Etiket arşivi: Mona İslam

Kürtaj tartışmalarına dair

DÜŞÜNEN VE bilgi sahibi olan adamlardan şunu duyduğumda hayret ediyorum “Kendi bedeni kimse karışamaz” Bu hümanizmle ortaya çıkan ve gayet yaygın bir düşünce tarzı, biliyorum. Ama hümanizmle ortaya çıkan paradigmaya ait bu düşünce tek başına ele alınıp keyfi yorumlanınca, bizdeki gibi vahim durumlar ortaya çıkıyor. Biz tüm düşünce sistemlerine eklektik yaklaşıyoruz. Aslında bütünüyle pragmatist olduğumuz söylense yeridir.

Hümanist entellektüeller “İnsan bedeni ona aittir” derken tutarlı iseler hümanizmle ortaya çıkan insan haklarını da kabul etmeleri gerekmez mi? İnsan haklarından birincisi yaşama hakkı değil mi? Hani birinin özgürlüğü başkasının özgrlüğünün başladığı yere kadar idi. Bunu bize boşuna mı ezber ettiler. Kürtaj talep eden kadının bedenindeki bebek başkası değil mi? Onun özgürlüğü ötekininki ile çatışmaya gittiğinde devlet müdahalesi neden normal karşılanmıyor? Zaten modern devletin görevlerinden biri bireylerin birbirlerinin özgürlük alanlarına müdahale etmesini önlemesi değil miydi? Müdahale edince neden kıyamet kopuyor?

“Kendi bedenim ne dilersem yaparım” anlayışının sahipleri neden uyuşturucunun açıkça 18 yaş üstüne eczanelerde satışını savunmuyorlar, uyuşturucu kullanmayı talep edenlerin kendi bedenlerine ne alacakları konusunda özgürlüklerine neden karışıyor, bu konuda bir yasak bir zorlaştırma istiyorlar. Neden devlet birtakım ilaçları reçeteye bağlıyor ve buna ses etmiyorlar? Neden ötenazi hakkını savunmuyorlar, yahut intihar etmek isteyene koşturan polis iftaiye güçlerine “Oturun oturduğunuz yerde kendi bedeni atarsa atsın” demiyorlar. Çünkü onlar da yaşam ve ölüm meselesinde kararın bir insanın iki dudağı arasına sıkıştırılmayacak denli mühim olduğunu biliyorlar.

Tecavüz mağdurları nazara veriliyor. Bu ülkede yalnız tecavüz mağdurları kürtaj olmuyorlar ki. Birçok durumda evli barklı kadınlar “istemiyorum” keyfiliği içinde kürtaja başvuruyor, birçok insan cinsel hürriyetini hoyratça kullanırken dikkatsiz ve savruk yaşamının bedelini bir bebeğe ödetiyor. Sorduğunuzda “Keyfimin kahyası mısın?” tarzı yaklaşımlarla cevap veren bu kimseler keyiflerine bir ölüm kalım meselesinde müdahale etmekte haklı olduğumuzu aslında biliyorlar. Göksel bir iradeyi dinlemeseler de kendi vicdanları da hoyratlıklarının bir sınırı olması gerektiğini onlara söylüyor,ne yazık ki onu da dinlemiyorlar.

Kuşkusuz kimi zaman kürtajı gerekli kılacak zor durumlar olabilir. Annenin hayatının bebeğin hayatından daha mühim olduğu da genel bir kaidedir. Ancak bu kadar keyfilik de olmamalı.

Benim nazarımda zaten beden insana ait değildir, emanettir, insan onu sokakta bulmadı, çarşı pazardan almadı, bir tezgahta dokuyup emek vermedi. Ona lütfedildi. İnsanın bedeni üzerinde keyfe ma yeşa söz sahibi olması, dilediği gibi tasarruf edebilmesi mümkün değildir. Zira sadece mülkün sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder sahip de Allah’tır. Ancak biz Onun bize izin verdiği dairede tasarruf ederiz. Müminlerin birbirlerine emri bil maruf nehyi anil münker yapacak derecede müdahale hakları vardır. Devletler de bu müdahale hakkının keyfilikten çıkıp başka bir totaliterliği dönüşmemesi için kurulu organizasyonlardır,müdahalenin adabına uygun yapılması için vardırlar. Müdahale ise kişinin kendi bedenine nefsine yaptığı yahut ötekine uyguladığı zulmün dozu ile orantılı olarak yumuşak ya da bağlayıcı müdahale olabilir. Yasaklar yaptırımlar cezalar burada devreye girer.

İtikadımca “Beden emanettir, insan ise kuldur”. Herkesin böyle düşünmesi beklenemez elbette, bu bir iman meselesidir. Bizim akıl temelinde iman eden etmeyen herkese söyleyecek bir sözümüz olmak durumundadır. Bu da adaletin gereğinin yapılması gerekliliğidir. Bu yüzden müslümanların toplumsal meselelerde aklın ve vicdanın dilini kullanması herkesle konuşulabilecek bir zemin araması tabiidir. Zaten selim akıl ve örselenmemiş vicdan kulluk bilinci ile çelişmez. Öyleyse referansımıza vaaz edilmiş ahlakı ya da insan vicdanında sezilen bilinen maruf ahlakı seçmek durumu değiştirmez.

