Etiket arşivi: Moral Dünyası Dergisi

Engelsiz Tarihimiz!

“Bir âmâyı kırk adım götürene cennet vacip olur” hadisini hayata tatbik eden ceddimiz engelli vatandaşları için sayısız vakıflar kurmuş. Görme engelliler için Sivas’ta vakıf var mesela. Görme engelliler medreselerde hafız yapılmış ve iaşesini devlet karşılamış. Camilere müezzin tayin edilmişler, mevlidhan olmuşlar ve nafakalarını çıkartmışlar.

Biliyorsunuz, Şuayb ve Yakup aleyhisselam âmâ idiler. Görme engelli kişilerin nübüvvet makamına çıkarılması ne kadar ilginç ve geleceğe mesaj açısından ne kadar manidar…

Demek oluyor ki, insanın engeli, onun peygamber olmasına bile engel değil.

O zaman hiçbir şeye engel olmamalı.

Zaten Allah insanların şekline değil, kalbine bakar.

Ashabdan görme engelli bir Abdullah bin Ümmi Mektûm var. Peygamber Efendimiz yirmi yedi defa Medine dışına çıkmış ve on üçünde Abdullah bin Ümmi Mektûm’u kendi yerine vekil tayin etmiş.

Hadis-i şerifte, “Bir âmâyı kırk adım götürene cennet vacip olur” buyruluyor. Bir âmâyı, bir engelliyi kırk adım götüren ya da ona yardımcı olan insana cennet vaat ediliyorsa, o engeli yaşayana kim bilir ne nimetler var?

Yazık ki günümüzde çoğumuz bu açıdan bakamıyoruz. Ama Osmanlı bu açıdan yaklaşmış sanırım. Özürlü vatandaşları için sayısız vakıflar kurmuş… Arşivlere girdiğimizde bunları görüyoruz. Görme engelliler için Sivas’ta vakıf var mesela… Siirt’te vakıf var. Ayrıca Osmanlı, görme engellileri medreselerde hafız yapmış ve iaşesini devlet karşılamış. Bu alan görme engelliler için bir meslek alanı olmuş. Camilere müezzin tayin edilmişler, mevlidhan olmuşlar ve nafakalarını çıkartmışlar.

Evliya Çelebi’nin notlarından, 1500-1700’lerde Osmanlı mahkemelerinde hizmet veren bir sağırlar topluluğu olduğunu anlıyoruz.

Dilsizlerin eğitimi için ilk mektep 1889 yılında Sultanahmet’teki Hamidiye Ticaret Mektebi bünyesinde özel bir bölüm olarak açılmıştır.

İlk İşitme Engelliler Okulu, II. Abdülhamid tarafından, 1902’de kuruldu: Yıldız Sağırlar Okulu. Bu okulda, günümüz Türk İşaret Dili’nin muhtemel alt yapısını oluşturan Osmanlı İşaret Dili, öğretmenler tarafından okullarda sözel dille beraber kullanılıyordu. Tıpkı yazılı dilde olduğu gibi, bu okulda kullanılan işaret alfabesi de şu anda kullanılan alfabeden farklıydı. Bu okullarda Batı’da kullanılan işaret dillerinin kullanıldığına dair de hiçbir kanıt yoktur.

Osmanlı’da engellilerin tedavisi

Bedensel engellilere yönelik yardım çalışmaları Osmanlılara hatta Selçuklulara dayanıyor. Selçuklular devrinde bir yardım kurumu olarak faaliyet gösteren Ahilik teşkilatının engellilere de hizmet götürdüğünü çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz.

II. Abdülhamit tarafından kurulan Darülaceze bünyesinde kimsesiz, fakir, çalışamayacak olanların yanısıra bedensel engelliler de barındırılmıştır.

Türkiye’de ilk rehabilitasyon çalışmalarına Bursa’da başlanmıştır. Harp sakatlarına protez sağlamak amacıyla 1918 yılında bir atölye açılmıştır. Bugünkü adı Bursa Kara Kuvvetleri Komutanlığı Fizik Tedavi Hidroklimatoloji ve Rehabilitasyon Hastanesi olan Bursa Askerî Hastanesi,1922 yılında Kurtuluş Savaşı’nda yaralananlar ve sakatlar için kurulmuş ve bunların bakımı, tedavisi ve tertipleri yapılmıştır.

Osmanlı dönemi incelendiğinde ruhsal ve zihinsel engellilerin tedavilerine büyük önem verildiği ve tedavileri için her türlü imkânın seferber edildiği görülmektedir.

Aynı dönemlerde Avrupa’da akıl hastaları “içlerinde şeytan var” denilerek yakılırken, Osmanlı’da ruhsal ve zihinsel engelliler müzik ve suyla tedavi edilmekteydi.

Osmanlı döneminde sadece ruhsal ve zihinsel engellilerin tedavi edildiği yerlere “bimarhane” denilmekteydi. Bimarhane kelimesinin zaman içerisinde anlam kayması sonucu “tımarhane” gibi sadece akıl hastanelerinin tedavi edildiği yer anlamına geldiği kabul edilmektedir.

İmparatorluğun en parlak devrinde Mimar Sinan tarafından İstanbul’da inşa edilen, bugüne sağlam durumda ulaşan Haseki Hastanesi (1538-1550), Süleymaniye Külliyesi’ndeki şifahane ile tıp medresesi (1550-1557) ve Atik Valide Hastanesi (1583-1587) her türlü hastanın yanısıra akıl hastalarının da tedavi edildiği ünlü Osmanlı hastaneleridir.

Edirne’deki II. Bayezid Darüşşifası, gerek ilk defa az personelle yüksek randıman almayı amaçlayan merkezî sistemi ve gerekse o döneme göre çok ileri hatta 18-19. yüzyıllardaki hastane yapılarına ışık tutacak kadar mükemmel hastanelerden biridir.

Osmanlı’da “bizebanlar”

Bizebanlar, Osmanlı devlet örgütünde sarayda ve Babıâli’de görevli dilsizler… Farsça “dilsiz” sözcüğünün karşılığı olan “bizeban”dan gelmektedir. Gizli konuşmaların dinlenilmemesi, birtakım sırların dışarı sızmaması için Fatih zamanından beri var olan bir kurum… Kurumda istihdam edilen dilsizler, başdilsizin yönetiminde çalışırdı. Kıdemleri arttıkça, “soyunuk eski” ve “bıçaklı eski” gibi unvanlar alırlardı.

Önceleri yalnızca saraylarda padişahların hizmetinde görevlendirilirken, giderek sadrazamların ve öteki üst düzey yöneticilerin gizli oturumlarında hizmet etmeye de başladılar. Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar bu gelenek sürdü.

Devletin sırları, konuşma ve işitme engellilere emanetti…

Osmanlı Sarayı’nda padişahın çalışma ofislerinin bulunduğu iç kısımda sağır ve dilsizler görev yapardı; devlet adamları bunlarla anlaşabilmek için dillerini öğrenmek zorundaydı. Bunların anlaşmak için kendilerine mahsus işaretleri ve el hareketleri vardı. Bunlara “dilsiz dili” denirdi. Bütün saray halkı bu dili öğrenmişti.

