Etiket arşivi: Moral Haber

İmam-ı Rabbani Risale-i Nur’dan haber verdi

Araştırmacı Yazar Kenan Demirtaş “Kur’ân ve Bediüzzaman” konulu konferansta yaptığı konuşmada Kur’ân-ı Kerimin ve İmam Rabbani Hazretleri gibi mühim zatların Risale-i Nur’dan haber verdiğini anlattı.

Birinci Şua’da Bediüzzaman’ın bir suale verdiği cevapları hatırlatan Demirtaş “Risaleler Kur’ân’ın manasını bize güçlü delillerle anlatır” dedi ve şunları nakletti:

Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’câz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâı ve o mâden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesidir.

Demirtaş, bu ifadeleri izah ederken, “Risale-i Nur, Kur’ân bahrinin bir reşhasıdır” sözünü açıklama sadedinde, Faslı Tefsir Profesörü Merhum Ferid El- Ensârî’nin şöyle bir benzetmesini anlattı: “Bal kavanozunun üzerinde, balın bileşenleri, yani prospektüs yazılıdır; bu kadar şundan, şu kadar bundan var diye. Yani prospektüs o balı tarif eder. İşte bir kısım tefsirler, ayette şu var, bu var diye onun bileşenlerini, içeriğini gösterir. Bu tarz tefsirlere lafzî tefsir denir ki, anlattıkları elbette doğrudur. Ancak Risale-i Nur öyle yapmaz. Bal kavanozunun kapağını açar, sizin ağzınıza bir kaşık bal koyar ve der ki, ‘işte bunun içinde bu var.’ ” Evet, Risale-i Nur, Kur’ânî hakikatleri tattıran, onun manevî bir tefsiridir…

Lakin ümid edilir ki, bin sene geçtikten sonra bu gizli devlet tekrar teceddüd eder de galebe çalar ve şüyu bulur. Aslî kemâlât tezahür eder, zılliye olanlar ise istitar eder, gizlenir. Hazret-i Mehdi de (aleyhi’r-rıdvan ), aslî olan bu yüksek kemâlâta revaç verir, yayar.”

Burada asıl ile zıl arasındaki farkı anlatan Demirtaş, “Güneş asıldır, güneşin aynadaki yansıması zıl’dir. Kur’an-ı Kerim hep aslı gösterir. Meselâ, “Deveye bakmazlar mı? Nasıl yaratılmış. Yere bakmazlar mı? Nasıl döşenmiş” buyurur. Eserlerde tecellî eden Şems-i Ezelîye baktırır.

İşte Kur’ân’ın manevî bir tefsiri olan Risale-i Nur, eserin ardındaki Fâile, yani gölgenin aslına baktırıyor; Kitap ve Sünnet ile gidilen ve velâyet-i kübrâ denilen Nübüvvet kemâlâtının yoluna bağlıyor.

İmam-ı Rabbaninin Mektubat’ından devamla, “Ey oğlum! Rasülullah’a (aleyhi ve alâ âlihi’s-salâtü vesselâm) tam uyan bir kimse, tebaiyetle nübüvvet makamının kemâlâtını bitirdiği zaman, makam mansıp ehlinden ise, ‘İmâmet Makamı’ ile şereflendirilir. Vilâyet-i Kübra kemâlâtını bitirince de, ‘Hilâfet Makâmı’ ile şereflendirilir.

Zıl (gölge) derecelerinde, İmâmet makâmına uygun olan, “Kutb-u İrşât Makamı“dır. Hilâfet makamına uygun olan ise, ‘Kutb-u Medar Makamı‘dır. Aşağıda bulunan bu iki makam, sanki yukarıda olan o iki makamın gölgeleri gibidirler.

“Nübüvvet makamına ve velâyetine uygun olan ilim ve marifetler, Peygamberlerin (aleyhimü’s-salavâtü vetteslîmât) şeriatlarıdır. Peygamberlerin dereceleri ayrı ayrı olduğu için, o derecelerin miktarına göre şeriatları da birbirinden farklı olmuştur.

Evliyanın velâyet makamına uygun olan marifetleri; onların tevhid ve ittihadı bildiren ilimleri; ihata ve sereyan haberleri; yakınlık ve beraberlik; aynalık ve zılliyet; şühûd ve müşâhede gibi sözleri tasavvufçuların şathiyatıdır. Kısacası, Enbiya marifetleri, ‘Kitap’ ile ‘Sünnet’tir; evliya marifetleri ise, ‘Füsûs’ ile ‘Fütûhat-ı Mekkiyye‘dir.

“Evliyanın velâyeti, kurbiyettir ki, kulun dereceler kat edip Allah Telâya yakınlaşmasıdır. Peygamberlerin velâyeti ise akrebiyettir ki, Allah Teâlâ’nın kula olan yakınlığının inkişaf etmesidir.

“Evliyanın velâyeti, Şuhûda delâlet eder. Peygamberlerin velâyeti, nisbet-i meçhûleyi ispat eder.

“Evliyanın velâyeti, akrebiyeti, yani Allah Teâlâ’nın kula yakınlığını anlayamaz; cehalet ve hayret nedir, bilemez. Peygamberlerin velâyeti, akrebiyet var olsa da, yakınlığı ,uzaklığın kendisi olarak görür; şuhûdu, gaybın kendisi olarak addeder.”

Kenan Demirtaş, bu konuyu açıklama sadedinde, Sözler kitabı, Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalından “Reşha” misalini örnek olarak verip, konuşmasını sona erdirdi.

Konferansa katılan Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden Mehmet Fırıncı Ağabey de yaptığı kapanış konuşmasında Risale-i Nur’un hem dünya hem ahiret hayatını insanın en güzel şekilde yaşamasını temin eden Kur’ânî bir yol olduğunu söyledi. Ve İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin Risale-i Nur hakkındaki ilgili mektubunu yaklaşık yirmi sene önce Üstadın hâlis talebesi Sungur Ağabeyden işittiğini belirtti.

Moral Haber

Günahtan arındıran bir çeşme: Tevbe Namazı

Yıllardır tanıdığım dindar bir genç vardı. Ne zaman görüşsek hep hayırlı, sevinçli ve müjdeli konular üzerinde konuşurduk. Ama bu kez hiç de öyle değildi. İstikamet üzere giden hayatı sarsılmış, ayağı sürçmüş, bir tuzağa düşmüş ve büyük bir günaha girmişti.

