Etiket arşivi: millet

Ah şu televizyon dizileri!

Vatandaşlarımız hala dizi izlemeye zaman buluyorsa vay halimize…

İşin acı tarafı şu ki, zaman yönetimi konusunda başarısız bir toplum oluşumuzdur. Millet demeye dilim varmadı, çünkü millete ait milli değerlerimiz; inanç, edep, örf, adet ve geleneklerimiz şu anda geri plana itilmiş vaziyette.

Gençlerimiz bir kısmı Gayr-i Müslümlere benzemekte kontrolsüz yaşarken, gayri müsmümleri tenzih etmeye beni mecbur edecek kadar dengesiz söz ve faaliyette bulunuyorlar.

Müslüman evladı inancını kaybetti mi? tanınmayacak düzeyde olumsuz bir başkalaşım yaşıyor.

Evin oğlu keyfine bakıyor, kızı mahrem kişi ile flört yapıyor, anne baba ise “zamanınız nasıl geçti?” diye sorup o günün hikayesini ondan dinleyerek bu davranışın doğruluğuna dolaylı olarak onay veriyor.

Peki bu yanlış davranışlar niye toplumda normal karşılamaya başladı? Derseniz cevabı kolay, “yerli ve ulusal televizyon dizilerimiz var ya”, daha ne olsun, artık mason locaları onlara ne kadar para ödüyor orasını bilemem, fakat onlara hizmet etmeyi dert edindikleri kesindir bence.

Üstelik kimin ne yaptığı bilinmeyen bu sözüm ona aile dizilerinde, aileler lüks bir hayat yaşıyorlar ve kimse “bu değirmenin suyu nerden geliyor?” diye sormuyor da! Yani alın teri el emeği, kanaat, namus, şeref kavramları birçok dizilerde tedavülden kalkmış maalesef!

Ya reklamlara ne demeli? Vah ki ne vah!

Baksanıza özgürlük kavramını; anne babalarına isyan, eşler arası ben sen kavgasına dönüşmüş ve ilahi emirleri çiğnemekten ibaretmiş gibi algılıyorlar.

Zaman kullanımına gelince insanımız bahusus gençlerimiz “hayatını yaşa” tuzaklarına kurban giderek, faydalı işler dışında olabildiğince zaman israfına gidiyorlar.

Eskiden biz Kürdistan medreselerinde okurken, Cuma günü tatil, diğer 6 gün 24 saat esasına göre ders programımız işliyordu. Dersini %100 başarı ile tekrarını yapamayan bir talebe o gün yeni ders almazdı.

Bu ülke çok şey kaybetmiş, son 10 yılı bir kenara bırakırsak zamanını beyhude harcamış, ne insan niteliği bakımından, ne de bilim sanayi ve teknoloji açısından bir başarı elde etmişiz.

Baksanıza vatandaşlarımız hala dizi izlemeye zaman buluyor, o diziler ki hepsinin ortak birkaç özelliği var; seküler bir hayat, deist bir düşünce ve aldatma üzerinde kurgulanmış durumdalar.

Kısacası dizilerden alınacak bir ders ya da marifet yok, sadece ahlaki ve inanç açısından yozlaşmasına sebebiyet veriyor. Üstelik bunlar normal aile dizileri olarak biliniyor.

Halbuki bir gencim sabah kalktığında nere gideceğini bilmeliyim, millet kıraathanesi mi?, spor tesisi mi?, seminer mi?, Akademi mi? iş mi? Akraba ziyareti mi? İbadethane mi? muhakkak bilinen bir adresi olmalıdır diye düşünüyorum.

Ya ev hanımlarımız, onların da muhakkak gidebilecekleri faydalı dernek, vakıf, ya da kadın akademileri olmalıdır.

Evet evet… bu tür çalışmalar kolay değildir, ben de biliyorum. Ama Devlet Başkanımız en büyük sermayemiz insanımız diyorsa bu zor olanını tercih edip bu alanda çalışmak vazifemizdir diye düşünüyorum.

*Mesela bir Çin kadar nüfusunuz varsa, ama sizin kültür ve inancınızı, ideallerinizi taşımıyorsa, yaşamıyorsa neye yarar?

*Malazgirt savaşını hatırlayın savaşan tarafların ikisi de Türk’tü değil mi? o günün şartlarında en az on bin kişi ile Sultan Aplaslan’ın ordusunda yer alan Kürtleri bu gün görmezlikte gelenler Malazgirt ruhuna ihanet içinde değiller mi? İşte size defolu vatandaş örmeği!

Onun için sağlam insan yetiştirmek için elimizden ne geliyorsa yapmamız lazımdır.

