Etiket arşivi: mısır

İslâm âleminin ikiz kardeşleri

Emirdağ’da, 1949 yılının bir Şubat gününde, hissettiği âni ve şiddetli bir rahatsızlık üzerine, Bediüzzaman Hazretleri talebesi Hüsnü Bayram’ı “Git gazetelere bak, İslâm âleminde menfi bir hadise mi var?” diyerek çarşıya göndermişti.

Hüsnü Bayram o günkü gazetelerde dikkate değer birşey göremedi. Ancak ertesi gün tekrar çarşıya gittiğinde, Bediüzzaman’ın bir başka talebesi ona gazetelerde aradığı haberi gösterdi:

Mısır’da İhvân-ı Müslimîn Cemiyetinin kurucusu Hasan el-Bennâ şehid edilmişti; bu arada cemiyet mensupları da geniş çaplı tutuklamalara ve işkencelere mâruz bırakılıyordu.

Bediüzzaman bu haberi aldıktan sonra, “Demek ki ben Mısır’daki kardeşlerimizin ahvâlinden müteessir olup hastalanmışım” dedi.

İhvân’a gelen darbeyi daha haber almadan kendi ruhunda hissedecek kadar onlarla alâkadardı Bediüzzaman. Anadolu’da Nur talebeleri ne ise, İslâm âleminde İhvân-ı Müslimîn de o idi onun gözünde. Bu ikisi için “İslâm’ın iki mütevâfık ve müterâfık saffıdır” diyerek aralarındaki karşılıklı uyum ve arkadaşlığı özel bir şekilde vurguluyordu. (Bkz. 2. Emirdağ Lâhikası, s. 34. Bütün Risale-i Nur Külliyatında “mütevafık” kelimesi sadece 3 yerde, “müterafık” kelimesi de 2 yerde geçer. Her iki tarafın birbirine karşı durumunu vurgulu bir şekilde ifade eden bu nadir kelimelerin özenle seçildiği anlaşılıyor.)

***

Bu iki hareket, zaten doğarken ikiz kardeş olarak dünyaya gelmişti. 1928 yılının baharında Anadolu’nun bir köşesinde Risale-i Nur’un ilk eseri telif edilir ve onun etrafında Nur talebeleri kenetlenmeye başlarken, aynı anda Mısır’da da Hasan el Bennâ’nın etrafında İhvân-ı Müslimîn Cemiyeti vücuda geliyordu.

Said Nursî de, Hasan el-Bennâ da dünyayı tehdit eden problemlerin Batı cemiyeti içinde doğduğunu ve buna karşı Batının değil, İslâmın öz değerleriyle çıkılabileceğini görmüştü. Temelden bir iman inşasıyla toplumu kurtarmaya çalışan Bediüzzaman gibi, Hasan el-Bennâ da bu dâvâyı temelden ele alıyor ve fertlerden başlamak üzere gittikçe genişleyen daireler halinde aile ve toplum yapısını düzeltecek topyekûn bir ıslah hareketini hayata geçiriyordu.

İhvân-ı Müslimîn hareketi çok kısa zamanda dalga dalga ülkeye ve İslâm âlemine yayıldı. Bu arada hareketin mensupları defalarca en çetin imtihanlardan geçtiler. Şehitler verildi, geniş çaplı tutuklamalar ve tahammülü imkânsız zulüm ve işkenceler yaşandı. Fakat her defasında İhvân yine ayağa kalktı, derlenip toparlandı ve daha da güçlenerek yoluna devam etti. Nihayet bu hareket, dâvâsından asla taviz vermeyen ve sahip olduğu herşeyi gözünü kırpmadan dâvâsı uğrunda feda edebilen insanlardan meydana gelen sapasağlam bir yapı halinde İslâm âleminde kök saldı. Risale-i Nur gibi, İhvân-ı Müslimîn hareketini de İslâm âleminin bağrından söküp atacak bir gücün mevcut olmadığını dünya defalarca gördü, hâlâ da görmeye devam ediyor.

***

İhvân’ın bu kadar çetin imtihanlardan güçlenerek çıkmasını sağlayan en büyük özelliği, iç muhasebe yapabilme kabiliyeti olsa gerektir. Süleyman Hayri Bolay hocamız, 1950’li yılların başlarında Irak’taki bir toplantıda büyük âlim Emced Zehâvî’nin şöyle dediğini naklediyor:

“Biz her mağlûbiyetten sonra kendi içimizde bir muhasebe yapar ve bu mağlûbiyetin niçin başımıza geldiğini araştırarak dersler çıkarırız. Suçu kâfirlere, Yahudilere, münafıklara atmak kolaydır; fakat bunlar Resulullah (s.a.v.) zamanında da vardı. Bunlar o zaman tesirli olmayıp da şimdi tesirli olabiliyorlarsa, kusuru kendimizde aramamız gerekir. Biz de böyle yapıyor ve kendi hatâlarımızı bulup düzeltmeye çalışıyoruz.”

Hatâ yapmak da, hatâ yaptığını kabul etmek de beşeriyet özelliklerindendir ve bizim gibi hatâdan münezzeh, kusurdan muallâ kişi ve topluluklardan çok uzaktadır! “Biz şu meselede hatâ ettik” diyen bir büyüğü veya topluluğu en son ne zaman işittiğimizi hatırlamıyoruz bile. Fakat İhvân-ı Müslimîn’in sadece şu özelliğini örnek alıp da hayatımıza geçirebilseydik, ülkemiz de, İslâm âlemi de herhalde bugünkü durumundan çok daha başka bir yerde olmaz mıydı?

***

Geçenlerde Genç MÜSİAD ile UTESAV’ın birlikte düzenlediği panelde, İslâm âlemini avucunun içi gibi tanıdığını belli eden bir vukufla konuşan değerli ilim adamı Müfid Yüksel de İhvân-ı Müslimîn’i anlatırken, sözü bu hareketin Risale-i Nur ile tevafukuna getirdi ve her ikisinin buluşması halinde İslâm âleminin önüne yeni kapıların açılacağını söyledi. Bu, herhalde kaderin kesin bir şekilde belirlediği ve bizi de hazırlamakta olduğu bir netice olarak görünüyor. İki tohumun da aynı tarihte toprağa düşmüş olması, bu hüsn-ü âkıbetin bir müjdesi değil midir?

