Etiket arşivi: Moral Dünyası Dergisi

Cüneyd Suavi: “Yazana değil de yazdırana bakmalı”

Cüneyd Suavi, yazdığı kısa ve ibretli hikâyelerle tanınan bir isim. Dergilerde yayınlanan hikâyeleri ayrıca kitap olarak da okuyucularla buluştu. Bugün internette yer alan ve yazarı belirtilmeyen birçok hikâye ona ait. Tabii ki Cüneyd Suavi bu durumdan çok rahatsız…

Suavi, hikâyeleri kaleme alış sürecinde farklı bir bakış açısına kapı aralıyor. “Yazan sanki bizmişiz gibi görünüyor. Ama işin aslı hiç öyle değil” diyen Suavi, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Rabbim biliyor ki, bazen bir ilham gelerek bilgisayar başına oturunca, kelimeler beni hiç dinlemiyor. Önceden kafamda çizdiğim şekil, hikâyenin finali; yazmaya başlayınca, yine Rabb’im şahittir ki tamamen değişiyor. Öyle bir hikâye çıkıyor ki ortaya, benim tasarladığımdan çok daha güzel. O zaman şükürlerle diyorum ki: ‘Ya Rabbi! Şimdi bunu ben mi yazdım acaba?’ Yazana değil de yazdırana bakmalı. Hiçbir yazar ’Ben yazarım‘ demesin. Eğer derse çok büyük hata eder.

Cüneyd Suavi ile hikâyeleri ve hayat hikâyesi üzerine konuştuk…

Yıllardır içinden hisselerin bol bol çıkarılacağı kıssalarla yazı hayatının içindesiniz. Mesajı, yazının başka bir formu ile değil de hikâye formuyla sunuyorsunuz. Neden hikâyeyi seçtiniz?

Bediüzzaman Hazretleri “Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin” diyor. Bu dünyada kısmetime yazarlık düşmüş. Sayısız şükür olsun, şikâyetçi değilim. Bu kısmete zaten dünden razıydım ama lise son sınıfta kompozisyon dersinden ikmale kaldığımdan, yazarlığı asla düşünmüyordum.

Ama yazarlık tercihim şuurlu olsa idi, yine hikâye formunu, hem de en kısalarını tercih ederdim. Çünkü hoşlandığım tür, mesajını bir çırpıda veren hikâyelerdir. Esasında bu tür hikâyelerin yazılması, uzunların yazılmasından zordur. Bir sayfalık öykü için dokuz ay çalıştığımı hatırlıyorum. Sürekli masa başında olmasanız da, aklınız o öyküye takılıyor, kafanızı her an meşgul ediyor. Bu bir dua tabi ki, fiilî dua… Hikâyeden bir pay (inşaallah sevap) alabilmek için, o duayı yapmak zorundasınız. Fakat sonuçta, hiçbir şey nasipten öteye gidemiyor. Ve yazan sanki bizmişiz gibi görünüyor. Ama işin aslı hiç öyle değil. Rabbim biliyor ki, bazen bir ilham gelerek bilgisayar başına oturunca, kelimeler beni hiç dinlemiyor. Önceden kafamda çizdiğim şekil, hikâyenin finali; yazmaya başlayınca, yine Rabb’im şahittir ki tamamen değişiyor. Öyle bir hikâye çıkıyor ki ortaya, benim tasarladığımdan çok daha güzel. O zaman şükürlerle diyorum ki: “Ya Rabbi! Şimdi bunu ben mi yazdım acaba?

Yazana değil de yazdırana bakmalı. Hiçbir yazar “Ben yazarım” demesin. Eğer derse çok büyük hata eder.

Yazarken beslendiğiniz kaynaklarınız nelerdir? Özellikle üzerinde durmak istediğiniz konular var mı?

Ben yaklaşık otuz yıl, Sakarya Üniversitesi’nde hocalık yaptım. Bu yıllar içinde de, “En yoğun hoca” olma rekorunu genellikle kimseye kaptırmadım. Bu arada akademik çalışmalar yapıyor, bunlara ilaveten, en fazla beş kişiyle Zafer Dergisi’ni çıkartıyorduk. Tam on beş yıl boyunca, yazıların seçimi, elden geçirilmesi, sayfa mizanpajları ve “Gerçeğe Doğru” ciltlerinin hazırlanması, çok şükür ki bizlere bakıyordu. Ama bu çalışmalar, fazla kitap okumamı engelliyordu. Sonuçta bir karar alarak yemin ettim ve günde bir saatimi okumaya ayırdım. Okumaya bu kadar az zaman ayırırsanız, hangi kitapları okursunuz acaba? Ben bu tek saatimi, “muhteşem üçlü”ye ayırmıştım ki, onlar da Kur’an, Cevşen ve Risalelerdi. “Beslendiğiniz kaynak nedir?” diye sormuştunuz ya! Ben de söyledim işte.

