Etiket arşivi: Moral Haber

Risale-i Nurlar şimdi de Hindistan’da…

Risale-i Nur cevherlerini bağrına basan ve üniversitelerinde ders kitabı olarak okutmaya başlayan bahtiyar ülkelerin sayısını, inanınız ki bendeniz de tam olarak sayamam.

Çünkü bir çığ gibi büyüyor. Nil nehri gibi, çorak kalmış beldelere Ab-ı Hayat sunuyor.

Bu güzide eserlerin, özellikle akademisyen camia tarafından bağırlara basılmasının, elbette çok haklı sebepleri var. Risale-i Nur Eserleri, çağımızın kültür, ilim ve fen seviyesine en uygun müspet metotlarla, akla, mantığa ve kalbe hitap ederek, ikna ve ispat yoluyla hizmet ediyor. Bu nedenlerle, yalnız Türkiye’de değil, diğer birçok araştırmacı ülkelerde de hüsn-ü kabule mazhar olmaktadır. Gerçi güzel ülkemizde, yarasaların ışıktan korktukları gibi, İslam Güneşinden ve Kur’an Nurundan korkan zavallı bir zihniyet tarafından, yarım asırdan fazla engellenmeye çalışıldıysa da, bu Nur çağlayanının önüne geçilemedi. Çünkü Allah c.c. Nurunu tamamlayacaktı. “Bin yıl sürecek” diye ilan ettikleri bu şiddetli baskı süreci, öyle bir dürüldü ve toplandı ki, bu ilandan sonra, sadece 10-15 yıl içinde, bir paçavra gibi o bahtsızların başlarına çalındı. Dünyadaki sorgulamalarına başlandı bile…

İşte bu zor şartlarda kazanılan Risale-i Nur cevherlerinin nur saçan parıltıları, tüm dünya ülkelerinde de fark edildiğinden, ısrarlı TALEPLER her geçen gün artmaktadır.

Bu sayı öyle hızlı bir şekilde artmaktadır ki, 50’ye yakın lisana çevrilerek, yüze yakın ülkede hüsnü kabul ile yayılmaktadır. Yüce Rabbimiz daha ziyade etsin. Amin…

Asya, Avrupa, Kuzey Afrika gibi yakın kıta ülkelerinde düzenlenen, birçok sempozyumlara bizzat katıldığım halde, bu Hindistan sempozyumuna bazı sağlık tedbirleri nedeniyle katılamadım. Fakat bu 9-10 günün faaliyetlerini, çok yakından takip etmeye çalıştım. Hindistan’a giden 49 kişilik gurup içindeki ağabey ve arkadaşlarımın tespitlerinden de yararlanarak, okurlarımı ve dostlarımı, bu bayram havasından haberdar etmeyi, önemli bir görev addediyorum…

***

Öncelikle, Hindistan nasıl bir ülke olduğunu kısaca hatırlayalım:

Hint felsefesi, çok tanrılı din anlayışına dayanıyor. Binlerce tanrı (inancı) var. Binlerce inanç ve farklı görüş var. Tek bir yaratıcıya inanmamanın, yani “tevhit hakikatinin” olmamasının doğurduğu sonuç olarak, insanlar kendilerinden farklı, ilginç ve güçlü gördükleri her şeye tapıyorlar. İnek kutsalların başında geliyor. Hint felsefesine göre inek, insanlardan daha güçlü ve ilginç. Çünkü, insanlar şu teknolojiyle bile süt yapamıyor. İnekler süt üretiyor. Süt, olağanüstü bir terkip. O halde inekler, insanların yapamadıklarını yapan tanrılardır ve o halde inekler kutsaldır. Hindistan, 1 milyar 200 milyonun üzerindeki nüfusuyla, dünyanın ikinci büyük ülkesi olarak dinlerin, medeniyetlerin, kültürlerin, zenginliklerin buluştuğu bir belde. Bugün, onlar da Risale-i Nur hakikatlerine susamışlar ve bunu fark etmişler…

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın; İslam dininin ve Müslümanlığın ne kadar kıymetli olduğu, böylesine akla ziyan inançlara muhatap olmanın ve putperestliğin çaresizliği artık fark ediliyor. Akl-ı selim liderler ve akademisyenler, bu çaresizliği, huzur ve mutluluğa çevirebilmek için, arayış içindeler. Bu nedenlerle de, Hindistan’ın çeşitli bölgelerinde, üç farklı üniversite tarafından ve İ.İ.K.V. (İst. İlim ve Kültür Vakfı) işbirliği ile 29 Ocak – 03 Şubat tarihleri arasında üç farklı konferans düzenlendi. Konu: “Çok Kültürlü Bir Dünyada Barış İçinde Yaşama Pratiği : Risale-i Nur Örneği” idi…