Boşuna Peygamberimiz dememiş “iki şeyin kıymetini iyi bilin; sıhhat ve boş zaman”, bu iki mevzuda çok hassas olmamız lazımdır diye düşünüyorum. İnsan bir defa dünyaya geliyor, dolayısıyla har anını Allah’ın rızasına endeksli değerlendirmesi lazım ne yaparsa yapsın rızayı ilahiyi hesaba katması ve ihlasla yapması lazım eğer öyle olmazsa yarın öldüğümüzde tıpkı yutan elemen gibi bütün amellerimiz sıfırla çarpılır ve ebedi hayata boş elle gitmiş oluruz. Yazık günah değil mi?

Üstelik bu nitelikte insan yetiştirirseniz hayatın huzur katsayısı artar beraberinde bir mutluluk ve güven atmosferi oluşur diye düşünüyorum.

Eşler arasında muhabbet,

Kardeşler arasında dayanışma,

Evde anne babaya saygı hürmet,

Bunun sonunda eve gelir huzur ve bereket,

Mutlu yuvaların toplamından oluşan bir toplumda ise mutluluk, kanaat ve huzur kendiliğinden neşv u nema bulur.

Yanlışsam söyleyin arkadaş!

Eyüphan Kaya

Allah’ın İnayeti Şükürle Devam Eder

Bu yazıda iki hususun altını çizmek istiyoruz. Bunlardan biri memleketimizi boydan boya kucaklayan Allah’ın sonsuz rahmet ve inayeti; diğeri ise, milletimizin iman şuurundan kaynaklanan feraset ve şecaati..

Bilindiği üzere, milletimizin her iki dünyasının tamiriyle samimi olarak meşgul olan Cumhurbaşkanı ve diğer yöneticileriyle İslam âleminin teveccühünü kazanan ülkemiz, uzun süredir devam eden PKK, PYD, DAEŞ terörü yanında bir de dindarlık kisvesine bürünmüş, akademik unvanlara sarınmış, asker kılığına girmiş, suret-i haktan görünüp haçlı zihniyetin sinsi planlarının maşası olmuş Gülencilerin oluşturduğu ikiyüzlü bir (FETÖ) terör örgütü kumpaslarına ve darbelerine maruz kalmıştır. Bu konu milletimizce çok iyi bilindiği için fazla söz söylemeye gerek olmadığını düşünüyoruz. Bir Arap şairinin dediği gibi,

Eğer gündüz de bir delile ihtiyaç duyarsa / Artık zihinlerde hiçbir değer ölçüsü yok demektir.

Evet, Türkiye’yi bölüp parçalamak ve küçük lokmalar haline getirip kolayca yutmak isteyen dış güçlerin maşası olan “Fetö” terör örgütünün 15 Temmuzda kalkıştığı darbenin hezimete uğratılmasının arkasında Allah’ın inayeti olduğunda şüphe yoktur;

َمَنْ لَا يَشْكُرِ النَّاسَ لَا يَشْكُرُ الله

İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez” (Tirmizî, Birr 35, 1955); Ebu Dâvud, Edeb 12) hadis-i şerifinin verdiği ders uyarınca, elbette o gecenin kahramanlarına şükranlarımızı sunmanın bir borç olduğunu unutmuyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımızı, değerli başbakanımızı, saygıdeğer meclisimizi ve özellikle kahraman halkımızı asla unutmayacağız.

مَنْ قُتِلَ دُونَ مَالِهِ، فَهُوَ شَهِيدٌ

Malını savunurken öldürülen kimse şehittir” (Buhari, Mezalim, 33; Müslim, İman, 326) manasındaki hadis-i şerifin hükmü uyarınca, bu vatanın ahalisi olarak yurdunu savunurken öldürülenlerin şehitlik payelerini kutluyoruz.

Allah’ın, şehitlerimizi sonsuz rahmetiyle kucaklamasını, gazilerimize de acil şifalar lütfetmesini dileriz. O gece, Çanakkale’deki iman coşkusunu, mümin şuurunun yankılarını ve kahramanlık öykülerini müşahede ederken hissettiğimiz hayranlık duygusunun boyutunu sözlerle ifade etmenin imkânsız olduğunu da belirtmek isteriz.

Bütün bu insani cenahta sergilenen bu fevkalade kahramanlıkları seslendirirken; herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitabın sayfaları gibi kolayca çeviren, dünya ve âhireti iki oda gibi bunu kapatıp, onu açabilen bir Kadîr-i Zülcelal olan Rabbimizin himayesini yansıtan o karşı konulmaz rabbani kudretini, bütün yurdumuzu kucaklayan o rahmani imdat ve inayetini de asla unutmamak gerekir.

Yazımızın başlığından da anlaşıldığı gibi, şükür ile Allah’ın nimetleri arasında doğru orantılı bir ilişki vardır. Şükrün artması inayet gibi nimetlerin de artmasına, şükrün zıddı olan nankörlük ise nimetin kesilmesine ve sıkıntıların çökmesine sebep olur.

وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِن شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِن كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ

Hani Rabbiniz size şunu da bildirmişti: Şükrederseniz size daha çok veririm. Nankörlük ederseniz, o zaman da azabım çok çetindir” (İbrahim, 14/7) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir. En büyük şükür, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmektir.

Bu konuda “İlgililerin, insanları derdest etmek için yarışmamaları, suçsuz olanları mümkün olduğunca suçlulardan ayırmaları, adaletle hareket etmelerine” dair Sayın Cumhurbaşkanının ve Başbakanın talimatlarını biliyoruz.

Keza, bu konuyla ilgili kaleme alınan değişik yazılardan da haberimiz vardır.. Bununla beraber, Meşru iktidarı devirmek, birçok masumun mal ve can güvenliğini ortadan kaldırmak, yüzlerce masum insanın kanına girmek, hadsiz hesapsız zulümler icra etmek üzere 15 Temmuz darbe teşebbüsüne katılan veya katılanlara destek verenlerin hukuk önünde hak ettikleri cezayı görmelerini sağlamak, millet ve memleketin hak ve hukukunu korumakla yükümlü olan devletin öncelikli görevi olduğunu da biliyoruz. Ancak, ceza verirken, hâkimlerimizin yanlış yapmamaya, masumları yakmamaya azami gayret göstermeleri de gerekiyor. Zaten devletin başındaki reislerimiz bunu defalarca seslendirmiş ve gereken uyarıları yapmışlardır. Bununla beraber,

وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنفَعُ الْمُؤْمِنِينَ

Resulüm! (insanlara gerçekleri) hatırlatmaya devam et. Şüphesiz hatırlatmak müminlere fayda sağlar” (Zariyat, 51/55) mealindeki ayette yer alan ilahi emir gereğince bunu –tekrar da olsa- yazmakta fayda olacağını düşünüyoruz. Her yönüyle çok iyi bilinen bu konunun detaylarına girmeden, bazı ayet ve hadislerin ilgili uyarılarını hatırlatmakla yetineceğiniz.

1..Suç ve cezanın şahsiliği esastır:

İslam hukukunda yaklaşık 1500 yıldan beri var olan bu prensip, nihayet modern hukuk sistemlerinde de yerini almıştır. Artık çağdaş ceza hukukunda da en önemli ilkelerinden biri suç ve cezanın şahsiliği ilkesidir. Bu kural gereğince, kişi ancak kendisinin işlediği fiiller nedeniyle sorumlu tutulabilir, başkasının işlediği fillere iştirak etmedikçe sorumlu tutulamaz.

Peygamberimiz veda hutbesinde bu konuyu şöyle ifade etmiştir: “Ey İnsanlar! Sizi uyarıyorum, herkes yal­nızca kendi işlediği suçtan sorumludur. Suçlu evlattan dolayı baba sorumlu tutula­maz, suçlu babadan dolayı evlat da sorum­lu tutulamaz” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an,10)

Kur’an-ı Kerim’de meal olarak;

وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى

Hiçbir suçlu, başkasının suçunun yükünü yüklenmez” (Enam, 6/164; Fatır, 35/18) ifadesiyle ortaya konulan bu prensip yüksek bir adalet ölçüsüdür. Adalet ölçüsü ise, fiili şükrün bir mikyasıdır. Fiili şükür ise ilahi inayetin bir miyarıdır. İlahi inayet ise, kurtuluşun anahtarıdır.

Bu konun izahını –özetle-Bediüzzaman hazretlerinden dinleyebiliriz:

”  وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى  ”

Yani; “Birisinin hatâsıyla, başkası veya akrabası suçlu sayılmaz, cezaya müstehak olmaz” manasındaki ilahî düstura rağmen, bu zamanda,   اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ 
(“Şüphesiz o/İnsan, çok zalim ve çok cahildir- Ahzab, 33/72) mealindeki ayette işaret edildiği üzere, fertler ve kurumlar olarak karşı tarafaşedit bir zulüm ile mukabele eder; tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adavet eder, elinden gelse zulmeder; elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla, bir köye bomba atar. Hâlbuki bir masumun hakkı, yüz cani için de feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar. Hâlbuki hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar valide ve pederi ve masum çoluk-çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirlikle adavet etmek, şefkatin esasına zıttır.”(Emirdağ Lahikası-I, 39).

