Etiket arşivi: Moral Haber

Risale Hizmetinin Dayandığı Esas Nokta!

Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî, hayatıyla ve eseriyle, ahir zaman mü’minleri için bir örnek niteliğindedir. Onun hayatına bakan ve eserini okuyan herkes, böyle bir zamanda Kur’ân’ın hakikatlerinin nasıl yaşanacağını gördüğü gibi, bu hakikatlerin nasıl tebliğ edileceği konusunda da yolunun aydınlandığını görecektir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin sergilediği bu örnekler, en temelde, onun Kur’ân ile kurduğu bağa dayalıdır. Âlemler Rabbinin Kelâm-ı Ezelî’si olarak Kur’ân, onun ifadesiyle “öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.” Madem öyledir; zamanın değişmesi ile, hakikat de değişmez. Bilakis, Kur’ân hakikatleri bütün o değişen zamanların üstünde yol gösterici bir güneş olarak öylece durmaktadır. Yeter ki, gözler açık olup o güneşten alacağı ışığı alabilsin…

Kur’ân’ı işte böyle gördüğü; devirlerin ve insanların gelip geçiciliğine karşılık onun bütün devirleri aydınlatan bir Kelâm-ı Ezelî olduğuna yürekten iman ettiği için, nazarları Kur’ân’a çevirmek, onun inşa etmiş olduğu iman hizmetinin esasını oluşturur. Bu çerçevede yazdığı Risaleleri Kur’ân’dan aldığı dersle ve bir bakıma ‘Kur’ân’a hazırlık okulu’ olarak yazan Bediüzzaman, Kur’ân’a yönelik olması gereken nazarların kendisine çevrilmesine ise asla müsaade etmez. Bu noktadaki duruşu, son derece açık ve nettir:

Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür. Her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye mâruz ve müptelâ şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.” (Emirdağ Lâhikası I, 39. Mektup)

Kur’ân’a yönelmesi gereken dikkatlerin kendi şahsına yönelmesi ve Kur’ân hakikatlerine bina edilmesi gereken bir hizmetin kendi şahsı üzerine bina edilmesi ihtimali karşısında bu uyarıyı yapan Bediüzzaman, diğer taraftan, Risale-i Nur’un ahir zaman şartlarında Kur’ân’ın anlaşılması ve yaşanması noktasındaki değerini ve önemini şöyle belirtir:

Lillâhilhamd, Risaletü’n-Nur, bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalarla körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senânız tam yerindedir; fakat bana verdiğinizden, binden birine de kendimi lâyık göremem.” (Kastamonu Lâhikası, 2. Mektup)

Bu iki mektup, Bediüzzaman’ın durduğu istikametli yeri net bir şekilde gösterir. Onun, Kur’ân’dan alınmış dersler ve devalar olarak Risale-i Nur’da yazılan esaslardan asla şüphesi yoktur. Ama bu esasların Kur’ân’dan alınmış dersler ve devalar olduğu; kendi şahsına mal edilemeyeceği konusunda da şüphesi yoktur. Dolayısıyla, hayatın akışı içerisinde ‘her cihetle kemâlde ve devamda’ bir hizmet, fani şahsı üzerine bina edilmemeli, Kur’ân hakikatleri üzerine bina edilmelidir.

Risale-i Nur ile şahsı arasında bu temel noktadan hareketle bir ayrım yapan ve talebelerinden de bu ayrıma uygun hareket etmelerini isteyen Bediüzzaman’ın yine Kastamonu Lâhikası’ndaki bir mektubu da bu bakımdan manidardır:

Aziz, sıddık kardeşlerim,
Onuncu Şuâ namında yazdığınız Fihristenin ikinci kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümit verdi ki: Risale-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyar ve zaif bir biçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risale-i Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki:

Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettimse de çalıştırılamadım.

Evet, Risale-i Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, mesela Kur’ân kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ile ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek.

Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî, size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.” (Kastamonu Lâhikası, 35. Mektup)

Risale-i Nur’un temsil ettiği iman ve Kur’ân hizmetinin ‘her cihetle kemâl ve devamı’ için bir yol haritası niteliği de taşıyan bu mektupta, Bediüzzaman, talebelerinden Risale-i Nur’a tam bir bağlılık ile beraber şu beş vazifeyi yerine getirmelerini beklemektedir:

Her bir iman hakikatine dair, ayrı ayrı risalelerdeki bahislerin biraraya toplandığı müstakil derlemeler oluşturulması;

Risale-i Nur’daki izah ve tafsile muhtaç bahislerle ilgili olarak, ‘şerh ve izah; ve tekmil ve tahşiye; ve neşir ve tâlim’ çalışmalarının yapılması;

Risale-i Nur’un ‘tanzim ve tertip ve tefsir ve tashih’i;

Risale-i Nur’da kendisine bir yer ayrıldığı halde telif edilememiş “Yirmibeşinci Mektup” ve “Otuzikinci Mektup” gibi risalelerin Risale-i Nur’un talebelerince telif edilmesi;

Risale-i Nur’un hitama ermemiş, yarım kalmış “Dokuzuncu Şua” gibi risalelerinin ise yine Nur talebelerince tekmili.

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur talebelerinden, Risale-i Nur’u ‘hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla ihata etmiş’ ‘mükemmel bir me’haz,’ ‘bir kuvvet-i zahr’ ve bir ‘rehber’ bilerek ifa etmelerini istediği bu hizmetlerin dördüncüsü ve beşincisi için yine Kastamonu Lâhikası’ndaki başka mektuplarda dile getirdiği düşünceler de manidardır. Bir talebesinin ‘iki üç senedir’ yeni risaleler telif edilmemesinin hikmetini sorduğu 96. Mektupta, Bediüzzaman, “Bunun cevabı uzundur” dedikten sonra, bu durumun bir hikmetini “Hem, Risale-i Nur şakirtlerinin teliften hisseleri kalmak için” diye açıklamaktadır. Bir diğer mektupta ise, haşre dair, tamamlanmamış Dokuzuncu Şua’dan bahis ile, şu dikkate değer ifadeleri serdetmektedir:

İnşaallah bir zaman, Risale-i Nur’un şakirtlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berahini telif edecek ve Mukaddeme-i Haşriyenin başındaki âyât-ı âzamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risale-i Nur’da münteşir haşr-i cismanî berahiniyle ve kalblerine gelen sünuhat ve ilhamat ile açıp, Dokuzuncu Şua’yı Onuncu Söz’den daha parlak, daha kuvvetli bir tarzda tekmil edecek.” (Kastamonu Lâhikası, 131. Mektup)

Bu ve benzeri mektuplar, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur hizmetinin ‘kemâliyle devam’ edebilmesi için nasıl bir yol ve yön gösterdiğini ortaya koymaktadır. Bu mektuplar, bir açıdan, onun Risale-i Nur talebelerine bir vasiyeti niteliği de taşır.

Bu hizmetin salimen yürümesi için ise, Bediüzzaman’ın Mektubat’ta ortaya koyduğu şu ölçünün akılda tutulması gerekmektedir:

Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer.” (Mektubat, Yirmidokuzuncu Mektup, Altıncı Kısım)

Bütün bu mektupların ortaya koyduğu istikamet, ifrat ve tefritten azade olarak şöyle özetlenebilir: (1) Bediüzzaman, Risale-i Nur talebelerinden, ‘allâme ve müctehid de olsalar’ Risale-i Nur’u esas bilmelerini, bütün hizmetlerini Risale-i Nur üzerine bina etmelerini istemektedir. Risale-i Nur’u ‘ulûm-u imaniyede’ yetersiz gören bir anlayış, Risale-i Nur talebeliği ile bağdaşmaz. (2) Ama bu noktadaki sadakat, Risale-i Nur üzerine hiçbir çalışma yapmamak anlamına da gelmez. Bilakis, Risale-i Nur’daki hakikatlerin inkişafı için, ‘şerh, izah ve tanzim’ çalışmalarına da ihtiyaç olduğunu Bediüzzaman bizzat ifade etmekte; ve birçok mektubuyla talebelerinden bu noktada gayret göstermelerini istemektedir.