Kürtaj talep eden insanların cinsel özgürlük adına keyfi hareketlerde bulunurken sonuçlarını da düşünmesi, her doğum kontrolünün bir yüzdesi olduğunu bilip risk aldığını idrak etmesi, aldığı riskin de önüne çıkarsa bedelini ödeyeceğinin farkına varması lazımdır. En az sigarayla savaşan vakıflar kadar kürtajla savaşan vakıflar olmalı, bu konuda daha az zarar olmadığına göre insanlar duyarlılığa çağırılmaldır. Bir bebeğin hayatı elinden alındığında insanlar toplum tarafından en azından kınanacaklarını bilmelidirler. Bunu “benim bedenim” hoyratlığı içinde sanki bademcik ameliyatı gibi sunmaları yanlıştır. Kürtaj yasaklanmasa bile zorlaştırılmalıdır. Nasıl ki yeşil reçeteli ilaçlar ile ilgili olarak bazen heyet raporu gerekiyor, kürtaj talep edene hem yaşamı boyu olduğu kürtajların sayısında, hem de kürtajı talep ettiği zamandaki yaşam koşullarına bakarak sınırlama getirilmelidir. Bazılarına izin verilmeli, bazılarına verilmemelidir.

Böylece insanlar bu işin o kadar kolay olmadığını bilir ve ona göre yaşamlarına her nasıl yaşamak istiyorlarsa özgürlüklerine çeki düzen verirler, bir sınır getirirler. Bu sınır başkasının yaşamını riske atmama sınırı olmalıdır. Hele bu başkasının bir bebek olduğu unutulmamalıdır. Cenin diye söz ettiklerinin, doğmasına izin verseler şipşirin bir bebek olacağı yaşama katılmak isteyen bir ruh olduğu, Allahın dünyaya getirmeyi murad ettiği bir canlı olduğu unutulmamalıdır. Ancak Onun izin verebileceği, akıl sahiplerinin uzlaşabileceği, adalet isteyen vicdanların kabul edebileceği, merhametleri kanırtmayacak bir yol bulunmalıdır. İnanan ve inanmayan herkes için.

Vicdan nasıl ki kürtajı talep edenlere salık verdiğimiz bir ilke ise bizim için de geçerli bir ilkedir. Vicdanla baktığımızda farklı farklı hayatlar içinde bazen çözülmesi mümkün olmayan ancak makasla kesmekle müdahale edilebilecek türlü problemler görürüz. Kürtajın çözülemeyen düğümde bir makas müdahalesi olduğu açıktır, ancak bu müdahalenin kimi zaman zaruri olduğu da çıktır. Bu zaruret bedensel, psikolojik veya sosyal bir zaruret olabilir. Gerçekten sıkıntıda olan insanları kürtajdan daha büyük bir risk olan intihara sürükleyebilir. Bir çok hayatları etkileyip darmadağın edebilir. Kesin bir yasak da adalet değildir. Burada “doğursunlar devlet bakar” uslubu da bir başka hoyratlıktır.

Bizim vicdana herkes için ihtiyacımız var, başkalarını vicdana ve akla çağırdığımız ölçüde kendimize de bunu salık vermeliyiz. Başka hayatlarla empati kurmayı bilmeden bir zulmü önlemek adına başka bir zulme sebep olma ihtimali var. Burada niyetimizi sorgulamamız gerek. Niyetimiz gerçekten adalet ve merhamet mi yoksa kendi yaşam biçimimizi ötekine dayatmak mı? Çünkü İtikadımızca “La ikrahe fiddin” (Dinde zorlama yoktur) kaidemizce buna iznimiz yok. Kul izin dairesinde iş görür. Birşeyi zorla yaptırmak, yahut büsbütün ucunu bırakmak iki uç durumdur, bizim itidale ihtiyacımız var. Meselelerimizi akıl zemininde tartışmaya biz müslümanlar da talimli değiliz. Akıllarımız eğitimli değil. Sanırım çözmemiz gereken bir düğüm de burada bulunuyor.

Mona İslam

Karakalem.net

Zikir Sizi Var Kılar

ZİKİR BİZİ var kılar. Biz Onu zikrederiz, O da bizi zikreder. O bizi zikredince var oluruz. Varlık Onun bizi zikrinden başka ne ki? Gerçi bizim Onu zikrimiz de Onun bizi zikrindendir ya. Var olmasak nasıl zikredeceğiz? Demek önce O bizi zikreder. O bize “ol” der. Zikreder. Biz ise olur olmaz “Elhamdülillah” der ve Onu zikrederiz. O bizim ismimizi anar, kendinden bir isim verir bize, biz Onun isimlerini anarız. İsmimiz de Ona aittir. Biz Onu en çok bize verdiği isimle anarız. Her bir elhamdülillah ardından bize yeni bir varlık kategorisi bahşeder. Elhamdülillah.

Füsus-ul Hikem’de Zekeriya fassı “Zekeriyanın Rabbini zikredişi ve zikri sonucu ona Yahya’nın verilişi” zikrin bizi var kıldığı bağlamında anlatılır. Allah Meryem suresine “Bu Zekeriya kuluna rahmetin zikridir” diyerek başlar. Allah Zekeriya’yı anar, anması Onun rahmetindendir,önce O anar, sonra ayetler “Hani o sessizce Rabbini anmıştı” diyerek devam eder. Önce Allah Zekeriyayı anar, sonra Zekeriya Allah’ı anar. Zekeriya’nın anışı sessizdir, aczini ifade eder. Allah’ın anışı rahmettir, kudretini ifade eder.