Padişahın huzurunda konuşmak ayıp sayıldığı için saraylılar bu dille anlaşırlar, hatta başka zamanlarda bile bu dille birbirlerine hikâyeler anlatırlardı. Dilsiz dili sarayda neredeyse moda olmuştu. Sağır-dilsiz görevliler Tanzimat’ın ilanından sonra kurulan meclislerde ve heyet-i vükelâ denilen bakanlar kurulunda kullanıldı.

Saray cüceleri

Genel olarak bu sınıfın saraydaki konumu şöyle açıklanabilir: Tarihte bütün dünyada görülebilen saray soytarısı bulundurma geleneği Osmanlı’da bir başka şekilde ortaya çıkmış ve sarayda cücelerin istihdamı başlamıştır.

Dünyada birçok ülkede görülen saray soytarısı bulundurma geleneği Osmanlı’da pek fazla yer tutmamıştır. Ama cücelere yer verilmiştir. Daha ziyade bedenî mükemmeliyet gerektirmeyen işlere bakarlardı. Mesela Enderun’da hafızü’l-kütüplük, yani kütüphane memurluğu yaparlardı. Kabiliyetli olanları “Pars Kethüdalığı”na yükselerek ülkedeki hastahanelerin gelir ve masraflarına bakarlardı.

Hoş sohbeti, tatlı dili, hatta umumî kültürüyle padişahın nedimi demek olan musahipliğe kadar çıkanları bile vardı.

Görme engelli mimar Carlos Mourao Pereira “İstanbul’a ve Osmanlı mimarisine hayranım, çünkü tarihî mekânlar engelliler hesaba katılarak inşa edilmiş, tüm duyulara hitap ediyor” diyor. “Artık mimarî yapılarda avlu kullanmıyorlar. Oysa avlular görme engellilerin sesleri daha iyi algılayıp rahatsız olmadan bulunabilecekleri mekânlar; Süleymaniye bu anlamda muhteşem.”

İstanbul’da tarihî mekânların birçok duyuya hitap edecek şekilde yapıldığını anlatan Mourao, “İstanbul’daki tarihî mekânlarda bulunmaktan keyif alıyorum. Mimarî öyle olağanüstü ki akustik ve kokular sayesinde mekânı algılayabiliyorum” diyor.

Yavuz Bahadıroğlu / Moral Dünyası Dergisi

Peygamber Efendimiz (SAV) Engellilere Nasıl Davranırdı?

Hayatı boyunca tüm insanlara bir örnek ve rehber olan Efendimizin (a.s.m.) davranışlarında günlük yaşantımızda karşılaşabileceğimiz meselelerimize çözümler vardır. Toplumun yüzde 12 gibi geniş bir kesimini teşkil eden engelliler konusunda acaba Efendimizin (a.s.m.) tutumu ve davranışları nasıldı?

Kur’an-ı Kerim’de doğrudan engellilerle ilgili birkaç ayet-i kerime vardır. Söz konusu ayetlerde Rabbimiz, bazı konularda engellilerin sorumluluklarının olmadığını ifade buyurmuş ve onları rahatlatmıştır. Bu ayet-i kerimelerin içerisinde Abese Suresi’nde özet olarak, tefsir kitaplarında geniş bir şekilde anlatılan Hz. Muhammed (a.s.m.) ile görme engelli sahabi Abdullah b. Ümmi Mektûm arasındaki olay çok ilginçtir.

Rivayetlerden anlaşıldığına göre Allah Resulü, İslam’ı daha geniş kitlelere yaymak maksadıyla Mekke’nin ileri gelenleriyle ilgilendiği bir zamanda, Abdullah b. Ümmi Mektûm’un yanına gelmesi ve birşeyler sorması üzerine yüzünü ekşiterek ona sırtını dönmüş, bunun üzerine Abese Suresi’nin ilk ayetlerinde Allah Teâlâ, Peygamberini şöyle uyarmıştır: “Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü. (Ey Muhammed!) Ne bilirsin, belki de o arınacak yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. Kendini muhtaç hissetmeyene gelince, sen, ona yöneliyorsun. (İstemiyorsa) Onun arınmamasından sana ne! Allah’a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana geleni ise bırakıp, ona aldırmıyorsun. Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur’an) bir öğüttür.”  (Abese, 80/1-11).

Bu ifadelerle engelliler konusunda ikaz edilen Allah Resulü, engelliler noktasında daha da duyarlı hale gelmiştir. Bu eğitim sürecinden sonra, Peygamber Efendimiz engellilere nasıl davranmış, onun bu insanlara yaklaşımı nasıl olmuştu? Şimdi, kısaca buna göz atalım:

Efendimiz, engellilere değer verirdi

Peygamber Efendimiz, görme engelli sahabi Abdullah b. Ümmü Mektûm’u her gördüğünde ona, “Rabbimin beni kendisi sebebiyle azarladığı kişi” der, onunla ilgilenirdi. Artık Abdullah, Efendimizin hayatının bir parçasıydı. Ona kalbindeki müstesna bir yeri vermiş ve bunu göstermek üzere her ne zaman Medine dışına çıkacak olsa onu, yerine vali vekili olarak atamıştır. Onca insan varken Abdullah b. Ümmü Mektûm, Medine’de devletin başı olmuş ve hatta Peygamberimizin namaz kıldırdığı, ayağını bastığı, Rabbiyle konuştuğu yerde, Mescid-i Nebevî’nin mihrabında sahabe-i kirama namaz kıldırmış, imamlık yapmıştır. O’nun yerinde olmak, Peygamberimizin engellilere verdiği önemi gösteriyordu.

Fizikî olarak insanların hoşlanmayacağı bir surete sahip olan insanlar genelde toplum nezdinde değersiz görülür. Çoğu zaman bu insanlar psikolojik bir baskı altında herkes tarafından kendilerinin basite alındığını düşünürler. Asr-ı Saadet’te böyle bir durumda olan Cüleybîb, bir yandan Resulullah’tan kendisini evlendirmesini isterken öte taraftan eziklik psikolojisiyle “Ya Resulallah! Gerçi siz beni belki değersiz görüyorsunuz” diyebilmiştir. İnsanları çok iyi tanıyan ve onları Allah Teâlâ’nın yarattığı bir varlık olarak gören Rahmet Peygamberi, “Hayır, sen Allah katında kesinlikle değersiz değilsin” buyurmuştur.

Böylece engellilik konusunda Resul-i Ekrem değişmez kesin ölçüyü koymuştur: İnsanların nazarında değil, Allah katında değerli olmak. Dolayısıyla Yaratıcı, yarattığı hiçbir insanın engelli oluşuna bakmayacak, onun yaptığı fiillere bakacaktır. İşte Cüleybîb de insanlar yanında ne kadar değersiz kabul edilirse edilsin, gerçek makamda ne kadar değerli olduğu Hz. Muhammed tarafından dile getirilen büyük bir sahabidir.