Hindistan denilince, İslam’ın en büyük müceddidlerinden İmam-i Rabbani akla gelir. Bugünkü verilere göre Hindistan’da yaklaşık 300 milyon Müslüman yaşamaktadır. Bu rakama göre dünyanın en kalabalık İslam ülkesi “Hindistan” kabul edilmektedir.

Hindistan’a Müslüman Arap tüccarlar 7. yüzyıldan itibaren sık-sık gelmeye başlamışlar. 12. Yüzyılda Müslüman Delhi sultanlığı kurulmuştur. İslam’ın putperestliğe olan düşmanlığı, tek tanrılı inancı ve kast sistemine karşı çıkmasına rağmen, yüzyıllarca İslam’ın hoşgörüsüyle Hindular ve Müslüman’lar bir arada huzur ve güven içinde yaşamışlardır. Şer güçler tarafından kışkırtmalar, tahrikler ve provokasyonlar olmasa, yine aynı birliktelik sürdürülebilecektir. Sağlam basabilmek için, R.Nur ekolü incelenip, benimsenmektedir.

Bu itibarla da Hindistan’da “Bediüzzaman Rüzgârı” esmeye başlamıştır.

İlk üniversitede 29.02.2012 günü “Risale-i Nur ve Türkiye’de İslam” konulu, iki bölümden oluşan konferansın ilk bölümü, sempozyuma kayıt yaptıran binin üzerinde yüksek lisans, doktora öğrencisi ve akademisyenlerin katılımı ile gerçekleştirildi.

Kur’an tilaveti ve dualar ile açılan konferansın açılış konuşması, Darul Hüda Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Bahaüddin Nadwi tarafından yapılarak konferans hakkında genel bilgi verildi. Açılış konuşmalarının ardından, Türkiye’den Abdullah Yeğin, İhsan Kasım Salihi, Ali Katıöz, Rıza Akçalı, Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, Prof. Dr. Faris Kaya, ABD’den Prof. Dr. Thomas Michel, Prof. Dr. Irfan Omar, İngiltere’den Prof. Dr. Colin Turner, Kanada’dan Prof. Dr. Bilal Kuşpınar, Dubaiden Prof. Dr. Abdulhakim El-Enis, Hindistan’dan Dr. Onampilli Muhammad Faizy, Dr. Faisal Hudawi, Dr. Bahauddin Hudawi, Dr. Said Hudawi Nadapuram, Prof. Dr. Sayed Abdul Muneem Pahsa, İngilizce veya Arapça olarak birer tebliğ sundular.

JNU Üniversitesinden, Arap ve Afrika Çalışmaları dekanı, Prof. Dr. M.A. Islahi konuşmasında; “..100 yıl önce, ilginç ve barıştırıcı fikirleriyle dünyaya gelen bu zatı, (Bediüzzaman’ı) yeni tanımanın sevinci içerisindeyiz. Ona Bediüzzaman ismi verilmesi boşuna değildi, çünkü kendisi bu ismi hak etti ve çok sıkıntılar çekti. O İslam’ın bir şiddet dini olmadığını öğretti ve O her zaman İslam’ın şiddet karşıtı olduğunu söyledi” dedi.

Hindistan Devlet Bakanı Janab Arif Muhammad Khan, konuşmasında; “..Risale-i Nur-u araştırdım, okudum ve Risale-i Nuru şöyle tanımlayabilirim “Bereket-ul Kuran”. Yani Bediüzzaman yazdığı risalelerin hakikatlerini Kurandan almıştır. Bediüzzaman Hutbe-i Şamiyede şunu der, “Gelecek, İslam’ındır ve İslam’ın olacak, bu da iman ile olacak.” Bu çok-çok önemli bir cümlesidir.

