Etiket arşivi: mücadele

Kurtuluş Savaşı’nda Bediüzzaman Said Nursi’nin Rolü Neydi?

Birinci Dünya Savaşı’nda; Gönüllü Alay Komutanı olarak iki yıl savaştıktan sonra 2 Mart 1916’da Ruslara esir düşen(1) Bediüzzaman iki buçuk yıllık esaret hayatından(2) sonra Rusya’nın kuzeybatısında yer alan Kosturma’dan firar eder.

İstanbul’a geldiği gün (Rumi 25 Haziran 1334) Miladi 25 Haziran 1918’dir .Bediüzzaman’ın İstanbul’a ayak basışını Tanin gazetesi haber olarak vermiştir:

Kürdistan ulemasından olup, talebeleriyle beraber Kafkas Cephesi’nde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said-i Kürdi Efendi ahiren şehrimize muvasalat eylemiştir.”(3)(ek-1)

Dört buçuk yıllık savaş ve esaret döneminden sonra İstanbul’a gelen Bediüzzaman kederliydi. İslam Hilafet’ini temsil eden Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi onu derinden sarsmış, çektiği çileleri katmerlemişti. Bu konuda şöyle diyordu:

Hayatın yarası iltiyam bulur, İzzet-i İslâmiye ve Namus-u Millînin yaraları pek derindir.”(4)

Ben kendi âlâmlarıma tahammül ettim, fakat İslâm’ın âlamından gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen her bir darbenin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar sarsıldım. Fakat bir ışık görüyorum ki, o âlamları unutturacak inşaallah!..”(5)

KURTULUŞ SAVAŞI BAŞLIYOR

Bediüzzaman Osmanlı’nın durumuna üzülmekte haklıydı. Zira, Osmanlı’nın saplandığı bu amansız girdap, içinden çıkılmaz haldeydi. Bunu anlamak için ne Bediüzzaman gibi o zamanı yaşamaya ne de tarih uzmanı olmaya gerek yoktu. Tarih kitaplarının o bakılmayası sayfalarına sadece bir göz atmak bile her şeyi anlamaya yetiyordu.

Evet, Birinci Dünya Savaşı; bir milyon dört yüz bin şehidin verilmesinin yanı sıra, altı asırdır İslamiyet’e bayraktarlık eden bir devletin ölümüne sebep olmuştu. Savaşın mağlubiyetle sona ermesiyle, düşman ülkeler, özellikle de İngiltere, Osmanlı Devleti’ni yok etmeye ve elindeki her şeyi almaya ve kadim düşmanını tarih sahnesinden silmeye yönelik planlarını yürürlüğe koydular. Osmanlı Sultanı, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın şartlarını ilk duyduğunda dilinden şu sözler döküldü:”Bu bir mütareke değil, adeta teslim vesikasıdır.”(6)

Osmanlı için sonun başlangıcı olan Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ertesi günü olan 31 Ekim 1918′ de ise şu gelişmeler yaşanmıştı:

Birinci Kafkas Kolordusu’nun Lağvı ve Komutanı Kazım Karabekir’e İstanbul’a dönme emrinin verilmesi(7), General Liman von Sanders’in Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı Mustafa Kemal Paşa’ya devri ve hemen ardından Adana’dan İstanbul’a hareketi, Çanakkale boğazında görev yapan Alman subay ve erlerin görevlerini devrederek İstanbul’a hareket etmeleri ve Irak’taki İngiliz Ordusu Komutanı General Marshall’ın emrindeki birliklere “Musul’u işgal etmeleri emrini vermesi“(8).

Bundan sadece altı gün sonra 7 Kasım 1918’de ilk düşman çizmesi İstanbul’a ayak bastı ve 13 Kasım 1918 tarihinde ise İtilaf Devletleri donanmasına ait 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan ve 4 Yunan savaş gemisinden oluşan tam 55 savaş gemisi geldi ve Padişah’ın ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı önlerinde demirledi.(9)

Fiilen bitmiş olan Birinci Dünya Savaşı’nı; resmen bitiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nin ertesi günü 31 Ekim 1918’de işgal emirleri verilmeye başlanmış, ertesi hafta düşman donanması, işgal için ülkeye girmişti.