Tek bir hakikat, tesadüfe havalesi imkânsız bir zaman tevafuku ile Anadolu’da Risale-i Nur, Mısır’da İhvân-ı Müslimîn olarak filiz vermişti. Şimdi, iki taraftan ıslahata girişmiş ve hiçbir kuvvetin söküp atamayacağı bir şekilde İslâm âlemine kök salmış olan bu “mütevafık ve müterafık safları” sadece İslâm âlemine değil, bütün insanlığa beraberce güzel bir gelecek hazırlarken görmek zamanıdır.

ÜMİT ŞİMŞEK

***

[2013 Eylül’ünde Son Devir’de yayınlanan bir yazı]

İslam Dünyası Risale-i Nur’a Büyük Alaka duyuyor. (Mart 1999)

Mısır

Risâle-i Nur’un fütûhâtı, dünyânın muhtelif yerlerinde farklı isti’datların inkişâfı ve sâhip çıkması şeklinde devâm ediyor. Geçtiğimiz Ramazân-ı Şerifte, Arap âleminin en büyük yazarlarından olan Ahmed Behçet’in, El Ehrâm gazetesindeki köşesinde, tam otuz beş gün fâsılasız Bediüzzaman Hazretlerinin dâvâ metodu ve Risâle-i Nur’dan bahsetmesi bunun sâdece bir delili. Ahmed Behçet; geniş kültürü ve te’sirli yazılarıyla Arap âleminde temâyüz etmiş bir zât. Yazdığı yazılar her zaman halk nezdinde ma’kes buluyor ve yeni yazıları merakla bekleniyor. Meselâ, başka yazarların yazdığı kitaplar üçbin adet basılıp zar zor satıldığı zamanlar, “Çocuklar İçin Peygamberler Tarihi” gibi Ahmed Behçet’in bazı kitapları bir milyon adet satabiliyor. Günlük yazılarını yazdığı El Ehrâm gazetesi ise, bir milyon ikiyüz bin tirajla bütün âlemi İslâma dağıtılıyor. İşte böyle mühim bir mevkie sâhip bir zatın, El Ehrâm gibi büyük bir gazetede, otuz beş gün fâsılasız İmân ve Kur’an hakikatları olan Risâle-i Nur’ları nazara vermesi, inşâalah ileride gelecek ehemmiyetli inkişafların habercisi gibi görünüyor.

Mısır’a yaptığımız seyâhat esnâsında Risâle-i Nur’un Arapça mütercimi İhsan Kasım Ağabey’le beraber Ahmed Behçet’i evinde ziyâret ettik. Yanında, ehli irfân zatlar da bulunuyordu. Bize, “kendimi Bediüzzaman’ın karşısında, bizzat ondan ders alıyormuş gibi hissedinceye kadar Risâle-i Nur’u okuyorum ve onun anlatmak istediği dünyaya girmeye çalışıyorum, anladığıma dâir kanâatı etemme vardıktan sonra yazılarımı yazmaya başlıyorum” şeklinde bahs etti.

Mart ayının üçünde, İhsan Kàsım Ağabeyle Mısır’a seyâhat etmiştik. Sebebi ise; Mısır El Ezher Üniversitesinden gelen bir dâvetti. Dâvette, Usûlü’d-Din Fakültesinin 6-8 Mart tarihleri arasında “Kur’an ve Sünnet Mîzânında Bediüzzaman ve Risâle-i Nur” adlı workshop tarzında bir konferans yapacağı bildiriliyordu. Biz de bu dâvete icâbet ettik. Konferans; Ezher’in konferans salonunda yapıldı ve öğretim üyeleri ile talebeler dinleyici olarak katıldılar. Altı öğretim üyesi, üç gün müddetle tebliğlerini takdim ettiler. Bunlardan Usûlü’d-Din Fakültesinin dekanı Prof. Dr. Abdülmu’ti Beyyûmi, Risâle-i Nur’u Kelâm ilmi ve İslam Düşünce tarihi açısından değerlendirdi. Prof. Dr. Sâmi Hicâzî, Risâle-i Nur’un îmâni boyutunu işledi. Prof. Dr. Muhammed Müseyyer, Risâle-i Nur’da nübüvvet konusunu ele aldı. Prof. Dr. Abdülğafur Câfer, Risâle-i Nur’da İ’câz-ı Kur’an konusunu anlattı. Prof. Dr. Necah El Guneymî, Risâle-i Nur’daki tasavvuf konusunu işledi.

Tebliğlerin hepsi birbirinden üstündü. Hassaten Necâh’ın tebliği bir harikaydı diyebiliriz. Kendisi, çeşitli batılı üniversitelerde okumuş ve öğretim üyeliğinde bulunmuş. Şimdi ise Ezher Üniversitesinde ders veriyor. Bediüzzaman’ı “dâima âlem-i sahvede olan büyük bir mutasavvıf” diye anlattı ve Risâle-i Nur’un birçok yerinden de buna deliller getirdi. Tebliğinin bir yerinde, Bediüzzaman’ın İbn-i Arabî’ye bakış açısını ele alırken, “Bediüzzaman’ın, O’nun mesleğine bir edeb ve ilim adamına yakışır bir vakar içinde yaklaştığını” ısrarla belirtti. Öğrencilerden gelen “Mevlânâ’nın Mesnevî’siyle Bediüzzamân’ın Mesnevî’si arasında ne gibi bir fark vardır?” şeklindeki suâle; şöyle cevâb verdi: “Ehl-i Tasavvufta istiğrak hâli olabiliyor. Bu sebebten eserlerinde de, Kitab ve Sünnet’in mîzânlarına muvâfık düşmeyen ifâdeler bulunuyor. Fakat Bediüzzaman’ın eserlerinde bu hal yok. Eserlerini dâima âlem-i sahvede yazdığından, Kitab ve Sünnet’in mîzânlarından hiç ayrılmamıştır.” diye cevâb verdi.

«Gerçi; Hz. Üstâd Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye’nin başındaki Mukaddime’de kendi seyr-i sülukunden bahs ederken: “…Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Kur’an’ın dersiyle, irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ hakikatına mazhar olduğunu, Yeni Said’in Risâle-i Nur’uyla göstermiş.” demektedir.»