Birçok hikâyeniz hafızalarda ve ezber durumda. İnsanların etkilenmemesi mümkün değil. Çünkü çoğu hayatın içinden ve yanı başımızda olan olaylardan derleniyor. Okuyucudan gelen geri dönüşler arasında sizi derinden etkileyen bir durum oldu mu?

Allah’ın ihsan ettiği o kısa hikâyeler, bin bir türlü güzelliğe vesile oldu. Birçok kişi tek bir hikâye ile, özellikle “Kâbus” ve “Yeşil Elbise”yle, bunalıma düştükleri eski hayatlarından vazgeçtiler, namaza başladılar, en azından okumayı sever hale geldiler. Bunun örnekleri o kadar çok ki. Son iki altın nesil, yine şükürler olsun, bu kitapları okuyup büyüdü. Daha önceki fuarlarda olduğu gibi, son kitap fuarında da belki onlarca kişi, bu sözleri (sanki kendi aralarında anlaşmış gibi) ayrı ayrı gelerek söylediler: “Hocam biz bu kitapları okuyarak büyüdük, şimdi de çocuklarımızla birlikte okuyoruz.

Bu nimetlerin şükründen o kadar acizim ki…

Okullarda, seminerlerde gençlerle bir araya gelmenizde diyaloglarınız nasıl oluyor? Mesajlarınız ulaşabiliyor mu gençlere? Aynı dilde buluşabiliyor musunuz?

Çocuklarım küçükken, her gece onlara kitap okurdum. Özellikle Peygamberimizin mucizeleri, onları âdeta büyülüyordu. Bu arada yine çocuklarımla bol bol sohbet ederdim. Bunu çok şükür ki ihmal etmemeye çalıştım. Çünkü biliyordum ki, en kıymetli sohbetler, yedi yaşa kadar yapılan sohbetlerdir. Yani yedi yaş geçtir. Konu ne olursa olsun, küçük yaşlarda yapılan sohbetler, onlar için gerçek bir hazinedir. Bu sohbetler sayesinde çocuklar olgunlaşır, aradaki sevgi bağı âdeta perçinleşir.

Yaz ayları gelince, (Rabb’im imkân verdi şükürler olsun) yine çocuklarımla birlikte denize girer, sandala binerek balığa çıkar, yıldızları seyreder, mehtap sefalarına da yine onlarla birlikte çıkardık. Elbette ki her aile böyle bir imkâna sahip değildir ama hiç olmazsa sohbet etmeleri gerekir. Bunları yapmayan ya da yapamayan veliler, sonunda o kadar pişman oluyorlar ki… Anneler ve babalar, namaz vakitlerini altı vakte çıkarmalılar bence. Bu altıncı vakit “sohbet vakti” olmalı. Demek istediğim şu: Her bir sohbet, bir ibadet ciddiyetiyle yapılmalı. Bu konuda konuştuğum bazı veliler “Çok meşgulüz, bütün gün koşup duruyoruz. Bu yüzden de çocuklara vakit ayıramıyoruz” diyorlar. Çocuklar büyüyüp elden çıktıklarında, yani haydut gibi biri olduklarında, anne ve babaları, yaptıkları hatayı anlıyorlar ama iş işten geçtikten sonra maalesef… Böyle bir duruma düştükten sonra, bütün servetinizi verseniz de, ömrünüzün geriye kalan yıllarını (üstelik her anını) çocuklarınıza ayırsanız da, bunu telafi etmeniz mümkün değil ki…

Mimarsınız ve aynı zamanda akademisyensiniz. Mimarlık eğitimi hikâyelerinize farklı bir boyut katıyor mu?