JNU, Edebiyat ve Kültür Çalışmaları dekanı Prof. Dr. R.N. Menon ise konuşmasında; “Bugün maalesef günümüzde, din adına öldürülen insanların, din adına kurtarılan insanlardan fazla olduğunu görmekteyiz. Bunun sebeplerinden birisi vahiy kaynaklarının yanlış tefsir edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bediüzzaman’a bu konuda çok ihtiyacımız var, Bediüzzaman 6000 sayfalık eserlerinde Kur’anı akıl ve kalbin işbirliği ile tefsir etmiş ve insanlığa sunmuştur. Bediüzzaman’ı ben de bu konferans vasıtası ile yeni tanıdım. Onun “en büyük düşmanlarımızdan birisi cahillik ve bu düşmana ilimle karşılık vereceğiz” demesi beni çok etkiledi. Konferansı düzenleyenlere çok teşekkür ediyorum…

***

Daha sonraki tarihlerde; Mevlid-i Nebevi münasebetiyle üniversite tarafından Kerala eyaletinin geneline hitap eden büyük bir program gerçekleştirildi. Peygamber Efendimizi (SAV) anma ve anlama adına sabah saat 09:00 da başlayan program gece 24:00 a kadar devam etti. Yüz binlerce insanın “on stadyum” büyüklüğündeki dev bir alanda salatü selamlar ve tekbirlerle, olağanüstü bir güzellik oluşturdukları bu atmosferde Türkiye’den gelen misafirlere de, bu topluluğa hitap etme imkânı verildi. Türkiye’deki hizmetler anlatıldı. Risale-i Nur dünyanın en büyük ikinci ülkesi olan Hindistan’da, yüz binlerce insanın ilgi ve dikkatle dinlediği Risale-i Nur külliyatındaki, “Kâinatın efendisi” SAV. ile alakalı bölümler katılımcıların “Allahuekber” nidalarıyla çınladı…

***

Böylesine çok önemli bir sempozyumu ve bayram havası içinde geçen sunumları, elbette bir makaleye sığdıramazdım. Biraz uzattığım için hakkınızı helal ediniz.

Raif Öztürk / Moral Haber

Bulut: ‘Can boğazdan çıkar, çünkü…’ (video)

Gazeteci-Yazar Mehmet Ali Bulut, Can Boğazdan Çıkar kitabının Bediüzzaman Said Nursi’nin Şükür ve İktisat Risalesinin tam bir Türkçe tefsiri olduğunu söyledi. Bulut, “Tabii ki Üstad konuya Rahmaniyet, ubudiyet ve kulluk noktasından baktığı için muazzam bir şekilde anlatıyor. Ama bu kitap da Şükür ve İktisat Risalesinin Türkçe tefsiridir.” dedi.

Mehmet Ali Bulut, Moral FM Av. Bekir Berk Toplantı Salonunda, Nur İlim ve Eğitim Vakfı ile Nesil Yayınları Grubunun ortaklaşa düzenlediği aylık seminer dizisinde İktisat ve Şükür Risaleleri bağlamında sağlıklı beslenme konusunu anlattı. Seminerin moderatörlüğünü Moral Medya Genel Müdürü Haluk İmamoğlu yaptı. Bulut, konuşmasında “Şükür hasta olmamak ve senden beklenen ibadeti hakkı ile yapmaktır.” diyerek “Hasta olmak (Dinde vâcib ve sünnet-i müekkede olan emirleri kasten, bilerek ve özürsüz terk etmek olan) bir tür tahrimen mekruhtur.” uyarısında bulundu.

Her insanın nasıl kanı, DNA’sı ve parmak izi kendine özel ise sindirim sistemi ve kanı da tekildir.” ifadesini kullanarak kan gruplarının insanların beslenmelerindeki önemine dikkat çekti: “Bütün dünyada kişilerin kan (mizaçlarına) gruplarına uygun beslenmeleri halinde şişmanlık ve hastalık problemlerinden kurtulacakları savunulmaktadır. Geleneksel tıp daha da ileri giderek her insanın kendine özgü sindirim sistemi ve enzimleri olduğu bilgisinden hareketle kişiye özel beslenme programları önermektedir. Bende bu kitapta kan gruplarına göre insanların neleri yiyip neleri yememeleri konusunu işledim. Yazılanların yüzde 90’ına yakının bizzat kendim denedim.

Beslenme, besin maddelerinin mizaç olarak, vücut yapısına benzer hale gelmesi ve böylece dokulardaki günlük yıpranma ve yırtılmaların, tamire uygun hale gelecek ve düzeltilecek şekilde değişmesidir.” diyen Bulut, bu konunun Kur’an’da da çok geçtiğini vurgulayarak “Kur’an’ı Kerim’e yiyecekler içecekler açısından bakıldığında, görülecektir ki iman dahil insanın tüm saadet ve şekavetleri, iyilik ve kötülükleri, daha doğrusu hak edişleri yedikleri içtikleri üzerinden aktarılıyor.” dedi.