Cüleybîb’in evlenme talebi üzerine Allah’ın Elçisi, onu Ensar’dan bir ailenin kızıyla evlendirmek istedi. Kızın anne-babası bu işten pek hoşlanmadılar. Kız, Hz. Peygamber’in arzusunu işitince şu ayet-i kerimeyi okudu: “Allah ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman hiçbir mü’min erkek veya kadın için seçme söz konusu değildir.” Ardından da “Allah Resulü’nün benim için razı olduğuna ben de razı ve teslim oldum” deyince, Resulullah o kıza şöyle dua etti: “Allah’ım! Ona her türlü hayrı bol bol ver, hayatını da zor kılma!” Sözkonusu kızla evlenen Cüleybîb’in, eşine karşı eşine rastlanmayacak biçimde çok cömert olduğu ifade edilmiştir. Bunun sebebi olarak Allah Resulü’nün onun için yaptığı şu dua gösterilir: “Allah’ım! Ona hayrı yağdır ve geçimini dar kılma!”

Cüleybîbve Hz. Peygamber’in ona dair sözleri ve yaptıkları, İslam’ın ve İslam Peygamberi’nin engelliler konusundaki bakış açısını yansıtması bakımından tek başına yeterli bir örnektir. Toplum içerisinde değersiz görülen, önemsenmeyen, belki de kimi vakit alay edilen bir sahabi, kendisiyle ilgili çıkış kapısı olarak Allah Resulü’nü görür. Ona gelir ama evlendirilme hususunu açarken toplumun kendisine olan bakışını da özetler. “Gerçi siz beni belki değersiz görüyorsunuz” derken aslında Hz. Peygamber’i değil toplumu kasteder. Böyle bir anda Hz. Peygamber, bütün dünyanın ve bütün insanların düşüncesinin bir yerde boş olduğunu ifade eden o önemli sözü söyler: “Hayır, sen Allah katında kesinlikle değersiz değilsin.” Bütün dünya farklı düşünse de, bütün dünya farklı söylese de önemli olan insanın Allah katındaki değeridir.

Efendimiz, engellileri ziyaret ederdi

Hz. Peygamber’in kişinin engeline değil, onun insanlığına ve Müslümanlığına kıymet vermenin önemli olduğunu vurgulamak üzere “O, âmâ değildir; asıl gören odur” dediği sahabi Umeyr b. Adiy’i, Resul-i Ekrem zaman zaman ziyarete giderdi. Hz. Peygamber, sahabileriyle birlikte bu ziyareti gerçekleştireceği zaman “Kalkın, Vakıfoğulları’ndan şu iyi gören adamı ziyarete gidelim” derdi. Sanki Allah Resulü bu sözleriyle ziyaretinin bir sebebi olarak da onun âmâ oluşunu çevresindekilere hissettirmektedir. Çünkü engelli insanların ziyaret edilmesi, onların başkalarını ziyaret etmelerinden daha kolay görünmektedir. Onlar bu anlamda ziyaret edilmeye daha layık ve hak sahibi kişiler olmaktadır. Bu sebeple de Hz. Peygamber, engelli insanları ziyaret etmeye ayrı bir önem vermiş ve bunu hayatında yaşayarak göstermiştir.

Efendimiz, engellilere yardım ederdi

Hz. Peygamber, sağlıklı insanların engellilere karşı nasıl davranmaları gerektiğini düzenleyen ahlakî tavsiyelerde bulunmuştur. Özellikle görme engelli insanlara karşı yardımda bulunmanın gerekliliğini şöyle ifade etmiştir: “Gözleri görmeyen birine yol göstermek sadakadır.” Yine aracına binmeye çalışan bir engelliye yardımcı olmak da Allah Resulü tarafından sadaka olarak değerlendirilmiştir.

Bu sözleriyle Hz. Peygamber engelsiz insanlardan engelli kimselere karşı birtakım ahlakî davranış kalıpları geliştirmelerini istemiştir. Bu amaçla Hz. Peygamber’e ashabdan birisi “Herhangi bir mal varlığımız yoksa sadakayı nasıl verelim?” diye sorunca o şöyle cevap vermiştir: “Sadakanın kapılarını, âmâlara yardım etmek, sağır ve dilsizleri anlayana kadar dinlenmek, bir insana ihtiyaç duyduğu nesnenin yerini göstermek, yardım isteyen birine gücümüz yettiği kadar yardım etmek ve güçsüzlere kol kanat germekle açabiliriz.” Peygamberin bu cevabı işitme engelli birine karşı onun derdini ve sorununu anlayıp çözüme kavuşturuncaya kadar çaba sarf edilmesi gerekliliğine bir vurgu olarak değerlendirilebilir.

Efendimiz, engellilere iş imkânı sağlardı

Allah Resulü, engellilere sadece değer vermek veya farklı şekillerde yardım etmekle kalmamış, onları kabiliyetlerine göre değişik işlerde istihdam etmiş ya da ettirmiştir. Bu bağlamda Asr-ı Saadet’e baktığımız zaman engellilerin imamlıktan berberliğe, sancaktarlıktan valiliğe kadar çok farklı iş kollarında görev aldıklarını görmekteyiz. Dolayısıyla aynı tarih diliminde, hayatın her alanında engellilerin bulunduğunu söyleyebiliriz. Asr-ı Saadet’teki bu görüntü, engellilerin âtıl, işe yaramaz, olsa olsa en çok dilencilik yapan şahıslar olarak algılanmasının çok ötesinde bir durumun varlığını bize göstermektedir. Aynı zamanda bu durum, her zaman ve mekândaki insanoğluna örnek teşkil edecek bir zenginlikte kendini göstermektedir.

Asr-ı Saadet’te engelli ve istihdam birlikteliğinde âdeta somutlaşan isim meşhur âmâ sahabi Abdullah b. Ümmi Mektûm’dur. Sözkonusu sahabinin Hz. Peygamber tarafından Medine’ye on üç defa vali vekili olarak bırakılması, konumuz açısından son derece önemlidir. Sözkonusu sahabinin Allah Resulü’nün üç müezzininden biri olması ve Hz. Peygamber’in yokluğunda Mescid-i Nebevî’de namazları kıldırması da engellilerin istihdamı konusunda önemli örneklerdir. Hz. Peygamber’in müezzinlerini sesi güzel olan kişilerden seçtiği bilindiğine göre Abdullah da sesi güzel bir şahıstır ve bu özelliği sayesinde Allah Resulü’nün müezzini olma şerefini elde etmiştir. Devletin başındaki en üst yönetici vasfıyla aynı sahabi Mescid-i Nebevî’de defalarca imamlık yapma şerefine nail olmuştur. İmamlık görevini yerine getirirken onun hatiplik de yaptığını ve insanlara sohbet yaptığını rivayetlerden öğrenmekteyiz. Dolayısıyla birçok marifeti olan bu kişinin aynı zamanda bir eğitimci olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Zaten bu seçkin sahabinin Allah Resulü tarafından, Kur’an öğretmek üzere Musab b. Umeyrile birlikte Medine’ye gönderilmesi de onun eğitimci olarak istihdam edildiğini göstermektedir.