Yani Birinci Dünya Savaşı bitiyor, ertesi günü Kurtuluş Savaşı başlıyordu.

Ancak bu savaş başkaydı. Osmanlı Devleti’nden koparılacak yerlere verilecek adların müzakeresi yapılırken, İslam öncesi putperest döneme ait isimlerin kullanılmasına önem verilmesi(10), kilise ve basının sürekli olarak Müslüman düşmanlığı propagandası yapması(11) gösteriyordu ki; bu savaş sade bir toprak kavgası değildi.

Evet, bu savaş, İslam ülkelerinin Batı ülkeleri karşısında; İslam Medeniyeti’nin Batı Medeniyeti karşısında, Hilal’in Haç karşısında verdiği en azim mücahedeydi.

Bu savaş İman ve küfrün mücadelesiydi.

Son iki yüz yıldır bâtılın hakka, küfrün imana, şerrin hayra zahiri ve geçici bir galibiyetinin olması, bununla beraber Kur’an’ın kalesi hükmündeki Osmanlı’nın yıkılması İman ve Kur’an cephesinin yaşayacağı en büyük fesadı ve felaketi ortaya çıkarmıştı.

Madem herhangi bir milletin fitneye; felaketlere maruz kalması, dalaletin hidayete galip gelmesi halinde bu tehlikeleri bertaraf edecek ve o milleti sahil-i selamete çıkaracak bir mürşit, bir müceddid veya bir mehdi göndermek Allah(c.c)nin bir kanunudur(12). Elbette Allah (c.c) ahirzamanın en büyük felaketi olan şu Kurtuluş Savaşı zamanında, bu Müslüman milleti selamete çıkaracak, İmana uzanan fesat damarlarını kesecek ve İslam’ın ileri karakolu olan bu devletin bekası için çalışacak; en büyük bir müçtehid, en büyük bir mücahid ve en büyük bir müceddid olan Bediüzzaman Said Nursi’yi gönderecek ve gönderdi.

Bediüzzaman’ı en yakından tanıyan dava arkadaşları ve hizmetlerinden dolayı kendisini Ankara’ya çağıran meclis mebusları ve hatta en azılı düşmanları olan İngilizler dahi şahittir ki, Bediüzzaman kendisine verilmiş bu vazifeyi Kurtuluş Savaşı’ında bihakkın yerine getirmiştir.

BEDİÜZZAMAN’IN KURTULUŞ SAVAŞI HİZMETİ

Bediüzzaman Osmanlı’nın bu içler acısı durumuna fazlasıyla müteessir olmuştu. Ancak asla ümitsizliğe düşmemişti. “Kainat sönmezse, alem-i İslam’da sönmez” diyen Bediüzzaman; esaretten dönüşünün henüz ikinci ayının başında yani 4 Ağustos 1918’de Dar’ül Hikmet-il İslamiye’ye tayin edilerek, çileli geçen dört buçuk yıldan sonra adeta dur durak bilmeden hizmete koyulmuştu.

4 Ağustos 1918’de Dar’ül Hikmet-il İslamiye’de göreve başlamasından 1922 Kasım’ında Ankara’ya gidişine kadar dört yıl dört ay boyunca bu Müslüman millete hizmet etmiş ve bu süre zarfında Kurtuluş Savaşı’nın en başı olan 31 Kasım 1918’den, Kurtuluş Savaşı’nın resmen bitiş tarihi olan 11 Ekim 1922’ye kadar düşmanlarla pervasızca mücadele etmiştir.