Panelde konuşmacılar, tebliğlerini sunduktan sonra dinleyicilere suâl sorma ve konuyla ilgili müzâkere yapma imkânı tanındı. Meselâ, bunlar arasında dikkatleri çeken suâllerden birisinde şöyle deniliyordu: “Değerli öğretim üyelerimiz, her biri kendi uzmanlık sâhalarında Bediüzzaman’ı bir müceddid olarak tanıttılar. Büyük bir müfessir, büyük bir mutasavvıf, büyük bir kelâm âlimi vs. Bediüzzaman bunlardan hangisidir?” bu suâli oturum başkanı olan fakülte dekanı Prof. Dr. Abdülmu’ti Beyyûmi cevâbladı: “Bediüzzaman; bu saydıklarınızın hepsidir.”(*) dedi ve bunun îzâhını yaptı. Ezher âlimlerinin verdiği bilgiye göre bu panel, kitap haline getirilip Ezher yayınları arasında basılacak.

Panel esnâsında ilginç bir şey yaşandı. Mısır Kitab Yazarları derneği’nin üyesi olduğunu belirten bir hanım, Bediüzzaman’la alâkalı yazdığı şiiri okumak için oturum başkanından izin istedi. Kendisine müsâade edilince kürsüye çıktı ve şiirini okumağa başladı. Ancak yarısına geldiğinde boğazı düğümlendi ve gözlerinden yaşlar dökülmeğe başladı. Başını mahcub bir şekilde aşağıya eğdi. Biraz durdu ve kendisini toparladıktan sonra şiirin gerisini zorla tamamlayabildi. Şiiri o kadar mânâ yüklü idi ki; her kelimesinde Risâle-i Nur’dan gelen îmânın sıcak havası gönlümüze ifil ifil esiyordu. Çok duygulandık. Diğer dinleyiciler de aynı şeyi hissetmiş olmalılar ki, insanları alkışlamak âdetleri olmadığı halde, hislerini uzun bir alkışla dile getirdiler. Aslında bu alkışlar Kur’an hakikatlarınaydı. Üstâdımızın; Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde, âlem-i İslâmın asırlardan beri mühim bir ilim merkezi olan Ezher-i Şerif’ten ehemmiyetle bahs etmesi; belki de Ezher âlimlerinin, ileride Risâle-i Nur’a sâhib çıkacaklarına bir işaretti. İşte Ezher ulemâsının yaptığı bu panel, onların Kur’an hakikatları olan Nurlar’ı kabul ettiklerini ve alkışladıklarını gösteriyor.

Biz de, panelden fırsat buldukça Mısır’daki eski ve yeni dostlardan bazılarını ziyâret ettik. Ahmed Behcet bunlar arasındaydı. Her birisi îmân ve Kur’an hakikatları olan Risâle-i Nur’dan senâ ile bahsediyorlardı. Bu gidişimizde, Mısır’ın muhtelif üniversitelerinde, Risâle-i Nur üzerine on civarında mastır ve doktora çalışması yapıldığını öğrendik. Darısı bizim ilim adamlarının başına…

Seyâhatimizde, Mısır’da vasıfsız insanlardan, tâ gazeteci, yazar ve ilim adamlarına kadar bir çok insanla görüştük. Risâle-i Nur denilince gözleri parlıyordu. Prof. Dr. Necâh’ın da dediği gibi, İslâm âleminin çok muhtâc olduğu Nur’un yumuşak üslûbuna hepsi hayrandı ve okudukları halde hissedemedikleri Kur’ân’ın îmân boyutunu onunla keşfediyorlardı.

 

Fâs

Fâs, seyahatimizin ikinci durağı.. Oraya da hemen Mısır’dan sonra hareket ettik. Sungur Ağabey, İhsan Kasım Ağabey, Manisa’dan Şahin Hoca, Cevdet Baybara ve Mısır’dan Abdülkerim Baybara kardeşlerimiz bu seyahatimize şeref verdiler. Gidiş gayemiz yine bir sempozyumdu. Sempozyum, Rabat V. Muhammed Üniver-sitesi Edebiyat Fakültesi tarafından düzenlendi ve yirmi ilim adamı katıldı. Konusu; “Ondördüncü Hicrî Asırda İslâmi Fikirlerin Tecdîdinde İmâm Bediüzzaman En’Nursî’nin Cehdi, Gayreti ve Rolü” Tarih, 17-18 Mart. Yer ise Fakültenin konferans salonu.

Fâs halkı; Osmanlı’yı çok seviyor. Zira, orada kiminle karşılaştıysak, Türkiye’den geldiğimizi öğrendiklerinde sıradan tanışmalar sıcak bir muhabbete dönüşüveriyor. Türkiye’yi pek çok sevdiklerini dilleriyle ve halleriyle açık-seçik bir şekilde belirtiyorlardı.

Fâs, batısından Atlas Okyanusu, kuzeyinden de Akdeniz’le çevrildiğinden ikisinin karışımı farklı bir bitki örtüsüne sahib. Dünyanın en iyi portakal ve mandalinaları burada yetişiyor, diyebiliriz. Adeta İlahi Rahmet ile coşan toprak, yeşilin zengin tonları arasından çıkan rengarenk çiçek ve meyveleriyle tebessüm ediyordu.

Fas’ın kültürü de biraz iklimine benziyor. Kuzeyden Cebel-i Tarık boğazıyla Avrupa’ya komşu, doğusundan da İslam Ülkelerine.. Adeta iki kültür sentezinin yaşandığı bir yer.. Siz Halkla, ister Arapça konuşun ister Fransızca, her iki dili hem anlıyor, hem de konuşuyorlar.. Binalarında ise, Mağrib’in ulaştığı o nazik nakış san’atının zirvesiyle, günümüz batısının ulaştığı mühendislik dehasının sentezini görebiliyorsunuz. Kazablanka’da Atlas Okyanusunun sahiline yapılan II. Hasan Camii buna güzel bir misal.