2.İntikam duygusu adaleti zedeler:

وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَن صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَن تَعْتَدُواْ وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

( Ey iman edenler…) Sizi Mescid-i Haramın ziyaretinden alıkoydukları için bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. İyilik ve takvada yardımlaşın; günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası pek çetindir.” (Maide, 5/2) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

3.Zann gerçeğin görülmesini engeller:

Kuvvetli bir suç karinesi olmadan masumiyet karinesi esastır. “Yakin/kesin bilgi şüphe ile ortadan kalkmaz” prensibi, İslam hukukunda önemli bir düsturdur. Bunun anlamı şudur: kuvvetli bir suç delili olmadan herkes masum kabul edilir. Çünkü insanda asıl olan masumiyettir ve delile de muhtaç değildir. Suçlu olmak ise, arızidir ve ancak bir delille ispat edilebilir.

وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلاَّ ظَنّاً إَنَّ الظَّنَّ لاَ يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئاً إِنَّ اللّهَ عَلَيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ

 “Onların çoğu sadece zanna uyarlar. Hâlbuki zan asla gerçeğin yerini tutamaz. Allah onların bütün yaptıklarını hakkıyla bilir” (Yunus, 10/36) mealindeki ayette bu hakikate işaret edilmiş ve konuyla ilgili güçlü bir uyarı yapılmıştır.

4. Yanlışlıkla affetmek, yanlışlıkla ceza vermekten iyidir:

İslam ceza hukukunda şu iki prensip her konuda geçerlidir:

Birincisi: Suçun sübutunda var olan şüphe sanığın lehine yorumlanır.

İkincisi: Yanlışlıkla affetmek, yanlışlıkla ceza vermekten daha iyidir.

Bu iki prensibin kaynağı şu hadis-i şeriftir:

ادْرَءُوا الحُدودَ عن المسلمين ما استطعتم، فإن كان له مخرج، فخلوا سبيله فإن الإمام أن يخطئ في العفو، خير من أن يخطئ في العقوبة

Hadleri/cezaları imkân bulduğunuz nispette şüphelerle kaldırın; bir çıkış yolunu bulduğunuzda sanığın lehine karar verin. Çünkü İmamın (hâkimin-yetkili kimsenin) hata ile bir suçluyu affetmesi, yanlışlıkla bir masuma ceza vermesinden daha iyidir” (Tirmizi, Hudud,2). Şüphelerle cezaların kaldırılmasını ön gören daha birçok –merfu ve mevkuf- hadis rivayetleri vardır.(bk. Tuhfetu’l-Ahvezi, 4/572-574)

Medeni kanunda bu prensip: “Suçun sübutuyla ilgili her şüphe sanığın lehine yorumlanır” şeklinde ifade edilmiştir.

5. Başkasını hesaba çekerken, bizim de hesaba çekileceğimizi unutmayalım:

Hz. Ömer’in “Hesaba çekilmezden evvel, kendinizi hesaba çekin” (Gazali, İhya, 4/396) manasındaki meşhur tavsiyesini zihnimizden çıkarmayalım.

Karar merciinde olan kimselerin şu hadis-i şerifi bir levha halinde işyerlerine asmaları, hiç olmazsa kalbin “unutmaz” köşesine yazmaları, hem dünya hem ahiret hayatı bakımından son derece faydalı olacaktır:

القضاة ثلاثة: اثنان في النار وواحد في الجنة، رجل عرف الحق فقضى به فهو في الجنة، ورجل عرف الحق فلم يقض به وجار في الحكم فهو في النار، ورجل لم يعرف الحق فقضى للناس على جهل فهو في النار

Kadılar(karar merciinde olan kimseler) üç kısımdır. Bunlardan bir gurup cennete, iki grup ise cehenneme gider. Cennete gidenler: Hakkı bilen ve ona göre hüküm veren kimselerdir. Cehenneme gidenler ise iki kısımdır: Birincisi, hakkı bildiği halde, haksız karara imza atanlardır. İkincisi ise, hakkı/doğruyu bilmediği halde, hüküm veren cahillerdir (bk. Ebu Davud, Akdıye,2; Tirmizi, Ahkâm,1; İbn Mace, Ahkâm, 3)

Not: Bu hadisteki “cahiller” den maksat, konuya hâkim olmayan, ehliyetsiz kimselerle, genel olarak ehliyetli olmakla beraber, gereken araştırmayı yapmadığından yanlış hüküm veren kimselerdir. Yoksa gereken bütün şartlara haiz olan ve gerekli çalışmayı yapmakla beraber, bir içtihat hatası yapan kimse buna dâhil değildir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bari 13/319).

6. İdareciler de ikaza muhtaçtır:

Hz. Ebu Bekir halife seçildiği zaman, halka yaptığı konuşmasında bu hususu şöyle dile getirmiştir: “Ey insanlar, sizin en iyiniz olmadığım halde, başınıza idareci seçildim. Vazifemi İslam’a uygun şekilde yaparsam, bana itaat edin. Doğru yoldan saparsam beni ikaz edin.”