İNSAN BAŞINA GELENLER HAKKINDA YEDİKLERİNE BAKSIN

Bulut, sözlerine şöyle devam etti: “İnsan bedendeki gıda ve faaliyet, zikir, fikir, huzur veya huzursuzluk ilişkilerini anladığında, Kur’an’ın helal ve haram yiyecekler konusunda neden bu kadar vurgu yaptığını da çözebiliyor. Hemen hemen her surede mutlak manada Allah sözü getirip gıdaya ve onun neticelerine dayandırıyor. Çünkü bugünün inanan insanları bu ayetleri daha çok helal-haramlar boyutuyla değerlendirse de kastedilen mana, helaller haramlar konusundan çok daha kapsamlıdır. Çünkü yediklerimiz ve içtiklerimiz bizden doğacak eylem ve fikirleri de etkiliyor. O fikir ve eylemler ya bizi cennete layık (huzurlu, sağlıklı, başarılı, yaşamından lezzet alan ve böylece Allah’ından razı) bir kul veya cehenneme layık (hastalıklar, sıkıntılar, inançsızlıklar ve müptelalıklarla vücudunu içinde yaşanılmaz bir hale getirmiş, ömrü kahırla geçen, bezgin, huzursuz ve adeta ölmeden cehennemi yaşayan, içten içe yanan) bir odun haline getiriyor. Bu yüzden insan başına gelenler konusunda sık sık dönüp yediklerine, içtiklerine bakmalı ki bunların keyfi bir takdir değil, bir hak ediş meselesi olduğunu da kavrayabilsin.

TESPİT EDİLEN EN ESKİ KAN GRUBU 0 (SIFIR)’DIR

Kanda anne sütü gibi insanın genetik yapısını bozuyor. Kanın kendisini tanımlanmasını gerektiren özel birimler var. Allah her bir insana taklit edilemez bir yapı vermiştir. Her kanın kendine ait bir kimlik tanımlaması vardır. O yüzden kan gruplarına göre beslenmek çok önemlidir” uyarısında bulunan Bulut, kan gruplarının tarihi hakkında şunları kaydetti: “Tespit edilen en eski kan grubu 0’dır. Tarım toplumuna geçildikten sonra A grubu çıkmıştır. İnsanlar soğuk memleketlere gidip baskı altına alınınca B grubu ortaya çıkmıştır. Bu kişiler soğuk memleketlerden geri dönüp diğer insanlarla tekrar temasa geçince bu sefer AB grubu ortaya çıkmıştır. AB kan grubunun geçmişine bakıldığında 1500 yıllık bir tarihi vardır.

ANNE SÜTÜ ÇOK ÖNEMLİ

Bulut, beslenme konusunda anneleri uyarak çocuklara hazır mama yedirmenin çok zararlı olduğunu belirterek “Bir erkek çocuğun 24 ay, kız çocuğunun da 20 ay annesi emmesi gerekiyor. Eğer gerektiği gibi anne sütü emmez ve hazır mama yerse bu çocuk da eczane sistemine üye olur. O yüzden anne sütü çok önemli. Günümüzde bulunan birçok hastalığın sebebi anne sütünü çocukların yeterince emmesidir.” diye konuştu.

Dursun Kabaktepe / Moral Haber

Akrebin Kıskacında geçen yıllar ve Said Nursi

Av. Yazar Ahmet Özkılınç, Bediüzzaman Said Nursi’nin türlü türlü işkence ve hukuksuzluklara maruz kalıp öfke ve teslimiyet çıkmazı karşısında sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolu olarak izah edilen sırat-ı müstakimi (dosdoğru yol) seçtiğini söyledi. Av. Özkılınç, “Bediüzzaman sıkıntı döneminde öfkeye kapılmadan sırat-ı müstakim olan üçüncü yolu seçtiğini görüyoruz. Her türlü hukuksuzluğa karşı müspet hareketi tüm Müslümanlığa ve insanlığa sunuyor.” dedi.

