Etiket arşivi: Mevlana Celaleddin Rumi

Keşke toprak olsaydım!

Bu adama (Cuma’ya) öğretmek isterken bilmediğim birçok şeyler aklıma geliyor ve doğal olarak ben de öğrenmiş oluyordum.” Daniel Defoe, Robinson Crusoe‘dan…

İnsan, iman etse de, zamanla farkediyor bazı şeyleri. İlk farkediş, yani müslüman olma, aslında bir yolun sonu değil, başlangıcı. Kelime-i şahadet; bir yönüyle müslüman olma, fakat bir yönüyle de ‘müslüman kalmaya’ niyet etme, azmetme, kastetme.

Hidayette hiyerarşi yoktur. Kırkıncı müslüman Hz. Ömer (r.a.) aşere-i mübeşşerenin ikincisi olabilir. Müslüman bir ailede dünyada gelenlerin, bu açıdan, sonradan ihtida edenlere kıyasla bir eksiği var: Müslüman nazarıyla baksalar da âleme, bu bakış bir gizli şuur gibi bence, akıl gibi değil. Şuur, biraz daha statik bir alana tekabül ediyor ve çoğu zaman akıl, onun katkılarını ancak dikkatle farkedebilir. Kazandırdıklarını enfüsî tefekkürle görebilir. Fakat ihtida, yani bir nazardan soyunup yeni bir nazarı kuşanma, bunda akıl hariçte kalamaz. Her adımı tefekkürle olur. Her an’ı, geçmişin sınanması ve eskinin altedilmesinden oluşur. Ayet-i kerimenin ifadesiyle; “Allah onların kötülüklerini (seyyiatlarını) iyiliklere (hasenatlara) çevirir.” Mühtedinin içinde yaşadığı kıyamet budur. Süreç boyunca, geçmişte müptelası olunan kötülük, menhus zevki bilinen bir yol olarak ayaklara dolanır. Allah’ın inayeti yanlarında olmazsa işleri çetrefillidir.

Bu yüzden belki, ihtida öyküleri dinlediğimde, o insanların anlattığı İslam’ı, yaşadığım İslam’dan çok daha ötede/yukarıda birşey gibi görürüm. Şaşırdıkları şeylere onlardan fazla şaşırırım. Cümleleri çoğu zaman kafamda ampuller patlatır.

Katılır mısınız: Bilgi, akıldan şuura düştü mü, arkaplanda ‘öyle olması gereken’ şarkısı söylenmeye başladı mı, heyecanı azalıyor. Balığın, suyun varlığını farketmesi gibi zor bizim marifetle halimiz. Tefekkürle didiklenmesi lazım. İmanın kalpte eskidiğini ve kelime-i tevhid ile yenilenmesi gerektiğini söyleyen hadis-i şerif, önemli bir uyarı yapıyor bu noktada: Hz. Rabia’nın “İstiğfarlarımızın istiğfara ihtiyacı var!”[1] dediği gibi, imanlarımızın da yeniden iman etmemize ihtiyacı var. Çünkü mürşidimin de dediği gibi: “Beka, tekerrür-ü vücuttan ibarettir.”

Ama önce; elimizdekinin doğuştan gelen bir hak/üstünlük değil, ancak nazarını kuşandıkça ve açlığını çektikçe bize sunulacak bir nimet olduğunu farketmeliyiz. İmana ihtiyacımızda eşitiz. Açlığımızda kardeşiz. Ayet-i kerime öyle söylüyor: “Mü’minler ancak kardeştir.” Şeyh-kardeş değil. Ağa-kardeş değil. Hoca-kardeş değil. Kardeş-kardeş. Hele yedi ceddinin müslüman olmasıyla veya dedemizin şeyh, babamızın hoca olmasıyla kazanılabilecek bir asalet hiç değil. Öyle olsaydı, bir zamanlar puta tapan bir kavmin hidayete erenleri ‘nesillerin en hayırlısı’ olarak anılmazlardı İslam tarihinde. Yaşadıkları zaman dilimine özlemle Asr-ı Saadet denmezdi.