Zekeriya Rabbine şimdiye kadar dualarında hiç boş çevrilmediğini söyler, yani hamdeder, kuşkusuz her kulun duaları surette kabul veya reddedilir, bazen de ertelenir, bazen dua daha iyisiyle kabul edilir, bazen ahirete bırakılır, ancak her halde duaya cevap verilir, bu her hal, hamdedilmesi gereken kabulde de redde de en hayırlısı buymuş diyebilen imanın belirtisidir. Zekeriya imanını ikrar eder. O samimidir. Hakikaten de her zaman dua etmiş, netice ne olursa olsun hayır bilmiş, hasılı hiç eli boş dönmemiştir. Sonucu hayır bilmek eli dolduran şeydir.

Allah ona Yahya isminde bir oğul müjdeler. Allah ona hem varlık verir, hem de bir isim. Bu bizim için de geçerlidir. Her kul Allah’a teveccüh eder, bu teveccühn sonunda her kula Allah onun mizacına göre bir şey verir. Bu İbrahim’de Haliliyettir, o ona yzünü semavat ve arzın Fatırına çevirmesi ile kavuşmuştur, bu Meryem’de Betül oluştur, o buna tebettülü sayesinde kavuşmuştur. Zekeriya’da ise hafi bir zikre verilen karşılık Yahya’dır. Bu bizim için şu anlama gelir, siz acz içinde en olmayacak şeyde dahi Rabbi hafi olarak zikrederseniz, o size Hayy ismi ile tecelli eder, size bir yeni yaşam imkanı açar, mertebe-i hayatınızı yükseltir, nasılı, kişiye göre değişir. Her tevacüde(vecde yönelim), bir vecdle(bulmak) mukabele edilir.

Herkes var olmak için birşeylere tutunur. Tutunabileceklerinizin en sağlamı zikrullahtır. Herkesin Onu zikredişi de farklı farklıdır. Ancak yollar ne denli farklı olursa olsun Gaye-i Yegane O olunca sonucun hayır olması kaçınılmazdır. Çünkü Hayır bütünüyle Onun elindedir. Yalnız Onun sizi hatırlaması sizi var kılmaya yeter, Onun sizi bilmesi sizi var kılar, O sizi biliyordu, vardınız, bilecek, var olacaksınız.

Onun sizi anmasını, bilmesini salt tenzih makamında anlamayın, tüm zişuurun sizi anması, bilmesi, Onun tezahüründen başka değildir.

Biz anılmamaya bilinmemeye anlaşılmamaya dayanamayız. Bu bir kusur değildir. Çünkü O da anılmak, bilinmek, anlaşılmak ister. Biz Onun yansımasıyız. Anılmak, bilinmek, anlaşılmak, hatırlanmak arzumuz, Onun bu yöndeki arzusunun bir tezahürüdür, hem anılmamızın hem anılmasının. Yani hem “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” madem ki anılmak istiyoruz öyleyse anılacağız. Hem de bunun illeti enemizin kıyası ile hasıl olur ki, O da anılmak ister, anlarız, Onun isteğine mukabele eder Onu anarız, andıkça var oluruz, çünkü andıkça anılırız.

Bazıları insana ilişkin her durumu çözebilecek bir tek anahtar kavram peşindedir. Bazıları bu kavramı zanlarınca bulmuştur. Sihirli bu kavram onların her duruma gösterdikleri bir jokerdir. Bir meselede ne zaman tıkansalar, meseleyi açıklamayasalar o kavram kartını çıkarırlar. Bilmiyorum dememek için yaparlar bunu…

Yahut çok zahmete girmek çok yorulmak istemezler, her duruma ayrı ayrı düşünüp bir neden bulmak yorucudur. Her nedenselliğe bu joker kavramı göstererek cevap bulduklarını sanırlar, bu onların aklından değil, kolaycılıklarından yahut o kavrama ilişkin tutkularındandır.

Ama her duruma cevap verseler de her duruma gerçekten cevap olamazlar. Anahtar kavramları o kadar büyük değildir.

Gerçekten akıllarıyla hareket etselerdi, insani her duruma kaşı bulunabilecek “aşk”, “ölüm”, “acz” gibi tek bir kavram olmadığını bilirlerdi. Çünkü gerçekten faal akıl kendi çaresizliklerini, sınırlarını, çözümsüzlüklerini de bilir. Çünkü vahye tabi akıl bize şunu söyler, madem ki insana tüm isimler verilmiştir, her durumu bir kavramla açıklamaya çalışmak beyhudedir. Her duruma karşılık gelen bir başka isim vardır. O olayın anahtarı odur.

Her insanın, her durumunu açıklayan başka bir isim vardır dedik. Ancak herşeyin birliği de aşikardır. O halde bir üstçatı kavram olmalıdır. O ancak Allah’tır. Çünkü sadece Allah kelimesi insan kelimesinin tüm nedenselliklerini açıklamak için yeterince geniştir. Aksi taktirde her şeye bir kavramla cevap veren adamlar yalnızca kendilerini tatmin eder, o kavramın taraftarı olmaktan öteye gidemezler.