Uzun bir telefon görüşmesi yaptık. İçine düştüğü problem, dünyasını ve ahiretini karartacak derecede çıkmaza sokmuştu. Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği sıkıntısını, belki bir çözüm sunarım ümidiyle bana açmıştı. Ancak yaptığı bir hatanın öyle kötü sonuçları vardı ki, aklıma hiçbir çözüm gelmiyordu.

— Allah’ım, Sen bana yardım et. Bana ümit besleyen bu kardeşime bir yol göstereyim, diye içimden dua ettim.

Rabbim hemen aklıma bir çözüm lütfetti ve şöyle dedim:

— Bu akşam bir gusül abdesti al, önce tevbe namazı kıl, arkasından bol bol tevbe ve istiğfar et. Ayrıca hem affedilmen, hem de bu hatanın sıkıntılarından kurtulman için tesbih ve hacet namazları kıl. İnşallah Rabbimiz affeder ve seni bu sıkıntılardan kurtarır.

Ertesi sabah ondan bir mesaj aldım. Şöyle diyordu: “Bu sabah rüyamda Hz. Ömer’i (r.a.) gördüm. Bana, ‘Allah seni affetti’ dedi ve bundan sonra dikkatli olmamı, namazımı sürekli kılmamı söyledi.

Bu muhteşem bir ikramdı.

— Allah’ım, dedim. Af ve mağfiretin bu kadar mı yakındı?

Hemen kardeşimize telefon açtım.

— Bu gece ne yaptın, diye sordum.

— Sabah namazına kadar ağlayarak namaz kıldım ve tevbe ettim, affedilmem için Rabbime yalvardım. Sabah namazını kılıp yatınca da o rüyayı gördüm, dedi.

Rüyasının mübarek ve sadık bir rüya olduğunu, ancak yine de tevbe ve istiğfara devam etmesini söyledim. Bir konuyu merak etmiştim. Acaba bahsettiği günahı işlediği günden beri hiç böyle bir namaz kılmış mıydı? Verdiği cevap tevbe namazının ne muazzam bir kurtuluş vesilesi olduğunu, fakat ondan istifade edebilmek için hakkını vermenin gerektiğini anlatmaya yetiyordu:

— Bırakın o hatadan beri kılmayı, bütün ömrümde böyle ağlayarak sabaha kadar namaz kılmamıştım.

Ümmetine tevbe namazını anlatmak için Peygamberimiz (s.a.v.), “Bir kul günah işler de sonra kalkıp güzelce abdest alıp temizlenir ve iki rekât namaz kılarak Allah’tan bağışlanmak dilerse Allah onu mutlaka affeder” buyurmuş ve arkasından şu mealdeki ayeti okumuştu:

Onlar çirkin bir günah işledikleri veya herhangi bir günaha girerek kendilerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar ve günahlarını bağışlaması için O’na niyazda bulunurlar. Günahları ise Allah’tan başka affedecek kim vardır? Ve onlar işledikleri günahta bile bile ısrar etmezler. (Âl-i İmran: 135)

Tevbe namazını hakkıyla kılabilmek için bazı hususları bilmek gerekir.

1. İnsan günah işlemeye müsait bir şekilde yaratılmıştır:

İnsan akıl ve kalp ile beraber nefis de taşıdığı için çok farklı imtihanlara, tuzaklara, engellere uğramaktadır. İnsan bazen bu imtihanları başarmakta, bazen de nefis ve duygularına yenik düşerek günaha girmektedir.

Peygamberler dışında bütün insanlar az veya çok, büyük veya küçük günah işleyebilir. Nasıl ki, Rabbimizin Rezzak ismi açlığı, Şafi ismi hastalıkları gerektirir; Tevvâb, Gafur, Afüv gibi isimler de hata ve günahların var olmasını şart kılar. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu gerçeği şöyle ifade eder:

Nefsim kudret elinde olan Zâta yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helâk eder; sonra günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi.” (Müslim, Tevbe: 9)

Çünkü Allah’ı hakkıyla tanımak ve ibadet edebilmek için insanın günahlarla imtihanı gerekiyordu. Önemli olan günaha girmemek için çırpınmak, ama günah işleyince de hemen pişman olup istiğfar etmektir.

2. Tevbe ve istiğfar Allah’ın hoşuna gider:

Günah işleyip hüzünle dolan kalbini rahatlatmak için Rabbine sığınan, Ondan af ümit eden bir kulun hâli Rabbimizin çok hoşuna gider. Bununla ilgili bir kudsî hadiste şöyle buyrulur:

“Bir kul günah işledi ve, ‘Yâ Rabbi günahımı affet!’ dedi.

“Hak Teâlâ da: ‘Kulum bir günah işledi; ardından da bildi ki, günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’

“Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve ‘Ey Rabbim günahımı affet!’ dedi.

“Allah Teâlâ da, ‘Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır’ dedi.

“Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve ‘Ey Rabbim beni affeyle!’ dedi.

“Allah Teâlâ da, ‘Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi olduğunu bildi. Ey kulum, dilediğini yap, ben seni affettim’ buyurdu.” (Buharî, Tevhid: 35; Müslim, Tevbe: 29)

Şu hadis ise günah ne kadar büyük ve çok olursa olsun, asla ümitsiz olmadan Allah’a sığınmanın gerektiğini ne güzel anlatıyor:

“Allah Teâlâ: Ey Âdemoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden af umduğun sürece, işlediğin günahlar ne kadar çok olursa olsun onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım.

“Ey Âdemoğlu! Günahların gökleri dolduracak kadar olsa, sen Benden bağışlanmanı dilersen, günahlarını affederim.

