüm 

Bir broşür hazırlanmış: Ayet mealleri,Hadis-i Şerif mealleri, Risale-i Nur’dan iktibaslar.

Fevkalade güzel. Fakat meslek-i nuriyemiz noktasında arz etmek istediğimiz iki esas var.

Mes’ele Hazret-i Üstadımızın Kur’an-ı Azimüşşan’dan ahzettiği ve hüve hüvesine ittiba-ı sünnet-i seniyye üzerine müesses meslek-i nuriyesi olunca, sıradan meşveret ve şuralardan elbette farklıdır. Yoksa sıradan meşveretler gibi mütalaa edilirse, felsefi nokta-i nazar üzerine bina edilmiş olur.

Meslek-i Nuriye’nin esasatının te’sisinde Hazret-i Üstadımızın dar-ı bekáya irtihalinden sonra en müessir bir zat olan Merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimizden mesleki esasa ait bir hatırayı nakletmek icab ediyor.

Bir beldeden ayrılırken bir kardeşimiz Merhum Zübeyir Ağabeye:”Ağabey şu mes’elede kanatınız nedir?” diye bir sual soruyor. Merhum Ağabeyimiz:”Kardeşim Üstadımız hakkında,Risale-i Nur hakkında, Nur Talebeleri ve Nur meslek meşrebi ve hizmeti hususunda sual sorarken kanatınız nedir diye sorarsanız herkes hasbel beşer farklı şeyler ifade edebilirler. Fakat bu mevzuda Hazreti Üstadımız ne buyurmuş yahut Risale-i Nurda bu mes’ele nerededir ve nasıl halledilmiş diye sorarsanız, en isabetli cevabı alabilirsiniz.”

Bu esasa göre nur mesleğindeki şuranın da diğer meşveretlerden farkı ortaya çıkıyor. Onlarda otorite mana-yı ismi ile hey’ettir. Nur meslekinde ise bizatihi kitaptır.

Yine merhum Zübeyir Ağabeyimizden nakil:

“Hazret-i Üstad altı bin sayfa külliyatta üç bin küsur sahifede imani hakikatları,marifetullah ve muhabbetullahı ders verirken, üç bin sahifeye yakın Tarihçe,Lahika ve müdafaatında serapa Kur’ani olan meslek-meşrebini ders vermişlerdir.”

İmani hakikatlar malum, okuyarak iktisab ediyoruz. Üstadımızın tabirleriyle “Dem ve damarlarımıza yerleşecek derecede okumak lazım.” buyuruyorlar. Fakat mesleki ve ameli cihet, ehil örnek ve rehbere muhtaçtır.

Buna binaen Hazret-i Üstad:”Bu zamanda öyle muallimler lazım ki, delilsiz sözlerine itimad edilsin.” buyurarak hizmetinde bulunan Nur Erkanlarına o seviye ve keyfiyette bir ders ve terbiye vermişlerdir. Yakın ve uzak zaman ve mekanlarda emsali olmayan bir eğitim. Beş on adam o istibdad-ı mutlak devrinde dünyaya meydan okudular. Veya en güzel ahlakı Muhammediye timsalleri oldular. Evliyaullahın tabirleri ile “Hazret-i Mehdi’nin beşten çok ondan az vezirleri olacak” buyurdukları rivayete de uygun.

O zatlar üzerinde on sene müddetle azami bir murakabe ve tahşidat ile, o meslek-i Kur’aniyenin esasatını onlarda meleke ve karakter halinde yerleştirerek, sıddıkiyette mümtaz zatlar olarak yetiştirildiler.

Emirdağ I’de  Hazret-i Mehdi mektubu’nda:”Önce bir taife bir eser yazacak sonra Hazret-i Mehdi o eseri kendine hazır bir program yapacak.”buyruluyor. 1926’dan 1948’e kadar olan devre telif devresi, Afyon hapsinden sonraki “Üçüncü Said” tabir ettikleri devre, Hazret-i Mehdi’nin tatbikat devresidir. Dershane-i Nuriyesindeki imani ve mesleki tahkimatından,siyasiyyunu irşad ve Alem-i İslam ve dünya çapında neşriyata kadar alakadar olmuşlardır.