Hareketleri bütünüyle duygusaldır, hikmetten uzaktır.Tembelliktir. Kolaycılığa sapmaktadırlar her sebepliye ayrı bir sebep bulmak zor gelir onlara. Kullanmaya, zikretmeye üşendikleri diğer isimler, onlara kızarlar.Kızgınlığın sonucu da o isimlerin hükmettiği manalardan ve bir sürü varlık imkanından mahrum kalmaktır. Ceza suça uygun verilir.

Bir de bakışları asla tenzihten teşbihe gelemeyen, bu ikisini dengeleyemeyen adamlar vardır. İsimleri zikrederler ama salt tenzih makamındadır zikirleri. İnsanın tüm azaları, latifeleri ile mutlâka soyuta, tenzihe yönelemeyeceğini, bazı latifelerin teşbihi istediğini anlayamazlar. Onlar bu latifelerini aç ve kıvranarak bırakmayı erdem sanırlar. Onlar dünyayı, bedeni, maddeyi sakil görürler. “Oysa madde mananın zuhuru için büyük bir imkandır, keşke bilselerdi.”(Konevi) O zaman “Dünya annemizdir, üzerimizde ahirete göre öncelik hakkı vardır”(Arabi), Sıla-i rahim dünya ve içindeki herşeyle yapılır(Konevi)anlarlardı. Bu Allah isminden kaynaklanır,Allah kendine gelen yolu tenzihle teşbih arasına koymuştur. Gerçek tevhid mahlukatı ayrı Allahı ayrı görmekle değil, doğrudan ya da dolaylı tasarruf edenin hep O olduğunu görmekle olur. Aleme meyledişimiz de teşbih makamında Ona meylediştir, sadece farkında olmak meyledişin ibadet olması için yeter, zira ibadette niyet şartı vardır. Ah keşke anlasalar.

Üstçatı kavram olarak Allah kavramını kullanmak da kullanıcısına bağlı olarak işlevseldir, kullanıcı bu kavramın ne demek olduğunu bilmezse onu kullanamaz ki, mesela “Allah bize yeter” der, ama ya Onun zatı bize yeter demek ister, ki bu yanlıştır, biz Onun zatına muhatap değiliz. Onun zatı kendine dönüktür, alemden müstağnidir, alemden yani senden, senle ilgisi yoktur. Ancak ve ancak kalbinin sır dediğimiz en derin yerinde bir şey Onun zatına yönelir ve tutunur. Bu ise dışarıda imanla bağlananın imanının tezahürleri biçiminde görünür. Ne zata ne sırra akıl erir.

Ya da bunu bir isim için söylerler mesela Rahim ismi “şefkat” bize yeter derler aslında, Allah bize yeter derken, ama bu da doğru olmaz. çünkü tüm isimlerle isimlendirilmiş insana bir isim yetmez, insan sürekli olarak “daha yok mu(hel min mezid) diyerek gezer.

Bu sebeple onu sadece Allah mutmain eder, ona sadece Allah yeter. Sadece bu kelime tüm isimler, tüm tezahürler, tüm tecelliler, tüm haller, tüm varlıklar demektir. Allah kelimesini alemden ayrı düşünmek, kelimeyi anlamamaktır, alem o kelimenin zuhurudur.

Allah bize yeter, bize ancak herşey yeter demektir. Alem ve içindekilerin hepsi, alemin öncesi, şimdisi ve sonrası, dünya ve ahiret, sevdiklerimizin hepsi, latifelerimizin hepsi, onlara gıda olan durumların, hallerin hepsi, aleme dair manaların ve hikmetlerin hepsi, onda tezahür eden isimlerin hepsi, o isimlerin kendisinde cem olduğu makam Allah bize yeter, demektir. Allah bize yeter, hakikatinde “İnsan kadar açgözlü bir varlık yoktur, bu onun yapısındadır, onu ancak sonsuzluk doyurur” demektir. Sonsuzluk ise şimdiden hali değildir. Bilakis şimdiyi de tüm şimdileri de içerir.

Şimdi “zikrullah bizi var kılar” demek başka bir anlamlı oldu. Biz aslında farkına varsak da varmasak da hep Allah’ı anarız. Bir sürü kelime sayabiliriz zikrederken, kimi ev der, kimi araba, kimi sevgilisini söyler, farkında değiller, aslında her biri bir ismin vechinden Onu anar. Hamdin tümü Ona döner. Allah kendisinden başkasına ibadet edilmemesini, yinelinmemesini yazmıştır. İbnül Arabi’ye göre bu tekvini bir ayettir. Putperestin tapındığı imge de Onun bir isminin bir zuhurudur. O da aslında Ona tapmaktadır. Ama insan için kıymet-i harbiye ancak şuurladır. Şuur yoksa, neye yöneldiğinde kime yöneldiğini bilmiyorsan, hakikati Ona dönse de, bu zikir senin için bir şey ifade etmez.