Nitekim, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu bu ölçüler mucibince, Risale-i Nur talebeleri daha Bediüzzaman hayatta iken risaleler için fihristeler telif ettikleri gibi, ihtiyaca binaen, Zülfikâr, Asâ-yı Musa, İman ve Küfür Muvazeneleri gibi derlemeler de yapmışlardır.

Bediüzzaman’ın vefatından sonra ise, yine ihtiyaç karşısında, Risale-i Nur talebeleri Risale-i Nur’daki değişik bahisleri ‘tanzim ve tertip’ ederek Hizmet Rehberi, Beyanat ve Tenvirler gibi başlıklar altında biraraya toplamışlardır.

Gündemde olan ve ihtiyacı duyulan meselelere dair Risale-i Nur’un vermiş olduğu cevapları bir bütün halinde ortaya koymak adına, genel yayın danışmanı görevini sürdürdüğüm Nesil Yayın Grubu bünyesinde oluşturulmuş bir heyetle, bu meyanda bir derleme çalışması gerçekleştirdik. Uzun zamandır Risale-i Nur müntesiplerinin yanında farklı toplum kesimlerinden insanların da dile getirdiği ihtiyaçları gözönüne alarak, Risale-i Nur’daki Namaz, Aile, Kader, Dua, Ehl-i Beyt ve Tasavvuf ile ilgili bahisler sistemli bir bütün halinde biraraya topladık. Bunun yanısıra, insanların en ziyade manevî desteğe ve imanî yardıma muhtaç olduğu şartları dikkate alınarak hapis musibetine düşenler için Medrese-i Yusufiye, bir yakını vefat etmiş olanlar için Taziye, vesvese musibetine duçar olanlar için Vesvese, sabra medar herhangi bir musibetle yüzyüze olanlar için ise Sabır bahisleri birer risale halinde biraraya toplandı. Yanısıra, mü’minlerin bütün namazların bütün rekatlarında okudukları Fatiha’ya dair Bediüzzaman’ın yapmış olduğu tefsirleri Fatiha Tefsiri başlığı altında topladığımız gibi, hac ve umre ziyaretleri için bir manevî hazırlık ve inkişaf olarak yine Risale-i Nur’un ibadet ve hac hakkında söylediklerini de Haccın Hikmetleri başlığı altında biraraya getirdik.

Risale-i Nur’daki ilgili bahislerin birbirini takip eden, birbirine bakan ve birbirini açıp şerheden sistemli bir bütün halinde biraraya topladığımız bu çalışmaların yenileri, Nesil Yayın Grubu bünyesinde, ihtiyaç dahilinde biiznillah devam edecek.

Bu çalışmalarla, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur talebelerinden istediği beş vazifenin yalnızca birini bir derece ifa edebildiğimizin de farkındayız.

Ümidimiz ve temennimiz odur ki, bu çalışmalar ahir zaman mü’minlerinin şiddetli ihtiyaç duydukları meselelerde Risale-i Nur’un ortaya koyduğu imanî derinliği ve Kur’ânî ufku keşfetme ve hayata taşıma noktasında yeni bir vesile teşkil etsin.

Yine ümit ve temenni ediyoruz ki, Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nur’dan aldıkları dersle Bediüzzaman’ın onlardan beklediği tefsir ve izah, telif ve tekmil vazifelerini de ifa edebilmelerini mümkün kılacak bir cehd, gayret ve cesaretle kuşansınlar…

Metin Karabaşoğlu / Moral Haber

Belâ Nasıl Güzelleşir?

Birer birer merdivenleri çıkarken, bir yandan da felaketlerdeki güzelliği, musibetlerdeki isabeti ve saadeti, dertlerin içindeki gizli dermanı, yokluk içinde varlığı, darlık içindeki dirliği ve diriliği aramaya sürdürüyordum.

Acaba zihnimde yer eden bu düşüncenin Kur’ân’da bir kaynağı, bir yeri, bir delili var mıdır?” derken, birden aklıma “belâen hasenen” ifadesi geldi. Bu kelam “Güzel belâ” anlamına geliyordu.

Belânın da güzeli, iyisi olur mu?” derken, âyetin açıklamasına göz attığımda, Kur’ân’da geçen “belâ” kelimesinin ve bu kelimeden türetilen diğer kelimelerin “imtihan, sınav, deneme, tecrübe” anlamına geldiğini fark ettim.