Bilirsiniz mimarlık, güzel sanatların temel dalıdır. Bu yüzden de bakmaktan çok görmeyi gerektirir. Hikâyelerde de gözlem esastır. Herkesin görmediğini görüp fark etmek ve en güzel şekilde ifade etmek yani… Elbette ki Allah’ın ihsanıyla… Sanatla uğraşan insanlar iyi bilir. “Titizlik” ve “incelik” temel şarttır. Bir tablodaki binlerce renkten sadece birinin uyumsuzluğu, tabloyu değersiz hale getirebilir. Mükemmel bir binadaki çirkin bir nokta ya da yersiz bir detay; bütün dikkatleri kendi üstüne çevirerek binanın güzelliğini kapatabilir. Bir dünya güzelinin yanağına düşen bir kuş gübresi gibi…

Hikâyelerde de aynı durum var bence. Kurgudaki bir hata, finaldeki yetersizlik ya da saçmalık, yazım kurallarındaki çok önemli yanlışlar; bunların biri bile, hikâyeyi bir anda mahvediyor. Belki bu yüzden, hastalık derecesinde titiz biriyim. (Bazıları “çatlak” deseler de kulak asmayın.) Mesela, kitaplarım otuz yıldan beri yayınlandığı halde, her iki-üç baskıda bir, onları baştan aşağı gözde geçiriyorum. Bazı hikâyeleri çıkarıyor, bir kısmını baştan sona tekrar yazıyor, bir kısmının da kelimelerini değiştiriyorum. Bu arada kapak resimleri de değişiyor, “Önsöz” ya da “Takdim” bölümleri de. Yayınevindeki kardeşlerimiz benden bıktılar ama nezaket göstererek susuyorlar.

“Kesilen Gitar” kitabı ile kendi hikâyenizi dile getirmişsiniz. Adapazarı’nda geçen çocukluğunuzu, hayatınızı etkileyen insanları… Kendi hayatınızı yazmak ve geçmişe yolculuk yapmak nasıldı?

Bu sorunun cevabını, “Kesilen Gitar” kitabının arka kapağındaki yazı versin isterseniz. Şöyle demiştim orda: “Bu kitabı yazarken, şimdi ancak rüyalarımda rastladığım birbirinden güzel insanlarla görüştüm, onlarla sohbet ettim, hem de yüz yüze. Hayatımı bir kez daha yaşadım sanki.

Kitabı kapayıp geriye döndüğümde, en net gördüğüm şey dünyanın faniliği. Çocukluğumu yaşarken güzel gördüğüm şeyler, gerçekten de güzel olan dereler ve ırmaklar, birbiri ardınca ölüp gitmişler bu dünyadan. Bir daha geri dönmemek, inşaallah cennette akmak üzere…

Uçurtma uçurduğumuz yeşil ovalar, hep birlikte piknik yapıp gezdiğimiz tepeler, kıvrım kıvrım derelerle serinleyen ormanlar; sanki müthiş bir depremle beton blokların altına gömülmüşler. O baki diyarda tekrar yeşermek ümidiyle…

Sevdiğim insanlarsa, belki onda dokuzu, başta gül kokulu Resul olmak üzere, kabrin öte yanına göç etmişler. Kalanlarsa yüzlerini oraya çevirmişler.”

Özellikle “Hayatın İçinden” kitabı ve içindeki hikâyeler, hâlihazırda alakalı alakasız birçok internet sitesinde dolaşıyor. İşin telif hususu ile birlikte neler düşünüyorsunuz? Bir rahatsızlığınız oluyor mu?

Hani bir türkümüzde geçiyor ya: “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” diye. Biz de bu durumdan öyle of çekiyoruz. Ortalık korsanlardan geçilmiyor. Bakıyorsunuz bir hikâyeniz aynen alınıp internete konmuş. Onu alan kişi de, hikâyenin alt kısmına kendi adını yazmış: “Murat Bilmemkim.”

Yahu mübarek adam! Aldıysan aldın ama hiç olmazsa Cüneyd Suavi yazsaydın da, dualar da adresini şaşırmasaydı.

Emin olun telif falan düşünmüyorum ama bu hırsızlık asabımı fena bozuyor. Fakat bundan daha da kötüsü var. Adam yine öykünüzü (ç)alıyor, sanki bu yetmezmiş gibi hikâyeyi baştan sona değiştiriyor, berbat ettikten sonra da altına kendi ismini yazıyor.

Daha kötüsü var mı?” diyorsanız, var tabii ki hiç şüpheniz olmasın. Bazı kişiler, yazarların internette dolaşan hikâyelerini aşırıp kendilerine ait kitap çıkartıyorlar. Yani benden 5 öykü, başkasından 10 öykü, diğerinden 15 öykü çalarak kitap hazırlıyorlar. Yazarı da kendileri oluyor tabi… Oysaki “Hayatın İçinden” adlı öykü kitabımın birinci cildi, tam 25 yılda ortaya çıktı. “Kırk Gram Tebessüm” ise tam 20 yılda. Bu kişiler bir saatte işi hallediyorlar.

