Etiket arşivi: Moral Dünyası Dergisi

Şifayı bulmak için duygularınızı kullanın..

Peygamber  Efendimizin (a.s.m.) ebesinin adı “Şifa Hatun” idi ve onun kızı Zeynep binti Şifa ise Resulullah (a.s.m.) zamanında pazara sunulan gıda maddelerinin sağlıklı olup olmadığını kontrol ediyordu.

“Şifa” kadın, “Şafi” erkek adı olarak kullanılıyor bizim geleneğimizde… Şafi “şifa veren” anlamına geliyor. Şifa ise sözlüklerde “bedensel veya manevî bir hastalıktan kurtulma”, “vücudun  kendi kuvvet ve koruma sistemleriyle kendisindeki bir hastalığı yok etmesi veya hastalık yapıcı etkilerden korunmaya çaba göstermesi”, “iyi olma, hastalıktan kurtulma” şeklinde tanımlanıyor.

İslam inanışında, hastalığı veren de şifasını veren de Allah’tır. Allah (c.c.) fıtratı bozan, insanlara aklen, ruhen ve bedenen zarar veren gıdalardan ve ortamlardan insanların uzak durmasını öğütler. Maddî ve manevî hastalıkların temellerinde büyük ölçüde fıtrata yabancılaşma, cahillik ve ahlakî zafiyet etkili olmaktadır. Onun için de sabır, merhamet, şefkat, cömertlik gibi, insanı insan yapan ve onu manen yücelten davranışlara önem vermemiz istenir.

Kur’an-ı Kerim’de, “Kur’an-ı Kerim’in mü’minler için şifa ve rahmet vesilesi” olduğu belirtilir: “Biz Kur’an’da mü’minler için şifa ve rahmet olan ayetleri indiriyoruz.” (İsrâ Suresi, 82) Yine bir başka ayette: “De ki: Kur’an, inananlar için hidayet ve şifadır.” (Fussilet Suresi, 44) buyurulmaktadır.

İslam tıp literatüründe “Tıbb-ı Nebevî” diye tanımlanan bir alan vardır. Hz. İbrahim’den başlayarak günümüze kadar uzanan “Hanif gelenek” içindeki beslenme alışkanlıkları ve Peygamberimizin (a.s.m.) uygulamaları bu açıdan önemlidir.

Kur’an-ı Kerim’de hastalıklar ve yoksullukla imtihan olunan Hz. Eyyub’e ilişkin anlatılanlar da önemlidir. Burada sabır ve tevekkül, ilahî takdire bağlılık konusundaki Müslüman’ca duruş son derece önemlidir. Sonuçta, Allah bizi mallarımız, canlarımız ve sevdiklerimizle, kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecektir. Bütün bunlar bir imtihan vesilesidir.

İslam tıbbının hedefi

Şifayı bulma sürecinde Müslüman tıp âlimlerinin yaptıkları çalışmalar büyük önem taşımaktadır. İslam âlimleri, eski uygarlıkların hepsinden yararlanmış ve bu işi çok daha ileri noktalara taşımışlardır. İslam âlimleri tababet ve hikmet kaynağı olarak gördükleri bu işi meslek olarak “hekim”likle isimlendirmişleridir. Zira “ekmel-i mahlûkat” ve “eşref-i mahlûkat” olan insan yaratılış hikmetinin de en üst seviyesini ifade eden akıl sahibi bir canlı organizmadır.

İslam âlimleri, tıp konusunda ayrı bir felsefi bakış açısına sahiptir. Teşhis ve tedavi yöntemleri farklıdır. Ve esas olarak tedaviden önce hastalığa yakalanmamayı hedefleyen bir beslenme ve yaşam biçimi önermektedirler.

“Anasır-ı erbaa” yani maddenin dört unsuru hastalığın teşhisi ve tedavisinde önemlidir. Hava, ateş, su ve toprak unsurları insanların organları üzerinde mevsimine göre, yaş ve fizik özelliklerine göre, zaman, renk, tat, karakter ve burç özelliklerine bağlı olarak farklı etki mekanizmasına sahiptir.

Maddeler sıcak, soğuk, nemli ve kuru olarak tasnif edilmektedir. İnsanların bu unsurlardaki maddelerle temasları, insanların hastalığa yakalanma riskleri, biyolojik işlevsellikleri, fizikî ve psikolojik davranışları üzerinde etkili olacaktır. Onun için  yiyecek ve içeceklerine, hayat tarzlarına dikkat etmek zorundadırlar. Her gıda, herkes için her zaman ayrı yarar ya da zarar etkisini göstermeyecektir.

Şifayı veren Allah’tır

İslam tıp geleneği amaç, araç ve yöntem olarak Batı tıbbından farklı bir paradigmaya sahiptir. Konuyu manevî, ahlakî ve tabii bir zeminde ele almaktadır. Sorunun kaynağını fıtrata/yaratılış gayesi ve gerçeklerine aykırı davranışta görmektedir. Ya da hastalık bir kaza ya da takdir/imtihan vesilesidir ki bütün bu süreç insanın insan olması, tekâmülü ve olgunlaşması için zorunlu bir süreçtir.

Esasen İslam geleneğinde şifayı veren/verecek olan Allah’tır. Şifaya ulaşmak için önce insanın kendini tanıması ve sonra da şifa için esbabına tevessül etmesi, dua etmesi, moral ve güç bulması, manen donanması ve esbabını ise tabiatta araması gerekmektedir. Bu anlamda her hasta tekil olarak ele alınmalıdır. Zaman, mekân, şartlar ve insanın tüm özellikleri tedavinin şeklini belirleyecek veriler olarak değerlendirilmelidir.

Asıl gaye, hastanın tedavisi, hastalıktan kurtulmak istemesidir. Tabip tüm çözüm yollarını ve ihtimalleri hesaba katarak, zaman ve şartlara bağlı bütün yolları denemekle yükümlüdür ki ilk temel şart yapayım derken bozmamaktır.

Muammer Yıldız

Moral Dünyası Dergisi

Yetişkinler ergenleri niçin anlayamıyor?

Ergenlik çağının en önemli çabası kimlik arayışıdır. Ergenin, kişilik özelliklerinin farkına varması, bu özelliklerin gerçekleşmesini engelleyen her türlü olumsuz şartlarla mücadeleye girişmesi kimlik arayışı olarak isimlendirilmektedir. Başarılı olduğu sürece özgüveni artar, kendisini değerli hisseder. Başarısızlığa uğradığı veya engellendiği zaman hırçınlaşır, saldırgan davranışlarda bulunur. Ergenin yeteneklerini keşfetmesi, başkalarından farklı olduğunu görmesi için ailenin dışına çıkması gerekmektedir. Anne-babanın verdikleri ona yetmez. Bu dışarıya yönelişe bağımsızlık isteği diyoruz. Anne-baba çoğu zaman gencin bağımsızlık isteğini aileden kopma ve başkaldırma olarak değerlendirir.