İşte böyle iki iklim ve kültürün harmanlandığı bir memlekette yetişen ilim adamları, bize iki gün müddetince harika bir ilim ziyafeti çektiler. Hatta tebliğin birini dinlerken, aklımız tatmin olduğu gibi duygularımız da zevk alıyordu. Bir ara öyle bir an yaşadık ki; aradaki dil farkı tamamen kalktı. Gerçeği görmemize engel olan perdeler bir bir açıldı. Risâle-i Nur’dan ustaca seçilmiş paragraflar sayesinde bütün duygularımızla kâinatın harika manzaralarının içinde dolaştık. Bazı gözler buğulandı ve yaşlar döküldü. Bu yirmi dakikalık bir zamandı ama, sanki günler geçmiş gibi geldi. Konferans salonundan dışarı çıktığımızda Risâle-i Nur’un Arapça mütercimi İhsan Kasım; “Bunları ben mi tercüme ettim! Bu kelimeler benim mi?” diyerek hakikatların takdim tarzına olan hayranlığını gizleyemedi. Hemen hemen sunulan her tebliğde batının medeniyet dehası, Risâle-i Nur sayesinde Kur’an’ın cihanşümul boyutlarında eriyordu. Buna sentez mi denir, yoksa İslami tecdid mi? İsmini ne koyarsak koyalım, böyle bir şeyi bir nebze de olsa orada hissettik. Bu göz yaşlarını akıtmamıza sebeb olan Prof. Dr. Faruk Hammade’nin konusu İmâm En Nursî’nin Fikrine Göre Tabîat, Kevn Ve Kâinâtın Bir Eser Olarak Delâlet Ettiği Mânâ Ve Hedef” idi. Bir yerinde şöyle diyordu: “Batı; Dinin temeline ve iman esaslarına materyalist fikirle saldırdı ve saldırırken de Tabiat silahını kullandı. Nursi de, onlara tabiatla cevab verdi. Yani; üniversiteli materyalist bir genç veya hoca, Fizik ve Kimya ile iman esaslarını çürütmeğe kalktığında Risâle-i Nur’u okuyan gençler onların fikirlerini yine Fizik ve Kimya ile çürütüyor; o fen ilimleri, o gençlerin elinde Risâle-i Nur sayesinde birer ma’rifet-i ilahi şekline giriyordu. Bence; gençlerin Risâle-i Nur etrafında bu kadar kesretle toplanmalarının en mühim sebebi budur.”

Prof. Dr. Muhammed Er Rûgî de şunlara yer verdi: “Allah Kur’an’da كُونُواْ رَبَّانِيِّينَ (Ali İmran-79) diyor. Bediüzzaman da her yazısında öyle olmaya çalıştı. Kur’an’ı esas aldı ve onun uslubu bütün eserlerinde nebean etti. Meselâ:

İfadelerinde mânâ zenginliği ve derinlik var.

Her cümlesi birer kaidedir.

Tertip ve tanzimi de Kur’an’dan yansımış.

Temsil ve hikmetinde de Kur’an’ın üslubu var.

Daima taze fikir ve fikirlerinde geniş ufuklar mevcut.

Sözünde israf yok. Her kelimesi matlub gayeye hizmet ediyor.

Gayet dakik bir mizanla en te’sirli kelimeler seçilmiş.

Teşbih ve temsiller sayesinde en derin ve dağınık mes’eleler, derli toplu bir şekilde herkesin anlayabileceği bir hale getirilmiş.”

Er-Rugi bütün bu maddeleri Risâle-i Nur’dan getirdiği misallerle izah etti.

Prof. Dr. Et-Tuhami Er Raci de “Said Nursi’ye göre nazm-ı Kur’ani” isimli tebliğinde İslam tarihinin Abdulkahir-i Cürcani gibi belağat alim ve müfessirlerinin Kur’an’ın nazmıyla ilgili fikirlerini tek tek sıraladı ve Bediüzzaman’ın İ’caz-ı Kur’an hakkındaki tecdidini anlattı. Bunu da İşarat-ül İ’caz’dan bazı bölümleri şemalar halinde tepegözle duvara yansıtarak izah etti.

Prof. Dr. Hasan El-Emrani ise “Risâle-i Nur’un edebi cihetini anlatmak için sekiz ciltlik bir eser yazmak lazım. Bediüzzaman; edebiyat ve belağatın bütün meselelerini kullanmış.” şeklinde konuştu.

Prof. Dr. Aşrati Süleyman’da Risâle-i Nur’da zaman mefhumunu anlattı ve Bediüzzaman’a göre zamanın büyük bir müfessir olduğunu belirtti. Risâle-i Nur’un Arapça mütercimi İhsan Kasım ise, “bu güne kadar bir çok ilim adamı, uzmanı oldukları bilim dallarında Bediüzzaman’ın tecdid yaptığını ispat ettiler. Ayrı ayrı ilimlerde onun bir müceddid olduğunu izah ettiler. Fakat bence Bediüzzaman, asıl tecdidi insanın bizzat kendinde yapıyor. Risâle-i Nur’u okuyanlar önceki hallerinden tamamen farklı birer insan haline geliyorlar” şeklinde konuştu.

Evet konuşmalar iki gün müddetince bu minval üzerine devam etti. Sempozyumun sonuna geldiğimizde oturumun son konuş-masını Türkiye’den gelen misafirler namına Sungur Ağabey’den istediler ve Üstâdımızı anlatmalarını taleb ettiler. Üstâdımızın kendisine “Risâle-i Nur’un İslâmın çeşitli merkezlerdeki ulemanın ellerine ulaşacağını ve onu anlamaya çalışacaklarını” anlattığını söyledi. Ve Van vâlisi Merhum Tâhir Paşa, konağında Hz. Üstâd için bir oda tahsis edip, Hz. Üstâd’ın orada ezberinde olan 90 kitabı (Arabî metinler) her gece üç saat okuyarak üç ayda bir devr ettiğini ve ‘Cenâb-ı Hakk’a şükür kardeşlerim! O mahfuzâtım, o tekrarlarım KUR’AN’IN HAKAİKINA ÇIKMAĞA BANA BASAMAK OLDULAR. Sonra ben, Kur’ân’a çıktım, baktım; her bir âyet-i Kur’an kâinâtı ihâta ediyor gördüm. Artık Kur’an bana kâfi geldi, başka şeye ihtiyâcım kalmadı.’ dediğini nakl etti.

Sempozyumun tanzim hey’eti başkanı Prof. Dr. Ahmed Ebu Zeyd de teşekkür konuşması yerine Risâle-i Nur’dan Onikinci Nota’yı açarak Prof Dr. Faruk’a uzattı ve ondan okumasını istedi. “benim bedelime Üstâd konuşsun” dedi. Evet onun o gür ve heyecanlı sesiyle okunan münacattan sonra sempozyum sona erdi. Şahin Hocamız da bu anları kaçırmamak için büyük bir titizlikle video kamerasına çekti. Söylediğine göre 17 kaset doldurmuş.