“Peki, çözüm ne?” diye sorarsanız, emin olun ben de bilemiyorum. Sizin öykülerinizle kitap çıkartanları bazen buluyorsunuz. Bu durumda yayınevi harekete geçiyor ve o kitabın saygıdeğer yazarını arayıp “Kitabınızdaki şu, şu, şu hikâyeler, Cüneyd Suavi’nindir. En azından izin almak zorundaydınız” deyip, dava açacağını belirtiyor. Aşırmacı yazarın cevabı hazır elbette… “Ben o hikâyeleri internetten aldım, orada Cüneyd falan yazmıyordu.”

Moral Dünyası Dergisi

Evlilik Aşkı Bitirir mi?

Eminim siz de çokça duymuşsunuzdur “Evlilik aşkı bitirir” sözünü. Acaba bu söz doğru mu yoksa yanlış mı? Acaba bunu söyleyen insanlar neye dayanarak böyle söylüyorlar? Evlenince kimin aşkı biter, kimin aşkı ölünceye kadar artarak devam eder? Acaba siz hangi gruptansınız? Evlenince aşkı bitenlerden mi yoksa ölünceye kadar devam edenlerden mi?

Kim bilir şimdiye kadar, “Evlenince aşk biter, sevgi azalır, hayat monotonlaşır” sözünü kaç defa duydunuz. Gariptir ki, evlenmeden önce birbirini ölesiye sevdiğini sandığınız çok sayıda çift, sanki bu sahte sözü haklı çıkarmaya yemin etmiş gibi, geçimsizlikleriyle sizi kandırdı.

Peki, gerçek nedir? “Ateş olmayan yerden duman çıkmadığına” göre, bu gerçek dışı dumanı tüttüren ne olabilir? Olayın aslı şudur: Aşk ya da flört dönemi, insanların en fazla yalan söylediği, kendisini farklı tanıttığı ve karşısındakini yanlış tanıdığı bir dönemdir. Taraflar hem kendi kusurlarını alabildiğince gizlemeye çalışır, hem de sevdiğinin kusurlarını görmez. Muhatabını üzmemek için hoşlanmadığı şeylerden hoşlanmış gözükür. Sevdiğinin her eksik ve kusurunu tevil eder, onlara iyi yorumlar getirir. Taraflar sanki yüzlerine birer maske takınmışlar, gerçek yüzlerini gizleyip, karşısındakinin hoşlanacağını sandığı bir kişilik sergilemişlerdir.

Evlenince bu maskeler çıkar. Maksat sevdiğine kavuşmak olduğu için artık amaca ulaşılmış, zahmete katlanmaya gerek kalmamıştır. Taraflar gerçek kişiliklerini sergilemeye başlarlar. Sevenlerin odaklandığı nokta cismanî güzellik ise, sonuç daha da vahimdir. Çünkü aşkın yöneleceği asıl adres, cisim değil, kalp ve ruhtur. Asıl cazibe ve güzellik, duygusallıkta ve ruhsallıktadır. Sevgiyi nefis adına cisme yöneltenin, arzusunun aksiyle tokat yemesi normaldir. Bu yüzden asıl güzelliği keşfedemeyenlerin evlilikleri her geçen gün sıradanlaşır ve mutsuzlukla sonuçlanır. Gerçi böyle bir evliliği kurtarmak da imkânsız değildir.

İşte insanları evlenince aşkın bittiği yanılgısına götüren bu tür yanlış anlama ve yanlış yorumlamalardır. Oysa evlilik aşkın bitişi değil, kökleşme dönemidir. Evlilik öncesi aşk ise, kısa süreli tanışma safhasıdır; dikkat edilmezse insanı aldatır. Asıl sevgi, evlenince devreye girer ve giderek şiddetlenir. En güçlü dönemi ise, yaşlılığın son günleridir.

Evlilik çocuk oyuncağı değil

Çünkü eşler arasındaki karşılıklı sevgi öyle bir sevgi olmalıdır ki, onu hiçbir engel, hiçbir problem sarsmamalıdır. Sevmek, aynı zamanda acı çekmektir, katlanmaktır, feragattir, fedakârlıktır. Karşılığında acı çekilmeyen ya da acı çekmenin göze alınamadığı sevgi, sevgi değildir ve kolayca vazgeçilir.