Kendisini ergenin anne ve babası olmaya hazırlamayan ailelerde iletişim sorunları ve çatışmalar ortaya çıkmaya başlar. Ülkemizde çocukları ders notlarıyla, çözdükleri test sayısıyla ve deneme sınavlarından aldıkları puanlarla değerlendirme gibi hatalı ve haksız bir yaklaşım vardır. Ders notları ve okul başarısı ergeni değerlendirmede tek ölçü olmamalıdır.

Okul başarısı konusunda elinden geleni yapan ve kendisine de zaman ayıran ergenlerin, bütün günü okul, dershane ve ev üçgeni arasında geçen, ders çalışmanın dışında sosyal bir aktivitesi olmayan ergenlere kıyasla ileri yaşlarda iş ve aile hayatında daha başarılı oldukları görülmektedir. Kendisiyle barışık, arkadaşlarıyla ve ailesiyle geçimli, öğretmenlerine ve büyüklere karşı saygılı, müzik, spor, resim ve edebiyat gibi faydalı ve geliştirici hobileri olan ergenler daha uyumlu ve daha mutludur.

Ergenin korkusu

Ergen, anne-baba ile birlikteyken “yine nasihat etmeye ve akıl vermeye başlayacaklar” diye endişe ve korku duymaya başlar. Ancak korkmuş ve tedirgin bir görüntü vermez, çünkü o hislerini sadece anne ve babasından gizlemez, kendisinden bile gizler. Korkusunu belli etmemek için soğukkanlı ve kayıtsız görünmeye çalışır. Soğukkanlılık ve ilgisizlik korku ve şüpheleri gizleyen birer maskedir.

Anne-baba, ergenin içindeki korkuyu ve şüpheyi kendi içinde hissettiği ve bunların kendi korku ve şüphesi olduğunu zannettiği vakit kendini korumaya alır ve kendini savunma gereği duyar. Ergen de anne ve babanın korkusunu ve endişesini hisseder ve kendini korumaya alır. Böylece anne-baba ile ergen arasında kısır bir güç savaşı döngüsü başlar.

Mutlu aileler hep birbirlerine benzer. Mutsuz ailelerin ise mutsuzlukları farklı ve kendilerine özgüdür. Aile yaşayan, kimliği ve kuralları olan, üyelerinin huzurunu ve mutluluğunu sağlayan bir kurumdur. Aile küçüldükçe yerine getirmesi gereken görevlerde aksamalar meydana gelir. Sanayileşmeyle birlikte insan işgücünün yerini makine gücünün alması sonucu geniş ailenin yerini anne, baba ve çocuktan oluşan çekirdek aileler almaya başladı. Dahası son yıllarda boşanmaların artması sonucu anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile de parçalanmakta, çocuklar tek ebeveynle yaşamak zorunda kalmaktadır. Ergenin sorunlarını anlayabilmek için onu ailesiyle birlikte değerlendirmemiz gerekir. Ergeni ailesinden soyutlayarak incelemek bizi yanlış değerlendirmelere götürebilir.

Ergenle iletişim hataları

Ergenin kendisini dinlemediğinden yakınan anne-babalar dinleme konusunda ona iyi örnek olmamışlar demektir. Çocuklar dinlemesini de ailede öğrenirler. Anne-babalara “Eğer siz çocuklarınızı dinlerseniz onlar da sizi dinleyeceklerdir” dediğimde; “Ama hocam, biz tabii ki onu dinlemek istiyoruz; ama o anlatmıyor” diye kendilerini savunurlar. O zaman birlikte şu sorunun cevabını ararız: “Çocuklar neden anlatmazlar?”

Anne-baba ergenle iletişim halinde iken birdenbire ergenin sustuğunu, diyalogun sona erdiğini, ergenin daha fazla konuşmak istemediğini fark eder. Eğer anne-baba ısrar etmesine rağmen ergen konuşmak istemiyorsa, anne-baba iletişimin sürmesine engel olan hatalı bir dil kullanmış demektir. Bu hatalı dile psikolojide “iletişim engeli” diyoruz.

Ergenin dünyasında ailesiyle olan iletişimi büyük önem taşır. Büyüklerin konuştuğu, küçüklerin dinlemek zorunda kaldığı, küçüklerin söze karışmasının (fikrini beyan etmesinin) saygısızlık ve ayıp sayıldığı ailelerde sağlıklı bir diyalog yoktur. Eleştirilen ergenin cevap vermesi halinde “Utanmadan bir de cevap veriyor!” diye azarlanan ailelerde diyalog yoktur, monolog vardır. Ergen eleştiri almamak için duygularını saklamayı tercih eder.

Ergenin davranışlarında çoğu zaman mantığa meydan okuyan bir yaklaşım vardır. Onun için ergenin davranışlarında mantık aranmaz. Efendimizin (a.s.m.) “Gençlik delilikten bir şubedir” hadisi bu gerçeği çok güzel anlatmaktadır. Yetişkin mantığı ile düşünerek ergeni anlayamayız. Mantık dışı davranışlar mantık kullanılarak anlaşılmaz. Anne-baba, ergenin saçma gibi gelen bir davranışını anlayabilmesi için, mantığını bir yana bırakıp kendisini ergenin yerine koyması (empati yapması) gerekir. Ancak o zaman kızmadan, bağırmadan ve eleştirmeden ergeni dinlemek mümkün olabilir.

Ergenin temel davranış biçimleri

Eğer anne-baba, ergenlik psikolojisi hakkında bilgi sahibi olursa, aşağıda sıralayacağımız değişimlerin normal olduğunu kabul edecek, anlayış ve sabır gösterecek, ergenle çatışmaya girmeden sorunların üstesinden gelmeye çalışacaktır. Hazırlıksız yakalanan anne-babaların şikâyet konusu ettiği ergenin temel davranış biçimlerini kısaca şöyle sıralayabiliriz:

· Tedirgin ve güvensizdir. Kendisinden bekleneni yapamayacağına inanır.

· Çabuk sevinir, çabuk üzülür, olmayacak şeylere sinirlenir, bağırır çağırır. Ne zaman nasıl tepki göstereceği kestirilemez.

· Kuruntuludur, incir çekirdeğini doldurmayacak konuları problem yapar.