Hani dilimizde de “tatlı belâ” diye bir kavram var ya, neredeyse tam Kur’ân’daki “belâen hasenen”in karşılığı…

Kur’ân, bunun yanında, bir de “fitne” kelimesine çok farklı bir anlam yükler. Bizim bildiğimiz “fitne”, “arayı bozma, bozgunculuk yapma, karışıklık çıkarma” ve benzeri olumsuz anlamlarda kullanılır.

Ama Kur’ân’ın “fitne” olarak vasıflandırdığı iki nimet var: Bir mal, öteki de evlat.

Kur’ân bu iki varlıktan, bu iki imkândan, bu iki güzellikten “fitne” olarak söz eder.

Belâ” kelimesinde olduğu gibi, “fitne” kelimesi de aynı şekilde “imtihan vesilesi, hayat sınavı, tatlı çile” gibi anlama gelir.

Bizim Karadenizlilerin “hâin” kelimesini, “O ne hain uşaktur” diyerek, sözünü ettikleri kişiyi övmeleri, bu sözle o insanın iyi ve mert bir insan olduğunu anlatmış olmaları gibi.

***

Gerçekten “belâ” nasıl güzel olur? Bizim “beddua”da kullanıp durduğumuz bu kavram nasıl iyi ve olumlu bir mana taşıyabilir?

Anlaşılan o ki, insana iki türlü nimet geliyor, iki şekilde hayır ulaşıyor:

Birisi, doğrudan, açık ve berrak olarak; diğeri de dolaylı yoldan, biraz dolambaçlı ve mahiyet değiştirerek…

Mesela, güneş ve gündüz her yönüyle bir nimet ve aydınlık. Ya gece, o da karanlık, meçhullük ve kapalılık.

Ama gece olmadan ne güneşin güneşliği anlaşılır, ne de gündüzün farklılığı ve aydınlığı. Demek ki, gündüz aydınlıksa, gecenin karanlığı sayesinde aydınlıktır.

Hayatı tozpembe gören, imkânlar içinde yüzen, sağlık ve mutluluk içinde yaşayan, yediği önünde, yemediği arkasında duran bir insanın bu gidişatı hayra alamet değildir. Çünkü hayat tek düze, düz bir çizgi üzerinde gitmiyor. Hayat inişli çıkışlı, yokuşlu tırmanışlıdır.

Gün gelir, art arda dertler sıralanır, zaman olur, darlık ve kriz gelip kapıya dayanır; bir de bakmışsınız ki, hastalıklar gelip vücudunuza yerleşmiş.

Darlık olmadan varlığın kıymeti, hastalık olmadan sağlığın değeri, aç kalmadan yemeğin lezzeti, ayrılık olmadan vuslatın sevinci anlaşılabilir mi?

El bebek, gül bebek yetişen, büyüyen ve böyle bir hayata alışan insanlar, en basit bir tökezleme sonucu çöküyorlar, yıkılıyorlar, hayata küsüyorlar.

Oysa şimdilerde olduğu gibi, yem yeşil, bol çiçekli bir mevsim varsa, bol meyveli ve bereketli bir yazı yaşıyorsak; bu nimetler üç-dört ay öncesinde karlı, fırtınalı, buzlu dumanlı, çileli ve meşakkatli bir kışın sonunda önümüze serilmiştir.

***

Kur’ân’da peygamber kıssaları böylesi örneklere doludur.

Yusuf Aleyhisselâm, Mısır’a sultan olmadan önce, kardeşleri tarafından kuyuya atıldı. Oradan çıkartıldı, köle olarak satıldı. Sonra iftiraya uğradı, yıllarca zindanlarda çile çekti. Hayatın bütün acılarını tattı. Sonra, o zaman ki süper devlet olan Mısır’ı ve bölge insanını yıllar süren ekonomik krizden ve kıtlıktan kurtardı. Bu arada, bir âhiret saltanatı olan peygamberlik nimetiyle de taltif edildi.

Hz. Yusuf’un çektiği bütün sıkıntılar Kur’ân ifadesiyle “belâen hasenen”di, tatlı belâydı, “şirin” musibetti.

