Etiket arşivi: mevlid kandili

Mevlid Kandiliniz Mübarek Olsun

Hayatın gayesi, yaratılışın mânâsı silinmiş, yok olmuştu. Her şey mânâsız başıboşluk ve hüzün örtülerine bürünmüştü.

Ruhlar bir şey bekliyor, bir nurun zulmet perdesini yırtmasını içten içe hissediyordu.

O vahşet devrinde kâinat ufkundan bir güneş doğdu. Bu güneş âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam idi. Tarihin seyrini, hayatın akışını değiştiren bu eşsiz olay, dünyayı yerinden sarsan değişimlerin en büyüğü idi.

İşte insanlığın akıl ve kalbinde düğümlenen “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorularını, düğümlerini çözüp kâinatın Sahibini ilân ve ispat edecek bir zatın teşrifi sadece insanların ruh ve kalbinde değil, diğer varlıklarda, hattâ cansız eşyada bile yansımasını bulacaktı.

Doğudan batıya bütün âlemin nurlara büründüğü, İlâhi değişimin tecelli ettiği o gece neler oldu neler?

Yahudi ileri gelenleri ve âlimleri kitaplarında daha önce rastladıkları işaret ve müjdelerin açığa çıktığını gördüler. Kimsenin haberi olmadan en önce onlar bu müjdeyi verdiler

O gece Yahudi âlimleri semâya bakıp “Bu yıldızın doğduğu gece Ahmed doğmuştur” dediler. (1)

Bir Yahudi ileri geleni Mekke’de Peygamberimizin doğduğu gece, içlerinde Hişam ve Velid bin Muğire, Utbe bin Rabia gibi Kureyş ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda,

“Bu gece sizlerden birinin çocuğu oldu mu?” diye sordu.

“Bilmiyoruz” diye cevap verdiler.

Yahudi, “Vallahi sizin bu ihmalinizden iğreniyorum!

“Bakın, ey Kureyş topluluğu, size ne söylüyorum, iyi dinleyin. Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu. Eğer yanlışım varsa, Filistin’in kudsiyetini inkâr etmiş olayım. Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var” dedi.

Toplantıda bulunanlar Yahudinin sözünden hayrete düştüler ve dağıldılar. Her birisi evlerine döndüğünde bu durumu ev halkına anlattılar. “Bu gece Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu doğdu. Adını Muhammed koydular” haberini aldılar.

Ertesi gün Yahudiye vardılar:

“Bahsettiğin çocuğun bizim aramızda dünyaya geldiğini duydun mu?” dediler.

Yahudi “Onun doğumu benim size haber verdiğimden önce midir, sonra mıdır?” dedi.

Onlar, “Öncedir ve ismi Ahmed’dir” dediler.

Yahudi, “Beni ona götürün” dedi.

Yahudi ile beraber kalkıp Hz. Âmine’nin evine gittiler, içeri girdiler.

Pegamberimizi Yahudinin yanına çıkardılar. Yahudi Peygamberimizin sırtındaki beni görünce, üzerine baygınlık geldi, fenalaştı. Kendine gelip ayıldığı sırada,

“Ne oldu sana, yazıklar olsun” dediler.

Yahudi, “Artık İsrail oğullarından peygamberlik gitti. Ellerinden kitap da gitti. Artık Yahudi âlimlerinin kıymet ve itibarları da kalmadı. Araplar peygamberleriyle kurtuluşa ereceklerdir.

“Ey Kureyş topluluğu, ferahladınız mı? Vallahi size, doğudan batıya kadar ulaşacak bir güç, kuvvet ve bir üstünlük verilecektir” dedi. (2)

Kâinatın Efendisini dünyaya getiren bahtiyar annenin henüz dünyaya gelmeden görüp gördükleri çok manalıydı..

Peygamber Efendimize hamileyken rüyasında, “Sen, insanların en hayırlısına ve bu ümmetin efendisine hamile oldun. Onu dünyaya getirdiğin zaman ‘Her hasetçinin şerrinden koruması için bir ve tek olana sığınırım’ de, sonra ona Ahmed yahut Muhammed ismini ver.”