· Yalnız kalmayı tercih eder. Ev etkinliklerine katılmak istemez.

· Süse ve giyime meraklıdır. Saatlerce aynanın karşısından ayrılmaz.

· Erkeklerin ayakkabıları ilk alındığı zamanki boyasıyla durduğu halde saçlar en son modaya göre kesilir.

· Bir sivilce ile saatlerce uğraşır, sinirlenir, ağlar.

· Boyu, kilosu, görünüşü aşırı önem kazanır.

· Ailelere tuhaf gelen müzikler en yüksek sesle dinlenir.

· Odasının duvarları tuhaf posterlerle kaplıdır.

· Gizli servis bürosuymuş gibi odasına kimsenin girmesini istemez.

· Uzun düşler kurar, şiirler yazar, günlük tutar, ama aileden kimsenin okumasına izin vermez.

· Her fırsatta ailesini eleştirir. Yaşam biçimlerini, giyimlerini, konuşmalarını ve davranışlarını beğenmez. Onları geri kafalı bulur.

· Uyarılara kulak asmaz. İnadına anne-babaya ters gelen şeyler yapmaktan zevk alır gibidir.

· Ergenlik dergilerinden veya kitaplarından ödünç aldığı görüş ve fikirleri kendi görüşüymüş gibi savunur, anne-baba ile tartışmaya girer.

· Kendine model olarak aldığı ses ve sinema sanatçıları gibi giyinir, onlar gibi konuşur ve davranır. Ancak beğendiği sanatçılar kısa sürede değişir.

Anne-babaların ergen hakkında şikâyetleri

Ergenin temel davranış biçimlerinin normal olduğunu bilmeyen, bir başka ifade ile kendilerini ergen çocuğun anne ve babası olarak hazırlamayan anne-babalar ergenle çatışma yaşamaktan kurtulamazlar. Çatışmanın kendi tutumlarından kaynaklandığını kabul etmeyen anne-babalar zamanı, kötü arkadaşı, medyayı, okulu ve nihayet ergeni suçlayarak kendilerini savunurlar. Ergen çocuklarıyla sorun yaşayan ve bize danışmaya gelen anne-babaları dinlediğimizde şu şikâyetlerde bulundukları görülmektedir:

· Eskiden söz dinleyen bir çocuktu. Şimdi en küçük bir söze alınıp sinirleniyor.

· Şen-şakrak bir çocuktu, bu sıralar çok durgunlaştı. Derdini bize açmıyor.

· Her istediğinin alınmasını istiyor, yoktan anlamıyor. Markaya ve modaya önem veriyor.

· Eskiden hiç yalan söylemezdi. Şimdi sıkıştıkça yalan söylüyor.

· Sorumluluk duygusu azaldı, okul başarısı düştü.

· Çok hırçınlaştı, isteklerini yapmak zorundaymışız gibi sert bir dille söylüyor.

· Kardeşleriyle arası iyi değil, onları dövüyor, araya girmemize kızıyor.

· Çok asileşti, her sözümüze ters cevap veriyor. Başına buyruk olmak istiyor.

· Bizi beğenmiyor, bizimle bir yere çıkmak istemiyor.

· Durgunlaştı, dalgınlaştı, unutkan ve sakar bir çocuk oldu.

· Pasaklı bir çocuk oldu. Odası ve eşyaları çok dağınık.

· Yüksek sesle müzik dinliyor.

· Çok harçlık istiyor, cebinde para tutmuyor, verdiğimizi bir günde harcıyor.

· Bizi dinlemiyor. Arkadaşlarının çok etkisinde kalıyor, onlara laf söylettirmiyor.

· Üzerine gittiğimiz zaman evden kaçacağını söyleyip bizi tehdit ediyor.

Ergenlerin anne-babaları hakkında şikâyetleri

Ergenliğe geçişte yaşayacağı fizyolojik ve psikolojik değişiklikler konusunda bilgisi olmayan, duygularını yönetmeyi bilmeyen, okul başarısı konusunda sık eleştiri alan çocuklar ergenliğe geçişte anne-babasıyla iletişim kurmada sıkıntı yaşamaktadır. Danışma sırasında kendilerini dinlediğimiz ergenlerin yaşadıkları sıkıntıları şöyle dile getirdikleri görülmektedir:

· Bana neler oluyor bilmiyorum. Bedenimde, duygularımda ve ruhumda çok şeyler değişiyor.

· Kendi kendime çalışacağıma söz veriyorum, ama çalışamıyorum.

· Kendimi çok kötü hissediyorum. Havada yürüyor gibiyim. Korkuyorum. Ne istediğimi bilmiyorum.

· Annem babam beni hiç sevmiyor. Her sözüm ve davranışım onlara batıyor.

· Annem babam hiçbir şeyimi beğenmezler. Yaptığım her işte mutlaka bir yanlış bulurlar.

· Evde çocuk muamelesi görmekten bıktım. Ne zaman bir yanlış yapsam, “Kocaman adam oldun” diyorlar. Ama ne zaman bir istekte bulunsam, “Sen daha çocuksun” diyorlar.

· Her şeyime karışıyorlar. Telefonlarımı dinliyorlar, odama izinsiz giriyorlar, ceplerimi karıştırıyorlar, günlüğümü bile okuyorlar.

· Anneme babama kişisel sorunlarımı açamıyorum. Beni suçlayacaklarından korkuyorum. Bu yüzden zayıf not aldığım zaman söylemiyorum.

· Beni en çok kızdıran şey annemin veya babamın, “Biz senin yaşında iken…” diye başlayan uzun nutukları.

· Bizim evde büyükler eleştirilemez. Onlar her zaman haklıdır. Büyüdüğümü bir türlü kabul etmiyorlar. Ben bu evde yaşadıkça hep çocuk kalacağım.

· Şimdiye kadar annemden babamdan habersiz bir şey yapmadım, ama bir erkek/kız (karşı cins) arkadaşım olduğunu söylemeye cesaret edemiyorum. Bu da beni çok üzüyor, suçluluk duyuyorum.

· Öğretmenlerime, anneme ve babama duygularımı açamıyorum, çünkü onlara güvenmiyorum.

· Annem babam benim için yaptıkları fedakârlıkları sayıp döküyorlar. Bu da beni çok üzüyor. Onlara layık bir çocuk olamıyorum. Yaşamak bana çok sıkıcı geliyor.