O devrede hizmetlerinde olup Risale-i Nurla Kur’ana ve imana hizmetin tatbikatını ders alan Nur Erkanları veya Medresetüz Zehra Erkanları tabir ettikleri zatları vasiyetlerle “mutlak vekil” seviyesinde tavzif ederek, Nur’un Kur’ani meslek-meşrebini ve hidematını kudsiyetine layık bir tarzda sıddıkiyetle istikbal nesillerine intikal ettirmek üzere varis bırakmışlardır. Hatta orada şöyle bir tabir var: “Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil,benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum.” buyuruyorlar. Nurun Kur’ani tarzı üzerine hizmetin devamı için muvazzaf kılmışlardır. O kudsi Kur’ani tarzın sıhhatle devamı için vazifedardırlar. Ve harici dahili en şaşırtıcı karışık hadiselerin rağmına sıddıkiyetle hizmetin istikametle devamına medar olmuşlardır.

Elbette asıl Hazret-i ÜstadBediüzzaman’ın seksen sene makbul dualarının bereketiyle o vazife Nur Erkanları ile azami sıddıkiyet,istikamet ve makbuliyetle yapıldı ki, devlet bazında ve seviyesinde temsil ve hizmet mertebesine ulaşmakla taçlanmıştır. Merhum Zübeyir Ağabeyimizin ifadeleri ile:”İki kere iki dörtte şüphe olabilir mi? Belki..Fakat Cemahir-i Müttefika-yı İslamiyenin tahakkuk edeceğinde asla şek ve şüphe yoktur.”

Bir kardeşimiz Merhum Zübeyir Ağabeye son günlerinde sordurulmuş gibi yani yaşının üstünde bir sual soruyor:”Ağabey bu hizmet nasıl tedvir edilir?” Merhum Ağabey:”Kardeşim Üstadımız bir şura bırakmıştır.” buyuruyor.

Meşveret nasıl yapılır sualine: “Mes’ele ortaya konur. Herkes Risale-i Nur’dan o mevzuya dair taspitlerini söyler veya okur. Neticesi meşveretin kararı olur.”

İşte nurdaki şuranın nüvesi böylece o Nur Erkanlarıdır.

2005’te cereyan eden ahirzaman fitnesine ve hedefine binaen, Zübeyir Ağabey’den bir nakil:”Müessesede müdür,amir: Kardeşim şu işi yapar mısın dese müessese yatar. Biz burada birbirimize al-getir-götür demeye başladık mı burası yıkılır.”

Bu da meslek-i Nuriye-yi Kur’aniyenin sıradan mesleklerden ehemm bir farkını ifade ediyor.

Hazret-i Mehdi’nin şahs-ı manevisinin de nüvesi o hey’ettir. Onlardan hariç ne şura, ne şahs-ı manevi düşünülemez. Hatta:”Risale-i Nur şakirtleri manevi al-i beyttir” ifadelerine binaen o manevi al-i beyt silsilesinin başıdırlar.

Bir kitabın etrafında ne için on onbeş cemaat var sualinin cevabı da buradadır. O Kur’ani tarzı onlardan ahzetmekte, onlara yakınlık-uzaklık durumuna göre cemaatlerin keyfiyeti tahakkuk eder.

Hülasa:Başta zikrettiğimiz meslek-i nuriyedeki şuranın sıradan şuralardan iki esaslı farkı var demiştik: Meslek meşreb-i nuriyedeki şuranın mercii KİTAPtır. Yani: Manevi mu’cize-i Kur’aniye olan Risale-i Nur.

Tatbikatın mercii:Hazret-i Üstadımızın hizmetinde ve on sene manevi tahşidatla ders ve terbiyelerinde sıddıkiyet tahsili yapmış olan hey’ettir. (Emirdağ ǁ s.204) En son vasiyet.

Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın(R.A.) şöyle bir tabirleri var: -mealen- Zamanla fırka-i Naciye gövdesi genişledi,sairleri birer kemiye-i kalile-i muzırra halinde kaldı. Risale-i Nur Kur’an ve iman cereyanı da Asr-ı Saadetten muktebes ve onun in’ikası olduğu için, aynı keyfiyet cereyan edecektir,etmiştir ve daha edecek. İnşaallah. 

Eyüp Ekmekçi

Kaynak: Risale Ajans

www.NurNet.Org

Hakiki Meşveretin Nasıl Yapılacağı Ve Meşveret’in Su’i İstimal Edilmemesi!

Hakiki Meşveretin Nasıl Yapılacağı Ve Meşveret’in Su’i İstimal Edilmemesi!