“Ey Âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla huzuruma gelsen, fakat bana hiçbir şeyi ortak koşmamış, şirke bulaşmamış olsan, ben de seni yeryüzü dolusu mağfiretle karşılarım.” (Tirmizî, Daavat: 98)

Rabbimiz, Kendisinden asla ümit kesilmemesini emrederek, şöyle buyurur:

Ey günah işleyerek nefislerine zarar vermede haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Allah dilerse bütün günahları bağışlar. Çünkü O çok affedici ve çok merhametlidir.” (Zümer: 53)

Üstelik şu hadisten anlıyoruz ki, Cenab-ı Hak tevbe eden kulundan dolayı Zatına mahsus mukaddes bir sevinç duyar:

Öyle bir kimse ki, çorak, boş ve tehlikeli bir arazide bulunuyor. Beraberinde devesi vardır. Devesinin üzerine de yiyecek ve içeceğini yüklemiş. Derken uyur. Uyandığında bir de bakar ki, devesi gitmiş. Devesini aramaya koyulur. Bir türlü bulamaz. Açlıktan ve susuzluktan perişan bir vaziyette iken kendi kendine şöyle der: ‘Artık ilk bulunduğum yere gideyim de, ölünceye kadar orada uyuyayım.’ Gider, ölmek üzere başını kolunun üzerine koyar. Bir ara uyanır. Bakar ki, devesi yanı başında duruyor. Bütün azığı, yiyeceği ve içeceği de devesinin üzerindedir. İşte Allah mü’min kulunun tevbe ve istiğfarı ile böyle bir durumda olan kimsenin sevincinden daha fazla sevinç ve lezzet alır. (Müslim, Tevbe: 3)

Elbette ki, insanın günah işlemeye eğilimli yaratılması ve Rabbimizin affının genişliği, insanları günaha karşı umursamaz yapmamalıdır. Çünkü, henüz günah işlemeden, bunları düşünüp günaha girilmez. Zira nereden biliyoruz ki, günahtan sonra tevbe ve istiğfara vakit bulacağız? Acaba tevbemiz kabul edilip affedilecek miyiz? Öyle bir imtihana muhatabız ki, gerçek sonuçlar ancak ahirette belli olacak. Bunun için salih kimseler zerre kadar bile olsa günaha girmemek için çırpınmışlardır.

Önemli bir husus da şudur: İyi ve faziletli bir mümin, günahlarını büyük, sevaplarını küçük görür. Çünkü asıl mesele, günah işlememek için olağanüstü bir gayret sarf etmektir. Buna rağmen günaha düşülürse, hemen tevbe ve istiğfarla Allah’a sığınmaktır.

3. Tevbe ve istiğfar bir ibadettir:

Kur’an’ın birçok ayetinde geçtiği gibi, tevbe ve istiğfar etmek Allah’ın bir emridir ve başlı başına bir ibadettir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) günahsız olup geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlandığına dair Rabbimizden müjde aldığı halde günde yetmiş, bazen yüz kez tevbe istiğfar ettiğini belirtmiştir.

Rabbimiz günah işleyen kimselere tevbe yolunu göstererek, şöyle müjde verir:

Ancak tevbe eden ve güzel işler yapanlar bundan müstesnadır. Allah onların günahlarını silip yerlerine iyilikler verir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Furkan: 70)

Çok tevbe etmek, Allah’ın sevgisini kazandırır: “Şüphesiz Allah, tekrar tekrar günah işlediği halde üst üste tevbe eden kulunu sever.” (Bakara: 222)

Mademki Allah tevbe edenleri sever, o halde hiç günahımız olmasa bile sık sık tevbe ve istiğfar etmemiz gerekir. Tevbe, yapılan günahtan pişman olmak, üzülmek, bir daha işlememeye karar vermektir. Tevbe eden kişi, Allah’ın rahmetine ve mağfiretine güvenmeli, Ondan ümit kesmemelidir.

Bir genç işlediği küçük bir günahtan pişman olmuş, ağlayarak telefon etmişti. Her ne kadar Allah’ın Gafur ve Rahim olduğunu, tevbe ve istiğfar etmesini söylemişsem de:

— Ben affedilmem, diye ağlıyordu.

— Peki, abdest al, iki rekât tevbe namazı kıl, tevbe ve istiğfar et, dedim.

Aradan 15 dakika geçti. Sakin ve neşeli bir şekilde şu müjdeyi verdi:

— Abdest alıp namaz kıldım, dua ettim. Sonra Kur’an’ı alıp Besmele çekip rast gele bir yer açtım. Karşıma Hicr Suresinin 49. ayeti çıktı: “Kullarıma haber ver ki, Ben hiç şüphesiz çok bağışlayıcı, çok merhamet ediciyim.

Cenab-ı Hak âdeta onunla konuşur gibi teselli etmişti.

Tevbe namazı ne zaman ve nasıl kılınır?

Tevbe namazı şu durumlarda kılınabilir:

1.    Uzun yıllar günah içinde olduğu halde hepsini bırakıp yepyeni bir dinî hayat yaşamak isteyen kimseler, güzelce gusül abdesti alıp, iki rekât veya istedikleri kadar tevbe namazı kılıp, istiğfar ve dua ederek dünyaya yeni gelmiş gibi pırıl pırıl bir hayata başlayabilirler.

2.    Aslında dinî hayat yaşadığı ve günahlara girmediği halde her nasılsa ayağı sürçüp küçük veya büyük herhangi bir günah işleyen kimseler de, tevbe namazı kılıp af dileyebilirler.

3.    Bir kimse, herhangi bir günah işlemese bile bazı zamanlar tevbe namazı kılıp daha bir yürekten istiğfarla Allah’a sığınabilir.

Tevbe namazı her zaman her yerde kılınabilir. Ancak duaların kabul olduğu vakitlerde, bilhassa mübarek zamanlarda ve mekânlarda kılmak güzeldir. Normal namaz gibi kılınır. Fatiha’dan sonra belirli bir sureyi okuma şartı yoktur. Ama bilenler, dua, tevbe ve istiğfar ayetlerini okuyabilirler. En az iki rekât kılınabileceği gibi, kişinin gönlünün rahatlayıp tatmin olduğu miktar kadar da kılınabilir. Önemli olan günahtan dolayı mahzun olup, kırık bir kalp ve yaşlı bir gözle Allah’a sığınmak ve affedileceğinden ümit beslemektir.

Cemil Tokpınar / Moral Haber

Kabir Karanlığını Aydınlatan Bir Nur: Teheccüd Namazı

Abdullah bin Ömer (r.a.) gençlik yıllarında geceyi mescitte geçirir ve orada uyurdu. Bir gece rüyasında iki melek onu yakalayarak Cehenneme götürdüler. Cehennem kuyu duvarı gibi taşla örülmüş olarak görünüyordu. İki boynuz gibi iki yanı vardı. Burada kendilerini yakından tanıdığı kimseleri de görmüştü. O anda:

— Cehennemden Allah’a sığınırım, demeye başladı. O sırada yanına başka bir melek gelerek ona:
— Korkma, sen buraya atılmayacaksın. Senin için tasa ve endişe yoktur, dedi.