Yine kendisinden çıkan bir nurun aydınlığında bütün doğuyu ve batıyı, Şam ve Busra saray ve çarşılarını, hattâ Busra’daki develerin uzanan boyunlarını gördüğünü Abdülmüttalib’e anlatmıştı.(3)

Aynı gece Hz. Amine’nin yanında bulunan Osman ibn As’in annesinin gördükleri de şöyle:

“O gece evin içi nurla doldu, yıldızların sanki üzerimize dökülecekmiş gibi sarktıklarını gördük.” (4)

Evet bu ulvî anı dile getiren Mevlid’in yazarı Süleyman Çelebi bütün bu hakikatleri şu beytiyle şiirleştirmiştir:

“Hem Muhammed gelmesi oldu yakın

Çok alâmetler belirdi gelmedin”

Rabiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi, yapılan hesaplamalara göre, Miladi takvime göre 20 Nisan’a denk gelen gece idi.

Dünyayı şereflendiren iki Cihan Serverinin üzerini o günün bir âdeti olarak bir çanakla kapattılar.

Araplara göre o zaman, gece doğan çocuğun üzerine bir çanak koymak ve gündüz olmadan ona bakmamak âdetti. Fakat bir de baktılar ki, Peygamber Efendimizin üzerine konulan çanak yarılarak ikiye ayrılmış, Efendimiz gözlerini gökyüzüne dikmiş, başparmağını emiyordu. (5)

Evet, bu işaret her türlü küfrün, zulmün, şirkin ve her türlü bâtıl inanç ve âdetlerin parçalanıp yok olması, imanın, nurun ve hidâyetin kâinatı aydınlatması için gönderilmiş bir Peygamber idi.

Aynı gece Kabe’de tapılmakta olan cansız putların çoğunun baş aşağı devrildiği görüldü.

Aynı gece Kisra sarayının beşik gibi sallanıp on dört balkonunun parçalanıp yerlere düştüğü öğrenildi.

Sava’da mukaddes tanınan gölün suyunun çekilip gittiği görüldü.

Bin senedir yakılan ve söndürülmeyen Mecusi ateşinin sönüverdiği müşahede edildi.

Bütün bunlar işaret ve alamettir ki, yeni dünyaya gelen zat ateşe tapmayı, puta tapmayı kaldırıp, Fars saltanatını parçalayarak Allah’ın izni olmadan kutsal tanınan şeylerin kutsallığını ortadan kaldıracaktır. (6)

İşte bu geceye Veladet-i Nebi gecesi diyor ve onun bütün kalbimizle, ruhumuzla her sene yeniden yâd edip kutluyoruz. Bütün kâinatla bu geceyi karşılayarak onun âleme teşrifine kıyam ediyoruz.

Getirdiği ebedi nura, açtığı saadet caddesine ve sünnet-i seniyyesine yeniden sımsıkı sarılmak ve Mevlid Kandilini vesile ederek ona yeniden bîatimizi, bağlılığımızı tazelemek ne yüce bir şeref ve ne büyük bir saadettir.

Yüce Rabbim bizleri sevgili Resulünün şefaatine nail eylesin.

(1) – İbni Sa’d. Tabakat, 1; 60.
(2) – A.g.e., 1:162-163
(3) – Taberî Tarihi, 2:125; İbni Sa’d. Tabakat. 1:102.
(4) – A.g.e., 2:126
(5) – İbni Sa’d. Tabakat, 1:102.
(6) – Bediüzzaman Said Nursî. Mektubat, s. 161-162

www.sorularlaislamiyet.com

Kutlu Doğum: Devam mı, fitneye teslim olmak mı?

Kutlu Doğum Haftası ile ilgili olarak bazı fitne odaklarınca çıkarılan yaygaraya değer vermek, arkadan gelecek çok daha büyük problemlerin önünü açacaktır; bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Kutlu Doğum Haftası ile ilgili tartışmalar üzerine Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un yaptığı açıklama, bir taraftan kamuoyunu rahatlatırken, diğer taraftan da zihinlerde bazı tereddüt ve endişelere yol açtı.

Kurtulmuş, açıklamasında “Kutlu Doğum Haftası, Mevlid-i Nebînin bir alternatifi değildir” diyerek, konuyu farklı ve aldatıcı bir şekilde sunma teşebbüslerine karşı, kamuoyunu rahatlatıcı ve doğru bir duruş sergilemiş oldu.

Aynı açıklamanın devamında, Kurtulmuş, konunun Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ilmî bir toplantıda ele alınacağını da haber verdi.

Ancak bu ifadenin hemen arkasında, “Kutlu Doğum Haftasının Hicrî takvime göre sabitlenmesi” yönünde bir temennî de yer aldı.