Her durumumuz onun bir ismine tekabül eder her durumumuz Allah’lıdır. Her neredeysek O bizimledir. Süreklidir anışımız kesinti yoktur. Her nefeste “hu” der gibi anarız hüviyetini, tüm varlığa aşkımız, Ona aşkımızdan baka bir şey değildir. Çünkü varlık Onun hüviyetidir. Hüviyet Onun zuhurudur. Biz de Onun bir zuhuruyuz. Bu yüzden kendimizi de severiz. Hakikatte Ondan başka kimseyi sevmeyiz, ancak bazen bunu farkedemeyiz.

Fark edememe durumu farktan hasıl olur. Biz mahlukatı ayrı Onu ayrı telakki ettiğimizde, mahlukata bir sevgi Ona bir sevgi paylaştırılır, sonra sevginin hepsini ona yönelteceğim derdine düşülür, oysa geride bıraktığın kimdir. Mahlukatta görünen kimdir?

Aslında ikilik yoktur, sadece fark ehli onu iki görür.İnsan her nereye dönerse Ona döner, her neye yönelirse Ona yönelir, her neyi severse Onu sever, her neyi bilirse aslında Onun bir yönünü bilir. Varoluş çabalarımızın hepsi zikrullaha dahildir. Biz onlara boş iş demedikçe de hükümleri boş olmaz.

Not: Zikrin insanı var kılması ile ilgili tafsil için Füsus-ul Hikem’de Zekeriya fassına, ve şerhlerine bakmak iyi olur.

27/02/2012

© 2010 karakalem.net, Mona İslam

Sadece Hak vardır, Ne Güzel!

BAZEN HİKMETLİ olduğu zannıyla söylenmiş, insanı ümitsizliğe sevk eden sözler okuyorum. “Alemde vefa yoktur” gibi. İlk anda tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. İçini acıtıyor. Önceleri bu silleyi tedip sillesi sanırdım, nefsimize vuruluyor addederdim, ancak şimdi anlıyorum ki insanın asıl içini sızlatan şey söylenen sözün içindeki esma-i ilahiye zıt oluşu. Bu zıtlık cehennem azabı gibi bir acı doğuruyor. Söylenene inandıkça daha da bedbaht oluyorsunuz.

Neler söylüyorlar? “Aşk diye bir şey yoktur”. “Bu dünyada adalet yoktur” ila ahir. Söyleyenlerin niyetini anlamakla birlikte bu sözleri maksadını aşmış buluyorum. Öncelikle bir şeyi yerli yerine koyalım. İnsan tümüyle var olmayan bir şeye varlık kisvesi giydirmez, yoku var etmez. Yahut tümüyle batıl bir şeye tutunmaz. İnsanın tutunduğu herşeyde bir dane-i hakikat bulunur. İnsanın sezgileri latifeleri tümüyle yanılmaz. Bu yüzden hiçbir söz tümüyle yanlış değildir, hiçbir insanın inancı tümüyle batıl değildir.

Sufiler Hak ismini izah ederken şöyle derler. Hak Allah’ın alemdeki zuhurudur. Hangi isimle nereden zuhur ederse etsin, zuhur eden Hak’tır. Bu yüzden biz Allah’ın Zât’ını değil Hakkı bilebiliriz. Çünkü zuhur edendir Hak. “Her şeyi Hak üzere yarattık” demenin anlamlarından biri de budur.

Varlıkta ortaya çıkan herşey Hak’tan zuhur edince. Aslında batıl yoktur. Hakkın zuhurunu algılayamadığımızda verdiğimiz bir isimdir batıl. Yukarıda sözünü ettiğimiz anlamda görebilen göze herşey Hak’tır. Bu isim açıklaması bile sufilerin herşey Allah’tır demek istemediklerini aşikar eder.

Bu zaviyeden bakarsak, en batıl sandığımız putperestlik dahi esma-i ilahinin yanlış anlaşılmasından zuhur etmiştir. Yoksa insanlar salt tahta ve taş diye bir şeylere tapmamışlar, onlarda bazı esma-i ilahinin zuhurunu sezmişler, sezgilerini akla dökerken hatalı tevil yapmışlardır. O hata düzeltilirse sırf inat olmamak kaydıyla putperestlik bile düzeltilebilecek, doğruya yöneltilebilecek bir hatadır.

İşin en kötüsünü zikredersek onun üstündekiler ona kıyasla daha iyi anlaşılır. Alemde saf batıl yoktur, hakaik-i nisbiye vardır. Hakikat bazen hayal ve vehim perdesi altına girer, bazen aklın kimi bağları onu sınırlar ve böylece perdelenir, hak batılmış gibi görünür. Oysa var olan tek şey Hak’tır.

“Hak birdir ama tadad eder” der Bediüzzaman. Cüz-i aklımla bu külli cümleden bu yaşım itibariyle anladığım şudur. Allah’ın varlık tecellisinin zuhuru birdir. Üstad bunu anlatmak için güneş ışığı örneğini verir. Dünyaya düşen ışık birdir, fakat düştüğü cismin mahiyetine göre renklenir, çeşitlenir. Hakikatte ışığın içinde renkler vardır, ancak zuhuru için bir cisme çarpması lazımdır. Cisme çarpınca cismin kabiliyetine göre bir ya da birkaç dalga boyunu yansıtır, böylece ana renklere veya ara renklere dönüşür. Bazen de ışık tümüyle geri yansıtılır ki o vakit beyaz olur. İnsan-ı kamil’in rengi beyazdır. O güneşten aldığını kırmadan tümüyle yansıtır. İnsan da Allah’tan gelen tüm isimleri geldiği biçimde yansıtırsa ona hakiki manada halifetullah denir. Ancak vakıa odur ki biz genellikle bir veya birkaç ismi yansıtırız, ya da diğer isimler o birkaç ismin gölgesi altında silik ve sönük kalır.