Abdullah bu rüyasını Resulüllahın (s.a.v.) hanımı olan ablası Hz. Hafsa’ya (r.a.) anlattı. Hafsa Validemiz de Resulüllaha (s.a.v.) aktarınca Efendimiz şöyle buyurdu:

— Abdullah ne iyi adamdır. Keşke gecenin bir kısmında kalkıp da ibadet etmeyi âdet edinseydi.

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) burada kast ettiği ibadet teheccüd namazıydı. Abdullah b. Ömer bunu öğrenince gecenin pek azında uyuyup kalan zamanını ibadetle geçirmeye başlamıştı.

Ömrünün büyük bir kısmı mescitte, namazda ve secdede geçen İki Cihan Serveri (s.a.v.), geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Zaten ümmetine sünnet olan teheccüd namazı, Rabbimiz tarafından ona özel bir farz olarak emredilmişti:
Gecenin bir kısmında sana mahsus bir nafile olan teheccüd namazı kılmak üzere uyan, böylece Rabbin seni övülmüş bir makam olan en büyük şefaat makamına ulaştırır.” (İsra Suresi: 79)

Peygamberimiz (s.a.v.) bu emri öylesine bir aşk ve şevkle yerine getiriyordu ki, onun namaza olan sevgisi, değerli hanımı Hz. Aişe Validemizi bile hayrete düşürüyordu. Onun anlattığına göre, Efendimiz (s.a.v.) bir gece namazında ayakta ve rükûda sakalı ıslanıncaya kadar ağlamıştı. Secdede de ağlamayı sürdürmüş, gözyaşıyla yer ıslanmıştı. Bu hâli gören Aişe Validemiz:

— Ya Resulallah, Allah sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı halde niçin ibadet konusunda kendini bu kadar zorluyorsun, diye sorunca şu cevabı almıştı:
Ben Allah’ın bu mağfiretine karşı şükreden bir kul olmayayım mı?

Teheccüd nimetlere karşı büyük bir şükür, kabir ve Cehennem azabına karşı bir zırhtır. Gece namazı, Allah’ın sevgisini kazandırır, insanı faziletli kılar, manevî zevklerin kaynağıdır, acı ve felâketlerden korur, bedenin şifasıdır, ruhî ve kalbî terakkiye vesiledir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık”tır.

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ibadet hayatını kendilerine rehber edinen sahabeler gece namazına da büyük önem verirlerdi. O kadar ki gece namazını, yolculuk, hastalık, savaş gibi ağır ve sıkıntılı durumlarda bile terk etmezlerdi. Bunu gösteren şöyle muhteşem bir hadise yaşanmıştı:

Zâtü’r-Rikâ” Savaşı’nda, ordu istirahata çekilince Peygamberimiz (s.a.v.),  Ammar bin Yasir (r.a) ile Abbâd bin Bişr’i (r.a.) nöbetle görevlendirdi.

İkisi aralarında anlaşarak ilk bölümde Abbâd’ın nöbet tutmasına karar verdiler. Bunun üzerine Ammar, kendi nöbeti gelinceye kadar arkadaşının yanında uyumaya başladı. Nöbete duran Abbâd da, çevrenin sakin olduğunu görünce vaktini değerlendirmek için gece namazına durdu.

Abbâd bin Bişr, gecenin sessizliğinin verdiği huzurla namaza kendini vermiş, bütün benliğiyle Allah’a ibadet etmenin hazzını yaşıyordu.

Bu sırada bir müşrik, çok uzak mesafedeki karaltıyı görünce, yayına bir ok yerleştirdi ve bıraktı. Ok eliyle koymuş gibi, Hz. Abbad’ın vücuduna saplandı. Bu sırada Abbad, on bir sayfalık Kehf Sûresi’nin ortalarına gelmişti. Eliyle oku çıkardı ve namaz kılmaya devam etti.

Biraz bekleyen müşrik, önceki okun yerini bulmadığını sanarak Abbâd’a ikinci okunu da fırlattı. İkinci ok da eliyle koymuş gibi namazda olan Abbâd bin Bişr’e saplanmıştı.

Bu oka da aldırmadan çıkardı ve namazına devam etti. Sanki atılan oklar onun vücuduna saplanmamış gibi huşû içinde namaz kılıyordu.

Büyük bir öfkeye kapılan müşrik, bu okun da isabet etmediğini düşünerek üçüncü bir ok fırlattı. Üçüncü okun da eliyle koymuş gibi isabet ettiği Abbâd bu oku da çıkardı. Bir müddet sonra arkadaşı uyandı. Müşrik, onların iki kişi olduklarını görünce kaçtı.

Ammar, saplanan üç oku ve arkadaşından akan kanları görünce şaşkına dönmüştü:

— Sübhânallah! Sana ilk oku atınca beni niye uyandırmadın, diye sordu. Hz. Abbâd, yaptığından gayet memnun ve huzur dolu bir sesle şu ibretli cevabı verdi:
— Öyle bir sûre okuyordum ki kesmek istemedim. Eğer Resulullah’ın verdiği görevin aksamasından korkmasaydım, ölünceye kadar namaz kılmaya devam ederdim, dedi.

Hz. Abbâd’ın tavrı öyle bir namaz aşkıydı ki, saplanan oklara bir diken kadar bile değer vermemişti. İşte onlar namazdan böylesine zevk alır, haz duyarlardı.

Gece İbadeti Bir Yıl Farz Kılınmıştı

Cenab-ı Hak, Müzzemmil Suresiyle Peygamber Efendimize (s.a.v.) ve bütün müminlere gece ibadetini bir yıl boyunca farz kılmıştı. Çünkü gece, sükûneti ve bir meşguliyetin olmayışı sebebiyle ruhî eğitim ve yükseliş için daha uygundu. Müminler müşriklerin tepkilerine ve işkencelerine, ancak gece ibadetindeki namaz ve dualarla karşı koyabiliyorlardı. Yine Bedir Savaşının gecesinde sabaha kadar namaz kılıp dua eden Peygamberimiz (s.a.v.), bu benzersiz namazın mahiyeti sorulunca şu cevabı vermişti:

—    Bu namaz, ümit korku ve yalvarma namazıdır.