Sempozyum salonu çok rahat bir yerdi. Sahnesi, perdesi, basamak basamak yükselen dinleyici koltukları, aydınlatma ve soğutma sistemi gayet mükemmeldi. Zamanlamaları gayet dakikti. Tebliğlerin sonunda müzakere ve kritik imkanı tanınıyor; tebliğ sunulduktan sonra da bir görevli tarafından tebliğin metni alınıp hemen fotokopi ile nüshaları çoğaltılıyordu. Zihinler yorulduğunda sempozyuma ara veriliyor, Üniversite tarafından salonun dışında açık büfe şeklinde kuru pasta ve çay ikramları yapılıyordu. Kısacası, sempozyumdan verimin en üst seviyede alınması için her şey düşünülmüştü. Belirtildiğine göre bu sempozyum da basılıp yayınlanacakmış.

Mısır’daki hizmet ve neşriyât-ı Nuriye ile alakadar Abdulkerim Kardeş de epey miktar Arapça tercümelerden getirmişti. Bu Risâle-i Nur Külliyatı’nın Arapçalarını, Fas’a dağıtan bir yayınevi ile konferans salonunun önüne kitap sergisi açmışlardı. İki gün için-de bütün Külliyatların alındığını ve kitap sıkıntısı çektiklerini gördük. Evet not defterimiz hayri kabarık. İlim câmiasıyla görüşmelerimiz vardı. Fas’ın başşehri Rabat’tan Cebel-i Târık Boğazı’na, oradan Fas’ın ilk İslami yerleşim bölgesi olan Fes’e ve oradan da Kazablanka’ya olan seyahatlerimizden bahsedecekik. Sizi fazla usandırmamak için, “birkaç damla, denizin varlığını gösterir” dedik.

Kardeşleriniz

Gezi Olaylarının Arkasındaki Karanlık Güçler ve Koç Holding

Son zamanlarda Gezi olayları yeniden konuşulmaya başlandı. Baştan söyleyeyim ki, 31 Mart olayını bilmeyeneler bu olayları tam değerlendiremezler. Mısır’ın en zengini olan Necip Saviris’in, Mursi’ye karşı darbeyi desteklediğini New York Times’a itiraf ettiğini kendi kurduğu Liberal Parti’ye ait ülke genelindeki tüm teşkilat ve tesisleri isyan için tahsis ettiğini aktarmıştır. Maalesef aldığımız duyumlar, iç ve dış mihrakların Koç Holdinge de aynı görevini verdiğini gösteriyor. Türkiye’deki darbe şerirleri muvaffak olamayınca, prim kaybetmeye başladılar ve kendilerini müdafaa mecburiyetinde kaldılar. Maalesef ehl-I imanın sesi olması gereken Zaman’ın başyazarı, bu dönen dolapları aktarmak yerine Mustafa Koç’u destekleyen yazılar yazmaya bile cüret edebiliyor. Hizmet adına ayıptır ve günahtır.

Şimdi geliniz, bize kadar ulaşan ve bu işin içinde Koç Grubunun aynen  Saviris gibi davrandığını gösteren; bunların hamisinin ise CHP’deki karanlık noktalar ve bir kısım marijinal örgütler olduğunu akl-I selim sahibi olanlara anlatacak bazı delil ve olaylara:

Birincisi; 4 Nisan 2013 tarihinde Gaziantep’te cereyan eden bir olaydır. Çok yakın tanıdığım bir iş adamı, çok yaşlı bir CHP’li işadamını ziyaret etmektedir. CHP’li işadamı sorar: Genç kardeşim bu yıl için yatırım hazırlıklarınız var mı? Evet cevabını alınca çok kesin bir şekilde şöyle der: Kesinlikle Türkiye’de yatırım yapma. Zira 1 Haziran’dan itibaren Türkiye’de sokak savaşları başlayacak. Bizim işadamı dehşetli duygularla ayrılır.

İkincisi; Koç Üniversitesinde yaşanan bir olaydır. Bu üniversitede önemli bir mevkide çalışan vatanperver bir arkadaş, 2013 Diyanet Kitap Fuarında OSAV standına kadar gelerek bana şu dehşetli olayı anlattı: Koç Üniversitesinde bizzat rektörün organizesiyle günler öncesinden psikolog ve pedagogların rehberliğinde, bütün talebelere, hocalara ve çalışanlara, Gezi olayları dersleri verildi. Artık bu hükümetin gidici olduğu, gaz maskelerine karşı nelerle ve nasıl korunulacağı ve saire ayrıntılı eğitimler sunuldu. Bu olayı duyup da dehşete kapılmamak mümkün mü?

Üçüncüsü: Osmanlı Araştırmaları Vakfında çalışan kardeşimizin beyanına göre, genelde Şarklıların oturduğu İstanbul’un bir semtindeki kahveye, kimliği belirsiz kişiler geliyor ve gençlere sesleniyor: Arkadaşlar! İşsiz olanlarınız Taksim’e gelsin. Üç öğün yemek, gece konaklama ve günde 50 TL bizden. Sadece orada kalabalık yapın yeter.

Bütün bu olayları nakledenlerin isim ve adresleri bizde mahfuz. Bütün bunları duyduktan sonra, Mustafa Koç’un günah çıkarmasına ve Ekrem Dumanlı’nın avukatlığına kim inanır?

Bütün bu olaylardan sonra Bediüzzaman’ı dinlemek gerekiyor:

Âyâ zanneder misin; bu milletin fakr-ı hali, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tenbellikten neş’et ediyor. Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind’deki Mecusi ve Berahime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa‘nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor. (Lem’alar, 122 )

Bediüzzaman’ın “Avrupa zalimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müdhiş bir sû’-i kasd plânı yaptıkları” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 102 ) ifadesine de tam uyuyor.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Mısır ve Suriye için Bediüzzaman’ca bakış!

Risale-i Nur Külliyatının en merkezî risalelerinden biri, Kur’ân’ın mucizeliğini pek çok yönden isbata adanmış “Yirmibeşinci Söz”dür. Bu risalenin “Üçüncü Ziya” başlığını taşıyan en son bölümünde ise, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’ın mucizeliğinin en parlak işaretlerinden biri olarak, ondaki bütünlük, uyum ve dengeye işaret eder. Bir olan hakikatin pek çok rengi, pek çok veçhesi vardır ve Kur’ân’da bütün bu renkler ve veçheler tam bir uyum ve denge içinde bize sunulur. Kur’ân’daki bu dengenin izini sürebildiğinde mü’minler de hayatlarında dengeyi ve kıvamı bulur. Bu dengeyi kuramadığında ise, hakikat yolunda bile olsa, hakikatin bir renginde odaklanarak, Kur’ân’ın sunduğu dengeden ve bütünlükten mahrum olur.