 

 

Meşveret ve şûrâ-i şer’î, dinin esasat ve müsellemat gibi kat’i ve sabit hükümlerinin hâricinde ve şer’î usûlüne göre yapılır.

 

Meşverette iyi niyet ve ihtisas şarttır. Yani meşverete katılanlar, istişarede ele alınacak meselenin isabetli olan cihetini ve tercihi gereken maslahat-ı umumiyesini keşfetmek niyet ve gayretine sahib olmalıdır.

 

Yoksa kendi maksadlarını veya bağlı olduğu şahsın veya cemaatin menfaatini tahakkuk ettirmek niyetini taşıyanlarla yapılacak meşveret hak ve maslahat-ı bulmaktan daha çok karışıklıklara ve inşikaklara sebeb olur.

 

Bu meşveret, meşveret-i şer’îye değildir ve ibadet mahiyetini taşımaz. Hakiki olmayan meşveretlerin bir fayda sağlamayacağını ve dini bir değer taşımayacağını Üstad Hazretleri şu ifadelerle belirtir. “Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.» [1]

 

Bu hakikattaki meşveretler yapılmazsa ihtilafların bitmeyeceği ve şahsi garazların devam edeceği aşikârdır. Demek ki şeri meşveret hakiki olmalıdır. Meşveret adı altında yapılan müessese toplantıları veya rakiplerini tasfiye etmek toplantılarına meşveret demek dini bir tabir olan meşveret manasına hakarettir.

 

Ümmetin itimad edeceği bir meşveretin meclis-i ilmiye olmasını lüzumlu gören Bediüzzaman Hazretleri şu ehemmiyetli hususları nazara verir: «Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, herbiri bir fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemadan müntehap bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye teşkiliyle, meşveretle bir tefsiri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemâlâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem etmelidirler.

 

Evet, meşrutiyettir her şeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi didebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir.» [2]

 

Bediüzzaman Hazretleri gelecekteki cemahir-i müttefika-i İslâmiyyenin siyaset ehline, şûrâ’nın ehemmiyet ve lüzûmunu beyan eden yazısının bir kısmında şu hususa dikkat çeker:

 

«Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.» [3]

 

Bediüzzaman Hazretleri şurâ’ya verdiği aynı ehemmiyeti, Risale-i Nur dairesindeki hizmet faaliyetinde de meşverete ihtiyaç duyduğunu söyler. Mesela der ki:

 

«Bu mektupta bir ince meseleyi meşveret suretiyle reyinizi almak için gönderdik. Münasib midir?» [4]

 

«Hâfız Ali’nin mektubunda, medrese-i Nuriyenin üstadı olan Hacı Hâfız ile gayet samimâne ve uhuvvetkârâne görüşmeleri ve meşveretleri bizleri çok mesrur eyledi.» [5]

 

«Risale-i Nur dairesindeki şakirdler, istişare suretinde, tab etmek gibi çok ehemmiyetli işleri görmeye başlamalarıdır.» [6]

 


 

HAS TALEBELERLE MEŞVERET ETMEK GEREKLİLİĞİ

Üstad Hazretleri Nur Talebelerinde istişare etmeyi “has şakirdler, haslar” gibi tabirlerle yapılmasını ifade eder.

 

«Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur’un has şakirdleri ve müdakkik nâşirleri, meşveretle, hususan Ispartadakilerle, maslahat ne ise yaparsınız.» [7]

 

«Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.» [8]

 

«Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.» [9]

 

«Hizmet-i Kur’âniyeye kemal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır.

 

Sakın! Dikkat ediniz! ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.» [10]

 

Dini hizmetler yapanlar arasında zaman zaman aykırı düşünceler olabilir. Bu durumda bu farklılıkları görüşerek birliği beraberliği korumak gerekmektedir.

 

Bir de on beş günde okunması hususunda tavsiye/emir bulunan İhlas Risalesinin mana anlaşılsın anlaşılmasın vird gibi de olsa okunmasına dikkat gayret lazımdır.