Demek ki, başta İslâm davetçileri olmak üzere, zor imtihanlardan geçenler, olağanüstü sıkıntısı olanlar her şeyden önce geceleri teheccüd kılarak Allah’ın sonsuz hazinesinden istemeli, yardım ve desteğini talep etmelidir.

Teheccüd âdeta sevenin ezelî ve ebedî Sevgilisiyle buluştuğu, Onu tesbih ve tazim ettiği, derdini döktüğü, yardım istediği özel dakikalardır. Teheccüd namazı, maddî ve manevî sayısız dertlerle mahzun, birçok arzusu ve emeli bulunan, nihayetsiz ihtiyacı olan insana sunulan eşsiz bir hazinedir. Rabbimizin hazinesinden istifade etmenin tek şartı, bir zahmet kalkıp abdest alıp o yüce dergâha yönelmektir.

Ne Zaman Kalkmalı?

Teheccüd namazı, geceleyin bir müddet uyuduktan sonra kalkıp kılınır. Çünkü gece rahmet, mağfiret, feyiz ve bereketin coştuğu bir zaman dilimidir. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur:

“Gecenin (üçte ikisi geçip de) son üçte biri kaldığında Rabbimiz dünya semasına inerek (rahmetiyle tecelli ederek) buyurur ki: Hani bana kim dua eder ki, duasını kabul edeyim! Benden kim istekte bulunur ki, dileğini vereyim! Benden kim mağfiret diler ki, onu bağışlayayım!” (Buharî, Teheccüd: 14)

İşte teheccüde kalkmak, Rabbimizin bu sorularına karşı, “Ya Rabbi, ben dua ediyorum. Ben istekte bulunuyorum. Ben mağfiret istiyorum” diyebilmektir. Bu hadisten anlıyoruz ki, teheccüd namazı kılarak kim ne isterse Rabbimiz onu verecektir. Dünya ve ahiret saadeti için tüm isteklerimizi sıralayabilir ve inşallah onlara kavuşabiliriz. Bütün bu hazineler için yapacağımız tek şey, “istemek”tir.

Teheccüdün vakti biraz uyuyup uyandıktan sonra başlayıp imsak vaktine kadar devam eder. En faziletlisi, gecenin son üçte biridir. Söz gelişi, sabah namazının vaktinin girdiği imsaktan bir müddet önce kalkıp teheccüdü kılmak, sonra bir müddet daha uyuyup güneş doğmadan sabah namazını kılmaya kalkmak mümkündür.

Sahabeler ve Allah dostlarının gece ibadeti uygulamaları çok farklıdır. Gecenin tümünü, yarısını veya son üçte birini ibadetle geçiren olmuştur. Bunlar içinde her gece yüz rekâttan bin rekâta kadar namaz kılanlar vardır.

Gecenin feyizli anlarından birkaç dakika bile olsa yararlanmak büyük bir nimettir. Bunun için herhangi bir vakitte uyanıp iki rekât namaz kılmak bile güzeldir.

Kaç Rekât Kılmalı?

Peygamberimizin (s.a.v.) teheccüd namazını ne kadar kıldığı konusunda farklı rivayetler bulunsa da, en kuvvetlisi sekiz rekât kıldığı şeklindedir. Efendimiz (s.a.v.) gecenin sonuna doğru, imsaktan önce, sekizi teheccüd, üçü de vitir olmak üzere 11 rekât namaz kılardı.

Herkes yaşı, işi, zamanı ve şartlarına göre bir miktar belirlemeli, her gün ona titizlikle uymalıdır.Allah’a en sevimli olan amel, az da olsa devamlı olandır hadis-i şerifini esas alırsak, zor şartlarda bile bunu uygulamak gerekir. Meselâ, yolculukta, misafirlikte, aşırı sıcak ve soğukta, dar zamanda, uykusuzluk, yorgunluk, hastalık gibi hallerde bile teheccüdü terk etmemek büyük bir fazilet ve muhteşem bir kârdır.

Bu tür olumsuzluklar teheccüdü terk etmeye değil, belki bazen rekâtını azaltmaya, sure ve dualarını kısaltmaya sebep olabilir. Bu şekilde teheccüd kılan bir kimse, “Ya Rabbi, her şeye rağmen Senin huzuruna bu gece de çıktım. Belki hakkıyla kılamadım. Ama Seni ve Seninle birlikte olmayı, huzuruna gelmeyi unutmadım, ihmal etmedim” demiş olmaktadır. Cenab-ı Hak Kendisini unutmayan bu kimseye öyle yardımlar eder ki, belki yıllarını harcasa onları elde edemez. Bu yüzden teheccüd kılan kimsenin, yüzü nurlu, hal ve tavrı sempatik, işleri hayırlı ve başarılı olur. Çünkü kendisine yapılan hayırlı bir amele, en güzel karşılık verenlerin en hayırlısı ve cömerdi Cenab-ı Allah’tır.

Neler Okumalı?

Teheccüd namazı kılarken en kısasından en uzununa kadar bütün sureler okunabilir. Herkes kendi durumuna göre bir seçim yapmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bazen çok uzun okuyuşlarda bulunurdu.

Onun arkasında bir gece namazı kılan Hz. Huzeyfe (r.a.) anlatıyor:

Bir gece Peygamber (s.a.v.) ile birlikte namaz kıldım. Bakara suresini okumaya başladı. Ben yüz âyeti bitirince rükûya varacak dedim, sonra devam etti. Ben Bakara sûresini bir rekâtte bitirecek dedim, devam etti. Ben sureyi bitirince rükû edecek derken, Nisa suresine başladı, onu okudu. Sonra Al-i İmran suresine başladı, onu okudu… Sonra rükûya gitti. Rükûda ayaktaki kadar kaldı. Secdede rükûdaki kadar durdu.

Tabiî ki bu ona mahsus muhteşem bir namazdır. Belki de Rabbimiz Miraç’ta olduğu gibi zaman içinde zaman yaratarak onu bast-ı zamana mazhar etmişti. Sahabeden ve onlardan sonra gelen salih kimselerden çok uzun kıraatleri olanlar çıkmıştır. Bunlar yerine göre, bir rekâtta bir, beş, on, yirmi… sayfa okumuşlardır.