Ondan bu denge, bütünlük ve uyum dersini alan bir Kur’ân talebesi olarak, Bediüzzaman’ın hayatında ve eserinde de bu dengenin tezahürleri ile karşılaşır insan. Hakikatin hangi durumda nasıl tatbik olunacağı, hangi muhataba ne şekilde sunulacağı, hakikatin değişik veçhelerinden hangisinin hangi şartlarda öne çıkacağı… Bu ve benzeri sorular, hep bir ‘denge’ meselesidir. Ve Bediüzzaman, Kur’ân’ın izini sürerek, bu noktada bize yol gösterir, yordam öğretir.

Bu bütünlüğü ve dengeyi kavradığımız ölçüde, Risale-i Nur’a bütüncül, dengeli bir kavrayışa ulaşırız. Bu bütünlüğün izini sürmediğimiz takdirde ise, hakikatin bir rengini, uysa da uymasa da her zemine tatbik eden ve bunu yaparken hakikatin bütün renklerini gözden kaçıran bir arızalı bakışa ve düşünüşe duçar oluruz.

Birçok örneği vardır bunun. Bir örneği, Bediüzzaman’ın Meyve Risalesi’nin “Dördüncü Mesele”si başta olmak üzere birçok bahiste karşımıza çıkan, ‘daireler’ tahlilidir. Bu bahiste de gördüğümüz üzere, insanların en başta kendi iç dünyasını, sonra ailesini, sonra yakın çevresini hakikatle hemhal kılma sorumluluğunu atlayıp; en geniş daire olan ‘küresel siyaset’le meşguliyetinin tehlikelerine karşı sıklıkla uyarıda bulunur Bediüzzaman. Ahireti unutacak şekilde dünyaya meşgul olmak, dünya içinde en yakın dairedeki vazifelerini unutacak veya ihmal edecek derecede en uzak daireye bakmak, bütün bunlar birer arızadır ve birer dengesizlik işaretidir. İnsan, yakından uzağa bir ehem-mühim sıralaması yapmakla mükelleftir.

Doğru bilgiye ulaşmak

Diğer taraftan, birşeye daha dikkat etmelidir insan. Doğru bilgiye ulaşmanın zor, hatta imkânsız olduğu bir zeminde, yanlış bir bilgiyle yanlış düşüncelere, kanaatlere, kararlara ulaşıp yanlış fiillere de yönelebilir. Âyetin bildirdiği üzere, haberi ‘fâsık’ın getirdiği, ama bu haberin doğruluğunu sınama imkânının olmadığı zeminlerde en doğrusu, bilgiyi saklayan veya saptıran ‘dezenformasyon’a kulağını kapatmaktır.

İşte, İkinci Dünya Savaşı şartlarında, böylesi hikmetlere binaen, “Dördüncü Mesele”yi yazmıştır Bediüzzaman. Yanısıra, birçok mektubuyla da, talebelerini ve mü’minleri, insanı en birinci sıradaki vazifesinden alıkoyan, zihin dünyasını altüst eden, iç dünyasını eksik veya saptırılmış haberlerle dağıtan ‘fâsık haberleri’ne kulağını kapatmaya çağırmıştır. Öyle ki, kendi tabiriyle o ‘Harb-i Umumî’ şartlarında ‘yedi sene’ hiç radyo haberi dinlememiş, hiç gazete okumamıştır.

Ama bu durum, dünyada neler olup bittiğinden habersiz bir Bediüzzaman portresi de çıkarmaz karşımıza. Bilakis, dün İslâm dünyasını ve mazlum milletleri sömürgeleştirme hesabına girişmiş küresel güçlerin tabir yerindeyse ‘birbirini yediği’ bu savaş şartlarından, hiç radyo dinlemediği ve gazete okumadığı halde, haberbar olması gereken yönüyle, haberdardır da Bediüzzaman. Kastamonu Lâhikası’ndaki ilgili mektuptan öğrendiğimiz üzere, o savaş hengâmında soğuk kış şartlarında bombalar altında inleyen çocuklar, yaşlılar, hastalar ve masumlar, Bediüzzaman’ın zihin ve kalb gündemindedir. “Onüçüncü Şua”nın sonundaki mektuptan anlaşıldığı üzere, modern zamanların zalimâne topyekün savaş mantığının bu büyük savaşta yol açtığı tahribattan da haberdardır. Yine, “Leyle-i Kadir’de İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme”nin belgelediği üzere, bu savaşın insan fıtratında yol açtığı buhranların da farkındadır ve bunlara karşı Kur’ânî bir tedavinin nasıl sunulacağı üzerine zihni ve kalbi meşgul olmaktadır.

Yani, Bediüzzaman’ın o büyük savaştan kulağını uzak tutmasının bir dizi sebebi vardır: Savaşın her iki tarafı da zalimdir. Savaş âlem-i İslâm’ın mukadderatı ile doğrudan ilgili değildir. Savaşla ilgili sahih bilgiye erişme imkânı neredeyse yoktur. Savaşın bu yönüyle asla ilgilenmez Bediüzzaman. Ama bu savaştan imana, Kur’ân’a, âlem-i İslâm’a ve insanlığa dair bir vazife, bir sorumluluk veya bir ders çıkarma noktasıyla ise ‘yedi senedir bakmadığı halde’ ilgilidir

Bediüzzaman’ca sorumluluk

Hele ki doğrudan ümmeti ilgilendiren meselelerde, Bediüzzaman’ı sorumluluğunu müdrik bir âlim olarak görürüz. Onun, doğrudan hilâfet merkezi Osmanlının, dolayısıyla İslâm âleminin ve ittihad-ı İslâm’ın hedef alındığı Birinci Dünya Savaşı şartlarında Kur’ân’ın mucizeliğini gösterecek bir tefsir yazma sorumluluğunu da atlamadan Ruslara karşı fiilen cihad vazifesini deruhte etmesi; İngiliz işgali ve İstiklal Harbi şartlarında İstanbul’da İngilizlerin propaganda ve psikolojik savaş mekanizmalarına karşı mücadele vermesi, bunun bir nişanesidir. Onun, bu şartlarda, şöyle dediği de, Tarihçe-i Hayat’ında aşikâr biçimde bildirilmektedir: “Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat, ehl-i İslâm’ın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiği­ni hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşallah.