 

«Şimdi namazda bir hâtıra kalbe geldi ki, kardeşlerin, ziyade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve mânevî ders ve yardım ve himmet bekliyorlar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de, uhrevî ve Kur’ânî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı mânevîlerini tevkil ile o hâlis, muhlis hasların şahs-ı mânevîleri senden çok mükemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar.» [11]

 

«Şakirdlerin tensibiyle ve meşveretiyle intihap edilecek bir yeni kahraman bulununcaya kadar o vazifeleri taksimü’l-a’mâl suretinde herbir şakird bir vazifesini yapmaya başlasın.» [12]

 

Buraya kadar belirtilen kısımlar çerçevesinde meşveret hizmet ehlinin olmazsa olmaz özelliğidir. Fakat bu meşveretler, görüşerek ve müzakere ile hizmeti ifa ve icra etmenin mukaddemesi mânâsında olan meşveret, istişare ve şûrâ, mezkûr beyanat ve tavsiyelerin neticesi olarak bir esas olduğu zâhir oluyor.

Mesut ZEYBEK

Mehazler:

[1] Hutbe-i Şamiye ( 60 )

[2] Muhakemat ( 22 )

[3] Sünuhat Tuluat İşarat ( 37 )

[4] Emirdağ Lahikası-ll  ( 104 )

[5] Kastamonu Lâhikası ( 199 )

[6] Kastamonu Lâhikası ( 129 )

[7] Emirdağ Lâhikası-l ( 109 )

[8] Emirdağ Lâhikası-l ( 223 )

[9] Kastamonu Lâhikası ( 234 )

[10] Kastamonu Lâhikası ( 236 )

[11] Şualar ( 492 )

[12] Emirdağ Lâhikası-l ( 189 )

 

Kaynak: ittihad.com.tr

 

www.NurNet.Org

Meşveret Esası

 Risale-i Nur Külliyatında

 

 

Meşveret Esası

 

  

Bediüzzaman Said Nursi

 

*: Sayfalar Envar Neşriyat’a göredir!

 

Her­ şeyde meşveret hü­küm­fermâdır.[1]

 

 

Maksad-ül makasıd olan en uzak ve yüksek hedef-i garazdan ayrılıp gelmekte olan maksadlar birbirine murtabıt ve birbirinin noksaniyetini tekmil ve komşuluk hakkını eda etmekle, kelâma vüs’at ve azamet verir. Güya birini vaz’etmekle öteki ve diğeri ve başkasını ve daha başkasını vaz’eder.

 

Ve sağ ve solda ve her cihetin nisbetini gözetmekle birden o makasıdı, kelâmın kasr-ı müşeyyedesine kuruyor. Güya çok akılları kendi aklına muavenet etmek için istiare etmiş, istihdam ediyor. Sanki o mecmu-u makasıdda herbir maksad, tesavir-i mütedâhileden müşterek-ün fîh bir cüzdür. [2]

 

Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir.

 

وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ âyet-i kerimesi, şûrayı esas olarak emrediyor. Evet, nasılki nev’-i beşerdeki “telahuk-u efkâr” ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.

 

Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.[3]

 

Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyet’in hayatı ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?

 

Elcevab: Nur’un Yirmi birinci Lem’a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-ü hakikî ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor.

 

Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikından gelen şûra-yı şer’î ile yaşıyabilir. O düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.[4]

 

«Kur’ân-ı Azîmüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat ol­malıdır. Bil­hassa bu zaman­larda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir he­yetin tesanüdüyle ve o he­yetin telâhuk-u efkâ­rından ve ruhlarının tenasü­büyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassubların­dan âzâde olarak tam ihlâsla­rından doğan dâhi bir şahs-ı mânevîde bulu­nur[5]

«Saltanat-ı efkârın icrâa-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutla­rın­dan kurtulmuş, her yeri tenvire başla­mıştır. Hattâ dinsiz­lik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o zi­ya ile isti­fa­deye başlamıştırlar.

Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ı kàtı’ üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan hakk-ı sabitle hakaikı rab­tey­lemesi­dir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giy­mekle efkârı al­datmaz.» [6]

Meşveret-i şer’iyenin idare sistemine ve efkâr-ı milli­yeye bakan hikmet­leri:

«Meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer sa­adetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürri­yet­teki irade-i cüz’i­yeyi istibdat ve tahakkümün be­lâsından kur­taran meşve­ret-i şer’iyenin maya­sıyla mayalandıran meşrutiyet-i meş­rua sizi her­kes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülû­ğu­nuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mev­cudiyetinizi ittihadla göste­riniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteri­niz. Yoksa, sıfır çe­kecek ve şehadetnâme-i hürriyeti eli­nize vermeyecektir.» [7]

7- «S – Âlem-i İslâm ülemasının ortalarındaki müt­hiş ihti­lâfata ne dersin? Reyin nedir?

C – Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya inti­zamı bozul­muş bir meclis-i meb’usan ve bir encü­men-i şûrâ nazarıyla bakıyo­rum. Şeriattan işitiyoruz ki, rey-i cum­hur budur, fetvâ bu­nun üzerinedir.» [8]

«S – Acaba kâinatta, şu meclis-i âli-i İslâmî, şu ser­gerdan küre şeh­rinde bir intizamı daha bulamayacak mı­dır?

C – İman ederim ki, umum âlem-i İslâm, mil­let-i insa­niyede ve Âdem kavminde bir mec­lis‑i meb’usan-ı mu­kaddese hükmüne geçe­cek­tir. Selef ve halef, asırlar üzerinde birbirine bakıp ma­beynle­rinde bir encümen-i şûra teşkil edecek­lerdir. Fakat, birinci kısım olan ihtiyar ba­balar, sâki­tane ve si­tayişkârane dinleyeceklerdir.» [9]

Bediüzzaman Hazretleri hem Osmanlı Devletine hem gele­cekteki  ce­mahir-i müttefika-i İslâmiyyenin si­yaset eh­line, şûrâ’­nın ehemmiyet ve lüzû­munu beyan eden yazı­sının bir kısmında şu hususa dikkat çeker:

«Sadaret üç mühim şûraya bizzat istinad ediyor, yine kifa­yet etmi­yor. Halbuki böyle inceleşmiş ve ço­ğal­mış münasebat içinde, içtihadattaki müthiş fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fâsid medeni­yetin tedahülüyle ah­lâktaki müthiş te­denniyle be­ra­ber, meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terk edil­miş.

Ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı harici­yeye kapılmakla çok ahkâm-ı diniye feda edildi.

Hem nasıl oluyor ki, umûrun besateti ve taklid ve teslim câri olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine Meşihat bir şû­raya, lâakal Kazdıaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklid ve ittiba gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl ki­fayet eder?

Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu Me­şihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir mües­se­se-i celiledir. Bu sönük va­ziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yal­nız İs­tanbul’un irşadına da kâfi gel­miyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad ede­bilsin. Hem menba, hem mâkes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i di­niyesini hakkıyla ifa edebilsin.

Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u ce­maat­ten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûra­lar o ruhu temsil eder.

Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs‑ı mânevî olmak gerek­tir. Tâ ki, sözünü ona işitti­rebilsin.  Dine taal­lûk eden noktalardan, sırat‑ı müstak­îme sevk edebilsin. Yoksa, ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i ma­nevîsine karşı siv­risi­nek kadar kalır. Şu mü­him mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i ha­yatiyesini teh­likeye maruz bı­rakıyor.

Hattâ diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve içtihadattaki fevzâ, Meşihatın zaafından ve sönük ol­masın­dan meydan almıştır. Çünkü, hariçte bir adam reyini, ferdi­yete istinad eden Me­şihat’a karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şû­raya istinad eden bir Şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçi­rir, ya o içtihadı ona münhasır bıra­kır.

Her müstaid, çendan içtihad edebilir. Lâkin içti­hadı o vakit düsturü’l-amel olur ki, bir nevi icmâ veya cumhurun tasdikine ik­tiran ede. Böyle bir Şeyhülislâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı Garrâda daima icma’ ve rey-i cumhur medâr-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevzâ-i ârâ için, böyle bir faysala lü­zum-u kat’î vardır.»[10]

«Hem de mânâ-yı meşrutiyete ibtilâ ve mu­habbe­timin se­bebi şu­dur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâmın istik­balde terakkisinin birinci kapısı meşruti­yet-i meş­rua ve şeriat dairesindeki hürriyet­tir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşruti­yetteki şûrâdır[11]

«Eski Said de, eski zamanda böyle acib bir is­tib­dadı his­setmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istib­dâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meş­ru­ayı bir vasıta-i necat görü­yordu.

Ve hürriyet-i şer’iye, Kur’ân’ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalış­mış.»[12]

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Mehazler

[1] Muhakemat ( 22 )

[2] Muhakemat ( 104 )

[3] Hutbe-i Şamiye ( 60 )

[4] Hutbe-i Şamiye ( 62 )

[5] İşarat-ül İ’caz ( 8 )

[6] Muhakemat ( 37 )

[7] (Divan-ı Harbî Örfî ( 52 )

[8] Münazarat ( 78 )

[9] Münazarat ( 80 )

[10] Sünuhat Tuluat İşarat ( 37 )

[11] Divan-ı Harbî Örfî ( 48 )

[12] Kastamonu Lâhikası ( 78 )

 

 

Bediüzzaman’ın Penceresinden “Meşveret ve Milli Hakimiyet“ Nedir?