Av. Yazar Ahmet Özkılınç, Nur İlim ve Eğitim Vakfı ile Nesil Yayınlarının ortaklaşa düzenlediği konferansta Bediüzzaman Said Nursi’nin Eskişehir Mahkemeleri müdafaa konularını işlediği Akrebin Kıskacında isimli kitabını anlattı. Moral FM Avukat Bekir Berk Toplantı Salonu’nda moderatörlüğü Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi üzerine birçok eser veren yazar Metin Karabaşoğlu yaptı.

Eskişehir Mahkemeleri müdafaasında ders verdi

Özkılınç, Bediüzzaman’ın Eskişehir Mahkemeleri müdafaalarının çok önemli olduğunun altını çizerek “Burada yargıya nasıl bağımsız ve tarafsız olacağını, 163. Maddeyi ne şekilde yorumlaması gerektiğini gösteriyor. Ve sonuna kadar hukuki haksını yasal zeminde savunuyor.” diye konuştu. Özkılınç, sözlerine şöyle devam etti: “Bediüzzaman o dönmede türlü türlü komplo ve oyunların olduğunu bildiği için talebelerini korumak ve davasına zarar vermemek için müspet hareketi seçiyor. Bize verdiği mesaj meşruiyet ve tahammül oluyor. Başkalarının baskı ve kışkırtmalarına yönelik saldırgan tavırlarına karşı tahammülü gösteriyor. Oynanan oyunları görüyor.

Said Nursi bağımsız hizmet metodunu uyguladı

O dönemde yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çok karışık bir yapıya sahip olduğunu belirten Özkılınç, Said Nursi’nin talebelerini bu oyun ve hileden uzak tutmak ve yazdığı eserlere zarar verilmemesi için “Siyesetle uğraşmayıp bağımsız bir hizmet metodunu uygulamıştır. Böylelikle oyun ve hilelere düşmemiştir.” ifadesini kullandı. Özkılınç, Akrebin Kıskacında kitabını yazarken yaptığı araştırmalarda yakın tarih konusunda birçok tarihçinin araştırmasından faydalandığını ama Bediüzzaman ve talebelerinin çektiği çile ve hukuk dışı davranışlara yer verilmediğini kaydederek şunları söyledi: “Yakın tarihi anlatan hukuk dışı uygulamalarla ilgili bir kitap yazmak isteyen her kişi Bedizzaman ve talebelerinin uğradığı hukuk dışılığı görmeden bir kitap yazamaz.

Sözlerin telif sırasında bile strateji vardır

Özkılınç, Bediüzzaman’ın yaptığı her şeyin devlet yöneticileri tarafından gün ve gün Mustafa Kemal’e rapor halinde bildirildiğinin belgeleri olduğunun altını çizerek risalelerin çok zor şartlarda yazıldığını söyledi. Barla’da Said Nursi’nin yaptıklarını devlet görevlilerinin sürekli takip edip rapor halinde sunduğu için sözlerin telif sırasında bile bir strateji uygulandığını vurgulayarak şunları anlattı: “Mesela haşir ve ahireti anlatan 10. Söz Meclise kadar gitmiştir. Yine aynı şekilde iman ve küfür muvazenelerini anlatan 25. Sözde böyle bir şey yaşanmıştır. Bunları gören devletin üst makamındaki kişiler burada 10. Söz ve 25. Söz var. Siz sadece bunları mı gördünüz? 10. ve 25. Söz olduğuna göre diğerleri vardır, diye yöneticileri değiştirmişlerdir. Bir nevi psikolojik baskı olmuştur.

Dursun Kabaktepe / Moral Haber

Dünyada ne kadar misafiriz?

Dünyada kendini misafir ve yolcu gibi kabul et” hadisini okuyunca üç kelime dikkatimi çekti.

Dünya”, “misafir” ve “yolcu”.

Dünya bir misafirhane, insan ise bir yolcu ve misafir.

Yolcu, devamlı hareket halindedir ve gittiği her yerde misafirdir.

Her uğradığı menzilde ve durakta kalış süresi bellidir ve geçicidir.

İster otelde kalsın, isterse tanıdığı bir dostunun evinde kalsın, durum değişmez.

Demek ki, misafirin kaldığı ev kendine ait değildir, bir başkasına aittir.

İnsan dünyada misafir olduğuna göre, dünyanın kendisi bir misafirhane, bir han ve bir kervansaraydır

Her gün dolar boşalır. Bir kafile gelir, öbür kafile gider. Geçicidir, kalıcı olamaz.

Misafir, serbest hareket edemez, rast gele davranamaz.