Ali Çankırılı

Moral Dünyası Dergisi

Fatih Çıtlak: “Yeme-içme merkezli düşünmek Ramazan’ı israf etmektir”

“Ramazan’da sadece oruca odaklanılması, sadece iftar ve sahurun beklenilmesi, yeme-içme merkezli düşünülmesi, sahur ve iftar arasında veya iftar ve sahur arasında başka ibadetlerin ve kulluk görevlerinin bulunmaması Ramazan’ı değerlendirememek, adeta israf etmektir.”

Ramazan ayı, içerisinde birçok ibadeti ihtiva eden bir ay. Kur’an, namaz, zekât, sadaka, itikâf ve oruç gibi birçok ibadetin bulunduğu bu ay maalesef günümüzde daha çok oruç ibadeti ile ön plana çıkıyor. Tüketim toplumunun getirdiği bir özellik sonucu olarak da oruç adeta “yeme-içme”ye odaklanmış durumda…

Orucun Ramazan ayındaki ibadetler için adeta bir ön hazırlık olduğunu söyleyen, Mesnevî üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Fatih Çıtlak,Ramazan’da oruçla yemenin içmenin tatil edilmesi insanın asıl yapması gereken şeye odaklanması içindir” diyor.

Ramazan’da sadece oruca odaklanılması, sadece iftar ve sahurun beklenilmesi, yeme-içme merkezli düşünülmesi, sahur ve iftar arasında veya iftar ve sahur arasında başka ibadetlerin ve kulluk görevlerinin bulunmaması Ramazan’ı değerlendirememek, adeta israf etmektir” diyen Fatih Çıtlak ile Ramazan’ı hakkıyla değerlendirebilmek üzerine söyleştik…

Günümüzde “Ramazan” denince akla ilk önce oruç geliyor. Ramazan sadece oruç ayı mıdır?

Ramazan ayı sadece oruçtan ibaret değildir. Oruç, Ramazan ayında verilen şeye önem ve ehemmiyet göstermek için emrolunduğu bir aydır. Cenab-ı Hak, ayet-i kerimede Ramazan ayından bahsederken önce oruçtan değil Kur’an’ın indirilmesinden bahsediyor. Ramazan ayında Kur’an’ın indirilmesine, hidayet edici özelliğine, apaçık korunmasına ve hakkı-batılı, hayatımıza lazım olacak her şeyi tefrik edebilecek bir özellikte olduğuna işaret ediyor, sonra bu aya erişirseniz onda oruçlu olun diyor.

İlkokul eğitiminde bile sınıfta ders sırasında yeme-içme yapılmaz. Niçin? Çünkü o sırada yapılan asıl işe, yani ilim öğrenmeye mani olmasın diye. Velilere de sıkı sıkıya tembih edilir, okula gelmeden önce çocuğunuza kahvaltısını yaptırın, beslenmesini hazırlayın, beslenme saati haricinde yiyecek bir şey vermeyin diye. İlim yuvası olması gereken mekteplerin bu işle bu kadar ilgilenmelerinin sebebi vücudun yiyecek içecek gibi mevzularla bedeni ve zihni yormaması, aslolan öğrenme işine odaklanılması içindir.

Tasavvufta var olan halvet, riyazat gibi şeyler de asıl mevzuya odaklanmak için yemeyi-içmeyi tatil etmedir aslında. İşte Ramazan da oruçla yemenin içmenin tatil edilmesi, insanın asıl yapması gereken şeye odaklanması içindir.

Ramazan ayının şerefli olduğu belirtilerek bir kulluğa davet var. İşte oruç bizi bu kullukta adeta melekleştiriyor, meleklerin üstünde bir yere çıkarıyor. Peki bu yere çıkmaktaki amaç nedir? Buradaki amaç Allah’ı daha iyi idrak edebilmektir.

Ramazan ayında tutulan oruç bir amaç değil bir araç aslında. Gerçek kulluğu yaşayabilmenin ve Ramazan ayının bereketinden istifade etmenin bir aracı…

Misalimizi şöyle tamamlayalım isterseniz: Çocuğun eğitimi için beslenmenin önemli olduğunu söyler ve çocuğunuzu sabah yedirip, öğle yemeğini yedirip okula göndermezsiniz size ne gözle bakarlar? Ramazan ayının imsak ve sahur arasında bir oruç olması, sahur ve imsak arasında diğer ibadetlerin yapılmaması, bu arada başka ibadetlerin bulunmaması aynen buna benzer…

Yani Ramazan ayında sadece oruca odaklanılması, başka ibadetlerin yapılmaması, Ramazan ayının değerlendirilememesi, tabiri caizse israf edilmesi anlamına mı geliyor?

Aynen öyle. Ramazan’da sadece oruca odaklanılması, sadece iftar ve sahurun beklenilmesi, yeme-içme merkezli düşünülmesi, sahur ve iftar arasında veya iftar ve sahur arasında başka ibadetlerin ve kulluk görevlerinin bulunmaması Ramazan’ın değerlendirilememesi, sizin tabirinizle israf edilmesidir.

Ramazan’ın bereketinden istifade etmek için nasıl bir hal üzere olmalıdır insan?

Ramazan’ın fiilen yaptığımız güzelliklerin yanında bir başka bereketi daha vardır. Nasıl ki Kâbe’de kalbimizden geçirdiğiniz sevaplar ve iyilikler tıpkı yapıyormuşçasına karşılık bulur, aynı onun gibi Ramazan’da oruç gibi, namaz gibi, Kur’an gibi fiilî ibadetlerine dikkat eden kişinin aklından ve kalbinden geçirdiği iyilikler de sanki işlemişçesine sevap olarak yazılır. Bu ayın hürmetine Allah (c.c.) fiilî olarak güzellikler yapan kulunun ayrıca aldığı nefesi, içinden geçirdiği güzel niyetleri hususi olarak kendi hazinesinden öder. Yani meleklerine “Falanca kulum şunu düşündü bir hasene yazın” şeklinde değil, meleklere bile yazdırmadığı, bizzat kendisinin kaydettiği bir sevaba mazhar eder kulunu. Bu açıdan bakıldığında Ramazan’da suskunluğumuz bile tefekkür odaklı olmalıdır. Bu ayda tefekkür odaklı, Allah sevgisinden veya korkusundan boynunu büküp iki damla gözyaşı döken bir insan Ramazan’ın bereketinden çok farklı bir şekilde istifade eder.

Orucun bir araç olduğu, ibadet ve taatten maksadın Zatullah olduğunu bilip, Allah’a yakınlaşmak, Cemalululah’a erişmek için nasıl gayret edebilirim şeklindeki düşünce yapısına kavuşmak için yaşanmalıdır Ramazan. Öyle bir Ramazan yaşamalıyız ki bizi görenler Allah’a yakın olmaya özensinler.