Kurtuluş Savaşı sırasında Osmanlı toprakları üzerinde izlenen menfi politikaların ve uygulanan hain planların tümünün kaynağının İtilaf Devletlerinin komutanı hükmündeki İngilizler olması hasebiyle; Bediüzzamanın da yaptığı bütün mücadeleyi, ana hedefi itibariyle İngilizlere karşı yaptığını söylemek mümkündür. Ancak savaş boyunca yaptığı tüm faaliyetleri; faaliyetin, doğrudan tesir ettiği mevzu bakımından üç ayrı kısımda değerlendirmek; faaliyetlerin mahiyetini anlamak ve savaş içindeki kıymet-i zatiyesini kavramak açısından faydalı olacaktır.

Bu gruplandırma; Doğrudan İngiliz Siyasetine Karşı Verdiği Mücadele, Bağımsız Bir Kürt Devleti Taleplerine Karşı Verdiği Mücadele ve Kuva-yı Milliye’yi Destekleyen Faaliyetleri şeklinde tezahür edecektir.

Doğrudan İngiliz Siyasetine Karşı Verdiği Mücadele:

İngilizler; Osmanlı Devleti’ni tamamen çökertmenin sadece maddeten yenmekle mümkün olmayacağını, maddeten yenmekle birlikte, mutlaka maneviyatlarına olan bağlılıklarını ortadan kaldırmaları gerektiğini biliyorlardı. Nitekim 1894* yılında William Ewart Gladstone İngiliz Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada Kur’anı eline alarak:

Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, ya bu Kur’an’ı sukût. ettirip ortadan kaldırmalıyız.. Veyahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız“, diyordu.(13)

İşte Van’da Tahir Paşa konağında kaldığı zaman bu haberi gazeteden okuyan Bediüzzaman; ta o zamandan, yani Kurtuluş Savaşı’ndan yıllar önce, İngilizler’in çirkin emellerinden haberdar olmuş ve İngilizlerin Kurtuluş Savaşı’nda bu hain hedeflerine ulaşmak için alenen ve bizzat(hiç bir işbirlikçi kullanmadan) uyguladıkları planlarına karşı Bediüzzaman da zerre kadar perva göstermeden aynı şekilde alenen ve şahsen mücadele etmiştir.

1) Anglikan Kilisesinin Garazlı Sorularına Cevap Vermesi

İstanbul’u işgal eden İngiliz ordusu, daha önceleri Hindistan’da yaptıkları gibi Hristiyanlığı yaymak için, İslâm dininin kudsiyetini haleldar etmek düşüncesiyle, İstanbul’a gelen meşhur Anglikan Kilisesi’nin Başpapazı vasıtasıyla Şeyh-ül İslamlık makamından dinî sorular sorduruldu. Hem de yalnız altı yüz kelime ile cevap istendi. Daha sonraları İngiliz papazının sorularına İzmir’li İsmail Hakkı ve sonra Mısır’lı Abdülaziz Çaviş gibi zatlar, birer kitap halinde uzunca cevaplar yazmışlardı. Lâkin tam sorunun sorulduğu günlerde Şeyh-ül İslâmlık Bediüzzaman’a müracaat ederek* bir cevap vermesini istemişti.

Bediüzzaman Hazretleri de bu soruların ciddi manada bir araştırma ve bilgi edinme maksadıyla değil, hakaret ve küçümseme kastıyla sorulduğunu görmüştü(14). Bunun üzerine “Ben onlara bir tükrük ile cevab veriyorum” demiş ve o zaman ve o günlerde neşrettirdiği RUMUZ ve LEMAAT eserlerinde İslam dininin kudsiyetini beyan eden bu cevabını dercettirmiştir.(15)

Rumuz eserinde aynı günlerde dercedip neşrettiği cevabı aynen şöyledir:

YÜKSEKTEN BAKMAK İSTEYEN DESSAS BİR PAPAZA CEVAB (16)

Bir adam seni çamura düşürmüş, öldürüyor. Ayağını senin boğazına basmış olduğu halde, istifham-ı istihfaf ile sual ediyor ki: Mezhebin nasıldır?

Buna cevab-ı müskit; kûsmekle sükût edip, yüzüne tükürmektir: Tükürün o lainin o hayasız yüzüne’

Ona değil, hakikat namına cevab şudur:

1- S: Din-i Muhammed nedir?