Efendimiz, engellilerin eğitimiyle ilgilenirdi

Hz. Peygamber’in engellilerin eğitim faaliyetleriyle ilgili dikkat çekici uygulamalarını görmek mümkündür. Hz. Peygamber’in engellilerin eğitimiyle ilgili vereceğimiz ilk örnekler dinî konularda onlara yaptığı rehberlik faaliyetleri olacaktır. Adet kanaması bir türlü durmayan Fatıma binti Ebî Hubeyş, durumunu Resulullah’a sormuştur. Ona hastalığıyla ilgili bazı sorular soran Hz. Peygamber, Fatıma’ya şöyle cevap vermiştir: “Bu damardan kaynaklanmaktadır ve hayız kanı değildir. Normal hayız süresi geldiğinde namazı bırak, normal hayız süren bittiğinde boy abdestini al ve namazını kıl.”

Meşhur âmâ sahabi Abdullah b. Ümmi Mektûm’un, kendisine rehberlik yapacak birisi bulunmadığını öne sürerek hava şartları ve karanlık sebebiyle cemaatten muaf tutulma talebine Hz. Peygamber olumlu cevap vermemiş ve ezanı işiten bir kişinin cemaate gelmesi gerektiğini beyan etmiştir. İlk bakışta tuhaf gibi gelecek bu uygulama eğitim ve din eğitimi açısından önemli mesajlar içermektedir. Zira Mescid-i Nebevî Hz. Peygamber döneminde sadece bir ibadet mekânı değil, aynı zamanda bir eğitim kurumuydu. Peygamberimiz, İbn Ümmi Mektûm’dan bu eğitime devam etmesini istemiş olmalıdır.

Burada sadece birkaç örneğini verebildiğimiz, Peygamber Efendimizin engellilere karşı davranışlarının, çağdaş bilgilerle örtüşen uygulamalar olduğu görülmektedir. Allah Resulü, on dört asır öncesinden engellilerle ilgili günümüzde söylenilen hususları dile getirmekle kalmamış, söz konusu hususları hayatında göstermiştir. Engellilere değer vermiş, yardım etmiş, iş imkânı sağlamış, onların eğitimleri ve tedavileriyle ilgilenmiş; böylece herkesin yanında huzur bulduğu Efendimizin yanında engelliler de önemli olduklarını hissetmişler ve mutlu olmuşlardır.

Mithat Eser / Moral Dünyası Dergisi

Bediüzzaman bugünün çocuğu olsaydı?

Zamanın eşsizi” Bediüzzaman’ın “sıradan” insanlara benzemeyen çocukluğu, gençliği, sonraki yılları ve eseri, ehil insanlarca dahi kılı kırk yarar bir titizlikle kullanılması gerektiği halde bugün ehil olsun olmasın herkesin rahatça kullandığı “sofistike” etiketlerin ne derece tehlikeli olduğu açısından ziyadesiyle öğretici. Keza, dünden bugüne kullanılagelen “yaramaz”, “geçimsiz”, “başarısız” gibi etiketlerin tehlikelerini göstermek açısından da…

İskoçyalı düşünür Thomas Carlyle, Kahramanlar ismini taşıyan kitabında, kendi gözüyle insanlık tarihini değiştiren büyük isimleri anlatır. Resûlullah aleyhissalâtu vesselamı da ‘Peygamber kahraman’ olarak anlattığı bu kitabın bir yerinde, Fransız devrimi sonrasında bütün kıtaya yayılmış olan ‘millî eğitim’den de yakınır Carlyle. Ona göre, yeni şartlarda artık ‘kahramanlar’ın çıkması zor, hatta imkânsızdır. Zira, mevcut eğitim sistemi ortalama bir düzeyi her çocuk için dayatarak, Allah vergisi özel yeteneklere sahip çocukları da vasatlaştırmaktadır!

Thomas Carlyle’ın 1800’lü yılların ortasında söylediği bu tesbitini, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında doğup büyümüş ve ‘millî eğitim’den geçmemiş bir isimle birlikte düşünürüm. Belirlenmiş okula başlama yaşına göre birkaç sene daha geç eğitime başlamış olan, bugünkü anlamıyla bir ‘okul’da verildiği şekliyle eğitim görmemiş olan, klasik İslâmî eğitim modelinin bir parça deforme olmuş halde sunulduğu medreselere de mutad şekilde devam edemeyip gittiği medreseden ya kendisi ayrılan veya ayrılmaya mecbur bırakılan bir isimle birlikte…

Bu isim, Bediüzzaman’dır.

Bediüzzaman, adı üstünde ‘zamanın eşsizi’dir ve bu ünvan kendisine gençlik döneminde onda görünen harikulâde hâfıza ve muhakeme birlikteliği dolayısıyla yaşadığı bölgede sözü dinlenen bir âlim tarafından verilmiştir.

Ama medreseye ilk gittiği tarihten çok değil sekiz-on sene sonra ‘Bediüzzaman’ ünvanıyla anılır hale gelen çocuk, dokuz yaşında iken gittiği ilk medresede de, ikincisinde de ‘problem çocuk’ niteliğindedir. Doğup büyüdüğü Nurs civarındaki, Bitlis hududundaki medreselerde istikrarlı ve devamlı bir eğitimi bu yüzden göremediği için daha uzak bir beldede, Ağrı Dağı karşısındaki Doğubeyazıt’ta Muhammed Celalî Efendi’nin medresesinde tahsilini tamamlamıştır. Ama, yerleşik sisteme göre uzun seneler süren bu eğitimden sadece birkaç ay gibi kısa bir zamanda geçmek suretiyle…

Şükür ki, meşhur İshakpaşa Sarayı’nın biraz daha yükseğinde medfun halde mü’minlerden dua bekleyen Muhammed Celâlî Efendi, Said isimli bu taze gencin taşıdığı özel yeteneği farketmiş; daha önceki medreselerde olduğu şekilde onu diğer çocuklarla aynı zaman aralığında aynı ders düzenine zorlamamış; diğer çocuklarda ona karşı herhangi bir hasetçi tutumun gelişmesine ve bu yüzden aralarında çatışma çıkmasına da mani olup, genç Said’e çok kısa zamanda klasik medrese tahsilini tamamlama imkânını sunmuştur. Bu sayededir ki, gittiği önceki medreselerin ‘problem çocuk’ Said’i, onun medresesinde az zaman sonra Bediüzzaman ünvanıyla anılır hale gelecek bir ‘özel yetenekli çocuk’ olarak temayüz eder.

Bugün yaşasaydı…

Bediüzzaman’ın bu eğitim süreci, birçok açıdan öğreticidir. En başta, Carlyle’ın sözünü ettiği özel yetenekleri de ‘vasatlaştıran’ bir örgün eğitimin cenderesine girmemesi ile, haksız karşısında eğilmeyen, öfke seline de kapılmayan destansı hayatı ve Risale-i Nur gibi bir İslâmî düşünce şaheserinin müellifi olması arasındaki ilişkiyle.