Bu temennî ise, bazı çevreleri, gelecekte yapılacak bir ilmî toplantıya peşin bir karar ısmarlandığı yönünde ümitlendirdi. Söz konusu çevrelere ait yayın organları, haberi zafer çığlıkları arasında duyurdular.

NİÇİN HİCRÎ TAKVİM?

Şimdiye kadar çeşitli vesilelerle açıklandığı gibi, Peygamberimizin (s.a.v.) doğumunu kutlamanın Hicrî takvimle yahut başka bir tarihle hiçbir ilgisi bulunmuyor. “Rabbinin nimetini yâd et” (Duhâ, 93:11) meâlindeki âyetin mânâsı gereğince Resulullah’ın (s.a.v.) doğumunu kutladığımızı hatırlatan ve “Başka hangi İlâhî nimet bundan daha büyük olabilir?” diye soran merhum Muhammed Hamîdullah’ın isabetle işaret ettiği gibi, biz Müslümanlar, üzerimizdeki bu en büyük nimetin şükrünü bir nebze olsun dile getirebilmek ümidiyle, yüzyıllardır pek çok vesilelerle Fahr-i Kâinat Efendimizi anıyor, bu arada onun doğum yıldönümünü de mevlidlerle, duâlarla, salâvatlarla, onun bize öğrettiği ibadetlerle kutluyoruz. Bu konuda tartışacak olanların dikkate alması gereken hususlardan:

Birincisi: Peygamberimizin (s.a.v.) doğumunu Mevlid kandili ile veya başka bir vesileyle kutlamak şeklinde bir gelenek dinin hiçbir kaynağında emredilmiş de değildir, yasaklanmış da değildir.

İkincisi: Bu ümmet, nail olduğu en büyük İlâhî nimeti yad etmek üzere, fıtrî bir şekilde ve ittifakla bir Mevlid kandili geleneğini oluşturmuştur.

Üçüncüsü: Ümmeti bu fıtrî davranışından alıkoymak bugüne kadar hiçbir İslâm âliminin aklının ucundan geçmediği gibi, Peygamberimizi anmayı ve onun doğumunu kutlamayı sadece belirli bir zamana hasrederek başka türlü anma teşebbüslerini buna karşı bir rekabet olarak görmeye ve reddetmeye de dinin hiçbir kaynağında hiçbir gerekçe bulmak mümkün değildir. Bu tür iddiaları haklı gösterecek ifade ve davranışlar, ancak cehaleti ilme, vehimleri hakikate, hurafatı İslâm’ın tertemiz irşad ve hükümlerine tercih etmek anlamına gelir.

FİTNEYİ ÇIKARANLAR KİM?       

Kutlu Doğum Haftası ile ilgili tartışmaları başlatan topluluğun sabıka defteri, birkaç madde ile özetlenemeyecek kadar kalabalık kayıtlardan oluşuyor. Başta “Seâdet-i Ebediyye” olmak üzere, bu topluluğun muhtelif yayınlarının “zihinleri teşviş edici ve okuyanları yanıltıcı mahiyette olduğuna” dair Din İşleri Yüksek Kurulunca ittifakla alınmış kararlar bulunuyor.

İmam-ı Gazalî’nin kitabında tahrifat yapmak ve kendisinden asırlarca sonra yaşamış olan Seyyid Kutub aleyhinde iftiraları İmam Gazalî’nin ağzından bu kitaba ilâve etmek gibi marifetler, yine bu topluluğun sabıka kayıtları arasında.

Millî şairimiz Mehmet Akif başta olmak üzere ümmetin pek çok değerli ismine karşı husumet beslemek ve onlar hakkında şenî’ ithamlarda bulunmak; vakıf mallarını şahıslara peşkeş çekmek için Yahudilere parmak ısırtacak fetvalar uydurmak; on binlerce Müslümanı dolandırmak da yine bu topluluğun alâmet-i farikası haline gelmiş marifetleri arasında yer alıyor.

KARAR NASIL ÇIKACAK?

Başbakan Yardımcı Numan Kurtulmuş’un açıklamalarından, konunun Din İşleri Yüksek Kurulunca karara bağlanacağı anlaşılıyor.

Din İşleri Yüksek Kurulu şimdiye kadarki geleneğine uygun bir şekilde konuyu ilmî bir şekilde karara bağladığı takdirde, zaten devam etmekte olan ve millete mal olmuş bulunan Kutlu Doğum Haftası uygulaması aynı şevkle ve aynı istikametteki olumlu sonuçları vermeye devam edecek şekilde kutlanmaya devam eder.