Hakk’ı yansıtmak sanıldığı gibi sadece merhametli olmak, adil olmak, güzel olmak gibi insana ilk bakışta sevimli gelen sıfatlarla ilgili değildir. Bir katil Allah’ın Mumit ismini yansıtır. Bir asker, bir cellat, bir kasap, bir böcek ilaçlayıcısı hep Mumit isminin zuhurlarıdır. Bunlardan kimi Adl ismi ile beraber zuhur eder ki ona “Adam görevini yapıyor” deriz. Yahut Adl ismi olmadan zuhur eder “Adam katildir, zulmetti” deriz. Ancak her halde adam bir ismin zuhurunun dışına çıkmamıştır. Yani O da Hakk’ın bir tecellisidir.

Tuzak kuran bir insanı düşünün, bunu avcılık için, savaş taktiği için, yahut başka bir doğru amaç için kullanmış olabilir, yahut tuzak kurma yanlış yerde kullanılmıştır. Her hal-ü kârda Allah “Tuzak kuran” ismi ile onda zuhur etmiştir.

Kıskanç birini düşünün, bu onu hayırda yarışmaya, daha güzelini yapmaya, yahut ona emanet edileni korumaya da yöneltebilir, ki bu durumda Gayret ismi Adl ismi ile beraber zuhur etmiştir. Yahut başkasına emanet edileni cebren elde etmek şeklinde zuhur edebilir, bu durumda Cebbar ismi ile birlikte zuhur etmiştir ancak içinde Adl ismi yoktur. Görünen hoşunuza gitsin ya da gitmesin Hakk’ın zuhurudur. Allah’ın sıfatlarını tek tek bilebilmemizin yegane yolu da bu zuhurlardır.

Hak bir iken önce isimlere göre çok olur, sonra üzerinde yansıdığı aynalara göre zuhuru az ya da çok olur. Böylece biz Bir’i çok görürüz.

İnsan ilişkilerine bakarsak, hiç kimse bir diğerine karşı bütünüyle haklı değildir, diğeri de ona göre bütünüyle haksız değildir. Belki biri Hak ışığından biraz daha gölgede kalmıştır, Ancak gölge bile ışıkla var olan bir şeydir. Işığın zıttı değildir. Bunu düşünerek insanlar arası insaf düstur edinilebilir. Düşüncede insaf, sözde insaf, ilişkide insaf. İnsaf nısftan gelir ve bir şeyi yarı yarıya paylaşmak demektir. Bu birinde yok diğerinde var olan bir dengesizliğe değil, her iki tarafta da var olan bir dengeye işaret eder. İlişkiler de bu şekilde bir diğerini yok etmeden var olabilir.

Yukarıdaki örneğe gelirsek, “Alemde vefa yoktur” diyebilir miyiz? Kanaatimce hayır. Bu cümle de tümüyle yanlış değildir, görenin gözü Vefa’nın aslına dikilmiş, ve ona nispetle alemde olan her tür vefa tecellisi yok addedilmiştir. Buradan bakarsanız doğrudur. Ama insanın vefa diye bir şeyden söz edebilmesi dahi onun varlığına delildir. Tümüyle yok olan bir şeyden bahs edemezsiniz. Zira kelam ve düşncede varlık bile bir varlık kategorisidir. Ne ki adı söylenir, o vardır.

İnsan ilişkilerinde vefanın yahut adaletin aslına hakikatine yani ism-i Vefi’ye gire perdeli zuhuru vardır denilebilir. Perde, tecelli edenin mazharın aynasındaki kimi lekelere, pürüzlere denk gelmesinden, yahut mazharın eksikliğinden aslını iyi yansıtamayışından kaynaklanır. Ancak madem ki bir görüntü oluşmuştur, o isim alemde de vardır.

Hiç Allah’ın bir ismi alemde tecelli etmiyor denilebilir mi? Alemde hiç kamil insan da kalmamış mıdır? O zaman kıyamet zamanı gelmiştir de alem lüzumsuz yere mi devam etmektedir? Biz bir şeyi göremediğimizde o yok mu olur? Kanaatimce vefa örneğinde insan ne kadar vefa gösterirse o kadar “Vefa vardır.” Der, ne kadar vefa beklerse o kadar “Vefa yoktur” der. İnsanın bir isme tecelligah olmaktan daha şerefli bir hali olabilir mi? Vefa yokluğundan müştekiler o halde siz vefa gösterin, vefa alemde var olsun.