Bu bağlamda herkesin kendince Cenab-ı Hakla arasında mani olan perdeleri kaldırmak, kendisini gafletten korumak için bir oruç programı yapması lazım. Bunun için insanın şu düşünce içinde olması lazım: “Ben Ramazan’ın Ramazan olduğunu ve oruçlu olduğumu anlamak yani Mevla ile olan irtibatımı ve Ramazan’ın muhatap olarak aradığı insanı ortaya çıkarmak için bu aya eriştim.” Bu düşünceyi tüm iliklerimize kadar hissedebiliyorsak işte o zaman Ramazan’ı gerçek manasıyla yaşayabiliriz.

Kişi, oruçlu olduğu veya olmadığı belli olmayacak bir hal ve tavır içindeyse zaten o kişi zahiren her ne kadar oruçlu olduğu söylense de gerçek manasıyla Ramazan’ın bereketinden faydalanamamış, Ramazan’dan gerçek manasıyla istifade edememiş demektir.

İnsan Ramazan’da kendi nefsine arif olmalı, orucunun kendi üzerindeki tesirine bakmalı ve “Oruç bana neden tesir etmiyor” diye bunun cevabını aramalı.

Herkes Ramazan’da Mevlasını iliklerine kadar hissedecek, Kur’an-ı Kerim’i, namazı, zikri iliklerine kadar hissedecek bir yapılanma içinde olmalı. Kişi eğer bunu yüz kişiye ziyafetle yapıyorsa öyle yapsın, evinden hiç çıkmayarak yapıyorsa öyle yapsın, camide sabah akşam durarak yapıyorsa öyle yapsın, birisinin yükünü taşıyarak yapıyorsa öyle yapsın… Ramazan’ı idrak etmenin bir klişesi kalıbı yok fakat kişi biraz önce sözünü ettiğim yapılanma olmadan Ramazan’ı kavuştuğunu da düşünmesin.

Ramazan’ı bahsettiğiniz hal üzere değerlendiremeyen insanlar hakkında ne dersiniz?

Ramazan’ı hakkıyla değerlendiremeyen insan, yani namazsız, zikirsiz, Kur’an’sız bir ay geçiren insan her şeyden önce en hafif tabiriyle akılsızdır. Amerika’da bir adam uygunsuz bir yere park ettiğinde polis ondan ilk önce akıl sağlığının yerinde olup olmadığını kontrol ettirmesi için doktora gönderir. Doktor eğer sağlıklı olduğu yönünde rapor verirse ondan sonra ceza kesilir. Ramazan ayına erişip de onu hakkıyla değerlendiremeyen kişinin her şeyden önce akıllı olup olmadığını sorgulamak lazım.

Ramazan’da orucumuz, zikrimiz, Kur’an’ımız gözle görülür şekilde, ruh iklimimiz de fark edeceğimiz şekilde değişmesi lazım. Eğer bunlar olmuyorsa Ramazan bizi teğet geçti demektir.

Eğer bir insan Ramazan’da bazı huylarını değiştiremiyor, güzel yeni hasletler edinemiyorsa Ramazan Kur’an’ın muhatap olduğu insana kavuşamamış demektir. Ramazan kendi kadr ü kıymetini bilecek insan arar ve bulduğunda onun hakkında şahitlik yapar. Onun için Ramazan’ın hüsn-ü şehadetinden mahrum kalmak israfların en büyüğüdür. Nasıl ki hac mevsiminde Arafat orada bulunan insanlara şahitlik edecekse, Hacerü’l-Esved kendisini selamlayan insanlara şahitlik edecekse eğer Ramazan da kendi kıymetini hakkıyla bilen ve değerlendiren insanlar hakkında şahitlik yapacaktır.

Yazarı : Ekrem Altıntepe

Moral Dünyası Dergisi

Bilinçaltı mesajlar kişiliğimizi tehdit ediyor!

Gördüğünüz bir obje aslında size görmediğiniz mesajlar verebilir mi? Veya duyduğunuz bir müzik parçası ile okuduğunuz bir makale size bilmediğiniz bilgileri zihninize gönderebilir mi? İnanmıyorsanız bu bilgilerin hepsini komplo olarak görebilirsiniz.

“Göz gördüğüne inanır” diye bir söz vardır. Bu söz her zaman için geçerli mi acaba? Çünkü gözümüz gördüğü birçok bilgiyi beyne gönderir. Bizim bir anlık gördüğümüz her türlü bilginin bir yerlerde daha  sonra karşımıza çıkabileceğini hiç düşündünüz mü? Bunu ben de şimdiye kadar düşünenlerden değildim. Ta ki Adana Milletvekili Atilla Başoğlu, Başbakan Erdoğan`ın İstanbul`da düştüğü atın 55 ülkede yasaklanan “subliminal” teknoloji ile ürkütüldüğünü iddia ettiği güne kadar. Ve sayın vekilin bahsettiğine göre Türkiye tam bir subliminal cenneti. Çünkü buna karşı en ufak bir tedbir yok. Ne bir engelleme, ne de bir kanun. Peki bunca ülkede yasaklanan bu teknoloji nedir acaba?

Her ne kadar ülkemizde bilinmese de yabancı ülkelerde subliminal mesaj kavramı birçok kişi tarafından bilinir. Subliminal mesajı kısaca “kişinin bilinçaltına gönderilen gizli mesaj” olarak tanımlayabiliriz. Kişinin bilinçaltına subliminal mesaj göndermenin birçok yolu var. Bunları sesli, görsel ve yazı olarak aktarabiliriz. Bunlardan en çok kullanılanı, dijital ses dosyalarına gömülen mesajlardır. Üzerinde oynanabilirliği, işlenilmesi ve yayılması daha kolay olduğundan MP3 dosyaları gizli mesaj için biçilmiş kaftandır diyebiliriz.

İnsan kulağı belirli frekans aralıklarındaki sesleri duyabilir. Ama çeşitli hayvanlar, köpekler ve atlar örneğinde olduğu gibi bu sesler verilerek hayvanları çılgına çevirmek mümkün. Eğer siz bir müzik parçasını rahatça duyabiliyorsanız bu sizin duyabileceğiniz frekans aralığında olduğunu gösterir. İnsan beyninin algısı ise daha düşük ya da daha yüksek frekansları algılayabilecek kapasitededir. Subliminal mesaj içeren bir MP3`ü kulağınızla dinlersiniz ancak içindeki gizli mesajı beyniniz dinler. Bu esnada kulağınız hiçbir şey duymaz. Bu tür mesajların da daha çok heavy metal müziklerde verildiği iddia edilmekte. Yine bu iddiaya göre de bu müziklerde satan (şeytan) kavramı çokça işleniyormuş.