Burada da ölçü şu olmalıdır: Her zaman uygulayabileceğimiz, zamanımıza ve imkânımıza uygun bir okuyuş seçmeliyiz. Ama her zaman yapamasak bile çok müsait olduğumuz zamanlarda uzun sureler okuyabiliriz. Meselâ, her rekâtta kısa bir sure veya birkaç ayet okunabileceği gibi, müsait olunduğunda her rekâtta bir sayfa ya da Yasin, Fetih, Rahman, Tebâreke, Amme gibi sureler okunabilir.

Teheccüde Nasıl Başlamalı?

Bugün beş vakit namaz gibi kesin farz olan bir ibadet bile büyük bir ihmale uğramaktadır. Bu yüzden nafile namazlardan önce farz namazları tavizsiz bir şekilde uygulamak gerekir. Ancak beş vakit namazını kılanlardan müsait olanların da teheccüde sarılmaları çok önemlidir.

Ne var ki, bir web sitesinde yapılan ankete göre, ülkemizde teheccüd kılanların oranı sadece yüzde 4’tür. (www.namazladirilis.com) Demek ki, ferdî, ailevî, millî ve dinî hayatımızda muhtaç olduğumuz İlâhî destek ve yardıma karşı gerektiği gibi istekli ve gayretli olamıyoruz.

Eğer henüz teheccüd namazı kılmıyorsanız, nasıl başlamak gerekir?

Hiç şüphesiz namaz kılanların yüzde 70’inin sabah namazına bile kalkamadığı bir ülkede teheccüde kalkmak kolay değildir. Çünkü her şey, geç yatmaya ve geç kalkmaya göre ayarlanmıştır. Ne yazık ki, geç vakitlere kadar süren boş sohbetler ve misafirlikler, TV dizileri ve tartışma programlarına bol bol zaman ayırtan nefis, teheccüd için 15 dakikayı çok görür.

Her şeye rağmen şartlara teslim olmamak, şartları teslim almak gerekir. Eğer teheccüdün sonsuz feyiz ve bereketinden faydalanmak isterseniz şu hususlara dikkat edin:

1.    Teheccüde başladığınız zaman mümkün mertebe erken yatmaya gayret edin. Normalden bir sat önce yatmanız size kalkmada kolaylık kazandıracaktır.

2.    Eğer öğleden biraz önce başlayıp ikindi öncesine kadar devam eden vakitte kaylûle denen uykuyu alışkanlık haline getirebilirseniz gece uyanmanız daha kolaydır. Çünkü yarım saatlik öğle uykusu iki saatlik gece uykusuna bedeldir.

3.    İlk günlerde iki veya dört rekâtla başlayın. Alıştıkça arttırabilirsiniz.

4.   Eğer aile fertleri veya arkadaş grubundan birkaç kişiyle birlikte başlarsanız, teşvik, dua ve uyarma imkânı olacağından daha iyi olur. Mesela, bu hususta sözleşen dört kişilik bir arkadaş grubundan her gün bir kişi uyarma görevini üstlenebilir. Her ne kadar saat veya telefon alârmıyla kendi başınıza uyanabilirseniz de, arkadaşınızın sizi uyarması daha etkileyici olur.

5.   Teheccüde başlamak için özellikle imsakın geç olduğu kış ayları ve Ramazan ayı önemlidir. Zaten sahura kalkacağınız için birkaç dakikanızı teheccüde ayırır, arkasından yemeğinizi yersiniz. Bayramdan sonra da devam etmeniz mümkündür.

6.    Uykusuzluk, yorgunluk, hastalık, yolculuk, zaman darlığı gibi durumlarda, eğer teheccüdün tehlikeye gireceğini tahmin etmişseniz, yatmadan önce veya imsaktan biraz önce kılıp arkasından sabah namazını kılabilirsiniz. Böylece âdet hâline getirdiğiniz bir ibadeti terk etmeyip sürdürmüş olursunuz. Eğer terk ederseniz nefsin eline büyük bir fırsat vermiş olursunuz ki, nefis her fırsatta, “” diyerek her gün bir bahane bulur.

7.    Teheccüde kalkmak, sabah namazını asla engellememeli. Ne kadar faziletli olsa da hiçbir sünnet, farzın yerini tutamaz.

8.    Her ne kadar namaz eşsiz dualarla süslenmiş muhteşem bir ibadet olsa da, teheccüdün arkasından mutlaka dua edin. Çünkü namazın peşinden yapılan dualar kabul edilir.

Cemil Tokpınar / Moral Haber

Bediüzzaman laik ezberleri bozdu

Nur İlim ve Kültür Vakfı ile Nesil Yayın Grubu tarafından “Aydınlar Bediüzzaman’ı konuşuyor” kitabı bağlamında Moral FM Av. Bekir Berk Toplantı Salonu’nda bir panel düzenlendi. Moderatörlüğünü Nesil Yayın Grubu Yayın Kurulu Başkanı Safa Mürsel’in yaptığı panele konuşmacı olarak yazar Mustafa Akyol, Sadık Yalsızuçanlar ve Metin Karabaşoğlu katıldı. Programda “Gelenek ile Gelecek Arasında Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nur’un bugün için anlamı” konuşuldu.

-İman zemininde yükselen bir medeniyet tasavvuru sundu-

Av. Safa Mürsel, “1990’lı yıllara kadar Risale-i Nur’u hep savunma refleksi içindeydik. Zaman içinde bu savunma pozisyonu değişmeye başladı.” ifadesini kullanarak yazar Metin Karabaşoğlu’nun “Gelenekle Gelecek Arasında Bediüzzaman” söyleşi kitabını değerlendirip 1970’li yılların Türkiye’sinde hazırlanan “Aydınlar Bediüzzaman’ı Konuşuyor “ kitabının hikâyesini anlattı: “1976 yılında Risale-i Nur’un telifinin üzerinden elli yıl geçmişti. O dönemde ilim adamları, bürokratlar ve siyasetçiler üzerinde Risale-i Nur’un nasıl bir etki bırakmış olduğunu öğrenmek istedik. Türkiye’de o gün var olsan sağdan sola doğru bütün yelpazede olan ilim adamlarını dolaşıp Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında fikir almak çok zordu. Çünkü Risale-i Nur konusu bugünkü kadar kolay ifade edilemiyordur. Ayrıca aydın kesiminin henüz kabullenemediği bir gerçekti. Ama tüm bu zorluklara rağmen önemli bir çalışmaydı bizim için. Bugün ise Bediüzzaman ve Risale-i Nur konusu rahatlıkla konuşulabiliyor.”