Siz bunu yokluğundan şikayet ettiğiniz diğer isimlere teşmil edin. Ne bütünüyle dünya kötüdür. Ne burada kemal hiç mümkün değil denilebilir. Ne adalet tecellisi tümüyle ahirete bırakılmıştır. Ne Vefi ve Rahim isimleri sadece ahirette mütecellidir. Kuşkusuz ahiret alemi dünyaya göre tecellinin çok daha yüksek olduğu zuhurun ayan beyan olduğu alemlerdir. Ancak isimleri burada göremeyen orada görmeyi beklemesin diyen bilegelere bakılırsa, burada yansımayı görmek ahirette aslı görmek için şarttır denilebilir. Bu yüzden burada görmek isteyene, vefa da vardır adalet de, aşk da, kemal de. Burada bütün isimler bütün hakikatler vardır, ancak hakaik-i nisbiyedir. Her şey hakaik-i nisbiyenin zuhurudur. Bizim iyi kötü güzel çirkin ayrımımız, hep iyinin mertebeleri güzelin mertebeleridir. Bu yüzden bölmekten vazgeçip hakikatleri tevhid etmek lazımdır. Bu bizi her tür ötekileştirmeden, ayırmadan ve peşi sıra gelen enfüsi ve afaki cehennem azabından koruyacaktır.

Ben öyle demeye gayret ediyorum. Her şey Hak’tandır. Her şey bir hakikatin zuhurudur. Hak Güzel’dir. Böylece her şey güzeldir. Çünkü her şey Onun değişik isimlerle, değişik aynalarda tecellilerinden ibarettir.

Ona buna yoktur, kötüdür, çirkindir demekten vazgeçelim.

Mona İslam

Karakalem.net

İktisad Risalesine Muhtacız

BUGÜNLERDE ZENGİNLİK fakirlik üzerinden ne çok söz duyuyorum. Müslüman zengin olmalı diyor bazıları. Bazıları da paraya savaş açıyorlar. Bu hengamede itidal üzere durmaya, düşünmeye çalışıyorum. Doğrusu nedir? Müslüman nasıl bir yaşam sürmelidir?

Üstadımın birkaç parça eşya ile yaşayan bir adam olduğu hatırıma geliyor. Çay kaşığına bile hürmet ettiği, kırıldığında “Bize çok hizmet etti” dediği eşyanın değerini bildiğini anımsıyorum. Gülümsüyorum. Üstadımın hayali beni Efendimizin hayaline taşıyor. O da geleni dağıtan kendinde mal tutmayan, isteyene herşeyini veren, kendinde yoksa borç bulup yine veren bir güzel örnekti. Hz. Ebu Bekir İslam davasında herşeyini vermişti. Oysa önceleri zengin bir adamdı. Hz. Hatice tüm malını Mekke’deki müslümanların desteklenmesine harcamamış mıydı? Sonunda o Mekke’nin en zengin kadını, yamalı elbise giyecek hale gelmişti. Hz. Ömer ümmetin en fakirinin gelir düzeyini kendine halife maaşı diye bağlamamış mıydı? Hz. Ali kendisine zekat hakkında sorana “Sana göre mi bana göre mi?” diye bir soruyla cevap vermiş, meseleyi “Sana göre kırkta bir bana göre hepsi” diyerek izah etmişti. Gelenek kırkta bire “cimri zekatı” demiyor muydu?

Selef-i salihinin kahir ekseriyeti mütevazi bir hayat sürmüştü. Evet, aralarında Sadreddin Konevi gibi zengin olanlar da vardı. Ama onlar bir ihtiyaç anında mallarının hepsini hemen veriyorlardı. İbnül Arabi babasından kalan mallar ile Endülüs’ün en zengin adamlarından biriydi, herşeyini terk etti, zaman zaman üstünde ödünç elbise olurdu. Bildiğim tanıdığım “büyük” insanlar hep mal ile aralarına ciddi bir mesafe koymuşlardı. Bu bize bir hedef göstermeli değil miydi?

Hedef onlara benzemek, ne kadar yapabilirsek…

Bazıları tek tek zengin sahabeyi veya tek tek zengin velileri örnek veriyorlar, onlar istisnadırlar. “Ümmetin alimlerinin çoğunluğu yanlışta ittifak etmez” ise onların çoğunluğunun mütevazi yaşamı nasıl örnek alınmaz. Bazıları mal elinde ama gönlünde değil diyorlar. Bunu test edilmeden nasıl bilir ki insan? Ben kendimi mal fitnesinden uzak görmüyorum, görene bir şey diyemem elbette.

Biz Nur talebeleri Üstadımızın kademi üzere yaşamayı seçtik. Üstad bize savaşacak üç şey bıraktı:

İhtilaf, zaruret ve cehalet. İhtilaf ile savaşmak her tür etnik, mezhepsel, cemaatsel, sınıfsal ayrımcılıkla savaşmak demektir. Çünk biz ehl-i tevhidiz, işimiz birlemektir. Birlemek sadece söz ile olmaz, eylem de vahdeti gerektirir.

Cehaletle savaşmak, ders halkaları kurmak, kitaplar yazmak dergiler çıkarmak, dershaneler ve okullar açmak, gençlerin eğitimi ile ilgilenmek, her halk tabakasının kadınların, gençlerin, esnafın, talebelerin, okumuş yazmışların ilgi alanına girecek ilim faaliyeti yapmak iledir. Çok şükür bunu epeyce bir yapıyoruz. Cehaleti bitirdik mi? Hayır, daha yolumuz var.