Bu süreç, insanlığa yol verecek örnek hayatların ve büyük düşünürlerin geniş imkânlar içeren vasatlarda ortaya çıkabileceği yolundaki yerleşik algıya ters düşmesi cihetiyle de önemlidir. İslâm’a uzanan yolunda Bediüzzaman’ın hayatından ve eserinden ziyadesiyle etkilenmiş bir isim olarak Kanadalı gazeteci Fred A. Reed’in Anadolu Kavşağı: Gizli Türkiye’ye Yolculuk isimli kitabında Bediüzzaman’ın doğup büyüdüğü Nurs köyüne gittiğinde yaşadığı ruh halini tarif ettiği şu cümleler, bu açıdan son derece dikkat çekicidir: “Benzersiz nitelikleri olan birinin yetiştiği yeri ziyaret ettiğimizde, ilk bakışta hayal kırıklığına uğrarız. Torosların uzak bir kanyonundaki bu taş yığını, fakir ve küçük köy ile, yaptıkları ve eylemsizlik üzerine bina ettiği hareketi ile tahmin edilmeyen gizemli yollarla bir ülkeye ve dine hâlâ şekil veren bir insan arasında nasıl bir irtibat kurulabilir? (…) Kim böyle bir insanın böyle bir yerden zuhur edeceğini tahmin edebilirdi?”

Halbuki, yine Fred A. Reed’in dediği üzere, deha, ‘böyle mütevazı şartların umulmadık bir mahsulü’dür ve nice büyük isim metropollerden ve saraylardan değil, böylesi ortamlardan çıkmasıyla kafamıza yerleşmiş ezberleri olabildiğine sarsmaktadır.

Başkaca örneklerin yanısıra Bediüzzaman’ın doğup büyüdüğü şartlar ve geçirdiği ‘problemli’ eğitim süreci, bu şekilde, bize ortamlar ve kişiler üzerine bir damga bırakmanın; insan, hele ki çocuk sözkonusu olduğunda ‘bu budur’ gibi, ‘bundan ancak bu sonuç çıkar’ gibi etiketler üretmenin yanlışlığını fısıldamaktadır.

Tam da bu noktada, Bediüzzaman’ın eğitim süreci, bugün psikoloji ve psikiyatri kitaplarından fırlayıp gündelik hayatın sıradan kelimeleri haline gelmiş bazı nitelemelere de bir cevap ve itiraz olarak çıkar karşımıza. Bugünün dünyasında, çok değil yirmi sene önce hiçbir öğretmenden, eğitimciden, anne-babadan duymadığımız kelimeler peynir ekmekten bile çok kullanılır haldedir. Çocuk biraz hareketli ise, daha uzmanına gitmeden çocuğun kendi evinde veya apartmanında veya sınıfında hakkında verilmiş ve infazı bekleyen bir hüküm vardır: ‘hiperaktif.’ Devamında, hiperaktivitenin dikkat eksikliğine ve bozukluğuna sebebiyet verebildiği tesbitinin eşliğinde bir hüküm daha gelir: Bu çocuk, tedavi görmelidir. Aksi takdirde, okulunda da, hayatı boyunca da hep başarısız olur!

Zihinler böyle çalışınca, üzerine düşen kendi vazifesini yapmadığı için alabileceğinden daha az eğitim almış, yapabileceğinden daha az şey yapmış büyükler kendi başarısızlıkları için bir mazeret de bulmuş olurlar böylece: “Belki benim hiperaktivitem vardı. Zamanında ailem veya öğretmenler farketseydi, belki böyle olmazdım. Şimdiki durumumdan onlar sorumlu!”

Bugün biraz fazla hareketli, derste dikkati biraz daha dağınık bir çocuk için kullanılan ‘hiperaktif’ etiketi ve ona eşlik eden ‘dikkat bozukluğu’ kavramı, keza her çocuğa özel yeteneğine bakmadan aynı müfredatı dayatan ‘millî eğitim’ sistemi açısından Bediüzzaman’ın hayatına baktığımda, şaşırtıcı bir manzara çıkar aklımın karşısına. Bu şaşırtıcı manzara karşısında, Bediüzzaman’ın bugünün dünyasında, meselâ İstanbul’da doğup büyümüş bir çocuk olsa, neler yaşayacağını hayal ederim.

Kendi hayat hikâyesini takip edersek, o durumda bir çocuk olarak küçük Said’in bugün yaşayacakları neredeyse apaçık derecede bellidir:

Öncelikle, okula gitmeye dokuz yaşında değil, altı yaşında başlayacaktır. Hatta belki dört yaşında kreşe, beş yaşında anasınıfına verilecektir. İlk önce kreşteki bakıcılar, sonra anasınıfındaki eğitmenler habire evine telefon edip, annesine Said’i şikâyet edeceklerdir. Giderek artan dozlarda, çocuğun hiperaktif olduğu, mutlaka bir uzman gözetiminde tedaviye başlanması gerektiği söylenecek; bu şekilde devam ederse, çocuğun kurumla ilişkisini kesmek zorunda kalacaklarını söyleyeceklerdir. Anne-babası bu süreçte çocuğu psikologa götürürler mi, hatta psikiyatrist gözetiminde ‘ilaç tedavisi’ne başlarlar mı, bilinmez; ama altı yaşında ilkokula başlar başlamaz bu şikâyetler daha da artacaktır. Öğretmeni, derslerle pek ilgisi olmadığını, çabuk bıkıp sıkıldığını, uyumsuz olduğunu, sürekli yaramazlık yaptığını, arkadaşlarıyla hiç geçinemediğini söyleyip dikkat bozukluğu teşhisiyle başarılı olması zor damgası vurduğu çocuğun muhakkak hiperaktivite tedavisinden geçmesinde ısrar edecektir. Bu arada, mevcut okul müfredatına Said’in sürekli itiraz getirmesini de, ayrıca zihinsel işleyişteki bir probleme yoracak; hatta belki işi şu veya bu kişilik bozukluğuna yönelik endişelerine kadar vardıracak; hatta belki çocuğun gidişatından ‘sosyopat’lık eğilimi çıkaracaktır.

Sonuçta, bunalan anne Nuriye Hanım ve baba Mirza Bey, bir gün küçük Said’in elinden tutup bir psikologa gidecek; küçük bir ihtimalle bu psikolog Said’in bu durumunun ‘hiperaktif’likten ve dikkat, davranış veya kişilik bozukluğundan değil; başka çocuklara kıyasla çok yüksek bir zekâ, hâfıza ve muhakemeyle yaratılmış olmasından kaynaklandığını; Said’in bu uyumsuz diye damgalanan davranışlarıyla aslında kendisini ‘vasatlaştıran’ bir ortamdan duyduğu huzursuzluğu ve itirazı dışa vurduğu sonucunu çıkaracaktır. Daha kuvvetli bir ihtimalle, bu psikolog Said’in bu durumuna ‘hiperaktivite’ teşhisi koyacak, ayrıca şu veya bu kişilik bozukluğu endişesiyle aileyi bir çocuk psikiyatristine de yönlendirecek; ve muhtemelen, Ritalin veya başka bir hiperaktivite ilacının yazılmış olduğu reçetelerin eşliğinde, özel yetenekler yüklü küçük Said ‘Bediüzzaman’ olamadan sıradanlaştırılacaktır!