Av. Mürsel, Bediüzzaman’ın yaptıklarını anlatırken onun iman zemininde yükselen bir medeniyet tasavvuru sunduğunu belirterek “Bugün bazılarının gülmek değiştirmesinde Bediüzzaman’ın katkısı vardır.” dedi.

-Bediüzzaman laik ezberleri bozmuştur-

Yazar Mustafa Akyol ise “Türkiye’de din düşmanı olan bir damar vardı. O damar dine karşı olduğu için Bediüzzaman’a da karşıydı. “ şeklinde konuşarak İslam dünyasında yaşanan krizler ve Bediüzzaman Said Nursi’nin yöntemi hakkında şunları kaydetti: “Bediüzzaman’ın çizgisi çok doğruydu. Çünkü Osmanlı’da Batı’dan gelen bir maddileşme, geçmişini unutan Frenk meşrep bir aydın kitlesi vardı. O da ilim konusunda Batı’nın bilimini görür alır. Ama bu bilimi dini haline dönüştürmez. Ve asrın kazanımlarını alıp imanı bir vizyon geliştirir. İslam dünyasındaki hürriyet ihtiyacını görür. Bu yüzden Bediüzzaman’ın istibdada karşı çıkıp hürriyetleri savunması o dönem için çok önemli bir vizyondur. Bu yaklaşımı sayesinde kendi çizgisi dışına da etki ederek laik ezberleri bozmuştur. “

– Nefsini ıslah etmeyen başkalarını ıslah edemez-

Yazar Sadık Yalsızuçanlar, “Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda nefsini ıslah ettiğini görüyoruz.” diyerek “İslam nefsin teslim olmasıdır. Nefsini ıslah etmeyen başkalarını ıslah edemez. O da bunu yapmıştır “ diye konuştu.

Yalsızuçanlar, Said Nursi’nin kendisine bir vebalı, cüzamlı gibi muamele edip türlü türlü işkenceler yapanlara bile beddua etmemiş olup hakkını helal ettiğini söyleyerek “Bunu ancak âlimler ve arifler yapar. Bediüzzaman kendisini Hak’ka tasadduk etmiştir. Kendini tasadduk etmeksizin insanın Hak’ka yaklaşması mümkün olmaz.” dedi ve sözlerine şöyle devam etti: “Onun hediye almaması seyit oluşu ile ilişkilendirilir. Rızık konusunda da şunu söyler: Rızkını helal yolla kazan ve kazandığından azını ye. Bu yaklaşımı da bütün âlim ve ariflerde görüyoruz. “

-Bediüzzaman’a göre sabır, tevafuk, merhamet ve şefkatin anlamı-

Yazar Metin Karabaşoğlu, “Gelenekle Gelecek Arasında Bediüzzaman” kitabının 1976’da çıkan Aydınlar Bediüzzaman’ı Konuşuyor’dan farklı olduğunu söyleyerek “Bu kitap entelektüel damarı ortaya çıkarıp Risale-i Nur’a dışarıdan değil de içeriden bakıp yorum yapanların kitabıdır.” vurgusu yaptı. Karabaşoğlu, Bediüzzaman’ın bir köprü olmadığını kaydederek “Köprü üstünden geçilendir. Bediüzzaman ise kalınacak yerdir. Bir arı gibi gelenek ile gelecek arasındaki özü alıp bu zamanının insanına sunmuştur.” mesajı verdi.

Karabaşoğlu, Said Nursi’nin nasıl mümin olunması gerektiğinin yolunu gösterdiğini belirterek sabır, tevafuk,merhamet ve şefkat kelimelerinin onun hayatındaki anlamına değindi: “Bediüzzaman’ın hayatında ve Risale-i Nur’da bir tevafuk gözüküyor. Çünkü tevafuk kelimesi öyle rastgele tesadüfî olarak kullanılmaz. Birisi tesadüf yerine tevafuk kelimesini kullandığında neden kullandığı anlaşılır. Bir de Bediüzzaman’a göre sabır demek ‘başına gelenlere razı olmak’ anlamında değildir. Ona göre sabır ‘direnç ve ayakta durmak’ demektir. Merhamet ve şefkat duygusu ise; bize karşı hücum edenler varsa duygu ve düşüncelerimizi onların yönlendirmesine izin vermeden kullanmak içindir. Yani onlar tarafından yönetilmiyoruz ve onları da yönlendiriyoruz. Eski Said’den yeni Said’e doğru geldiğinde neler yaptığını görüyoruz. Bediüzzaman’ın İslam dünyasında bin yıldır çeşitli silahlarla zedelenen sorunların çözümü konusunda bir yol gösterip çözümü yeniden inşa ederek hikmetle rahmeti buluşturduğunu görüyoruz.

Dursun Kabaktepe / Moral Haber

Her hâliyle örnek, tek önder

Her toplum kendisinin; güvenilir, saygın, âdil, korkusuz, şefkatli, hiçbir kötü alışkanlığı olmayan, gözü pek ve çalışkan bir liderinin olmasını ister. Yüce Hâlıkımız bizlere, tüm bu olumlu vasıflarla donattığı Hz. Muhammed S.A.V. efendimizi, önder ve lider olarak, üstelik de herkesin konumunda yaşatarak örnek bir MODEL tayin etmiştir. Sonsuz hamd ve senalar olsun… Âdetâ O c.c. bizlere; “Şu durumda olduğunuz zaman, böyle davranacaksınız. Bu durumda olduğunuz zaman ise şöyle davranacaksınız. İşte size mükemmel bir de model insan gönderdim” diye zımnen ferman ediyor… Veya bazı mahrumiyetlerimiz için; SINAV GEREĞİ olduğunu idrak ederek, “tevekkeltü alellâh” dememiz gerektiğini de fiilen bizlere gösteriyor. Birkaçını hatırlayalım:

1. Hz. Muhammed YETİM idi, üstelik kendisi doğmadan babası Abdulah vefat etmişti. Bu durumda, o acıyı ömrünün ilk yıllarında tatmıştı.

2. 6 Yaşlarındayken de annesi vefat ettiğinden, ÖKSÜZ kalmıştı. Her iki acıyı birden yaşamıştı. Hem yetimlikte hem öksüzlükte örnek oldu.