Eğer konuya sadece ilmî açıdan değil de bazı siyasî rüzgârların tesiri altında yaklaşılıp da bazılarının vehimlerini tatmin edecek bir yol arayışına gidilirse, böyle bir arayış, ilmin ve hakikatin cehalete ve kara propagandaya teslim olması anlamına gelecektir. Hattâ, bir anlamda, bunu mahut topluluğun Diyanet İşleri Başkanlığına evvelce almış olduğu kararları “yedirmek” şeklinde bir algı operasyonunun malzemesi olarak kullanacağından şüphe edilmemelidir.

Ümit Şimşek 

Mehmed Akif Ersoy’un Mevlid Kandili Şiiri

Bir Gece

Ondört asır evvel, yine böyle bir geceydi,

Kumdan, ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!

Lakin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler,

Kaç bin senedir halbuki bekleşmedelerdi!
Neden görecekler, göremezlerdi tabii;

Bir kere, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi,

Bir kerede, mamure-I dünya, o zamanlar,

Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi. Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!

Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin.

Salgındı, bugün şarkı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki öksüz,

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!

Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma’sum,

Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı dirildi;

Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi geberdi!

Alemlere rahmetti evet şer-i mübini,

Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep;

Medyun ona cemiyyet-i, medyun O’na ferdi.

Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet

Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.

Mehmet Akif Ersoy

Mevlid Kandili’nde Nasıl İbadet Edilir ve Namaz Kılınır?

İmam Suyuti, konuyla ilgili olarak özetle şunları söylemiştir:

“İnsanların Mevlid-i Nebevi için toplanıp Kur’an okumaları, Hz. Peygamber (a.s.m)’in veladetiyle ilgili haberleri/menkıbeleri seslendirmeleri, bu münasebetle yemek tertiplemeleri bid’a-i hasenedir/güzel bir bid’attır. Çünkü, bu toplantılarda Hz. Muhammed (a.s.m)’e karşı büyük bir tazim, bir saygı, onun dünyaya teşriflerinden ötürü büyük bir sevinç söz konusudur. Bu ise, sahibine büyük bir sevap kazındırır.” (bk. Suyuti, el-Havi li’l-fetavi, 1/272-şamile).

Bütün kandil gecelerinde yapılabilecek ve yapılması gereken önemli bir takım afv ü mağfirete nail olma, ecr ü sevap kazanma, manevi terakki kaydetme, bela ve musibetlerden kurtulma ve rıza–i İlahiye ulaşma vesileleri vardır ki, bunlardan bazılarını maddeler halinde kısaca ve toplu olarak yeniden hatırlamakta yarar var:

1. Kur’an-ı Kerim okunmalı; okuyanlar dinlenmeli; uygun mekanlarda Kur’an ziyafetleri verilmeli; Kelamullah’a olan sevgi, saygı ve bağlılık duyguları yenilenmeli, kuvvetlendirilmeli.
2. Peygamber Efendimiz (sas)’e salat ü selamlar getirilmeli; O’nun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuuru tazelenmeli.
3. Kaza, nafile namazlar kılınmalı; varsa o geceye ait nakledilen namazlar, onlar da ayrıca kılınabilir; kandil gecesi, özü itibariyle ibadet ve ibadette ihsan şuuruyla ihya edilmeli.
4. Tefekkürde bulunulmalı; “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, Allah’ın benden istekleri nelerdir?” gibi konular başta olmak üzere, hayati meselelerde derin düşüncelere girmeli.
5. Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı; şimdinin ve geleceğin plan ve programı çizilmeli.
6. Günahlara samimi olarak tövbe ve istiğfar edilmeli; idrak edilen geceyi son fırsat bilerek nedamet ve inabede (günahları terk etme) bulunulmalı.
7. Bol bol zikir, evrad ü ezkarda bulunulmalı.
8. Mü’minlerle helalleşilmeli; onlarla irtibatımız cihetinden rızaları alınmalı.
9. Küs ve dargın olanlar barıştırılmalı; gönüller alınmalı; kederli yüzler güldürülmeli.
10. Kişi, kendine ve diğer Mü’min kardeşlerine, hatta isim zikrederek dualar etmeli.
11. Üzerimizde hakları olanlar aranıp sorulmalı; vefa ve kadirşinaslık ahlakı yerine getirilmeli.
12. Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanlar ziyaret edilip; sevgi, şefkat, hürmet, hediye ve sadakalarla mutlu edilmeli.
13. O gece ile ilgili ayetler, hadisler ve bunların yorumları ilgili kitaplardan ferden veya cemaaten okunmalı.
14. Dini toplantılar, paneller ve sohbetler düzenlenmeli; va’z ü nasihat dinlenmeli; şiirler okunmalı; ilahi ve ezgilerle gönüllerde ayrı bir dalgalanma oluşturmalı.
15. Kandil gecesinin akşam, yatsı ve sabah namazları cemaatle ve camilerde kılınmalı.
16. Sahabe, ulema ve evliya türbeleri ziyaret edilmeli; hoşnutlukları alınmalı; ve manevi iklimlerinde vesilelikleriyle Hakk’a niyazda bulunulmalı.
17. Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirleri ziyaret edilmeli; iman kardeşliğine ait sadakati yerine getirilmeli.
18. Hayattaki manevi büyüklerimizin, üstadlarımızın, anne ve babamızın, dostlarımızın ve diğer yakınlarımızın kandilleri bizzat giderek veya telefon, faks yahut e–mail çekerek tebrik edilmeli; duaları istenmeli.
19. Bu kandil gecelerinin gündüzlerinde mümkün olduğunca oruç tutulmalı.
NOT: “Mübarek gecelerin ihyası ile ilgili hususi bir ibadet mevcut değildir. Namaz, tilavet-i Kur’an, dua gibi bütün ibadet çeşitleri ile gece ihya edilebilir… Mübarek gecelerde kılınan bazı hususi namazlar sünnette mevcut değildir; muteber bir rivayete de istinad etmezler. Bu, “O gecelerde namaz kılmak mekruhtur” anlamına gelmez. Teheccüd ve nafile namazları teşvik eden rivayetler çoktur. Bunların mübarek gecelerde yapılması elbette daha faziletlidir.” (Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/289). Kandil gecelerine ait olduğu kaydedilen namazları da ayrıca kılmakta bir beis yoktur; sevaptan hali değildir.
Sorularla İslamiyet

O’nun (A.S.M) Ruhu, Aramızda Yaşıyor ve Bizimle Alâkadar…

Kamerî takvime göre “Mevlid Kandili” adıyla bilinen Rebi-ül Evvel ayının 12. gününden başka, Peygamberimiz’in (asm) dünyayı teşrif ettiği günün Miladî Takvim’de Nisan ayı içindeki yıldönümünde de, ülkemizde yıllardır çeşitli ve çok sayıdaki zengin programlarla, ”Kutlu Doğum Haftası” idrak edilmekte ve kutlanmaktadır.

Peygamberimiz, İki Cihan Serveri, (Miladî: 571’deki) Rebi-ül Evvel ayının 12. günü ve haftanın günlerinden, Türkçe’deki karşılığı “Pazartesi” olan bir günün sabahı dünyayı şereflendirdi; Kamerî Takvim’le altmışüç yaşını doldurduğu (Miladî: 632 ve Hicrî 11’deki) diğer bir Rebi-ül Evvel ayının, doğumunda olduğu gibi gene haftanın günlerinden bir Pazartesi gününe tevafuk eden 12. günü de, dünyadaki cismanî hayatını terk ederek, ruhu Refik-i Âlâ’ya yükseldi.

Haftanın günleri arasında Pazartesi gününün, Peygamberimiz’in hayatında mühim hadiselerin cereyan ettiği özel bir gün olduğu dikkati çekmektedir: Peygamberimiz’in doğumu ile dünyayı teşrifi, kendisine peygamberlik vazifesinin bildirilmesi, Mekke’den hicretle Medine’ye gelişi ve mübarek ruhunun kabzedilmesi, haftanın Pazartesi gününde olmuştur.

Bundaki hikmetin ne olabileceğine belki de gereksiz yere merakımızı sarf etmek yerine, kendimiz için bu çok ince sırlı tevafuktan alabileceğimiz bazı mühim dersleri alabilmeye çalışırsak, daha isabetli hareket etmiş oluruz.