İşlerin konuşup anlaşma yoluyla halledilmesine eski dilde,“meşveret“ , dinin istediği meşverete“meşveret-i meşrua” ve dine uygun olarak yapılan meşverete ise “meşveret-i şer’iye“ denir.

Günlük hayatın akışında insanlar doğru bir karar vermek için, birilerine danışmak, fikir sormak ihtiyacını duyabilirler. Bu kişilere yol göstermek için danışılan kişi hakkındaki kanaatini ve bildiği doğruları söylemekte dinen bir engel yoktur.

Bediüzaman bu konuda şöyle söylüyor:

*Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister, seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: “Onunla teşrik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin.”(MEKTUBAT, 27. Mektup)

Başka birileri de kendi aklını beğenir, kimseye bir şey sormaz, öylece hareket edebilir. Onlar bir şey sormadığı için fikir vermek de gerekmez.

Meşveret etmek ortak akılla çözüm bulmak demektir. Dernekler, vakıflar, kulüpler ve meslek odaları gibi kuruluşlar alacakları kararları yönetim kurullarına getirirler ve orada ortak akılla hareket ettikleri için az hata yaparlar.

Bir şahs-ı manevi teşkil etmiş olan Cemaatler de meşveret etmeli, ortak akılla karar vermeli ve siyasete, hükümetin işine karışmaya uzak durmalıdır. Yalnızca kendi dini hizmetlerini yapmalıdır.

Meşveretin kendine has kuralları var mıdır? Herkesle her konuda meşveret edilebilir mi? Bu konuda nasıl hareket edilmelidir ki doğru bir meşveret olsun?

Bediüzzaman bu konuda talebelerini uyarır, meşveretin önemine dikkatlerini çeker ve onların dünya işlerindeki meşveret kararlarına kendisinin de uyacağını söyler:

*Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın. Benim komşudaki koğuşa parmağını soktu, beni azap içinde bıraktı. Şimdi siz, mâbeyninizde münakaşasız bir meşveret ediniz. Kararınızı kabul ederim. (ŞUALAR, 13.Şua)

*Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. (ŞUALAR, 14.Şua)

*Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde samimi tesanüt ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevinin fikrini, o meşveretle bildirir. (K.LAHİKASI)

*Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir. (K.LAHİKASI)

*Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. (K.LAHİKASI)

İnsanlar yaşadıkları devirlere ve topraklara göre tarih boyunca çeşitli idareler gördüler. Aşiretler, Beylikler, Hanedanlar, Krallıklar ve Padişahlık gibi kendine özel idari yapılanmalarda hayat geçirdiler. Bizden önce de bu topraklarda birçok beylikler, İmparatorluklar geldi geçti, Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar yaşadı.

Osmanlılar padişahlık adı verilen bir sistemle uzun yıllar devleti idare ettiler. Ancak dünya değişiyor, toplumlar birbirini etkiliyor ve devletin idaresinden memnun olmayanlar sistemi değiştirmek istiyorlardı. Özellikle 1789 Fransız ihtilali bu hareketlerin kaynağını teşkil ediyordu. Osmanlıda da Padişahlık idaresine başkaldırmalar ortaya çıktı, “Meşrutiyet” istekleri doruk noktaya geldi. 23 Aralık 1876 da Osmanlıda Kanun-i Esasi adı verilen Anayasının kabulüyle I.Meşrutiyet ilan edildi ama çıkan savaşlar nedeniyle uzun sürmedi,  13 Şubat 1878 de meclis kapandı.

23 Temmuz 1908’de ise Osmanlı imparatorluğunda II. Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet; padişahın yetkilerinin kısılması ve tek adam idaresinden milli hâkimiyet denilen halkın seçtiği kişilerin de meclise girmesi tarzında bir yeni idare şekliydi. O devirde milli hakimiyetin yolu Meşrutiyetten geçiyordu. Ancak yıllardan beri halk, böyle bir idari sistem görmemişti. Osmanlı toplumunda, avam halk tarafından dine aykırı bir idare şekli zannedilerek başlarda Meşrutiyet’e itirazlar geliyordu.