Hz. Ömer de halifeliği sırasında bir gün Muhammed b. Mesleme’ye: “Beni nasıl görüyorsun?” diye sormuştu. O da: “Seni arzu ettiğim gibi görüyorum. Eğer sen eğri yola meyil edersen, mızrağın ucu mengenede doğrultulduğu gibi seni doğrulturuz” cevabını vermişti. Hz. Ömer bundan son derece memnun kalmış ve “Haktan ayrılıp eğrilik gösterdiğim takdirde beni doğrultan insanların bulunduğu bir toplumda yaşatan Allah’a hamdolsun” demişti. (bk. Zehebi, Siyeru’Alemin-Nubela, 4/34).

Allah’ım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymaya muvaffak eyle;

Bâtılı da bâtıl olarak göster ve ondan uzak kalmayı bize nasip eyle! ÂMİN!

Niyazi Beki (Doç. Dr.) – Nurdan Haber

Külliyet Kazanma

Nur Külliyatında,  insanın külliyet kazanarak Allah’a yaklaşması konusunda çok önemli dersler ve mesajlar vardır.

Allah’a yaklaşma, kulun Allah’ın rızası dairesinde hareket etmesi, O’nun marifeti, muhabbeti yolunda ilerlemesi ve O’ndan uzaklaşmayı netice veren isyanlardan, günahlardan da hassasiyetle kaçınması ile mümkün olur.

Kulum bana en fazla farzlarla, sonra nafilelerle yaklaşır …” diye başlayan hadis-i kutsîde, yaklaşmanın ilk ve en önemli adımının farzları işlemek olduğu nazara verilmektedir.

Farzları işleyen ve haramlardan hassasiyetle sakınan bir kul, Allah’a yaklaşma yoluna girmiş demektir. Bu vadide daha fazla yol alması ise ubudiyetinde, tefekküründe ve İslâm’a hizmetinde külliyet kazandığı ölçüde olacaktır.

Külliyet kazanma  konusu, muhtelif risalelerde farklı yönleriyle nazara verilir.

Yirmi Üçüncü Sözün İkinci Nüktesinde geçen şu ifade de külliyet kesbetmekle ilgilidir:

Evet hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin, hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.” Sözler, Yirmi Üçüncü  Söz

Bu hakikat dersine Nur Külliyatındaki bir başka dersin ışığında bakmaya çalışalım:

“İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunur.”

Buna göre, her insan tek başına ayrı bir cemaat gibidir. Kalbinin, aklının, hafızasının, hayalinin ve hislerinden her birinin ayrı bir görevi olduğu gibi, gözünün, kulağının, elinin, ayağının da yine müstakil görevleri vardır. Bunların her birinin kendi görevlerini yerine getirmeleri onların ibadeti oluyor. Bunların fıtrî ibadetlerinin yanında bir de insanın bu cihazlarını İlahi rızaya uygun kullanmakla kazanacağı sevaplar ve manevi dereceler vardır ki, bu ikincisi çok daha önemlidir. Zira, insanların manevi dereceleri bu ikinci sahada ortaya çıkmaktadır, birincisinde bütün insanlar bir bakıma eşittirler.

Kalbini ve aklını iman ve marifetle zenginleştiren, hafızasını ve hayalini güzelliklerle dolduran, hislerini müspet sahalarda kullanan, duygularını ve organlarını İlâhî rıza istikametinde çalıştıran bir insan, bunların her birinden ayrı bir sevap, ayrı bir feyiz ve yine ayrı bir manevi derece kazanmakla küllî bir ibadet yapmış olur. Yani,  bütün maddî ve manevî duygularını ahiret ticareti için birer sermaye olarak görüp, onların tamamını en kârlı ve sevaplı sahalarda  kullanan kişi, ubudiyette külliyet kazanmış demektir.

On Birinci Sözün son kısmında hayatın gayesi, özet olarak,  dokuz emir halinde sıralanır ve birincisinde şöyle buyrulur:

Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiye’nin hazînelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.”

Şu küçücük insan gözü, güneşten aya, yıldızlara, ağaçlardan dağlara, ovalara kadar her şeyi tartabilmekte ve “Şu bundan daha büyük, bu ondan daha ışıklı.” diyebilmektedir. Aynı şekilde, insanoğlu  kulağıyla da sesler alemine nazar etmekte, yağmurun şıpırtılarından, derelerin akışına, rüzgârın uğultusuna, bülbülün sesine kadar bütün sesleri tartmakta ve “Bu şundan daha ince, o bundan daha güzel, bu ondan daha hoş.” diyebilmektedir. “Duygular terazileri” ifadesi, İlâhî rahmet hazinelerindeki nimetlerin sadece dilimize hitap eden rızıklarla sınırlı olmadığını ders vermekte ve bütün duygularımızla aldığımız zevk ve lezzetleri de dikkate alarak şükrümüzü küllileştirmemiz gerektiğini ders vermektedir.