Dahası var: Diyelim ki, küçük Said, bütün bu etiketlerin cenderesine düşmedi. Ailesi ve öğretmeni, tıpkı annesi Nuriye Hanım, babası Mirza Efendi, hocası Muhammed Celâlî Efendi gibi ondaki farklılığı farketti; bir okulda uyumsuzluk yaşamışsa sorunu onda değil okulda veya eğitim sisteminde gördü, başka bir okula yollayıp farklı bir eğitim süreci ve metodu uygulayarak onun çok daha kısa bir zamanda alması gereken eğitimi almasını sağladılar ve alması gerekmeyen beyin yıkayıcı ezberlerden de uzak tuttular. Ve küçük Said, düşünen, soran, araştıran genç Said oldu. Öyle bir araştırma merakı ki, ondaki bu yeteneği farkeden Vali Tahir Paşa’nın konağında, namaz ve yemek için ayırdığı vakit hariç sürekli kitap okumakla meşgul. Öyle ki, senelerdir Tahir Paşanın konağında kaldığı halde, onun kızlarının ne adını, ne yaşını, ne de sima ve suretlerini biliyor değil.

Genç Said bu durumda bugün yaşıyor olsa, yine etiketler birbiri ardınca sıraya girecekti. Dış dünyaya karşı bu zahirî ilgisizliği ve suskunluğu üzerinden ‘otistik’ olabildiği kuşkusu devreye girdiği gibi, Tahir Paşanın kızlarından böyle uzak ve bîhaber oluşu üzerinden ihtimal ki kendisine ‘sosyofobi’ teşhisi de konulacaktı. Onun insanlığı kuşatan büyük meseleler için; yani, kendi iç âleminde insanlardan uzak, duygu mahrumu bir dünya kurduğu için değil, bilakis bütün insanların derdiyle dertlendiği için kütüphaneye kapandığı görülemeyecekti. Yine, onun Tahir Paşanın kızlarından habersizliğinin, bu idealizminden ve imanın bir tezahürü olarak hayâdan kaynaklandığı da görülemeyecekti.

Dahası da var: Bugünün dünyasında onun daha sonra yaşadıklarına da obsesif kompülsif etiketinden manik depresif etiketine, bir dizi etiket daha vurulacaktı belki.

Bugünün ebeveynlerine…

‘Zamanın eşsizi’ Bediüzzaman’ın ‘sıradan’ insanlara benzemeyen çocukluğu, gençliği, sonraki yılları ve eseri, ehil insanlarca dahi kılı kırk yarar bir titizlikle kullanılması gerektiği halde bugün ehil olsun olmasın herkesin rahatça kullandığı ‘sofistike’ etiketlerin ne derece tehlikeli olduğu açısından ziyadesiyle öğretici. Keza, dünden bugüne kullanılagelen ‘yaramaz,’ ‘geçimsiz,’ ‘başarısız’ gibi etiketlerin tehlikelerini göstermek açısından da…

O Bediüzzaman ki, eseriyle verdiği hayat derslerinden biri, “Fena bir adama ‘İyisin, iyisin’ desen iyileşmesi ve iyi adama ‘Fenasın, fenasın’ desen fenalaşması çok vuku bulur” şeklindeydi.

O yüzden biri hakkında yargıda bulunur, hele ki etiketler üretirken, aman dikkat. Hele ki çocuklar için. ‘İyi çocuk’ olduğu halde, bizim ona vurduğumuz ‘fena’ etiketler yüzünden tembel, başarısız ve hatta kötü adamlara dönüşen kaç istidad var kimbilir?

Metin Karabaşoğlu / Moral Dünyası Dergisi

Çocuklara nasihat verilir mi?

Günümüzde küçük bir çocuk, anne-babasından neredeyse her gün nasihat duymaktadır. Ne var ki bu nasihatlerin çoğu pek de bir işe yaramamakta ve çocuk kendi bildiğine devam etmektedir. O zaman “Nasihat kime, ne zaman verilmelidir?” sorusu gündemimize almamız gereken önemli bir sorudur.

Nasihat” dilimizde oldukça kullanılan bir kavramdır. Sözlükte “Bir kimseye yapması veya yapmaması gereken şeyler için söylenen söz” olarak tanımlanmıştır. Tarihimizden bugüne aktarılmış birçok meşhur nasihat de vardır. Lokman Hekim’in, Şeyh Edebalî’nin, Mevlana’nın ve İmam Gazali’nin oğullarına nasihati günümüze kadar gelmiş nasihatlerdendir. Yine Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kızı Hz. Fatıma’ya nasihati de kitaplara aksetmiş nasihatlerdendir.

Nasihatin kültürümüzde ve tarihimizde bu kadar yaygın olması, anne-babaların çocukları ile kurduğu ilişkide nasihatin merkeze yerleşmesine yol açmıştır. Günümüzde küçük bir çocuk, anne-babasından neredeyse her gün nasihat duymaktadır. Ne var ki bu nasihatlerin çoğu pek de bir işe yaramamakta ve çocuk kendi bildiğine devam etmektedir. O zaman “Nasihat kime, ne zaman verilmelidir?” sorusu gündemimize almamız gereken önemli bir sorudur.

Tarihteki örnekleri incelediğimizde adı geçen meşhur nasihatler yetişkin çocuklara verilen nasihatlerdir. Yani tarihe mal olmuş nasihatler, aklını başına devşirmiş, verilen nasihati idrak edebilecek yetiye sahip kimselere yapılan nasihatlerdir. Beş yaşındaki bir çocuğa yapılmış meşhur bir nasihat bilmiyoruz.

Çocukların gelişim dönemlerine göre ne zaman ve nasıl nasihat verileceğini şöyle özetleyebiliriz.

0-2 yaş: Nasihat değil sevgi ve güven verin

Bu dönem bebeklik dönemidir. Bir anne-babanın bu dönemde çocuğuna yapabileceği en temel iyilik, fiziksel ihtiyaçlarını hemen karşılamak, ona gerekli güven ve sevgiyi doyasıya vermektir. Bu dönemde nasihatten söz etmek mümkün değildir. Çünkü çocuk söyleneni anlayıp idrak edebilecek durumda değildir.

2-7 yaş: En iyi nasihat örnek olmaktır

Bu dönem çocuğu oyun dönemindedir. Bu dönemde çocuk söylediklerimizi dinleyebilir ve anlayabilir. Ancak akıl yürütme, muhakeme becerisi bu dönemde gelişmemiştir. Çocuk söylenen bir sözü bir başka olaya uyarlamayı başaramaz. “Duvarı çizme” dediğinizde bunun “Koltukları da çizme” anlamına geldiği çıkarımını yapamaz. Atalarımızın “Bir kulağından girip diğer kulağından çıkmak” sözü bu dönem çocuklarını tarif eder. Bu nedenle bu dönemde çocuğa verilen uzun nasihatler genelde anlamsız kalır.

Bu dönemde verilecek nasihat yaşanan somur bir olayın ardından olmalıdır. Ağzından kötü bir kelime çıkan çocuğa bu kötü kelime çıktıktan sonra müdahale etmek gerekir. Olay olmadan çocuğa uzun uzun kötü konuşmanın uygunsuzluğunu anlatmak çocuk için bir anlam ifade etmeyecektir.