Bediüzzaman; halkın itirazlarına karşı çıkıyor, İstibdat’ı yeriyor ve onlara Meşrutiyet’in şeriata uygunluğunu, ”Meşrutiyet; Adalet, meşveret ve kuvvetin kanunda olmasıdır” diyerek anlatıyordu:

*meşrû, hakîki meşrûtiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım. Fikrimce, meşrûtiyetin düşmanı, meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı Şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.” (T.HAYAT)

Evet Meşrutiyet gelmişti ama ya kanunlar, Batı’dan mı gelmeliydi. Bizim kanun yapacak kendi hukuk kaynaklarımız, örfümüz, birikimimiz yok muydu? Bir dilenci gibi Batıya el mi açacaktık?

*Meşrûtiyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkamda Avrupa’ya dilencilik etmek, dîn-i İslama büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.

Kuvvet, kanunda olmalı; yoksa istibdat tevzî olunmuş olur.” innellahe legaviyyun aziz ” (I) hakim ve amir-i vicdanî olmalı. 0 da, marifet-i tam ve medeniyet-i amm veyahut dîn-i İslam namıyla olmalı; yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır.
İttifak hüdadadır, hevada ve heveste değil. İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu. Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz. Yeis manî-i her-kemaldir. “Neme lazım, başkası düşünsün”, istibdadın yadigarıdır.

(I)”Şüphesiz Allah kuvvet ve izzet sahibidir” (Hac Sûresi: 74.) (T.HAYAT)

*Meşrûtiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise; hakîki adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakkî ediniz, muhafazasına çalışınız. Zîra, dünyevî saadetimiz meşrûtiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.  (T.HAYAT)

*Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor; bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Bir tek hasene bazan bir kalmıyor, belki bazan binler dereceye terakkî ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur: 

Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrûa, hakîki milliyetimizin hakimiyetini gösterdi. Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyettir. Ve Hilafet-i Osmaniye ve Türk ordusunun o milliyete bayraktarlığı îtibarıyle, o İslamiyet milliyetinin sadefi, kal’ası hükmündedir. Arap-Türk, hakîki iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar. 

İşte, bu kudsi milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslam bir tek aşîret hükmüne geçiyor.. Aşîretin efradı gibi, İslam taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslamiye ile murtabıt, alakadar olur. Birbirine manen (lüzum olsa maddeten) yardım eder. Güya bütün İslam taifeleri bir silsile-i nûraniye ile birbirine bağlıdır. (T.HAYAT)

*Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslamiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer’iyedir. ” ve emruhum şura beynehum ”  (2) ayet-i kerîmesi, şûrayı esas olarak emrediyor.
Evet, nasıl ki nev-i beşerdeki telahuk-u efkar ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünûnun esası olduğu gibi; en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-i hakîkiyeyi yapmamasıdır.

(2) “Onların aralarındaki işleri istişare iledir.” (Şura Sûresi: 38.) (T.HAYAT)

* Meşrûtiyet ;” ve emruhum şura beynehum ”  (3) ” ve şavirhum fil emri ”(4)

âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.

Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır.

(3)”Ve işlerde onlarla istişare et.”(Al-iİmran sûresi:159) 

(4)”Onların aralarındaki işleri istişare iledir.” (Şura Sûresi: 38) (MÜNAZARAT)

Osmanlı toplumunun birçok milletten ve dinden gelmiş tebaaları, onların içinde ise Hıristiyanlar ve Yahudiler vardı. Milli irade tecelli ederken onlar da meclise gireceklerdi, acaba bu şeriata aykırı mı idi?

Bediüzzaman bu konudaki tereddütleri de şöyle gideriyordu:

*Suâl: “Meclis-i Mebusânda Hıristiyanlar, Yahudîler vardır; onların reylerinin şeriatta ne kıymeti vardır?”

 Cevap: Evvelâ, meşverette hüküm ekserindir. Ekser ise, Müslümandır, altmıştan fazla ulemâdır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek, hâkim İslâmdır.
Sâniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, sanatkâr bir Haço ve Berham’ın reyi mûteberdir; Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusândaki mesâlih-i siyâsiye ve menâfi-i iktisâdiye dahi ekserî bu kâbilden olduğundan, reddetmemek lâzım gelir. Ammâ ahkâm ve hukuk ise, zâten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihâttır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkâm ve hukuku sû-i istimâl etmemek ve bâzı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bâzı kânunları yapmak, etrâfına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz; gidilse, intihardır. (MÜNAZARAT)

Asrısaadet adı verilen Peygamberimizin yaşadığı devir ile ondan sonra gelen 4 halifenin zamanında da toplum akıl, delil ve meşveret ile idare olunmuş,  itaatsizliğe ve hiçbir şüpheye meydan verilmemişti.

*zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı. (MUHAKEMAT)

Ancak 5. asırdan sonra işler değişmiş, kuvvet hakkı yenmişti. Toplumların idaresinde güçlü olmak, gücü elinde bulundurmak esas kabul edilmişti.

*Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlup eylemişti (MUHAKEMAT)

Meşveret değil bir ülkenin, kıtaların özellikle Asya kıtasının bile çok önemli anahtardır. Bireyler nasıl ki birbirlerine danışırlar, fikir alış verişinde bulunurlar meşveretten faydalanırlarsa Asya’da yaygın olarak bulunan Müslüman halklar da meşveretin anahtarıyla baskılardan, ellerine ayaklarına vurulan zincirlerden kurtulurlar. Ancak Şeriatın insana çizdiği meşveret, hürriyet ve dini kurallar ile fertler ve toplumlar, süslenip batı medeniyetinin sefahatindeki günahlarına dalmaması gerekir.

*Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. (H.ŞAMİYE)

Evet zaman geldi, devir ve şartlar değişti, bu ülkede Meşrutiyet de son buldu, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ve Cumhuriyet kuruldu. Şimdi ne olacak? Bir zamanlar Meşrutiyet’e karşı çıkanlar olduğu gibi şimdi de Cumhuriyet’e de karşı çıkanlar oldu mu?

Bediüzzaman “Eski hal muhal; ya yeni hâl veya izmihlâl.”(MÜNAZARAT) fikriyle Cumhuriyet’e de karşı çıkmaz. İster Meşrutiyet olsun isterse Cumhuriyet, o idarelerde, Millet meclislerinin teşekkülü çok önemlidir. Orası milletin kalbi gibi olmalıdır, milli irade oraya taşınmalıdır. Medeni ülkelerin kılıcı gibi olan fikir hürriyeti ve meşveret o meclisin temel karakterleri olmalıdır. Bir kişinin sözünün geçtiği, eleştirinin yapılamadığı ve zorbalıkla ve silah zoruyla kanunların çıkarıldığı, muhalif milletvekillerinin sokak ortasında öldürüldüğü bir meclisin, millet iradesini taşıdığını kimse iddia edemez.

*yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir ve idare ve terbiye edebilir. (D.HARBİ ÖRFİ)

Bu ülkede çok şeyler yaşandı, Padişahlık, Meşrutiyet ve 27 yıllık tek partili Cumhuriyet kuruldu. Daha sonra çok partili demokrasiye geçildi ama o dönemlerde bile milli hakimiyetin tam yaşandığını bugün kimse söyleyemiyor.

Dünyada insanın gerçek saadeti milli hakimiyetin asıl olduğu, vesayetlerin olmadığı sistemlerde olur. Askeri, bürokratik veya hukuki bir vesayetin milli iradeyi esir aldığı idarenin adı ne olursa olsun, isterse Cumhuriyet olsun o meclis halkın gerçek meclisi değildir, orada demokrasi yoktur.

*meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi istibdat ve tahakkümün belâsından kurtaran meşveret-i şer’iyenin mayasıyla mayalandıran meşrutiyet-i meşrua sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz. (D.HARBİ ÖRFİ)

“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünün geçerliliği, çok partili siyasi hayatta hiçbir baskı olmadan halkın kendi özgür iradesiyle sandıklara gittiği, oyunu verdiği ve sandıktan çıkan hükümete herkesin razı olması ile kurulur. Millet kime iktidarı verirse o hükümeti kurar, kime de muhalefet görevini verirse o da iktidarı halk adına denetler. Muhalefet görevinden bıkanlar, arkalarına başkalarını alarak iktidar olursa bu iktidarları çok uzun sürmez. Millete güvenmeyenlere millet de güvenmez.

Vakti geldiğinde meşru yollarla halk isterse sandıkta iktidarı değiştirir, kimsenin silah gücüyle iktidarı değiştirmesine kalkışmaya gerek yoktur. Bu türlü müdahaleler hangi sebeple olursa olsun milli iradeye tecavüzdür.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org