Bu birinci maddedeki küllî şükür dersine diğer sekiz maddedeki ulvî görevleri de ekleyen ve bunları kalp ve ruh âleminde uygulamaya koyan kişi külliyet kazanmada büyük mesafe alır.

Keza, İkinci Şuada “Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbanî tezahür eder.” buyrulduktan sonra, gerek nimetleri, gerekse hadiseleri tek olarak  düşünmek ve değerlendirmek yerine, onları birlikte nazara alarak tefekkürümüzü küllileştirmemiz  ders verilir. Bu konuda örnek olarak, rızık, şifa ve hidâyetin her birinin küllî manada düşünülmesi üzerinde durulur.

Yine, “İyya ke na’büdü ve iyya ke nestein” âyetlerinin tefsirinde, “ben” yerine “biz” denilmesinin hikmetleri anlatılırken, “küllî manada ibadet etme ve yardım dileme” dersi verilir. Namaz kılan bir müminin “biz” derken,  “bütün müminleri”, “maddî, manevî bütün cihazlarını” ve “kâinattaki bütün varlıkları” niyet etmekle, ibadetini küllileştirebileceğine dikkat çekilir.

Yirmi Dördüncü Sözde, Beşinci Dalın Üçüncü meyvesinde de şöyle buyrulur:

“Şeriat ve Sünnet-i Seniye’nin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden Esmâ-i Hüsnâ’nın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmaya çalış.”    Sözler

Cümlenin sonunda gelen “çalış” kelimesi, Allah’ın bazı isimlerine çalışmakla mazhar olabileceğimizi ifade etmektedir.

Sadece iki  örnek verelim:

İnsanın her bir organındaki ince hikmetler Allah’ın Âlim isminin birer tecellisidirler. Bu noktada bütün insanlar aynıdır, biri diğerinden daha fazla bir feyze mazhar olmuş değildir. Bir de insanın ilim tahsil ederek  Âlim ismine ayna olması vardır ki, bu ikincisi insanın iradesine ve gayretine  bırakılmıştır. Ve ancak çalışmakla kazanılacaktır.

İkinci örnek:

Bütün duygularınız ve organlarımız bize Allah’ın birer ikramıdırlar. Bu yönüyle hepimiz Kerîm ismine ayna olmuşuzdur. Bir de bizim başkalarına ikram etmekle, onların yardımına koşmakla bu İlahi isimden alacağımız feyiz vardır ki, “çalış” kelimesiyle bizden istenen şey, bu tecelliden nasiplenmektir.

Öte yandan, insanın himmetini ve gayretini dar bir dairede hapsetmeyip geniş tutmasını ve yaymasını ders veren şu cümle de küllîyet kesbetmenin ayrı bir yönünü ifade eder:

“Bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” (Tarihçe- i Hayat)

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Millet Nedir, Ne Değildir?

Bir millet aynı ekolojik şartlara uyumu, birlikte yaşanan ortak duygu ve düşünce paralelinde buluşabilen topluluktur.

Ne düşüncesi, ne duyguları olmayan, çıkar amacı ile bir araya gelen insan sürüsü değildir.

Bu yüzden bir millet uzun zaman süreçleri içinde geleneksel bir yapı kazanır. Bu yapı ne kadar sağlamsa, bir anlamda tarihsel varlığı ne kadar uzun ve derinse bir millet o kadar güçlüdür.

Yine bu yüzden bir millet tarihinden, kültüründen kopartılarak yaşatılamaz. Marksist felsefenin gerçek bilmez gayretleri hiçbir sonuç vermemiş, yeniden “millet yaratma” ilkeleri hep kepazelikle sonuçlanmıştır. Acaba toparlayabilir miyiz diye Marksistler bu kez ilkel milliyetçilik çadırına dönmek istemişler, dünyanın her yerinde yeni bir kavganın temelini atmışlardır.

Bu milleti yok etmenin en sinsi ve o kadar da sağlam çâresi, onu tarihinden, geleneklerinden koparmaktır. Bu amaçla girişilen âdi gayretlerin ilk şartı da milletini ve tarihini kötüleme kampanyalarıdır.

Bu acı gerçekleri hamdolsun fark eden yeni kuşakların fevkalade önemli olan var olma savaşını kazanabilmek için önce kendi değerlerine ve tarihine sahip çıkması gerekmektedir. Üstelik yine hamdolsun tarihimizde utanılacak bir tek hâtıra, ya da yanlışımız yoktur.

Fransızların büyük devrim dedikleri gelişimleri konusunda çok ilginç bir tespitleri vardır. Onlar ne 16. Lui’yi, ne de giyotinleri çalıştıran devrimcileri eleştirirler, ne de Napolyon’da bir tek yanlış görürler. Her olay tarihin, toplumun o günkü koşulları içindedir. “Onları eleştirmek millî değerlerimizi yok eder” der geçerler.