C: Kur’andır

2- S: Fikir ve hayata ne verdi?

C: Tevhid ve istikamet

3- S: Mezahimin devası nedir?

C: Hürmet-i riba ve vücnb-u zekâttır..

4- S: Şu zelzeleye ne der?

C:*وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ… – وَاَنْ لَيْسَ لِـْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَاسَعٰى

*:“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!” Tevbe Sûresi, 9:34. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.

Bediüzzaman bu cevabıyla İngiliz siyasetinin o hayasız yüzüne vurduğu bu tokatları o zaman ve o günlerde yazdığı ve yayımladığı risalelerine koymuş ve bu şekilde İngiliz oyunlarını su yüzüne çıkardığı gibi, İstanbul kamuoyunu da uyandırmıştır.

2) Hutuvat-ı Sitte’nin Telif ve Neşri

1920 senesinde İngilizlerin; (başta İstanbul Müslümanları olarak) mü’minlerin içlerinde ihtilaf çıkarmaya ve İstanbul kamuoyunu kendi lehlerine çevirmeye çalıştığı, hatta İstanbul’un bazı camilerinde kendileri için dua ettirip(17), İngilizlere karşı oluşan mukavemeti kırarak, işgali benimsetmeye çalıştığı(18) bir zamanda; Bediüzzaman Hutuvat-ı Sitte (Altı Tuzak) adlı eserini telif edip hem Arapça hem Türkçe olarak binler nüsha bastırmış ve ücretsiz dağıtmıştır.(19)

Burada dikkatlerden kaçmaması gereken bir husus şudur ki; İngilizler’e karşı çok sert bir dille yazılmış olan bu risalenin nerede basıldığı, matbaacıya bir zarar gelmesin diye gizli tutulmuş ve matbaa ismi basılmamıştır. Ancak Bediüzzaman Hazretleri kitabın kapağına kendi lakabı olan Bediüzzaman’ı hiç çekinmeden, perva etmeden koymuştur(20)(Ek-2). Bu risalenin basılmasında emeği geçen Eşref Edip’e göre ise bu iş adeta “kefeni boynuna takmak” idi.(21)

Burada bu eserin tümüne yer vermek mümkün olmasa da ,bazı kısımlarını alıntılamak, eserin fikri doğrultusunu görmek ve Bediüzzaman’ın İngilizler’in planlarını nasıl akim bıraktığını anlamak açısından zaruridir.

“…Şeytanın adımlarına tabi olmayınız…(Bakara-168)”

İKİNCİ HATVESİ: Der veya (dedirir):

“Başka kâfirlere (Almanlara) dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?” Şu vesveseye karşı deriz:

Muavenet eli(ni) kabul etmek ayrıdır. Adâvet eli(ni) öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâm’ın eski ve mütecâviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet eli(ni) uzatsa kabul etmek İslâmiyet’e hizmettir.

Senin ise ey kâfir-i mel’un!

Senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyet’ adâvet etmek demektir…”

“Madem ki öldürüyorsun..Ölmek iki surettedir.

Birinci Suret: Senin ayağına düşmek teslim olmak suretinde; ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek.. cesedi de gûya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir.

İkinci Suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla, ruh ve kalbimiz sağ kalır. Ceset de şehid olur. Akide faziletimizi tahkir edilmez, İslâmiyet’in izzetiyle istihza edilmez…”

“Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.

Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, (İngiliz Milletinin) ihtiras ve manfaatını, İslamiyet’ menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Çünkü, öyle bir şarta hayatımızı tâlik ediyor ki, muhâl ender muhâldir.”(22)

İngilizlerin haince politikalarına karşı; Bediüzzaman bu eserini neşrederek kesin ve keskin bir tavır ortaya koymuştu. Bu eserle; İstanbul kamuoyu İngilizlerin sinsi tuzaklarından kurtulduğu gibi, eser Anadolu’daki Kuva-yı Milliye’nin başarılı olmasına büyük çapta destek olmuştur. Bunun yanında Bediüzzaman’ın bu hizmeti İstanbul’la sınırlı kalmamıştır. Hutuvat-ı Sitte’yi gören herkes, İngiliz ve Yunan’ın haince oyunlarını ve düşmanlığını anlamış ve Kuva-yı Milliye’ye ma’nen ve maddeten katılmıştır. Özellikle bütün alimlerin hürmet ettiği Bediüzzaman’ın bu davranışını görmeleri üzerine, artık hiç bir tarafta İngilizler’in desiselerine itibar eden olmamıştır.(23)

İstanbul kamuoyunu etkisi altına alan ve İngilizlere karşı çok sert bir dille yazılmış olan bu risale, İngiliz Başkumandanını çileden çıkarmış ve derhal Bediüzzaman’ın idamını istemiştir. Başta Eşref Edip olarak Üstad’ın hayatını yazanların hepsinin ittifakla haber verdiğine göre; bir hafta boyunca Bediüzzaman’ın öldürülmesi için İstanbul’un her tarafı arandığı halde bulunamamış. O sırada bir Osmanlı Paşası’nın (bazı kaynaklar bu paşanın Ahmet Ferik Paşa olduğunu söyler) kumandana çıkıp onu ikna etmesiyle bu karardan vazgeçilmiş.(24)

Burada İngilizler’in Üstad hakkında çıkardıkları “ölüm” kararı hakkında bir değerlendirme yapmak gerekir.

Bu tarihi olayı; olayın baş kahramanı olan Bediüzzaman’dan ve onunla beraber bu risaleyi dağıtmış olan kimselerin (Eşref Edip, Molla Süleyman,Tevfik Demiroğlu vs.) hatıralarından öğreniyoruz. Zaten bu tarihi olayı başka şekilde öğrenmenin veya delillendirmenin yolu yoktur. Zira böyle illegal bir kararın yazılı bir vesikasını aramak tarihten bihaber olmak anlamına gelir. O dönem İtilaf kuvvetlerinin zülumlerine bir göz atmak, Bediüzzaman hakkında verilen “idam” kararının en büyük tarihi delili olacaktır.

İstanbul henüz işgal edilip tamamen İtilaf Kuvvetleri’nin eline geçmeden önce bile, İstanbul’da bulunan kuvvetler taşkınlıklarda bulunmuş, hukuksuz muameleler yapmış ve hiç bir neden yokken bile halkı katletmekten geri durmamışlardı.

İşgalciler o kadar ileri gitmişlerdi ki, İstanbul sokaklarında taşkınlık yaparak, pervasızca adam öldürdükleri gibi, işgal zabitlerine ait otomobillere merakından yaklaşarak yakından bakmak isteyen Türk vatandaşlarını öldürdükleri bile oldu. Belinde iki aşçı bıçağı var diye, bir Fransız Subayı bir Türk aşçısını öldürmüştü.(25)

İstanbul henüz işgal edilmediği sırada yaşanan bir olay ise Üstad hakkında bir “ölüm” kararı çıkarılmış olduğunun, tarihçe en sağlam delilidir.

8 Şubat 1919 da Fransız General Franchet d’Esperey İstanbul’a geldiğinde, kendisini karşılayan Osmanlı bandosunu, atını ürküttüğü için kırbacını sallamak suretiyle tahkir etti ve Dolmabahçe Sarayı’nda oturacağını söyleyerek, Padişah’ın sarayı terk etmesini istedi. Bu olayı “Kara Bir Gün” olarak vasıflandıran bir makale kaleme alan Süleyman Nazif için bu general,”Tutuklayınız ve kurşuna diziniz!” talimatı verdi.(26) Öldürmek istedikleri sadece Süleyman Nazif’le sınırlı kalmamıştı. Aynı general bu makaleyi neşrettiğini ileri sürdüğü bir Türk subayını da öldürmek istediklerini şöyle haykırmıştı:

Bu Türk subay Fransa’yı tahkir eder mahiyette yazılmış bir makaleyi neşretmek suretiyle bu fiile iştirak etmiştir, kendisini idam ettireceğim“.(27)

Evet, henüz işgalin gerçekleşmediği bir zamanda ve İşgal kuvvetlerinin sadece bir kolu olan Fransızlar hakkında ve içeriğinde Fransızlara karşı herhangi bir hakaret bulunmayıp, sadece Fransızların Türklere hakaret ettiğini beyan eden ve savaşa dair hiçbir amaç gütmeyen bir yazıdan dolayı “idam” kararı çıkarılıyorsa; elbette işgalin tam ortasında ve İşgal kuvvetlerinin komuta sahibi İngilizler hakkında ve içeriğinde İngilizlere karşı “köpekten köpekleşmiş köpek” gibi hakaretamiz ifadeler bulunan ve savaş hakkında İngilizler tarafından oluşturulmak istenen kamuoyunu tersine çevirme amacıyla ve İngilizlerin tuzaklarına karşı halkı uyandırmak maksadıyla yazılmış ve İstanbul’un her tarafına dağıtılmış bir yazının sahibi hakkında “idam” kararı çıkarmaktan dur olunmayacaktır.

Bediüzzaman’ın Hutuvat-ı Sitte ile yaptığı bu hizmet, Kurtuluş Savaşındaki en müstesna faaliyetidir. Kurtuluş Savaşı boyunca yaptığı bütün hizmetleri yok sayılsa bile, sadece, İstanbul gibi Türkiye’nin her zaman sekizde bir nüfusunu barındıran muazzam şehrin insanlarını, özellikle de ulema kesimini İngiliz siyasetinin aleyhine çeviren bu eseri telif ve neşretmesi bile onun bu savaştaki vazifesini layıkıyla ifa ettiğinin göstergesi olur.

Bediüzzaman; Kurtuluş Savaşındaki bütün hizmetlerinin bir fihristesi hükmündeki Hutuvat-ı Sitte adlı eseri sebebiyle taltif için Ankara Hükümetince Ankara’ya çağrılır. Üstad bunu Risale-i Nur Külliyatı’nda şöyle ifade eder:

Hareket-i Milliye’de İstanbul’da İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab’ ve neşir ile, belki bir fırka kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki; M. Kemal şifre ile iki defa beni Ankara’ya taltif için istedi. Hatta demişti: “Bu kahraman hoca bize lâzımdır.” 28

3) İngiltere Kaynaklı Eleştirilere Karşı Keskin Tavır Koyması

İngilizler işgal döneminde, halk kitlelerini etkileyebilmek için değişik yöntemler kullanıyordu. Örneğin, kendilerinin “İslam’ın koruyucuları” olduklarını, Osmanlı’yı üyelerinin çoğunluğu “dinsiz” masonların teşkil ettiği İTC’ den kurtardıklarını öne sürüyorlardı. Bu gelişmeler sırasında, Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) da, İngilizlerin uygulamalarından yararlanıp mevcut durumu kendi siyasi çıkarlarına alet etmeye çalışıyordu.(29) Bediüzzaman o dönemde muhalif siyasilerin hareket kaynağının İngilizler olduğunu ve bu yönde yapılacak yersiz ve aşırı eleştirilerin İngilizlerin değirmenine su katmak olacağını bildiği için, muhalefeti şiddetle eleştiriyordu. Bu konuda yine 1921 de neşrettiği İşarat adlı eserinde(30) kendisine sorulan şöyle bir soru ve cevap vardır.

“Sual: Hangi cem’iyyettensin? Neden muhalefeti şiddetle tenkit ediyorsun?

Cevab: Şüheda cem’iyetindenim… Tek bir velîyi inkâr veya istihfaf etmek meş’umdur. Öyle ise, iki milyon evliyaullah olan şühedayı inkâr etmek ve kanlarını heder saymak meş’umların en meş’umudur. Zira muhalefet der: “Haksızlık olarak harbe girildi, hasmımız haklıydılar, Cihad değildi…”

İşte şu hüküm, iki milyon şühedanın şehadetini inkârdır. Bence en çok duamız bu olmalı: Allah’ım biz dahili mücadeleye sürükleme .