Çünkü “Veren”i tanıyordu, her şeyin Ondan geldiğini biliyordu.

İşin en dikkat çekici yönü de, saadetin zirvesinde iken, varlığın ve servetin en doruk noktasında iken, Rabbinden ölümünü istedi. Biliyordu ki: “gerçek saadet, sonsuz hayat kabrin öbür tarafındaydı. Buradakiler geçici ve süreliydi

Mehmet Paksu / Moral Haber

Gül ve Wulff’a Said Nursi Kitabı Hediye Etti

Almanya´nın Osnabrück şehrini gezen Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff ve Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül´e Said Nursi hakkında kitap hediye edildi.

Osnabrück Üniversitende konuşma yapan iki cumhurbaşkanıyla, program sonu üniversite öğrencisi Gülşen Altiner görüşme imkanı buldu. Altıner, Almanya´daki bütün Müslümanlar namına her iki cumhurbaşkanına Said Nursi’nin hayatını anlatan bir kitap hediye etti. Hediye ettiği kitap Said Nursi´nin talebesi olan Mehmet Fırıncı´nın eşi Şükran Vahide tarafından kaleme alınan ve Almancaya tercüme edilen “Said Nursi´nin entellektüel biyografisi” kitabı.

Bediüzzaman Said Nursi´yi yakından tanıyan ve takip eden Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff, kitap için özel teşekkür etti. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise kitabın Almanca olmasına rağmen çok sevindiğini belirtti. Ayrıca Altıner, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül´e Osnabrück Üniversitesinde İslam Din Eğitimi Fakültesi ve İmam yetiştirme programının ehemmiyetini aktardı. Almanya´daki Müslümanların dinlerini öğrenebilmeleri için bu üniversitenin devamının gerektiğini söyledi ve bu konuda Türkiye`den destek istedi. Gül, Türkiye´ye dönünce Diyanet´in yetkileriyle bu konuyu ele alacağını ifade etti.

Cemil Şahinöz / Moral Haber

Rahmet Gazaba Nasıl Dönüşür?

Yağmur rahmet mi? Tabii ki rahmet. Bereket mi? Hiç şüphesiz bereket. Nimet mi? Her haliyle nimet. Yağmursuz hayat olur mu? Olmaz ve onsuz hayat söner ve biter.

Ama bazen öyle oluyor ki, bütünüyle rahmet, bereket, nimet ve hayat olan yağmur gazaba dönüşüyor, hayat felç oluyor, her yer bir felaket şekline giriyor.

Benzeri bir olay 1500 sene önce Saadet Asrında da yaşanmıştı.

Medine’de büyük bir kuraklık hakimdi. Aylarca yağmur yağmamış, her yer kurumuş, kibrit gibi olmuştu. Sahabiler ne yapacaklarını, nasıl bir yol izleyeceklerini bilemiyorlardı

Çaresiz bir halde bekleyip duruyorlardı. Fakat sonunda çareyi buldular.

Olayı Hz. Enes anlatıyor: Bir Cuma günüydü. Peygamberimiz Cuma hutbesi için minbere çıktı, hutbesini okumaya başladı. Bu esnada bir sahabi ayağa kalktı, durumu Resulullaha (a.s.m.) arz etti:

Ey Allah’ın Resulü, malımız helâk oldu, ailemiz perişan oldu, bizim için Allah’a dua eder misiniz?dedi.

“Bunun üzerine Peygamberimiz ellerini kaldırdı. Biz gökte bir bulut göremiyorduk. Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Resulullah daha ellerini geri çekmeden, semâda dağlar gibi bulutlar meydana geldi. Resulullah henüz minberden inmemişti ki, sakalından yağmur damlaları dökülmeye başladı. O gün, ertesi güne kadar yağmur yağdı. Daha sonraki günde de yağdı, onu takip eden günde de yağdı, hatta ertesi hafta cumaya kadar yağış devam etti. Öyle ki, o sahabi tekrar ayağa kalktı ve:

“Ey Allah’ın Resulü, binalarımız yıkıldı, mallarımız suyun altında kaldı, bizim için Allah’a dua edin de artık yağmur dinsin” dedi.