Zaruretle savaşmak ise kanaatimce en eksik kaldığımız alan. Biz İman hizmeti yaptığını iddia edenler olarak Rasulullah’ın “fakirlik küfre en yakın durumdur” diye tarif ve tavsifini biliyoruz, ancak insanların Allah’a isyan edebilecek kadar fakir, muhtaç, yoksun oldukları bir vasatta, bir yandan alabildiğine zenginleşiyoruz. Bölüp dağıtmıyoruz, paylaşmıyoruz, zenginliği kitleye yaymıyoruz. Kendi konforu için gayet rahat para harcayan, bir kafede yahut lokantada kalabalık yiyen içen, gülen, söyleyen ve masaya onca para bırakıp giden kimimiz, yanında çalışan adamın parasını geciktirirken hicap duymuyor. Ona verilen para üzerinden titizlikle hesap yapılırken, alışverişe çıkan hanıma hesap sorulmuyor. Nicedir, birşeyi alırken “ihtiyaç mı?” sorusu sormaz olduk. Mavisi, pembesi, moda olanı, yakışanı, şu markası, filanda gördüğümüzü gözümüzü sakınmadan alıyoruz.

Benim on sene evvel üniversitede bir arkadaşım vardı. Ders aralarında “Haydi çay içelim” derdik. “Bir tane içtim geçen ders arası, bu israf olur” derdi. Dilerim hala aynı titizlik üzeredir. Ben hiçbir zaman onun kadar titiz olamadım, ama onun işaretlediği yere bakıp kendimi sigaya çekiyorum.

Bu incelik arkadaşıma da Üstadımızdan, ondan dersini alan anne ve babasından geçmişti. O tümü nurcuolan bir ailede iktisad düsturu ile büyümüştü. Bana abartılı gelen şey onun için gündelik hayatın dengesiydi. Şöyle derdi: Allah alemde hiç israf etmiyor, biz de etmeyelim. Onu özlemişim…

Tuğrul Efendi ne diyordu sık sık: “Müslümanlık ince insanlık, dervişlik ince müslümanlık…” Bu inceliklere muhtacız. Her yanımızdan kabalık, hoyratlık, incelik yoksunluğu akıyor. Adab bilmiyoruz, usul bilmiyoruz, teeni ile hareket etmiyoruz, düşünmüyoruz. Aceleciyiz çünkü nefsin peşinden gidiyoruz. Nefsi burada ve şimdi tatmin etmek istiyoruz. Oysa yine sufiler der ki “Ateşe odun atmakla ateş doymaz.”

Derdim kimsenin malına mülküne saldırmak, kimseyi hor görmek değil. Evvela nefsimden başlayarak bir uyarıda bulunmaya çalışıyorum. Dileyen benimle birlikte dinler, dileyen bildiğini yapar. Ancak “Yüz aç adamın huzurunda kemal-i afiyetle yenilmez” diyen bir Üstad’ın talebeleri bu hususta hassas olmalıdır. Kanaatim İslam aleminin her yerinde refah olmadan, vasatın üzerinde bir yaşam tarzının makbul olmadığıdır. Ne farzdan ne sünnetten ne vacipten söz ediyorum. Böyle bir fıkhi dil kullanmak haddim değil. Fakih de değilim. Ancak insanın diğer insanların mutluluk ve mutsuzluğundan etkilenmesinin fıri olduğuna inanıyorum. Çok sevilen tabirle “globalleşen dünyada” herkes komşumuzdur, ve onlar açken biz lüks içinde yaşayamayız.

Helal yoldan kazanılan her şeyin aynı zamanda helal yoldan harcanması gerekir. Helal yoldan harcama sadece zekatı içermez, aynı zamanda israftan kaçınmayı da içerir. Üstelik infak sadece zekattan ibaret değildir. Allah Kuranda “Sana ne vereceklerini sorarlar, de ki fazlasını” buyurmuyor mu? Vasatın üstündeki herşey fazlasıdır. Vermiyorsak da kendimizi temize çıkarmayalım, en azından istiğfarla kusurumuzu bilelim, umulur ki bir gün döneriz.

Allah Rasulü bizim için dünyanın kapılarını ardına kadar açtığı dönemlerden korkmuştu. Dikkat etmeliyiz. Kendimizi vaktiyle komünizm rüzgarından nasıl sakındıysak, kapitalizm rüzgarından da öyle sakınmalıyız. Üstadın İhlas ve İktisad risalelerini sık sık okumamızı salık vermesi, bu zamanda başımıza açılacak ihtilaf ve israf fitneleri ile mücadelede elimize iki silah, iki merhem, iki deva vermek içindir.

Mütedeyyin hazık hekimin salık verdiği tiryakı istimal edelim.*

Ne diyordu mübarek: “İsraf eden onun (süfyanın) damına düşer.” 

*Dindar bir doktorun tavsiye ettiği ilacı kullanalım. (Üstadın kelimelerini seviyorum, o yüzden öyle yazdım.)

Not: İki haftadır aynı konuda yazdığım sanılmasın, ilk yazıyı evvelce yazmışım, ve bilgisayarımda bir köşede unutmuşum, sonra mesele yeniden gündemime gelmiş, ve yeniden başka bir yazı yazmışım, ikisinde de değişik zaviyeler, birbirini tamamlayan unsurlar gördüğümden, ihtiyaç olan meselenin tekrarı Üstadımızın da adeti olduğundan ikisini peşpeşe iki haftada yayınladım.

 Mona İslam

2010 Karakalem.net