Bir hakikat var ki, en Bedevî ve hatta vahşî insanlar dahi o hakikate karşı serfürû-berde-i itaat ve ihtiramdırlar. Bir aşiretten mütehasim iki kabile; hariç bir hasım zuhur etse, sevk-i tabiî ile dahilî hüsumet ta’til edilir. Şayan-ı istiğrabtır ki, medenî, münevver telâkkî edilenler o vahşîlerden çok aşağıdırlar. Husumet-i hariciyenin zuhuruyle dahilî husumeti teşdid ederler. Eğer medeniyet ve fen böyle ise, insanın saadeti vahşet ve cehalettedir.”(31)

Bediüzzaman Hz. leri dışardan gelen herhangi bir tehlike olmadığı zamanda, hükümeti kendisi de eleştirdiği halde, Osmanlı’yı yıkmak için gelmiş olan İşgal kuvvetlerini def edene kadar; işgalcilere fayda sağlayacak şekilde hükümeti eleştirmek yerine, içerdeki kısır çekişmeleri bir kenara bırakarak, onların heveslerini kursaklarında bırakacak kadar birliği, beraberliği, yek vücudluğu ve kardeşliği temin etmek gerektiğini söylüyor ve risalelerinde neşrederek bu Müslüman halka mürşid-i ümmet olarak ders veriyordu.

4) İngilizlere Karşı Şiddetli Muhalefet Eden Çeşitli Yazıları

İşgal günlerinde, İngilizler’in sinsi propagandalarına aldanıp, adeta işgali benimseyecek hale gelen safdil bazı Müslümanlar, Bediüzzaman’ın İngilizler’e karşı sert bir muhalefet uygulamasını anlamıyor ve ona İngilizler’den neden nefret ettiğini soruyorlardı. Bediüzzaman onlara verdiği cevabı sorusuyla birlikte 1921 yılında telif edip bastırdığı Tuluat(32) isimli eserinde yayımlayarak, İngilizlerin bu sırıtan güzel yüzüne aldanılmaması gerektiğini, aksine nefret edilmesi gerektiğini anlatan yazı aynen şöyledir:

“Sual: Neden bu kadar “İ.G.Z. ‘den (İngilizden) nefret ediyorsun? Müsalâhasını da istemiyorsun?

Cevab: Sebep bir değil, bindir… Bana en ziyade şedit görünen, ma’nen ahlâkımızda vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan secaya-i seyyieyi içimizde inkişaf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur, İzzet-i İslâmiye, nâmus-u millînin yarası pek derindir.

Edirne camiinde bir islam hocasının lisaniyle Venizelos(Yunan Başbakanı) gibi şeytan bir zalime dua ettirildi. Merkez-i Hilâfette Müslümanlar lisaniyle hizb-üş şeytan olan İngiliz ve Yunan askerlerini halâskâr, tathirci ilân ve karşısındaki güruh-u mücahidini canî, zalim söylettirdi.

Acaba bir valide, o dereceye getirilse ki; Çocuğunu kendi eliyle öldürerek, müteessir olmıyarak, parça parça etse, hiç mümkün müdür ki, onda hissiyat-ı âliye ve ahlak-ı sâmiye intifa etmesin!”(33)

Başka bir yazısında da Bediüzzaman İngilizlerin uyguladıkları siyasetin özelliklerini şöyle sıralamıştır:

Onun siyasetinin hassa-i mümeyyizesi (Seçkin vasfı) fitnekârlık, ihtilâftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâb etmek, yalancılık, tahripkârlık, hariçte menfiliktir“(34)