Peygamberimiz ellerini kaldırdı ve ‘Allah’ım, (yağmur) etrafımıza yağsın, üzerimize değil! Allah’ım, dağların ve tepelerin üzerine, vadilerin içine, ağaç biten yerlere olsun’ diye dua etti. Sonra da eliyle bulutlara doğru, hangi istikametteki buluta işaret ettiyse, bulutlar orada açıldı. Bütün Medine buluttan temizlendi, biz de çıkıp güneşte yürüdük.’” (Buhari, İstiskâ: 6)

Evet, olay bu kadar açık ve net. Kur’ân’ın ifadesiyle yağmurun bir adı “rahmet”, diğer adı da “yardım” anlamında “ğays”tır. Âyetin bildirdiğine göre, insanlar ümitlerini kestikleri ve çaresiz kaldıkları bir anda yüce Allah yağmuru indirir, rahmetini gönderir ve her tarafa yayar. (Şûrâ, 42:28)

Demek ki, yağmur rahmetin tâ kendisi, bir yerde rahmetin tecessüm etmiş şekli, gözle görünür hale gelişi.

Ama neden “rahmet” durup dururken bir felaket haline geliyor, insanları perişan ediyor, her şeyi alt üst ediyor? Bu sonuç yağmurdan mı kaynaklanıyor, yoksa bizden, insanlardan mı?

Başka bir ifadeyle tedbir alınmadığı için, gereken önleme başvurulmadığı için mi her seferinde, bazı illerimiz bu olumsuz hallerle yüz yüze geliyor?

Bu manzaraya “tedbirsizlik” demekten başka bir şey denmiyor. Aslında her nimet böyle değil midir?

Zenginlik bir nimetken, yerinde ve faydalı bir şekilde kullanılmayınca başa bela oluyor. Sağlık Allah’ın bir ihsanı iken, “koruyucu hekimlik” dediğimiz önlemler alınmayınca birden hastalığa dönüşüyor. Evlat sahibi olmak hayırlı bir imkanken, yeterli eğitim verilmeyince, aile için bir musibet şekline bürünüyor.

Akıl ve ilim gibi iki büyük servet insana bu nimetleri ve imkanları yerinde, faydalı bir şekilde kullanmak üzere verilmiş. “Tedbir, takdirin önüne geçer” sözü de bunun için söylenmiştir.

Meseleye kader inancı açısından bakıldığında, insanın cüz’î iradesi, tercih ve seçenekleri devreye girmeden, Allah’ın külli ve sonsuz iradesi tecelli etmiyor.

Mesele, yağmuru, yağışı ve rahmeti suçlamaya girmeden, verilen aklı, bilgiyi, tecrübeyi ve imkanları âzami ölçüde kullanabilmek, istifademize sunulan nimetleri bir azap ve gazap haline çevirmemektir.

Bir de rahmet, felaket haline dönüşür gibi olunca, elimizi ve gönlümüzü duaya açmaktır.

Mehmet Paksu / Moral Haber

Duamız Nasıl Kabul Olunur?

Hz. Mûsâ’nın bir duası vardır. Çocukluğumdan beri okurum. Çok hoşuma gider. Okudukça okuyasım gelir. Beni öylesine kendine çeker ki, bir an için kendimi Hz. Mûsâ’nın yerine koyar, o şekilde okumaya çalışırım.

Burada “kul Mûsâ” vardır. Ağır bir görev almıştır. Tanrılık güden, halkını köle gibi çalıştıran, her çeşit baskı ve zulmü çekinmeden yapan, her türlü imkanı elinde tutan bir Firavun’un karşısına çıkacaktır.

Emri Rabbinden almıştır: “Firavun’a git, çünkü o iyice azdı.”

Kendisi bir fert, tek bir insan. Maddi gücü sınırlı. Âciz ve zayıf bir kul.

Ordulara hükmeden, Yaratıcıya kafa tutan birisi var karşısında.

Onunla nasıl baş edecektir? Nasıl konuşacaktır? Bir Allah’ın olduğunu, kendisinin de onun elçisi olduğunu nasıl anlatacaktır?