Ev sahibinin izni ve müsaadesi ölçüsünde yer, içer, yatar, kalkar ve iş görür.

Dünya misafirhanesine gelen her yolcu da, bu âlemin Sahibinin izni ve müsaadesi ölçüsünde hayatını düzene ve nizama sokar.

***
Dünya bir kışla, bir mektep ve bir okul.

Burası bir eğitim bir yeri. Yetişme, gelişme, olgunlaşma ve seviye kazanma mekânı.

Kışlada, okulda ve eğitim kurumunda verilen emir çerçevesinde hareket edilir.

Kimse orada istediği gibi davranamaz. Aklına estiği gibi, kafasına geldiği gezip tozamaz.

Her şey bir sisteme, bir plana ve bir programa göre düzenlenmiştir.

Orada rahat etmenin tek yolu, kurallara uymak, uyarılara dikkat etmek, uymayanları uyarmaktır.

Bir tek kişinin başına buyruk hareket etmesi, herkesini huzurunu ve rahatını kaçırmaya yeter de artar bile.

Mevcut kurallara uyanlar, oranın nimetlerinden, imkânlarından ve varlığından istifade eder.

Üstelik devamlı izzet, ikram görür, iltifat ve takdir görür. Aksine davrananlar ise sürekli tenkit ve tekdirle karşılaşır, azar işitir, cezaya çarpılır, kendi eliyle kendi hayatını zehir eder.

Dünya misafirhanesini yaratan, yapan, içine bin bir çeşit nimetler yerleştiren, bahar ve yaz aylarında ve bütün bir yıl boyunca misafirlerini sürekli besleyen, büyüten ve yaşatan “Misafirhane Sahibi” onlardan sadece Kendisini tanımalarını, emirlerine uymalarını, kural ve kaidelere riayet etmelerini istiyor.

Böylece insanın hem kendisi rahat eder, hem başkalarının rahatını sağlar, hem de makbul bir kul, sevimli bir misafir olur.

Mektubat’ta denildiği gibi, “Madem her yer misafirhanedir, eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe dardır ve herkes düşmandır.

***

Dünya bir misafirhane olduğu gibi, bir ticaret yeri ve gelen geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar.

O uzun ve sonsuz yolculukta lazım olacak her şey burada kazanılacak, buradan temin edilecek ve buradan oraya gönderilecek.

Yolculuğa çıkan kimse, gideceği yere göre hazırlık yapar, çantasını, bavulunu ona göre hazırlar.

Bir aylık kalınacak yer için ne kadar hazırlık yapılacaksa, sürekli, devamlı ve sonsuza kadar kalınacak olan ebed memleketi için o kadar hazırlık yapmak lazım. Yoksa yarı yolda aç-bîilaç kalma gibi bir yokluk ve yoksullukla karşılaşma ihtimali vardır.

***

Gerçekten yolculuk uzun ve sonsuz. Buranın başı ve sonu belli ama buradan ayrıldıktan sonra zamansız bir âlem, kalıcı bir memleket ve sonsuz bir diyar bekliyor bizi.

Mesnevî’de ifade edildiği gibi: “İnsan bir yolcudur. Çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşir meydanına, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Her iki hayata lazım olanlar mülk Sahibi tarafından verilmiştir. Fakat insan cehaletinden dolayı onları tamamen bu fani hayata sarf ediyor. Oysa onun en azından onda birini dünya hayatına, onda dokuzunu bakî-sonsuz hayata sarf etmek gerekiyor.

Cenab-ı Hak her iki hayata lazım olanları elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmi üç saatini kısa ve fani dünya hayatına, hiç olmazsa bir saatini de beş vakit namaza, bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lazımdır ki, dünyada paşa, âhirette gedâ (dilenci-yoksul) olmasın.

Mehmet Paksu / Moral Haber

Azrail’e ”çalım” atan var mı?

İmanın şartlarından biri de meleklere imandır.

Melek nedir? Nasıl iş yapar, verilen görevi yaparken nasıl hareket eder? Kendi başına buyruk mu çalışır?