Ashab-ı kiramın ümmet içindeki üstünlüğü kalıtımdan veya yıllanmaktan umduğumuz her türlü üstünlüğe/seçilmişliğe meydan okuyor. Sonrakiler hep sonrakiler kalıyor, öne geçemiyor.Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet olursunuz! buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, yalnız ‘takip edilebilirlikleri’ açısından mı söylemiştir bu sözü? Peki ya yıldızların ulaşılmazlığı? Mevlana Celaleddin Hazretleri, bu ashab/dostlar hadisini, alıştığımızdan da başka yorumlar Mesnevi’sinin bir yerinde:

Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost. Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki; yol sevgiliden ibarettir. Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma! Hz. Peygamber (a.s.m.) dedi ki: Bil ki; karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse, dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir. Gözü yıldızlara dik, yol ara.“[2]

Şimdi sen, Mevlana’nın penceresinden, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dostlarıyla olan muhabbetine yol ara. Onlarla istişare etmekten aldığı lezzeti, onların feraset ve istikametle verdikleri tavsiyelerden/desteklerden duyduğu mutluluğu, ashabını yıldızlara benzetmesiyle algıla. Hem anla ki; hakiki mürşid, irşad ettiklerinin aklını körelten, onları iradesiz robotlar haline getiren kişi değildir. Öğretmenin, bir yönüyle ‘beraber öğrenmek’ olduğunu da bilmektir. Bu bir sırr-ı iktirandır ki; yalnız söyleyenin değil, söylenilenin de açlığına iltifat eder.

Meselâ, Risale-i Nur’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.

Onlar derler ki: ‘Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.’

Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: ‘Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?’

Sonra anladım ki; sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.

Asr-ı Saadet’e baksan, bununla ilgili birçok misal bulursun. Mesela bildiğim bir tanesi; Hz. Aişe annemin, bir seferde, gerdanlığı kaybetmesi hadisesi. Gerdanlığı ararken yaşanan susuzluk ve beraber gelen teyemmüm ayeti… Hatta o zaman Useyd b. Hudayr’ın (r.a.), bu ayetin kıymetini takdir ile söylediği şu söz, ne güzel bir iktiran ifadesidir: “Ey Ebu Bekir’in ailesi; bu, sizin vesile olduğunuz ilk hayır değildir.”

Bir de zamanın varsa, Mevlana’nın dediği: “Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma!” cümlesini, Bediüzzaman’ın İhlas Risalesi’ndeki İkinci Düsturuyla[3] ve şu ifadeleriyle beraber tefekkür et:

Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.

Belki ikisini bir düşününce, imanın neden hiyerarşi kabul etmediğini, ayet-i kerimede kardeşliğimizin altının neden önemle çizildiğini daha iyi anlarsın. Hem anlarsın ki; iblisi,Hani meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu!sırrınca geri bırakan da o olmuştu. Zira iblis, Allah’ı bilmiyor değildi. Fakat imanına hiyerarşiyi katık etmek istiyordu. “Ben ateştenim, o topraktan…” diyordu. Allah, ondan bunu kabul etmedi, senden de kabul edecek değildir. Soyun böyle iddialarından. Mevlana’nın dediği gibi; “Tevazuda toprak gibi ol” ki, sonra ahirette ateşlik nasıl olur öğretmesinler. Kur’an’ın haber verdiği akıbetten sakın: “Ya leyteni küntü turaba!/Keşke toprak olsaydım!”[4]

Ahmet Ay – hicbisey.com

[1] İmam Gazalî (r.a.), Tevbe Risalesi isimli eserinde bu cümleyi Hz. Rabia’dan (r.anha) nakleder.

[2] Etkileşim Yayınları’ndan çıkan, Mahmut Kaplan Hoca’nın derlediği, Mesnevi’den Seçmeler isimli eserden, Dost başlıklı bölümden alınmıştır.

[3] “Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir…” cümlesiyle başlar.

[4] Nebe sûresinin 40. ayetinde geçen bu ifade gerçi orada kâfirler için kullanılıyor, ama şeytanın üstünlük davasıyla beraber ele alınınca, bana bu pencereden çok dokunuyor. Sanki onun feryadını işitir gibi oluyorum: “Keşke toprak olsaydım!”

Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi Kimdir? (1207-1273)

hz.mevlanaMevlana 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Mevlana’nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında “Bilginlerin Sultanı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibi oğlu Bahaeddin Veled’tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.
Sultanü’I-Ulema Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultanü’I-Ulema 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’den ayrıldı.
Sultanü’I-Ulema’nın ilk durağı Nişabur olmuştur. Nişabur şehrinde tanınmış mutasavvıf Feridüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlana burada küçük yaşına rağmen Feridüddin Attar’ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.
Sultanü’I Ulema Nişabur’dan Bağdat’a ve daha sonra Kufe yolu ile Ka’be’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam’a uğradı. Şam’dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Larende’ye (Karaman) geldiler. Karaman’da Subaşı Emir Musa’nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.
1222 yılında Karaman’a gelen Sultanü’l-Ulema ve ailesi burada yedi yıl kaldılar. Mevlana 1225 yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da evlendi. Bu evlilikten Mevlana’nın Sultan Veled ve Alaeddin çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlana bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlana’nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.
Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti’nin egemenliği altında idi. Konya’da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alaeddin Keykubad idi. Alaeddin Keykubad Sultanü’I-Ulema Bahaeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve Konya’ya yerleşmesini istedi.
Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alaeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni ikametlerine tahsis ettiler.
Sultanü’l-Ulema 12 Ocak 1231 yılında Konya’da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlana Dergahı’ndaki bugünkü yerine defnolundu.
Sultanü’I-Ulema ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlana’nın çevresinde toplandılar. Mevlana’yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlana büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.
Mevlana 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizi ile karşılaştı. Mevlana Şems’de “mutlak kemalin varlığını” cemalinde de “İlahi nurlarını” görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.
Mevlana, Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selahaddin Zerkubi ve Hüsameddin çelebi, Şems-i Tebrizi’nin yerini doldurmaya çalıştılar.
Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Mevlana, 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk’ ın rahmetine kavuştu. Mevlana’nın cenaze namazını Mevlana’nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlana’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlana’nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.
Mevlana ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlana ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arus” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
“ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! / Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir.”
Her türlü kemale erişi aşkta gören Mevlana’nın bütün eserleri aşka dairdir. Zira aşk hayatın aslıdır, özüdür. Kainatın yaratılış sebebi aşktır. ‘Sen olmasaydın bu gökleri yaratmazdım.’ kudsi hadisiyle; varlık alemlerinin yaratılmasındaki yegane maksadın, Cenab-ı Hakk’ın Hazreti Peygambere (asm) duyduğu sevgi olduğu belirtilir. Mademki varlığın mayası aşktır, aşkın en ileri noktası olan Allah aşkı ve muhabbeti her şeyin üzerinde değere sahiptir. Mevlana bu düşünceden hareketle, binlerce beyitte ilahi aşkı söylemiştir. Onun aşka dair düşüncelerini dört grupta toplamak mümkündür. Akıl ve aşk mukayesesi, aşkın üstünlüğü ve değeri, fanilere duyulan aşkın geçersizliği, aşktan nasibi olmayanların zavallılığı …
Mana Padişahı Mevlana’ya göre akıl ve ilim, gayb aleminin gerçeklerini kavramada yetersizdir. Bunlar insanı bir noktaya kadar götürür, ancak hedefe ulaştıramaz. Fakat insan aşktan kanatlara sahipse , ilim ve aşkın hayal edemeyeceği kadar yücelir. Tıpkı Miraç Gecesi olduğu gibi. O kutlu gecede Hazreti Peygamber (asm) ve Cebrail (as) gök katlarında yükselirken, Sidre-i Müntehaya gelince; Cebrail (as) “Bir parmak ucu daha ilerlersem, yanarım.” diyerek kalmış, Hazret-i Peygamber (asm) ise Sidre’yi geçerek Cenab- Hakk’a yakınlığın son derecesine ulaşmıştır. Sidre-i Münteha denen yer; gerek melek gerekse peygamber, bütün varlıkların ulaşabildiği son noktadır. Bir başka deyişle emr-i İlahiden başka her şeyin son bulduğu yerdir. Mutasavvıflar buradan hareketle, Cebrail (as)’i beşer idrakin , ilim ve aklın sembolü, Hazret-i Peygamber (asm)’i ise gönül ve aşkın timsali olarak görürler.
Sorularla İslamiyet