Subliminal mesaj göndermenin bir yolu da görüntülü mesajlaşmadır. Siz ekrana bakarken gözünüzün yalnızca “göz kırpma” hızında bir görüntü ekrana gelip kaybolur. Gözünüz hiçbir şey görmez ancak bilinçaltınız bu mesajı çoktan almıştır. Bir dönem sinemalarda bir kola firmasının ambleminin anlık olarak gelip kaybolduğunu savunan kişiler bazı iddialar ortaya attılar. Daha sonradan bu şirketin subliminal mesaj tekniğiyle reklam yaptığı ortaya çıktı. Bu da gizli reklam olarak çok defa kullanılmıştır.

Gerçek görmediklerimiz mi?

Konunun uzmanlarına göre şu an Türkiye`de kızılötesi ışınlar ve düşük frekanslı reklamlarla tüketiciye gizli propaganda yapılıyor. Bunu özellikle büyük markalar ticari kaygılarla yapıyorlar. Büyük marketlerde insanlara alışveriş yapma isteği empoze edilmesinden tutun da terörist gösterilmek istenen kişiyi terörist olarak algılanmasına kadar tam bir yönlendirme yapmak mümkün bu teknoloji ile.

Subliminal, teknik anlamıyla, insanın bilinçaltını etkileyen, duyu organlarının algısı dışında olan sesler ve görüntülerdir. 1964`te İngiltere, 1974`te ABD olmak üzere dünyadaki 55 ülke, insanlarını bu tekniklere karşı korumaya alıyor. O zaman ortaya ciddi bir sorun çıkıyor. Subliminal teknikle insanlar etkileniyorsa, o zaman insanların doğal olarak kanun yapıcılar tarafından korunması gerekiyor.

Subliminal mesajlar bir film seansında saliselik görüntüler halinde verilebildiği gibi afişlere de gizlenebiliyor. Ayrıca müzik de etkili bir araç. Hızlı müziğin insanları alışverişe yönlendirdiği söyleniyor. Hatta psikologların yaptığı bir deneyde çalan müziğin alışverişte tercihi değiştirebildiği tespit edilmiş durumda. Siyasi alanda da bu teknoloji çok fazla kullanılıyor. Bununla bir siyasi parti rakip partiyi halkın gözünde kötü gösterebiliyor.

Reklamcılık ve subliminal

Subliminal teknolojisi deyince akla ilk gelen reklamcılık sektörü oluyor. 55 ülkede yasaklandığını bildiğimiz bu teknoloji zihne onun izni olmadan ne düşüneceğini, nasıl bir karar vermesi gerektiğini öğretiyor. Bir çeşit hipnoz diyebiliriz belki bu teknolojiye. Mesela siz sinemada bir film seyrediyorsunuz ve filmin arasında birden canınız kola içmek istiyor. Bunu sizin o beylik keyfinizin karar verdiğini sanıyorsunuz ama olay o kadar masum değil ne yazık ki. Filmin ilk yarısında sizin beyninize filmi seyrederken gönderilen mesajlardan ötürü canınız buz gibi kolayı içmek istiyor. Size gidip kola içmenizi söyleyen bir hayalet var ortada yani.

Sanırım bu teknolojiyi yani bilinci yönlendirmeyi konu alan filmler de – hem de Hollywood filmleri- olmuştur. Bunlardan biri de hem Amerika`nın simgesi olmuş hem de Amerika`yla dalga geçen Simsons isimli çizgi filmin bir bölümüydü. Çizgi filmin bahsettiğimiz bölümünde insanlar çok popüler olan bir şarkıyı dinliyorlar ve ardından da askere yazılıyorlardı. Şarkı televizyon kanallarında radyolarda sürekli çalıyordu ve dinlerken kişinin bilinçli bir şekilde algılamadığı ama zihnin idrak ettiği “savaş” fikri dinlenen kulaklarca benimseniyordu.

Çocuklar da hedef

Subliminal mesaj yöntemi maalesef en çok çizgi film, animasyon ve bilgisayar oyunlarında yasal olmayan bir şekilde kullanılıyor. Verilmek istenilen her türlü mesaj, çizgilerle çok rahat bir şekilde işlenebiliyor. Çocuklarımızın saf ve masum zihinleri izlediği bir çizgi filmle, bilgisayarda oynadığı bir oyunla allak bullak olabiliyor.

Çocuklarımıza sevgiyi ve kardeşliği öğütleyen, eğitici ve masum zannettiğimiz çizgi filmlerin arasına, edep ve hayâ çizgisinin önüne geçen çizimler kullanılıyor. Şiddet unsuru içeren görüntüler bunun yanında çok basit kalıyor. Zira şiddet içeren bir çizgi film ya da animasyonu çok rahatlıkla kapatırken; sözde eğitici-eğlendirici bir çizgi animasyonu izlemesine müsaade ediyoruz. Eğlenirken neler öğrendiğini, hangi tehditlere, saldırılara maruz kaldığını bilmiyoruz. Çocuğumuz fark etmeden birçok bilinçaltı mesajları beynine konuk ediyor ve kişiliğinin oluştuğu o en önemli yaş diliminde (0-7 yaş arası) bu görüntüler içeride/bilinçaltında hapsolunuyor.

İşin gerçeği çok da önemsemiyoruz. Çocuğumuz nasıl olsa çizgi film izlerken biz rahat bir nefes alıyoruz ya, ondan olsa gerek, “Başımızı ağrıtmasın da ne izlerse izlesin!” diyerek çocuğumuzu televizyonla baş başa bırakıyoruz. Ötesini çok da düşünmüyoruz. “Ne olacak canım alt tarafı bir çizgi film işte!” diyoruz.

Nasıl “dur” diyeceğiz?

O halde bilinçaltımıza yönelik bu saldırılara karşı nasıl dur diyeceğiz? Bunu engellemek için kimlerden yardım alacağız? Yasal ve hukuki zeminde bilinçaltı mesajları durduracak ne gibi bir çalışma var?

Bilinçaltı reklamlarının etkisinin kanıtlanmasının ardından bir yandan bu yöntemin kullanımı arttı, diğer yandan da bu gibi yöntemlerin kullanılmasını önlemeye yönelik yasalar çıkartıldı.

1964’te İngiltere, 1974’te ABD olmak üzere dünyadaki 55 ülke insanlarını bu tekniklere karşı korumaya almıştır. Rusyanın Ekatirinburg şehrinde yayın yapan ATN Televizyonun “Otur ve ATN izle” şeklinde bir gizli mesaj verdiği tespit edilmiş ve 2 ay yayın lisansının iptal edilmesine neden olmuştur.