Kur’ân, melekleri anlatırken, onların hiçbir şekilde Allah’a isyan etmeyeceklerini, verilen emri anında yerine getirdiklerini bildirir. (Tahrim Suresi, 66:6) Bir âyette der ki: Sizin için görevlendirilen melek, canınızı alacak, sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Secde Suresi, 32:11)

Ölümden kaçış hiçbir canlı için söz konusu değildir. Kur’ân’ın belirttiği gibi:Nerede olsanız, ölüm size yetişir. İsterseniz tahkim edilmiş kalelere veya gökteki yıldızlara sığınmış olun.” (Nisâ Suresi, 4:78)

Azrail’in Allah’tan emir alır almaz gelip de geri döndüğü, üstlendiği görevini yapmadan çekip gittiği hiçbir zaman vaki değildir ve olmamıştır.

Allah’a en yakın ve Allah’ın birer elçisi olan peygamberlerde bile böyle bir istisna söz konusu değildir.

Hz. Azrail, Hz. Mûsâ’ya ruhunu teslim almak için geldiğinde, Mûsâ Peygamber kabul etmez, “Şimdi zamanı mı?” dercesine Azrail’i yanından uzaklaştırır.

Hz. Azrail, Allah’ın huzuruna varır, karşılaştığı durumu arz eder. Cenab-ı Hak buyurur ki:Git, o kuluma söyle, elini bir ineğin sırtına koysun, elinin altında ne kadar kıl varsa, onun sayısınca kendisine ömür vereceğim.

Azrail tekrar gider, bu İlahi emri Hz. Mûsâ’ya bildirir.

Hz. Mûsâ, “Ondan sonra ne olacak?” diye sorar.

Azrail, “Tekrar gelip ruhunu teslim alacağım” der.

Azrail’in aldığı görevi yerine getirmeden dönmeyeceğini bilen Mûsâ Peygamber, “Peki öyle ise şimdi görevini yap” der ve ruhunu teslim eder.

Benzer bir olay Peygamberimizle Azrail arasında da cereyan eder.

Peygamberimiz, son anlarını yaşıyordu. Bu esnada Hz. Cebrail, Azrail ile birlikte geldi. Efendimizin halini hatırını sordu. Sonra da, “Ölüm meleği içeri girmek için izninizi ister” dedi.

Peygamberimiz müsaade edince Azrail içeri girdi, Efendimizin önüne oturdu.

“Ey Allah’ın Resulü!” dedi, “Yüce Allah, senin her emrine itaat etmemi bana emretti. İstersen ruhunu alacağım, istersen sana bırakacağım.”

Peygamberimiz, Hz. Cebrail’e baktı. O da: “Ey Allah’ın Resulü, Mele-i Âlâ sizi beklemektedir” dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz: “Yâ Azrail gel, görevini yerine getir” dedi ve ruhunu teslim etti.

Demek ki, Azrail görevi aldığı anda, karşısındaki Allah’ın en çok sevdiği ve en mükemmel insan olan Peygamberimiz bile olsa geri dönmüyor. Oysa Allah, kararı Peygamberimize bırakmıştı.

Peygamberler için böyle bir şey söz konusu değilse, başka birisi için olması mümkün mü?

Âyetin ifadesiyle,Onların ecelleri geldiğinde, onu ne bir an geri bırakabilirler, ne de öne alabilirler. (Nahl Suresi, 16:61)

Çünkü ölüm tesadüfî bir olay değil, kendiliğinden gerçekleşen bir mesele de değildir. Onun vaktini, zamanını doğrudan doğruya Allah belirler. Çünkü hayatı da O vermiştir, ölümü de O verecektir. Onun bir ismi “Hayy”dir, hayatı verendir. Bir ismi de “Mümît”, ölümü yaratandır.

O yüzden “Azrail’e çalım attı”, “Azrail’i atlattı”, “Azrail’i yendi” ve benzeri sözlerin dinen bir dayanağı olmadığı gibi, gerçeklikle de bir alakası yoktur.

Çünkü bu zamana kadar hiçbir kimse ölümden yakasını kurtaramamış, ölümden kaçamamış ve ölümü yenememiştir, dünyada alacağı nefesi tükenince o büyük hakikate teslim olmuştur.

Ayrıca ölüm bir yokluk, bir hiçlik, bir kayboluş değil ki, ondan korkulsun ve ürkülsün.

Hem sonra, Azrail’e niye düşman olalım ki? Hiç kimseye emanet edemeyeceğimiz, teslim etmeye yanaşmadığımız ve devamlı üzerinde titrediğimiz ruhumuzu bir melek olan Hz. Azrail gibi Allah’ın çok emin ve güvenilir bir elçisine teslim ediyoruz. Bunun için ona dost olmak lazım.

Mehmet Paksu / Moral Haber