Hâlimize bir bakın. Bin yıldır tarih sahnesinde uygarlık âbidesi gibi yaşamış milletimizin 700 yıldır elliye yakın ülkeyi hatasız yöneten atalarımıza karşı davranışlarımıza bakın!

Marksist ve ateistlerin modası geçmiş, milleti yıkıp yeni ve baştan sona iğrençlikten ibaret bir kuvveti yerleştirme gayretlerine bakın!

Osmanlı Devleti gibi hârika bir yapıyı bit kadar bilgileri ile eleştirmek isteyenlere Allah ne güzel bir gerçeğin açıklanmasına fırsat verdi.

Osmanlı Devleti 19. yüzyılın başından beri çağımızın dev politikasını fark etmiş, kendini petrol sevdası ile yok etmeyen, Avrupa’ya karşı o yıllar için yeni doğmuş sayılan Amerika ile işbirliğine başlamıştır.

Amerika’ya himaye görecek birinci sınıf devlet statükosu tanımış ve bunu 19. yüzyıl boyunca maharetle yürütmüştür. En önemlisi İngiltere ve Fransa, Amerika’yı o devirde yıkıp dağıtmak için isyancılara yardım ederken Osmanlı Amerika Devleti’ne büyük ölçüde silah ve para yardımı yapmıştır.

Günümüzde, hatta gelecekte de en önemli politik olay Amerika’nın Avrupa’ya rağmen İslâm dünyası ile özellikle Türkiye ile işbirliği yapma zorunluluğudur. Nitekim ilk ışıklar belirmiştir. Fransa, Cezayir’de zoraki laik rejim kurma hevesi içindeyken, Amerika Cezayirli Müslümanları desteklemektedir.

Tarihin seyri içinde çoğumuzun bilmediği bir önemli olayı da hatırlatmak isterim. İkinci Cihan Savaşı sırasında rahmetli Elçimiz Münir Ertegün, Roosevelt’in has danışmanı idi ve Normandiya çıkarması sırasındaki, orduya dua mesajı Sn. Münir Ertegün’ün kaleminden çıkmıştır. Nitekim Münir Ertegün’ün cenazesini o günün en büyük savaş gemisi Missüri, İstanbul’a getirmişti. Evet dünya politikasından zerrece haberimiz olmadığı günümüzden 150 yıl önce insafsız hatta Marksistlerin edepsizce dil uzattıkları Osmanlı, Amerika’ya iki asır sonraki politikasını haber vermiştir.

Evet, sevgili okuyucularım, 1000 yıldır Kuran’ın bekçiliğini yapan bu milleti, tarihinden koparıp ortada bırakmak isteyen sapıkları huzurunuza getirerek nefretinizi seyretmek istedim. Marksistler ve ateistlerin, çeşitli menfaatlerin ortaya çıkardığı emirle kurulmuş milletlere benzeterek mazisinden koparmak istediği bu millet, deney hayvanı değildir. Ona istediğiniz ilacı zerkederek istediğiniz tepkiyi alamazsınız.

Ateistin bilmediği gerçeği bir kez daha tekrar etmek istiyorum. Bu millet, kültür ile yetişmiş yeni gençliği ile, ordusu ile Allah’ın himâyesindedir. Onu yok etmek, değil bir kaç Marksist ve ateistin, tüm şerlerin bile gücünü aşar.

Aslında bir toplumun millet olması için önce ilâhî takdirin sayfalarının tescil edilmesi gerekir. İşte bu millet böyle bir millettir.

Ateistler ve marksistler! Kuran tabiri ile “Ebter” olduğunuz için emekleriniz boşa gitmiştir.

Bu millet, mâzi ile ve âtisi ile payidar kılınmıştır. Bizi rahat bırakın, siz tüm dünya yüzünden dışlandınız. Biz ise Rumelihisarı’ndaki (1) imzay-ı Muhammedî (s.a.v.) sırrı ile kıyâmete dek varız.

– 1 Eylül 1994 –


  1. Rumelihisarı, tepeden bakılınca Muhammed (s.a.v.) yazısını temsil eder

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki – Kutsal Mücadelem 

nurbakimektebi.com

Terör ve Anarşiden Kurtulmanın Reçetesi

Hemen konuya giriyorum dallandırıp budaklandırıp sözlerimi süsleye püsleye servis etmek niyetim değil. Zira kaleme dökeceğim konu ne edebi derinlik kaldırır ne de okundukça keyif verdirir.
Yeter artık yeter diyoruz ama bizlerin yeter demesi ile bitmiyor, fırtınalar sönmüyor yangınlar. Anarşiye teröre dur diyoruz bitsin istiyoruz ama durmuyor bitmiyor.