Ülkemizde RTÜK bilinçaltı reklamı “Teknik cihazlar vasıtasıyla televizyon yayınlarında çok kısa süreli görüntüler kullanarak, izleyicilerin ancak bilinçaltıyla algılayabilecekleri ürün veya hizmetlerin tanıtılmasına ilişkin mesajlar içeren reklamlar” olarak tanımlamıştır.

Yasalarımız tüketicinin korunması bakımından, gizli reklam ve bilinçaltı reklamı da yasaklamıştır. 3984 Sayılı Yasa’nın 20. maddesi “Reklamların, program hizmetinin diğer unsurlarından açıkça ve kolaylıkla ayırdedilebilecek ve görsel ve işitsel bakımdan ayrılığı fark edecek biçimde düzenlenmesini, bilinçaltı ile algılanan reklamlara izin verilmemesini” hükme bağlamıştır.

Radyo ve Televizyon Kuruluşları Reklam Yayın İlkeleri ve Usulleri İle Reklam Gelirleri Üst Kurul Paylarının Ödenmesi Hakkında Yönetmeliğin 11. maddesine göre de “Yayınlarda gizli reklam yapılamaz. Programlarda açıkça reklam olduğu belirtilmedikçe ürün veya hizmetler reklam amacını taşıyan şekilde sunulamaz. Çok kısa sürelerle imaj veren, elektronik aygıt veya başka bir araç kullanılarak veya yapılarının ne olduğu konusunu izleyenlerin fark edemeyecekleri veya bilemeyecekleri bir biçime sokarak, bilinçaltıyla algılanmasını sağlayan reklamların yayınlanması yasaktır.”

Bunlar da gösteriyor ki bilinçaltı reklamları vardır ve hakkında çareler aranmaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen ülkemizde ve dünyada sanal reklam uygulaması kesintisiz devam etmektedir.

Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde bilinçaltı reklam yasaklanmıştır ama tüm reklamların, dizi, film ve belgesellerin; işitsel, görsel dosyaların; çizgi film ve oyunların bilinçaltı mesaj içerip içermediği noktasında denetleyecek bir yapı kurulamamıştır.

Bundan dolayı mümkün olduğu kadar bilinçaltı kirleticilerinden uzak durulmalıdır. Hızla gelişen ve sürekli değişen teknolojiyi iyi takip etmeli, gerisinde kalmak şöyle dursun, önünde gitmemiz gerektiği unutulmamalıdır. Zira Hazreti Ebu Bekir’in (r.a.) ifadesiyle, “Küfrün duvarı ancak kendi taşıyla yıkılır.”

Kubilay Aktaş

Moral Dünyası Dergisi

“Fast Food” değil “Slow Food” beslenin…

Hızlı yaşamın tipik bir yansıması olan “fast food,” hazırlanıp servis edilmesinden tüketilmesine kadarki hızlı süreçte toplumları tüm değerlerinden ve farklılıklarından uzaklaştırıyor. Bu tehlikeli gidişin farkında olan kesimler, çözümü hız karşıtı yavaşlığı öngören yaklaşımda buldu: Yavaş Beslenme (Slow Food) Hareketi.

1986 yılında İtalya’nın Roma şehrinin simgesel meydanlarından birisi olan İspanyol Merdivenleri’nde yapılan McDonald’s açılışı esnasında Carlo Petrini önderliğindeki İtalyan aşçıları önemli bir protestoya imza attılar.

Protestoculara göre yeni açılan bu mekân hem meydanın estetiğini bozuyor, hem de İtalyan yemek kültürüne ve beslenme alışkanlığına büyük bir darbe vuruyordu. Dolayısıyla bu hareket sıradan bir tepki ve protesto hareketi değildi. McDonald’s’ın yapmadığı, yapamadığı her şeyi yapma ve gerçekleştirme iddiasını ortaya koyuyordu. Taze, yerel, mevsimlik ürünleri vaat ediyordu. Geçmişten günümüze nakledilen yemek tarifleriyle pişirilmiş lezzetleri aile bireyleriyle, yakın dost ve çevreyle birlikte tadına vararak yemeyi savunuyordu.

Kısa bir süre sonra İtalya’nın Barolo kentinde Yavaş Beslenme Birliği oluşturuldu. 9 Kasım 1989’da kurucu üye Falco Portinari’nin kaleme aldığı bildirinin Paris’te 15 üye ülke tarafından onaylanmasıyla resmen hayata geçen bu hareket de yine küreselleşmenin şehirlerin dokusunu, sakinlerini ve yaşam tarzını standartlaştırmasını ve yerel özelliklerini ortadan kaldırmasını engelleme amacını taşıyan, Yavaş Beslenme Manifestosu doğrultusunda hareket eden bir gönüllü tepki hareketi olma özelliğine sahip. Adından da anlaşılacağı gibi, hızlı yaşamın sembolü olarak görülen “Fast food kültürüne, yerel gıda geleneklerinin kayboluşuna ve insanların giderek ne yedikleri, yedikleri gıdaların nereden geldiği, tadının nasıl olduğu ve yemek seçimlerimizin dünyayı nasıl etkilediği konusundaki vurdumduymazlıklarına karşı kurulmuş kâr amacı gütmeyen bir eko-gastronomi organizasyonu.”

Slow Food

Hızlı yaşamın tipik bir yansıması olan “fast food,” hazırlanıp servis edilmesinden tüketilmesine kadarki hızlı süreci ifade için kullanılmakta. Ayaküstü atıştırma, hızlıca tıkınma ve hemen işine dönme gibi bir anlamı içinde barındırıyor. Hızlı hayat temposu içinde diğer tüm değerlerinden ve farklılıklarından uzaklaşan toplumlar yeme ve yemek kültüründen de uzaklaşmış durumdalar. İşte bu tehlikeli gidişin farkında olan kesimler bir yandan tepkilerini ortaya koyarken diğer yandan çözüm arayışına girmişler. Bulunan en etkili ve geniş yankı uyandıran tepki ise hız karşıtı yavaşlığı öngören yaklaşım olmuş. Yavaşlığı beslenmeden başlatan hareket ise Yavaş Beslenme (Slow Food) Hareketi.