Aynı şekilde, özellikle Emirdağ Lâhikası’ndaki mektupları, Bediüzzaman’ın mü’minleri, İslâm âlemini ve ittihad-ı İslâm’ı ilgilendiren meselelerle meşguliyetini ortaya koyduğu gibi, bize bu meşguliyetimizin içeriği ve usulü noktasında yol da gösterir. Bediüzzaman, hiçbir zaman, vakit geçirmek, oyalanmak için, yahut âdeta maç seyreder gibi taraflardan birini tutup sonucunu takip etmek adına dünya hadiseleriyle ilgilenmemiştir. Yine Bediüzzaman, en birinci ve en yakın dairedeki vazifesini unutarak da, ülke veya dünya siyasetiyle zihnini meşgul etmiş biri değildir.

Ama aynı Bediüzzaman, zalimlerin lehine yazılacak bir suskunluktan ve ilgisizlikten de beridir. Bilakis, kimin zalim, kimin mazlum olduğunun farkında olarak; birinci, ikinci, üçüncü dairelerdeki vazifesini asla ihmal etmeden, dokuzuncu, onuncu dairelere de bakmış ve ona göre bir tavır geliştirmiştir. Dersim’de olup bitenlerden de bu sebeple haberdardır; Lozan’da neler olduğunun da farkındadır; Ayasofya’nın müze yapılmasının hangi sebeple olduğunu ve ne anlama geldiğini de bilmektedir; 1950’li yılların şartlarında Mısır’da, İran’da olup bitenleri de bilmekte ve gereken uyarıyı yapmaktadır.

Yani, Bediüzzaman ne aslî ve en birinci dairedeki vazifesini unutarak ‘onuncu daire’deki vazifesiyle meşgul olmuştur, ne de ‘birinci daire’den ötesini gözardı ederek ilgisizlik veya tepkisizlik suretiyle ülke veya dünya siyasetinde zulme taraf ve destek olmuştur. Bilakis, onun hayatının ve eserinin bütününde, bu noktada da bir dengenin dersi vardır.

Onun ayak izlerini takip edenlerin ise, bu denge dersinden hareketle, mü’minleri ve insanlığı ilgilendiren meselelerde Bediüzzaman’ca bir sorumluluğu kuşanmaları şarttır.

Unutulmasın, onun bize bıraktığı miras, ‘müsbet hareket’tir; zulme karşı tavır koyamayan, haksızlığa karşı suskun, dolayısıyla haksızların hesabına yazılan, ‘menfi’ bir ‘hareketsizlik’ değil…

Bu bağlamda Mısır ve Suriye’de yaşananların bizi ne kadar alakadar ettiği veya etmediğini yeniden değerlendirmemiz ve hareket tarzımızı ona göre şekillendirmemiz gerekmiyor mu?

Metin Karabaşoğlu

Moral Dünyası Dergisi

500 Bilim Adamı İstanbul’da Nübüvveti Konuşacak

22-24 Eylül tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşecek olan “Nübüvvet” konulu 10. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna dünyanın birçok ülkesinden bilim adamları geliyor.

İtalya, Somali, Brunei, Güney Afrika, Suriye, Mısır, Irak, Cezayir, Fas, Tunus, Kırgızistan, Rusya, Burkino Faso, Uganda,  Nijer, Nijerya, Yemen, Suudi Arabistan, Ürdün, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Filistin, Malezya, ABD, Almanya, İngiltere, Avustralya, Romanya, Endonezya, Sudan, Azerbaycan, Malezya, Singapur, Filipinler, Lübnan, Moritanya, Kırım, Türkiye ve daha birçok ülkeden, 13 ü bayan 83 ü erkek toplam 96 tebliğci, 300 ün üzerinde gözlemci katılıyor. Ayrıca gözlemci olarak da 50 kadar bayan akademisyen geliyor.

İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından düzenlenen “Hakikat Arayışında Nübüvvetin Rolü: Risale-i Nur Perspektifi” konulu sempozyum için gelen bilim adamları Peygamberlerin insanlığın yolunu aydınlatmada üstlendikleri ilahi vazifenin önemine dikkat çektiler.

ÜRDÜN , Ehl-i Beyt Üniversitesinden Prof. Dr. Ziyad Halil Al Daghamin :

RİSALE-İ NUR NÜBÜVVETİN GEREKLİLİĞİNİ EN GÜZEL DELİLLERLE AÇIKLIYOR

Sempozyuma Ürdünden katılan  Prof.Dr. Daghamin tebliğinde Risale-i Nur’un kâinat kitabının tarifini ele aldığını bununla birlikte kâinatın varılması gereken maksatlarından Allah’a imanı, Tevhidi, Ahiret’e imanı, nübüvvetin gerekliliğini, peygamberlere imanı ve insanın şükür’e erişmesini en güzel delillerle açıkladığını ifade etti.

Bedizzaman Said Nursi’nin nübüvvet konusuna bakışı hakkında dünyanın farklı ülkelerinde bulunan akademisyenlerin görüşleri şöyle;

PEYGAMBER SÜNNETİ BÜTÜN DERTLERE ÇARE

Nübüvvet sempozyumuna Cezayirden katılan Prof. Dr. Rabah Dafrur, tebliğinde şu görüşlere yer verdi:

“Bediüzzaman Hazretleri, Peygamberimizin Sünnetinin insanın bütün hayatının bütün yönlerini şümullü bir şekilde ele aldığını ve bütün problemlerine çözüm getirerek bütün dert ve hastalıklarına çare olduğu tasavvurundadır. O; Sünnetin desturlarının ruhi, aklı, kalbi ve sosyal bütün hastalılara en güzel ilaç olduğunu ispat eder.”

GÖRDÜĞÜMÜZ GÜZELLİKLER YARATICININ GÜZELLİĞİNİN GÖLGELERİNİN GÖLGELERİDİR

 Yıldız Teknik Üniversitesinden  Rasim Soylu etrafımızdaki güzelliklerin kemal sahibi bir yaratıcıdan geldiğini belirterek tebliğinde şunları kaydetti.