Bitmez de bitmeyecekte ama ben böyle hadiseler karşısında Rabbi Rahimime duruşumu sunuşumu takdim ediyorum. Zira bana bir fırsat bir imkan ihsan eylemiş Rabbim bu köşeden sesleniyorum sessiz dünyaya harflerin konuştuğu bu sesle..
Bir hastalık var ama bu hastalığın verdiği acı ve ağrıları konuşmak ile gündemle tutmakla bu yarayı kaşımakla bu hastalık iyileşmez iyileştirilmez ve hastalık hafiflemez şiddetini arttırır.

Peki ne yapmalı?

Bir çözüm üretilmeli bu çözüm ise hastalığın sebebi nedir hangi sebeplerden kaynaklanıyor bunları teşhis ederek iyileştirme yoluna gidilmeli.  Elbet böyle büyük bir kan kanseri gibi bir hastalığın çözümünü ben üretecek değilim fakat üreteni gördüm ondan haberdar edeceğim kamuoyuna..
Risale-i Nur’un Şualar kitabını elime aldım. Sayfa üç yüz kırk dokuzu açtım ve bir cümle okudum. Said Nursi toplumsal huzurun doktoru diyor ki; Afyon Mahkemesi Müdafasında “Bu vatanın 
ve bu milletin  hayat-ı içtimaiyesi  bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için  beş esas lâzım ve zarurîdir:

Hürmet,

merhamet,

haramdan çekinmek,

emniyet,

serseriliği bırakıp itaat etmektir.”
İşte çare bu kadar basit fakat gündemde tutulup üzerinde işlenen bir konu değil..
Fark ettiyseniz beş esas derken altı sayıldı. Evet beş esas İslam’ın beş temel şartıdır aslında sonra sayılan altı madde ise imanın altı rüknüdür aslında..

Şimdi sade ifadeleri sadeliğinden çıkarıp bizim anlamayacağımız fakat anladığımızı sanacağımız cümlelere dökeyim..
Türkiye Cumhuriyetinin ve bu topraklarda yaşayan insanların insanların sosyal yaşantılarının
bu şaşılacak bir çok filmlerin senaryoların çevrildiği zamanda Türkiye de meydana gelen terörizmden bu vatanı kurtarmak için İslam’ın beş temel esası imanın altı rüknü hayata geçirilmeli ve tabi olunmalı.
Bu ise Saygı ve sevgi ve karşılıklı anlayış ile, İnsanların birbirine şefkat göstermesi ile,
Allah’ın haram kıldıklarını işlememekle( faiz, zina, katl, içki, kumar, dinde olmayanı dine sokma, yalancı şahitlik, anne baba hukukunu çiğnemek, akrabayla ilişkiyi ve yardımı kesmek) İnsanların birbirlerine itimat ve güvenlerinin sağlanması ile, İşsizlik tembellik başı boşluğu bırakmak ile, mümkün olacaktır..
Ne kadar basit değil mi?
Şimdi tüccarları ve ticaretleri düşünelim. Silah satılacak mermiler üretilecek, İçkiler satılacak barlar pavyonlar iş yapacak, Bankalar faiz ile beslenecek, Medyalar açık saçıklık ile bekar gençliği insanları fuhşiyat görüntüler ile zinayı özendirecek teşvik edecek, Her türlü makyaj malzemeleri ile insanların yüzleri gözleri boyandırılacak sağlıkları tehlikeye düşürülecek, O kadar çok ilaç üretiliyor eczanelerde daha onlar tükettirilecek, Spor adı altında insanlar tarafgir olacak, lüzumsuz yere, siz şu kadar gol yediniz biz bu kadar gol attık muhabbeti ile akıllar meşgul edilecek.

Birde İslam’i kanal da da hocalar birbirlerini tekfir edecek onlara tabi olan cemaatlerde birbirlerini yiyecek biz fırka-i Naciye siz fırka-i dalle yetmiş üçün biri biziz siz değilsiniz falan filan..

En sade ve yalın dille başka nasıl yazılır bilmiyorum ama yapıcı onarıcı üretici hayırda yarışıcı ve en önemlisi İMAN ilmi ile meşgul olan bir MİLLET olmaya başlayalım İSLAM BİRLİĞİ için gayret gösterelim İnşallah tabi bu hizmeti verirken de saydığım kazanç sektörlerine vereceğiniz zararlar sebebi ile bir bedel ödeteceklerini unutmayın ..!!

Zira Bediüzzamanın dediği gibi CENNET ucuz değil, CEHENNEM dahi LÜZUMSUZ değil..

CENNET müşterilerini beklediği gibi CEHENNEM dahi müşterilerini bekler..

Şimdi sen söyle terör başka türlü nasıl biter..??
Araştırmacı – Yazar

Süleyman Yasin AKDENİZ

habermektebi.com