Yavaş Beslenme, yerel lezzetlere sahip çıkmayı, doğaya saygı göstermeyi, rahat ve sağlıklı beslenmeyi, ne yediğini bilmeyi, hattâ kendi yiyeceğini yetiştirebilmeyi, yemekten tad almayı, yemekle sosyalleşmeyi ilke edinmiş bir akım olarak ortaya çıktı. “İyi, Temiz ve Adil Gıda” felsefesini formülleştirdi. Buradan da “Sürdürülebilir Kaliteli Gıda” kavramına ulaşmayı hedefledi.

“Gıdanın iyi olması” yerken bize haz vermesi ve lezzetli olması, “Gıdanın temiz olması” üretimde kullanılan tekniklerin çevreye, hayvan ve insan sağlığına zarar vermemesi, “Gıdanın adil olması ise” gıda üreticilerinin emeklerinin sömürülmemesi ve emeklerinin karşılığını alabilmeleri anlamına geliyor. Gıdaların taze olması, dalında ve mevsiminde olgunlaşması, paketleme-ambalajlama ve taşıma zorunluluğunun ortadan kalkması, böylece çevre için kirletici unsurlara meydan verilmemesi adına yerel üretim öne çıkarılıyor. Bu durum aynı zamanda, tüketilen ürünlerin hangi şartlarda ve nasıl üretildiğinin bilinmesini de sağlamakta, tarladan tezgâha üretici ile tüketici arasına başka pazarlama etkenleri girmemiş olmakta. Ayrıca geleneksel üretim yöntemleri, yerli tohumlar, tür ve çeşitlilik de korunmuş oluyor, ekolojik çeşitliliğin korunması ve zenginleştirilmesine imkan sağlanıyor.

İtalya’da Gastronomik Bilimler Üniversitesi (University of Gastronomic Sciences) ve “Slow Food Editor” adlı bir yayınevi bulunan bu hareket, Fast Food’un gıdalarımızı ve yemekleri standartlaştırdığını, lezzeti tek yönlü hale getirdiğini, yemek kültürünün kaybedildiğini, insanın tek tip yemek yemeye yönlendirdiğini savunuyor; buna tepki olarak yöresel lezzet farklılıklarının korunmasına yönelik çalışmalar yapıyor. Bu harekete göre her ülkenin ve o ülkedeki farklı yörelerin gastronomi kültürü yok edilmemeli. Bu kültürün yok edilmemesi ise bilinçli bir çaba ve eğitim almayı gerektiriyor. “Yavaş Beslenme”nin öncüleri bu yüzden Gastronomik Bilimler Üniversitesi’nde yerel lezzetlerin eğitimi veriyor, bu çatı altında İtalyan mutfağının tarihî mirasını elde etmiş, özümsemiş gastronomlar yetiştiriliyor.

Sefertası Hareketi

Günümüzde 100.000′den fazla üyesi ve 1.300 şubesiyle dünyanın en aktif sivil toplum hareketleri arasında bulunan Yavaş Beslenme (Slow Food) Hareketi, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü tarafından da tanınmış durumda. Aynı zamanda hareket, kendine sembol olarak belirlediği salyangoz figüründe de ana mesajını verme çabasında. Yavaş, temkinli ancak kararlı bir şekilde ilerleyen salyangoz, cüssesinden beklenmeyecek mesafeler aşmakta; bunu yaparken de geçtiği yerlerde ince bir iz bırakmakta.

Burada hemen Mart 1999’da, ülkemizde “Sefertası Hareketi” adıyla ortaya çıkan bir hareketten bahsetmekte yarar var. Bu hareketin amacı da, Yavaş Yemek Hareketi’ne paralel bir çizgide, evde yemek pişirilmesini ve aile sofralarını, “hızlı beslenme” olgusunun olumsuz etkilerine karşı toplumun bağışıklık mekanizması olarak görüyordu. İsim ve sembol olarak seçilen sefertası da gelenekselliği simgelemekteydi.

Sonuç olarak yavaş yeme sıradan bir hareket değil. Geçmişten kalan yemek kültürüyle, küresel dünyanın şekillendirdiği insan ve toplum yapısına karşı silkelenip yeniden kendine gelmeyi öngören bir hareket. Bizim de çok ders alabileceğimiz, bünyesinde önemli mesajlar barındıran bir gönüllü tepki hareketi.

Hayatımızın ne kadar hızlı olduğunu anlayabilir, farkına varabilirsek, yemek kültürümüzü yavaşlatmakla neler kazanabileceğimizi bir düşünelim…

Slow Food (Yavaş Yemek) Manifestosu

Uluslararası “Yavaş Yemek Hareketi” 9 Kasım 1989’da kurucu üye Falco Portinari’nin kaleme aldığı bu bildirinin 15 üye ülke tarafından onaylanmasıyla resmen kabul edilmiştir:

– Endüstriyel uygarlaşmayla başlayıp gelişen yüzyılımız, önce makineyi icat etti sonra da onu kendine yaşam modeli olarak seçti.

– Hayatın koşuşturma telaşı bizi köleleştirdi, sinsi bir virüse yenik düştük: Alışkanlıklarımızla aramıza giriyor, evimize, özelimize yayılıyor ve bizi “hızlı yeme”ye zorluyor.

– Bu telaşın türünün neslini tüketme tehlikesine karşı ve insan olmanın hakkını vermek adına insanlık kendini kurtarmalı.

– Hızlı hayatın evrensel çılgınlığına karşı direnmenin tek yolu sakin ve inatçı bir uslupla bedensel keyif unsurlarımızı sıkı sıkıya savunmaktır.

– Uygun dozlarda, duyusal hazları ve uzun soluklu keyifleri emniyete almak; durmadan çalışmayı verimlilik zannetme çılgınlığına kapılmış kalabalığın hastalığını kapmaktan korur.

– Bizim bu düzene karşı koyuşumuz, “yavaş yemek”le sofrada başlamalı. Bölgesel yemeklerimizin lezzetlerini, kokularını yeniden keşfedelim ve “hızlı yeme”nin ezici etkisini kendimizden uzak tutalım.

– Hızlı yaşam, üretkenlik adına, var olmamızın geleneklerini değiştirdi ve çevremizi, ufkumuzu tehdit etmekte. Bu duruma tek çözüm “yavaş yemek”tir.

– Gerçek kültür; lezzeti yok saymak yerine onu geliştirmektir. Bunun da yolu, uluslararası deneyim, bilgi ve proje değiş tokuşundan daha iyi ne olabilir?

– “Yavaş yemek” daha iyi bir geleceği emniyete alır. “Yavaş yemek”, küçük salyangoz simgesiyle, “yavaş” kımıltıya devinim getirecek nitelikli desteğe ihtiyaç duyan uluslararası bir düşünce hareketidir.

Veli Sırım

Moral Dünyası Dergisi