“Bediüzzaman sevdiğimiz şeylerde gördüğümüz güzellik ve mükemmelliğin, sonsuz güzellik ve kemal sahibi bir yaratıcının güzelliğinin çok perdelerden geçmiş zayıf bir gölgesi, hatta gölgenin gölgesi olduğunu söyler.”

ABD Trinity Enstitüsünden Robert Owens Scott tebliğinde Bediüzzaman’ın bakış açısından peygamberliği kalema aldı.

‘‘Said Nursi egemenlik, istismar ve şiddet sistemlerine yol açan saptırmalara peygamberliği bir siper olarak görmektedir. Said Nursi’ye göre peygamberler lider ve eğitimcilerdir. Onların rolleri insanları İlahi irade doğrultusunda bir düzene getirmektir.’’

İNSANLIĞIN NÜBÜVVETE OLAN İHTİYACI YERYÜZÜNÜN GÜNEŞE OLAN İHTİYACI GİBİDİR

Sempozyuma Hindistan Jamia Millia Islamia Üniversitesinden katılan öğretim görevlisi Prof. Dr. Iqtidar Mohammad Khan tebliğ metninde Bediüzzaman’ın diğer İslam filozofları gibi karmaşık bir dil yerine kolay ve anlaşılır bir dil kullandığını kaydetti.

Khan ayrıca tebliğ metninde Kur’an’ın temel gayelerini ele alarak şunları kaydetti.

‘‘Bediüzzaman’ın nübüvvet hakkındaki görüşleri, diğer İslam filozoflarının görüşlerine kıyasla oldukça nettir. Kur’an’ın mesajını ve nübüvveti anlatırken diğer İslam filozoflarının kullanıldığı karmaşık dilin aksine kolay anlaşılır bir dil kullanmıştır. Üstad Bediüzzaman “Kur’an’ın temel gayeleri dörttür; tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet” der. Buradan da anlaşılacağı üzere nübüvvet Nursi’nin fikir ve eserlerinde önemli bir yere sahiptir. Nursi, insanlığın nübüvvete olan ihtiyacını yeryüzünün güneşe olan ihtiyacına benzetir. Çünkü peygamberler insanlığın önderleridirler.’’

BÜTÜN PEYGAMBERLER AYNI MESAJI VERMİŞTİR: YARATICI BİRDİR VE TEKDİR

ABD Virjinya İlahiyat Okulundan Nübüvvet sempozyumuna katılan Prof. Dr. David Scott tebliğ metninde şu önemli konuları ele aldı:

‘‘Allah’ın tüm peygamberlerinin insanlığa bildirdiği esas mesaj, Yaratıcının birliğidir. Bütün peygamberler aynı mesajı vermiştir: Yaratıcı birdir ve tektir. Bu mesaj hayatın özüdür. Bu, post modern insanlarla iletişime geçerken yararlanılacak en önemli husustur çünkü bu gibi insanlar hayatın manasını ararlar. Ve mana ve birlik temelde birbirleriyle bağlantılıdır.’’

 

NÜBÜVVET TARİHİN ŞAH DAMARINA HAYAT VE CANLILIK VERDİ

Mısır Zegazig Üniversitesinden tebliğ metnini sunan Usama Abul Abbas Şahvan kurumak üzere olan tarihin şah damarına hayat ve canlılık veren şeyin tanımını şöyle yapmaktadır.

‘‘Nübüvvet Bediüzzaman’ın fikrinde çökmek üzere olan zamanı ayakta tutan, yükselten ve ona direnç kazandıran bir güç, kurumak üzere olan tarihin şah damarına hayat ve canlılık veren, aydınlatan ışıltılı, parlak,  nurani canlı bir kandır.’’

ÜSTAD NURSİ AKLÎ DELİLLERLE NÜBÜVVETİ İSPAT ETTİ

10. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna Suudi Arabistan Kral Halid Üniversitesi’nden katılan Prof. Dr. Ali Bin Hüseyin Musa tebliğ metninde Nübüvvetin ispatını kalema aldı.

Üstad Nursi aklî delillerle nübüvveti ispat etti. Bu konuya daha önce âlimler böyle yaklaşmamıştı. Beşeri hayatta birçok ilim vardır; tıp, astronomi gibi ve sair mevcut ilimler. İnsanın bu ilimleri öğrenmeden bilmesi çok zordur. Yani bir rehberden öğrenme olmadan mümkün değildir. Vahiy yoluyla Allah öğretti. O zaman bilim, vahiy ile olur.

Prof. Dr. Musa nübüvvetin Hz. Muhammed (s.a.v)’in yüksek ahlakı, güzel nitelikleri ve onun kişisel özellikleriyle ispat edileceğini üzerinde vurgu yaptı.

Nübüvvet sadece mucizelerden ibaret değildir. Kişisel örnekler ile nübüvvet ispat edilebilir. Yani Hz. Peygamberin yüksek ahlakı, eşsiz kişisel durumu, güzel nitelikleri, iyi davranışları, nübüvvetin doğru olduğunun delillerinden birkaç tanesidir. Üstat şöyle diyor:

“Zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-yı gàliyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti, dâvâsında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.”

SEMPOZYUMA BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN HAYATTAKİ TALEBELERİ DE KATILACAK

Sempozyumun açılış oturumu 22 Eylül Pazar günü saat 10:00’da Ataköy Sinan Erdem Spor Kompleksi’nde yapılacak.

Sempozyumun oturumları ise 23 ve 24 Eylül günlerinde Yeşilköy Wow Hotel Convention Center salonlarında devam edecek.

Üç gün sürecek olan Uluslararası Sempozyum boyunca, dünyanın dört bir yanından gönderilen 400 tebliğ arasından seçilen 96 tebliğ sunulacak ve müzakere edilecek. Nübüvvet sempozyumuna Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebeleri de katılacak.

Sempozyuma 40’ın üzerinde ülkeden gelen akademisyenler tebliğleriyle katılıyor.

www.nubuvvetsempozyumu.com

İSTANBUL İLİM VE KÜLTÜR VAKFI
Kalenderhane Mah. Cüce Çeşmesi Sok. No:6 Vefa Fatih / 34134/  İstanbul
Tel :90212 527 8181 Fax:90212 527 8080
Web site: www.iikv.org     E-mail: iikv@iikv.org