Bu dönemde çocuğun kaçınması gerekenleri ona olay sonrasında anlatırken, doğru davranışları ise örnek olarak/örnek göstererek aktarmak gerekir. Mesela diş fırçalamanın güzelliği bu dönem çocuğuna konuşarak pek anlatılmaz. Bizzat gidip uygulama yaparak, kendimiz örnek olarak çocuğu olumlu bir davranışa yönlendirebiliriz.

7-12 yaş: Nasihatiniz somut olsun lütfen

Bu dönemde çocuklar artık akıl yürütmeye başlarlar. Olaylar arasında bağlantı kurabilirler. Toplama çıkarma gibi işlemleri yapabilirler. Ancak bu dönemin özelliği çocuğun somut düşünce döneminde olmasıdır. Yani çocuk matematik işlemlerini yapabilir ama bunu parmak sayarak, abaküsle ya da oyuncak fasulye ile yapabilir. Yani bu dönemde çocuk somut nesneler üzerinden düşünür. Bu dönem somut düşünce dönemidir. Bu dönemin çocuğu vatan, millet, cumhuriyet gibi soyut kavramları anlamakta zorlanır. Bu dönem çocuklarına verilen nasihatler bir önceki dönemdekine benzer somutlaştırılmış nasihat olmalıdır. “Yardımlaşmak güzeldir” dedikten sonra gidip birlikte “yardım yapmak” bu dönem için güzel bir nasihat örneği olabilir.

Bu dönemde çocuk olumsuz ve yanlış davranışlar konusunda bilgilendirilebilir. Ancak bu bilgilendirme yine somut örneklere dayandırılmalıdır. Yalan söylemenin kötü olduğunu anlatırken, yalan konusunda somut birkaç örnek vermek gerekir. Bu dönem nasihatlerinde aklımızda tutmamız gereken ilke ise şudur: Bir çocuğa bir şey söyleyecekseniz ve bunu üç cümle içinde söyleyemeyecekseniz, söylemeyin daha iyi. Yani bu dönem nasihatleri somut ve oldukça kısa olmalıdır.

12 yaş ve sonrası: Önce fikrini alın, sonra nasihat verin

Bu dönem çocuğun soyut düşünceyi kazandığı, ergenliğe girdiği dönemdir. Bu dönemde çocukla rahatlıkla iletişime geçilebilir. Ancak çocuğa aktarılacak doğruların, bir monolog şeklinde değil de bir diyalog şeklinde aktarılması daha faydalıdır. Yani gence bir konu hakkında bilgi vermeden önce, onun bu konu hakkındaki düşüncelerini öğrenmek gerekmektedir. İnternetin zararlarını gence anlatmadan önce “İnternet hakkında ne düşünüyorsun, sence artıları neler, eksileri neler?” diye gencin fikrini almak ve sorularla onu yönlendirmek daha doğru olacaktır.

Bildiğimiz anlamdaki nasihat kavramı bu dönemde kullanılabilecek bir kavramdır.

Özetle, çocuklara vereceğimiz nasihat tek tip bir nasihat olmamalı, çocuğun içinde bulunduğu yaş dönemine göre nasihatin şekli ve içeriği değişmelidir.

Mehmet Teber / Moraldunyasi.com

Unutmayı Unutmak İçin!

Hasta unutkanlık şikâyeti ile doktora giderek son günlerde çok unutkan olduğundan, her şeyi unuttuğundan şikâyet eder. Doktor “Peki ne zamandır bu durum devam ediyor” diye sorunca ise hastanın verdiği cevap “Hangi durum doktor bey?” olur.

Fıkradaki kadar olmasa da günümüzde pekçok kişinin şikâyet ettiği bir konu unutkanlık. Günlük hayatın koşuşturması içinde yaşanan olaylarda kimi zaman dikkate almadığımız ama yaşam akışımızı da olumsuz etkileyen bir durum. Çağın hastalıkları tabirine giren unutkanlık artık çok genç yaştaki kişilerde bile görülebiliyor.

En sık karşılaşılan unutkanlık nedenlerinden birinin stres olduğunu söylüyor Psikolog Ezgi Başaran. Vitamin eksikliği, uykusuzluk, aşırı yorgunluğun da yine unutkanlığa neden olan faktörler arasında olduğunu belirten Başaran’a göre, yaşlanma ile yenilenemeyen beyin hücreleri de alzheimer başlangıcı olarak görülebiliyor. Psikolog Başaran, “Duyusal, kısa süreli ve uzun süreli hafıza”  dediğimiz üç çeşit hafıza bulunduğunu söylerken, duyusal hafızayı, duyu organlarımızla edindiğimiz bilgileri depoladığımız hafıza olarak açıklıyor. İlgimizi çeken bilgilerin ise duyusal hafızadan kısa süreli hafızamıza aktarıldığını ve burada da  7-8 saniye civarında tutulduğunu belirtiyor. Eğer bu bilgiler bizim için işlevsel değilse veya önemli değil ise unutulduğunu ifade ediyor. Psikolog Başaran “Fakat kısa süreli hafızaya alınan bilgiler eğer tekrar edilir ve görsellerle veya yazı, sayı ile kodlanır ise uzun süreli hafızamızda yer eder” diyor.

Teknoloji beyni tembelleştiriyor

Modern çağın getirdiği teknolojilerle aslında hayatımızda pek çok şeyin kolaylaştığını söyleyebilecekken ezberlenmeyen birçok bilgi de beyni tembelleştiriyor. Artık hiçbirimizi telefon numaralarını, adresleri hatta şifrelerimizi bile aklımızda tutmuyoruz; bu da aslında unutkanlığa davetiye çıkarıyor. Beyni etkileyen elektronik cihazlarla aynı odada uyumak ve çok fazla vakit geçirmek de yine beyin hücrelerine zarar veriyor. Unutkanlıklar kimi zaman unutulan bir randevu ile ya da önemli bir günle de aile ilişkilerine zarar verebilirken otobüslerde, uçaklarda kimi zaman unutulan eşyalar “bu kadar da olmaz” dedirtebiliyor. Aracını park ettiği yeri unutan kişiyle, gözlüğünü koyduğu yeri unutkan kişinin yaşadığı ruh hali aslında çok da farklı değil. Unutkanlık en çok kişiye, ardından da yakın çevresine sıkıntı verebiliyor.

Uzman Psikolog Zafer Akıncı, unutkanlığın kimi zaman organik sebeplere bağlı olduğunu kimi zaman ise psikolojik sebeplere dayandığını söylüyor. Buradaki önemli olan ayrımın ise unutkanlık hangi sebepten ileri gelse de olumsuz inançla sorunun daha da büyümesi olarak vurguluyor. Akıncı, yapılan son araştırmalarda unutkanlığın gerçek sebeplerinden birisinin hafızayı çok az kullanmak ve geliştirmemek olduğunu söylüyor.

Unutkanlık ne zaman tehlikeli olur?