Severek ve isteyerek evlenen, ancak eşinden kaynaklanan sürekli bir hastalık ya da problem çıktığında ayrılmanın planlarını yapanlar, âşık değil, en büyük sahtekârdırlar. Hatta evlendiği zaman sökün eden problemler karşısında, onları çözme cesaretine girişmeyip, “Yanlış adayla mı evlendim? Aldandım mı yoksa? Şimdiye kadar gördüklerim bir serap mıydı?” diyerek farklı arayışlara giren, âşık olduğunu zanneden ve kendini aldatan bir zavallıdır. Böylelerini, “Ne yapayım, tam tanıyamadım, aldandım. Ben onu iyi zannetmiştim” demeleri de kurtarmaz. Tam tanımadığınız bir kimseye nasıl âşık oluyorsunuz? Evlilik çocuk oyuncağı mı ki, âşık olduğunuzu söyleyip bir gencin geleceğini karartıyorsunuz?

Sevgi ömürlüktür, sonsuzdur

Aşk bu kadar ucuz mu? Zaten magazin gazetelerine yansıyan “aşk” lafı maalesef “fuhuş”u ya da en hafif tabirle “gönül eğlendirmeyi” ifade ediyor. Ayda ya da günde bir sevgili değiştirilir mi? Sevgi, ömürlüktür, hatta sonsuzdur. Siz, değil dünyevî ömrü, sonsuz bir hayatı hedeflemelisiniz. Beraberlik sözleşmesini sonsuzluğa göre imzalayanların aşkını, küçük problemler bitirir mi?

Âşık, sevdiği için her türlü acıya katlanabilen kişidir. Zoru görünce kaçmak, aşkın kitabında yoktur. Bunun için, “Sevgi evlenince kökleşir” diyorum. Daha doğru bir ifadeyle, “Sevgi evlenince kökleşmeli” demem gerekir. Çünkü bunu başaramayıp ya eşini bırakan ya da mutsuz bir beraberliği sürdürmek zorunda kalanlar var.

Eşinizi iyi ve kötü günde sevecek ve bırakmayacaksınız. Onu, acısıyla, tatlısıyla, iyiliğiyle, kusuruyla seveceksiniz. Ancak olumsuz yönlerini sevmek, ona şefkat edip düzelmesine çalışmak demektir. Bunu da usulüne uygun yapmanız gerekir. Yoksa onu düzelteceğim diye kırıp dökmek, aceleci olmak, ıslah işini lütuf ve sabırla sürdürmemek, yeni bir mutsuzluk sebebidir.

Zaten siz eşinizi anlamaya çalışırsanız, birbirinizle anladığınız dilden konuşursanız, ikiniz de birbirinizin en çok sevdiği ve tam istediği bir konuma geleceksiniz. Sorununuz ne kadar büyük ve yaşınız ne kadar ileri olursa olsun, mutluluğu yakalamak zor değildir. Yeter ki isteyin ve başarmaya çalışın.

Cemil Tokpınar / Moral Dünyası Dergisi

Hür Adam’ın Hürriyet İstediği Mabet

Bediüzzaman, Ayasofya’yı sadece bir cami değil, bu milletin bir şeref abidesi, asırlardır İslam uğrunda yaptığı cihadın sembolü ve kılıçlarıyla fethettiği toprakların bir nişanı ve bir yadigârı olarak görür. Ayasofya, bu milletin namus ve haysiyeti ile eş değerde kıymet ifade eden bir eserdir. Bediüzzaman, hayatının son dönemlerinde İslam âleminin başına gelebilecek kötü olaylara keffaret olarak Ayasofya’nın hürriyetine kavuşturulmasını talep edecektir.

1960’lı yılların başı… Türkiye siyasi olarak bir kaosa doğru sürüklenmekte, iktidarda olan Demokrat Parti ve Başbakan Adnan Menderes muhalefet tarafından basın yoluyla köşeye sıkıştırılmaktadır. İktidar partisi ve Başbakan hakkında aslı olmayan haberler üretilmekte, ordu kışkırtılmakta ve bir darbeye zemin hazırlanmaktadır.

Tüm bu karışık ortamda olan bitenleri akl-ı selimle takip eden Bediüzzaman Said Nursî, Başbakan Adnan Menderes’e bir mektup yazarak yaklaşan tehlikeye dikkat çeker. Bediüzzaman, Menderes’ten yaklaşan tehlikeyi bertaraf edebilmek için sadaka hükmüne geçecek ve belaları defedecek bazı şeyler yapmasını ister.