Alabileceğimiz en mühim derslerden biri de belki şu olabilir: Dünyadaki hayatımız bize sanki pek uzunmuş gibi gözükse de ve dünyada ebedî kalacakmışız gibi, ömür sermayemizi değerlendirmekte bazen ihmaller göstersek de; onu sadece bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü gibi halen içinde yaşadığımız günden ibaret olarak varsaymamız, hakikî istikbalimiz ve ebedî, çok büyük menfaatlerimizin bizi beklediği âhiretimiz için daha faydalı olabilir. Çünkü, insanın ömrü birer günlük kısımlara bölünmüştür ve ömrünün birer günlük birimlerini hangi îman, niyet ve gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirirse, ömrünü de öyle geçirmiş olmaktadır.

Hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek de şudur: Bir saatin zamanı gösteren kısa ve uzun ibrelerini (akrep ve yelkovanını) veya dijital rakamlarını elimizle geriye döndürebiliriz; fakat, gafletle geçen saatlerimizi ve dakikalarımızı tekrar yaşamak için, ömür müddetimizi -bir filmi seyrederken öncesine gider ve başa alır gibi- geri döndürebilmek imkânımız yoktur.

Böyle bir durumda, aklını iyi kullanan bir insan, geri dönmemek üzere geçen zamanının kıymetini düşünür; onu israf ederek tüketmekten kaçınmağa, çok kârlı bir âhiret ticaretinin sermayesi olabilecek şekilde ebedî ve çok büyük kârları kazanmak yolunda tam bir şuurla ve dikkatle kullanabilmeğe çalışır. Bunu yapabilmek için de, insanlığın en büyük rehberi olan Resulullah’ın sünnet-i seniyyesine uyar ve onun ilmî vârisleri olan selahat ve takva sahibi âlimlerin izinde gider.

Şöyle bir sual de akla gelebilir: “Rebi-ül Evvel ayının 12. gününün Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğumunun yıldönümü olduğu Müslümanların büyük ekseriyeti tarafından bilinmesine rağmen, o günün ayni zamanda onun vefatının da yıldönümü olduğunun Müslümanların daha büyük bir ekseriyeti tarafından bilinmemesinin sebebi acaba ne olabilir?

Bu sualin cevabı, onun cismen aramızda olmasa da, ruhen aramızda ve ümmetiyle çok alâkadar olması hakikatiyle ilgili Kur’an âyetleriyle verilebilir. Çünkü, Kur’an bize bu hakikati böyle açıkça bildirmektedir:

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ

(Resûlüm!), Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107)

لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌؗ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُ۫فٌ رَحٖيمٌ

Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe Sûresi, 9/128)

Peygamberimiz’in bu Kur’an âyetleriyle de açıkça bildirilen “rahmet peygamberliği” sıfatı, sadece bu âyetlerin nâzil olduğu zamandaki Müslümanlar için değil; kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar, bütün insanlar ve bütün âlemler içindir.

Bu âyetlerde bildirildiği gibi, “mü’minlerin sıkıntıya uğraması ona çok ağır gelen, onlara çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli, merhametli olan” Resulullah’ın, altmışüç yaşındayken bir Rebi-ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü vefat etmiş olması değil; onun o tarihten altmışüç yıl önceki bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü bedenen doğmuş ve daha sonra bedenî hayatını dünyadaki her fanî gibi tamamlamış olsa da ruhen halen hayatta, kendi aralarında ve kendileriyle alâkadar oluşu mü’minlerin âleminde çok daha fazla yer almaktadır.

Rebi-ül Evvel’in 12. günü aynı zamanda onun vefat yıldönümü de olmasına rağmen, belki de bu sebeple, o gün yalnız “onun doğum yıldönümü” olarak hatırlanmakta ve İslâm âleminde daima onun doğumuyla dünyayı teşrif edişinin manâsı ve ehemmiyetiyle ilgili programların icrasına çalışılmaktadır.

Bu gerçeğin de ışığı altında, şu soruyla nefsimizi tekrar murakabe etmeli ve hesaba çekmeliyiz: “Madem ki onun ‘Rahmet Peygamberi’ olarak, mü’minlerin sıkıntıya uğraması ona çok ağır gelen, mü’minlere çok düşkün, şefkatli ve merhametli olan ruhu aramızda ve bizimle alâkadar; acaba biz onunla ve Sünnet-i Seniyyesiyle ne kadar alâkadarız, bilhassa Hac ve Umre vesilesiyle kabrini ziyaret ettiğimizde, onun ruhunun bizimle alâkadarlığını ne derecede hissedebiliyoruz?

Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur.

Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (asm) ile, onun Âl ve Ashabı’nın üzerine olsun.

Prof. Dr. Mustafa Nutku