3. Üstelik, yoksul bir aileye mensuptu. Yoksulların, yetimlerin ve öksüzlerin hâllerini çok iyi biliyordu. Zirvede bir örnek hayat yaşıyordu.

4. Kendisinden 15 yaş büyük olan Hz. Hatice ile evlendikten sonra, bölgenin en zenginlerinden oldu. ZENGİN kimselerin de hallerini en iyi biliyordu. Zenginlerin nasıl davranmaları gerektiğini de fiilen gösteriyordu. Ticarette, ortaklıkta ve zenginlikteki davranışlarımıza da örnek oluyordu.

5. Yedi evlât sahibi oldu. Onlara (kızlara veya erkeklere) nasıl davranılması gerektiğini, bizlere fiilen gösteriyordu.

6. Yedi evlâdından altısını, kendi mübarek elleriyle kabre koymuştu. EVLÂT ACISI ne demek olduğunu, en iyi O sav. Biliyordu.

7. Kendisinden farklı düşünen zâlimlerin, acımasız baskılarına mâruz kalıyor, yakınları ve arkadaşlarına işkenceler çektiriliyor veya öldürülüyordu. Hattâ bu zulümler, ülkesinden hicret ettirecek seviyelerdeydi. Bu durumlarda da nasıl davranılacağını, nasıl sabır ve mukabele edileceğini, yaşayarak bizlere öğretiyordu.

8. Ordu kumandanı olduğunda, nasıl davranılması gerektiğini, tedbirlerin nasıl alınacağını, savaş stratejilerini, savaş halinde bile hangi ibadetlerin ertelenip, hangilerinin nasıl edâ edileceğini bizlere fiilen gösteriyordu.

9. Mağlup bir kumandan olunduğunda nasıl, gâlip bir kumandan olunduğunda nasıl davranılacağını, fiilen gösteriyordu.

10. Mekke fethinden sonra şehre girerken bile, asla mağrur bir edâ ile değil, bineğinin üstüne kapanmış olarak ilerliyordu. Müşriklerin bile onurlarını zedelemekten sakınıyordu. Onlardan intikam almak değil, kalplerini de fethederek, Cehennemden kurtarılmalarının çarelerini arıyordu. Cennete giden doğru yola rücû etmeleri için, onlara, (hattâ en sevdiği amcasını öldüren Vahşî’ye bile) kucak açıyordu…

11. Barış konusunda kendisine itaat edilmediği zaman, nasıl bir taktik ile itaatin sağlanmasını, bizlere fiilen gösteriyordu. (Koltuk uğruna halkına işkence çektiren, halkına tanklarla saldıran ve her türlü eza ve cefayı reva gören şimdiki M.Kaddafi, H.Mübarek, B. Esat v.d.’lerinin kulakları çınlasın. Bu değerlerden yoksunlukları anlaşılsın.)

12. Hasta olduğunda, hastalara sabırda ve kullukta fiilen örnek oluyordu. Sağlıklı zamanlarında ise hastaları nasıl ziyaret etmemiz gerektiğini, onlara nasıl davranmamız gerektiğini yaşayarak öğretiyordu.

13. Yaşlı olduğunda, yaşlılara fiilen örnek oluyordu.

14. 53 Yaşından sonra, yüce Dînin tüm prensiplerinin her yönüyle öğrenilmesi ve her kabileye yayılması, v.s. birçok hikmetler nedeniyle, birden fazla evliliklerde, eşler arasındaki adaletin nasıl tesis edileceğini ve onlara nasıl davranılması gerektiği konusunda da örnek oluyordu.

15. DEDE olduğunda, torunlara nasıl davranılması gerektiğini, nasıl terbiye edilmesi gerektiğini bizlere fiilen gösteriyordu.

16. İmam, lider, önder, devlet reisi veya hâkimiyet zamanında, mahiyetindeki yöneticilere, halka, kölelere, yoksullara, öksüzlere, yetimlere, gençlere, yaşlılara, hastalara, misafirlere, fakirlere veya zenginlere nasıl davranılması gerektiğini fiilen gösteriyordu.

17. Vefat edeceğini anladıktan sonra, o yolculuğa nasıl hazırlık yapılacağını, nasıl davranılıp nasıl vasiyet edileceğini bile fiilen gösteriyordu. Acaba sadece birkaçını sayabildiğimiz bu önemli kriterlerde, insanlığa Hz. Muhammed’den başka tek bir örnek, lider ve önder gösterilebilir mi? Hâşâ…

Hz. Muhammed SAV’in teşrifinden önceki cehalet asrı ile Dâr-ı Bekâya irtihali sırasındaki SAADET asrını mukayese ettiğimizde, ortaya çıkan tablo gerçekten göz kamaştırıyor. Kız çocuklarını bile diri-diri toprağa gömen vahşi, putperest, bencil, ayyaş ve bedevi bir toplum, kendilerine sunulan saadet prensiplerinin tüm insanlığa ulaştırılması için, tüm çevre ülkelere yayıldılar. Vedâ hutbesindeki “..burada olanlar, burada olmayanlara anlatsın” emrini alan 124 000 sahabeden, 110 000 yetişkin sahabenin evini, barkını ve vatanını terk ederek, bu saadet prensiplerini bizlere kadar ulaştırması, o seçkin lidere SAV bağlılığı ve sadakati göstermiyor mu?… Böylesine seçkin bir liderin Hicrî ve Miladî doğum günleri, KUTLU DOĞUM HAFTASI’na işte bu sebeplerden sığmaz oldu. Birçok ülkede, bir aydan fazla zamandan beri bu kutlamalar, işte bunun için hâlâ devam ediyor. Helâl olsun… •Ne mutlu bu saadet ve bahtiyarlar kervanına katılanlara. Saadet sarayları ve Cennet bahçeleri O’na tâbi olanları bekliyor… •Veyl olsun Müslüman gözüktükleri halde, geçici dünya menfaatlerine aldanan ve kendi halkına savaş açarak zulüm eden, bu ulvî prensiplerden yosun tüm liderlere ve onlara uyanlara… •Ve, ne mutlu “bu ulvî prensipleri öğrenip, çevresine ve o sahabeler gibi tüm insanlık âlemine yaymayı ve tüm insanlığın Ebedî Cehennemden kurtarılmasını” kendilerine DERT edinenlere…

A. Raif Öztürk / Moral Haber