Uzmanların yorumları durumun ciddiyetine dikkat çekerken akıllara “Peki ama ne olursa sorun başlamış demektir?” sorusunu getiriyor. Unutkanlık eğer haftada birkaç kez olmaya başlıyor ve bu durum bir aydan fazla sürüyorsa uzman kontrolü gerekebiliyor. Bilim adamları bu tür durumlarda önceden alınan tedbirlerin durumun iyileşmesinde olumlu etkisi olduğunu söylüyor. Evde yapılabilecek hafıza geliştirme egzersizleri, düzenli kitap okuma alışkanlığı kazanmak ve okurken ayrıntıları hatırlamaya çalışmak hafızayı kuvvetlendiriyor. Kitap okunurken beynin iki lobu da çalıştığı için dikkat, hafıza ve zekâ gibi fonksiyonlar aktif hale geliyor.

Akıncı’nın tavsiyelerine göre, bakarak şekil çizmek de dikkati toplamaya yardımcı olduğu için yine başvurulması gereken yöntemlerden biri. İşlem hatalarını bulmaya çalışmak, cevap soru egzersizleri yapmak da unutkanlık yaşayan kişinin çevresindekilerle yapabileceği hafıza kuvvetlendirici uygulamalardan. Yer tarifi çizmek ve günlük hayatın içindeki ayrıntıları fark etmeyi sağlamak da unutkanlık şikayeti olan insanların yapması gerekenlerden sayılıyor. Kâğıt üzerinde çizilen bir yol tarifi hayal gücünü geliştirmeye yardımcı olurken, her gün geçtiğimiz sokakta ya da günlük alışveriş yaptığımız markette bir ayrıntıyı öğrenmek ve akılda tutmaya çalışmak hafızayı etkin kılıyor.

Unutmak kimi zaman nimettir

Unutkanlığın bizi zor durumda bıraktığı durumlar elbetteki çok üzücü. Bu nedenle bunun çaresini aramakta hafızamızı daha kuvvetli hale getirmek için yoğun çaba harcamaktayız. Ancak unutkanlığın kimi zaman büyük bir ödül olduğunu düşünebiliriz. Aniden önümüze çıkan bir arkadaşımızın ismini hatırlayamamak unutkanlığın günlük hayatta bize olumsuz yansıması olarak örneklendirilebilir ancak yaşanan derin acıların, büyük kayıpların, çekilen ızdırapların ya da yaşanan büyük sevinçlerin her an zihinde kalması hayatı yaşanmaz da kılabilirdi. Sinir sisteminin dinlenmesi ve iflas etmemesi için unutmak kimi zaman gerekli diyebiliriz. Zaten unuttuğumuz her bilgi hafızadan silinmiyor; lazım olduğunda, ihtiyaç duyulduğunda yeniden hatıra gelebiliyor. Bu açıdan bakıldığında hastalık boyutunda olmayanlar için unutmanın da bir nimet olduğu savunulabilir.

Mezar taşı okumak unutkanlığa yol açar mı?

Toplum içerisinde yaygın olan ”Gereksiz bilgi unutkanlık yapar” inanışının da doğru olmadığını söylüyor Psikolog Akıncı. Akıncı, insanların ellerinden geldiğince hafızalarını güçlendirmek adına gereksiz olan bilgileri dahi öğrenmeye çalışmalarını tavsiye ediyor. Akıncı, “Nasıl ki yürüyüş önerilen bir hasta, yürümek için gerekli bir kaygı taşımıyorsa hafıza için de bu yöntem uygulanmalı ve beynimize bilgi kaydetmeye devam etmeliyiz” diyor.

Farklı uzman görüşlerinde ise mezar taşları, araba plakaları, reklam panolarının okunmasının sistemsiz düşünmeye yol açtığı ve beyinde tahribata neden olabileceği de ifade ediliyor. Ancak günümüzdeki yaygın bilgi ve görüntü akışı bu durumdan pek de uzak kalmanın mümkün olmadığını gösteriyor.

Unutkanlığın şifası mutfakta

Listenin başında yorgunluk, stres gibi nedenler gelse de unutkanlığın bir diğer büyük nedenlerinden biri de beslenme düzensizliği ve yanlışlığı denilebilir. Unutkanlık şikâyeti başladığında ilaçlara koşmaktan önce iyi bir beslenme düzeni ile sorunun büyümesi hatta ortadan kalkması sağlanabilir.

Beyni kuvvetlendiren, hafızaya güç verecek yiyecekler ve içecekler bu konuda başvurulması gereken önemli unsurlardan. Unutkanlık sorunu yaşayan ve bunun hayatının akışında kendisine sıkıntı oluşturduğunu düşünen herkesin önce bir mutfağına bakması ve iyi bir beslenme programı çıkarması gerekir. Omega 3 içeren besinler, B ve B12 vitamini taşıyan yiyecekler, yumurta, karaciğer, havuç, yeşil çay ve su unutkanlık şikâyeti olan kişilerin yararlanması gereken yiyeceklerin başında  sıralanıyor.

Ispanak, elma, koyu çikolata, nar suyu, kepekli ürünler, ceviz, badem, yer fıstığı, susam da yine unutkanlıktan muzdarip olanların yemesi gereken besinlerden. Gün içerisinde 2-3 yemek kaşığı yaban mersini tüketmek, taşıdıkları güçlü antioksidandan dolayı kiraz, çilek, böğürtlen yemek ve mutlaka haftada iki kez balık tüketmek de yine çok önemli olarak değerlendiriliyor.

Harama bakmak hafızayı zayıflatıyor

Unutkanlığın pek çok sebebi olduğundan yola çıkıp ilerlerken bir nedeninin de maneviyat ile bağlantısı olabileceği akıllara geliyor. İlim adamları bu durum üzerine zihni haram görüntü ve bilgilerle doldurmanın testesteron hormonunun fazla salgılanması, bunun da nöronlarda daha çok ölüme neden olabileceğini savunuyorlar.

Özellikle kısa süreli hafızayı malayani bilgilerle doldurmamak ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) hadislerinde işaret ettiği gibi, Kur’an-ı Kerim okumak, hıfzetme çabasında olmak, dikkat edilmesi gereken vakitlerde uyanık olmak veya uyumak, iyiliği emredip kötülüğü nehyetmek ve haramdan uzak durmakla yaşananları, öğrenilenleri şuurlu biçimde saklama gücü olarak niteleyebileceğimiz hafızamızı manevî açıdan da kuvvetlendirmiş olabiliriz.

Allah’ın “er-Rakîb”, “el-Müheymin”, “el-Habîr” isimlerinin zikredilmesi de yine hafızayı dinamik tutan manevî unsurlardan birkaçı.

Unutkanlar için hatırlama listesi

Parmağımıza ip bağlamak ya da telefonlara notlar alarak yapılacakları hatırda tutmaya çalışmak elbetteki unutkanlık için bir başvuru yöntemi olabilir. Ancak pek çok doktorun onayladığı, önerdiği farklı yöntemleri şöyle sıralayabiliriz:

– Planlı hareket etmek, yapılacakları not etmek

– Bulmaca çözmek

– Haftada en az iki kez spor yapmak

– Stresi azaltmak

– Kaliteli uyku uyumak

– Yeni hobiler edinmek

– Sigara ve alkolden uzak durmak

– Vitamin desteği almak

– Sosyal hayatın içinde daha aktif olmak

– Düzenli ve dengeli beslenmek

– İnançlı olmak, dua etmek

Nurşen Şentürk / Moral Dünyası Dergisi