Bediüzzaman’ın Başbakan Menderes’e gönderdiği ve bazı tavsiyelerde bulunduğu mektubu şöyledir: “Hem Demokrata Ezan-ı Muhammedi gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslam’ı, hatta bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.” (Emirdağ Lahikası-2, s. 147)

Ancak Bediüzaman’ın bu tavsiyeleri yerine getirilemez ve bir süre sonra gerçekleştirilen darbe sonucu Demokrat Parti iktidarı sona erer ve Adnan Menderes ile bakan asılmak suretiyle idam edilirler. Eğer Bediüzzaman Said Nursî’nin tavsiyesi tutularak Ayasofya ibadete açılabilseydi ortaya çıkacak büyük çoşku, cuntacıların gözünü korkutacak ve planlarını akim bırakacaktı.

Bediüzzaman ve Ayasofya

Bediüzzaman’ın Ayasofya’ya karşı olan bu ilgisi yeni değildir. Bediüzzaman’ın İstanbul’a ilk geldiği 1908 Meşrutiyet yıllarından başlayarak Ayasofya ile yakın alakası daha sonraki yıllarda da devam eder. Eserlerinde onun kadar adı geçen ikinci bir cami ismi yoktur. Eserlerinin yirmi kadar yerinde Ayasofya kelimesini bazen cami, bazen ibadethane yerinde zikreder. Tabiat Risalesi gibi tevhidi açıkladığı yerlerde bile onun kubbesindeki taşları misal verir.

İttihad-ı Muhammedi’nin merkez şubesinin açılış merasiminde Ayasofya kürsüsünde ayakta elli bin kişiye hitap ederek, “Kabr-i kalpten hakaik çıplak çıktı, namahrem olanlar nazar etmesin!” dediği hitabesi ise pek meşhurdur. Ayrıca bir namaz sonrası bahçesinde Mısır’ın büyük âlimi Şeyh Bahid’le ilmî münazarası da bilinen bir gerçektir.

Ama asıl Bediüzzaman’ın Ayasofya’ya yüklediği mana bunlardan çok daha öte bir şeydir. Evet, Bediüzzaman Ayasofya’ya sırf bir cami olmanın ötesinde millî ve tarihî bir misyon yükler. Bunu Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde dile getirir. Bu farklı ve özel misyonu üç maddede özetlemek mümkündür.

1. Bu kahraman milletin ebedi bir medar-ı şerefi.
2. Kur’an ve cihat hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı.
3. Kılıçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı.

Görüldüğü gibi Ayasofya sadece bir cami değil, bu milletin bir şeref abidesi, asırlardır İslam uğrunda yaptığı cihadın sembolü ve kılıçlarıyla fethettiği toprakların bir nişanı ve bir yadigârıdır. Kısacası, Ayasofya, bu milletin namus ve haysiyeti ile eş değerde kıymet ifade eden bir eserdir.

Ayasofya’nın tarihî misyonu

Bunun içindir ki, Üstad Bediüzzaman bu milletin iradesiyle seçilmiş siyasilerden istediği üç maddeden biri Ayasofya’nın tarihî misyonuna kavuşturulmasıdır. Diğeri ezan-ı Muhammedi’nin aslına çevrilmesi, bir diğeri ise mahkemelerin beraat kararı verdiği Risale-i Nur’ların serbestiyetinin resmen ilan edilmesidir. Üstad bu maddelerin İslam âleminin hüsn-ü teveccühünü kazanmaya vesile olacağını beyan eder. Bu fikirlerini dile getirdiği paragraflar ise şöyledir:

Nasıl Ezan-ı Muhammedi’nin neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslam’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslam’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemelerin bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkemede beraatine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilan etmelidirler. Ta bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslam’ın tevüccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.” (Emirdağ Lahikası-2, s. 189)

Üstad, Ayasofya’nın ibadethaneye açılmasının bazı Hıristiyan devletlerini de memnun edeceğini ifade eder: “Hem Demokrata Ezan-ı Muhammedi gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslam’ı, hatta bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.“ (Emirdağ Lahikası-2, s. 147)

Bu izahlar ışığında Ayasofya’nın ibadete kapalı kalması, bu milletin millî ve tarihî haysiyet ve şerefini kanatan bir yaranın kanamaya devam etmesi demektir. İbadete açılması ise bu yaraya neşter vurulup dindirilmesi ve milletin makûs talihini değiştirecek ikinci bir İstanbul fethinin gerçekleşmesi demektir.

Mahzun Ayasofya Fatih-i Sanisini bekliyor.

İhsan Atasoy / Moral Dünyası Dergisi