Her peygamberin yaptığı gibi o da elini ve gönlünü Rabbine açar ve şöyle yakarır:

“Gönlüme genişlik ver Rabbim!
“İşimi kolaylaştır.
“Dilimdeki tutukluğu çöz.
“Ta ki sözümü iyice anlasınlar.
“Ailemden yardımcı olarak da bana kardeşim Harun’u ver.
“Onunla beni takviye et.
“Onu vazifeme ortak et.
“Ta ki Seni çokça tesbih edelim.
“Ve Seni çokça analım.
“Muhakkak ki, bizi hakkıyla gören Sensin.”
“Ve Allah buyurdu ki: “İstediğin sana verildi, ey Mûsâ!” (Tâhâ Sûresi, 25-36)

***

Hz. Mûsâ, kardeşiyle birlikte Firavun’a giderler, görevlerini yerine getirirler. Hiçbir zarar görmeden döner gelirler.

Hz. Mûsâ kendi âcizliğini, çaresizliğini, güçsüzlüğünü, zayıflığını ve yalnızlığını sadece Rabbine açmıştır. Kimseden bir yardım ve destek istememiştir. Kimsenin kapısına gitmemiş, önünde eğilmemiştir.

Bunun için de, istekleri anında yerine getirilmiş. Yunus’un “Bir sinek bir kartalı kaldırdı vurdu yere” misalinde olduğu gibi, gün geldi, dünya hâkimi Firavun, orduları ve dünyalığı ile birlikte Kızıldeniz’in sularına gömüldü.

***

Rabbine olan kullukta örnek birisi olan Hz. Mûsâ’nın yanında, Tevhid’de alem ve sembol olan, Allah’tan başka gözü kimseyi görmeyen bir peygamber daha vardır. Kur’ân Hz. Mûsâ gibi onu da sıklıkla anlatır.

Bu peygamber Hz. İbrahim’den başkası değildir. Hz. İbrahim’in duası da çok içten ve çok samimi, çok kapsamlı ve içeriklidir.

Hani her şeyi, ama her şeyi Allah’tan isteme gibi bir peygamber ahlakı vardır ya, işte bu özellik Hz. İbrahim’de bütün açıklığıyla görülür.

Putlara dua edip, dileklerini onlara açan kavmine, maddeye kul köle olmuş halkına, “Dua ettiğinizde onlar sizi işitir mi? Size bir fayda verirler mi? Yahut zararları dokunur mu?” dedikten sonra, kendisi Rabbine yönelir, yüzyıllar sonra da Kur’ân’ın bize öğrettiği gibi gönlünü şu şekilde açar Yaratıcıya:

“Beni yaratan, bana doğru yolu gösteren Odur./Beni yediren ve içiren Odur./Hastalandığımda bana şifa veren Odur./Beni öldürüp sonra diriltecek olan Odur./Hesap gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğum da Odur.”

“Ya Rabbi, bana ilim ve hikmet ver ve beni sâlih kullarının arasına kat./Beni arkamda hayırla yad edilmeyi nasip et./Beni nimetlerinle dolu Cennetin vârislerinden kıl.”

“Babamı da bağışla, çünkü o yolunu şaşırmışlardandır./Herkesin diriltildiği günde beni mahcup etme./O gün ki, ne mal fayda verir, ne de evlat.” (Şuarâ Sûresi, 78-88)

Hz. İbrahim, Rabbinden istediği her şeye nail olmuş, istediklerine kavuşmuştur. Duadaki sır şurada:

Hz. İbrahim, âciz ve zayıf bir kul olduğunu dile getiriyor. Kendisine ulaşan her türlü nimeti Allah’tan biliyor. Her çeşit musibete karşı Rabbinden yardım istiyor. Düşmanlarına karşı desteği sadece Ondan bekliyor.

Hz. İbrahim de o dönemin Firavun’u başta olmak üzere, Nemrut gibi tanrılık iddia eden ve kendisini ateşe atan bir zalim hükümdara karşı üstün gelmiştir.

Demek ki, muvaffak olanlar Mûsâlar ve İbrahimlerdir. Kulluğunun anlayan ve dile getirenlerdir.

Mehmet Paksu / Moral Haber