5) Bediüzzaman’ın Yeşilay Hizmeti

İstanbul’u işgal eden İngilizler, Müslümanların ahlakını bozmak, karakterini yok etmek için her çeşit ifsat komitesini faaliyete geçirmişlerdi. İşte bunlardan birisi Avrupa’dan büyük çapta beyin uyuşturan alkollü içkileri İstanbul’a getirmeleridir. Böylece Müslüman milletimizin havai, nefisperest olanlarını kendilerine çekmeyi planlıyorlardı. Buna karşılık, onların idaresindeki İstanbul Hükümeti ise ahlak zabıtası gibi bazı tedbirleri içeren bazı kanunlar yaptı ise de etkili olmadı. Çünki hükûmetin o günlerdeki iradesi te’sirsizdi. Çıkarttığı kanunlar ve ahlâk zabıtası bunun önüne geçemiyordu. İşte tam o sıralarda ehl-i hamiyet ve ünlü din âlimlerinden oluşan bazı zatlar (Ord.Prof.Dr. Mazhar Osman Bey ve arkadaşları Şeyh’ül-İslam Haydarizâde İbrahim Efendi’nin teşvik ve himayesi ile (35)) Hilal-i Ahdar cemiyetini kurdular.(36)

Yeşilay’ın kuruluşu olan 1920 Mart’ında, Dar’ül Hikmet-il İslamiye üyesi olup İngilizler’e karşı mücadelesine devam eden Bediüzzaman da İngilizlerin menfi faaliyetlerine karşı kurulmuş olan bu teşkilatta, ilk toplantıdan itibaren toplantılara katılmış, görüş belirtmiş ve imza atmış olup, aktif bir şekilde faaliyet göstermiştir.

Bediüzzaman’ın Yeşilay’daki hizmetleriyle ilgili belgeleri (Ek-3,Ek-4) ibraz eden Yeşilay’ın ilk başkanlarından Ord. Prof. Fahrettin Kerim Gökay Yeşilay’ın kuruluşunda Bediüzzaman’dan şöyle bahseder:

“18 Mart 1920 gününde YEŞİLAY Cemiyeti’nin kuruluş günüydü. Genel Kurul’da zamanın Şeyh-ül İslâmı Hayderîzade İbrahim Efendi ve Darül Hikmet-il İslâmiye azasından o zamanki ismiyle Said-i Kürdî de vardı. Said-i Kürdî Efendi, dikkati çeken üyelerden biri idi. İlk gün toplantıda fazla bir konuşma olmadı. Yeni seçilenler oldu… O günki buhranlar içinde memleketin çok seçkin şahsiyetleri vardı. Sonra Said-i Kürdî Efendi genel merkeze seçildi.”(37)

Bağımsız Kürt Devleti Talep ve Teşebbüslerine Karşı Verdiği Mücadele

1) Şerif Paşa’nın Kürtler Adına Ermenilerle İttifakına Şiddetli Protestosu:

Wilson Prensipleri’nden ümitlenerek toprak isteğinde bulunan ve bu konuda İngilizler tarafından kışkırtılan bazı insanlar da özerk veya bağımsız Kürdistan isteğiyle harekete geçtiler.(38) Bunlardan 1. Dünya Savaşı içinde Müttefiklere yanaşan ve Kürtçülüğe kayan Şerif Paşa , Mayıs 1919’da Paris’teki İngiliz Büyükelçisine “bağımsız bir Kürdistan’ın Emiri olma yükünü taşımaya gönüllü olduğunu” bildirmiş ve 22 Mart 1919 tarihli bir muhtıra sunmuştu.(39) Bu muhtıra; Ermeni delegesi olan Boghos Nubar Paşa’nın Ermenistan hakkındaki taleplerine ters düşüyordu.(40)

Bunu gören İtilaf Devletleri, Kürdistan Teali Cemiyeti temsilcisi olarak Paris Barış Konferansı’na katılan(41) Şerif Paşa’yı Ermeni Delegesi Boghos Nubar Paşa ile masaya oturtup anlaşma yapmaya ikna ettiler.(42) Şerif Paşa ve Ermeni delegesi Nubar Paşa; büyük devletlerden birinin himayesi altında bir Ermeni ve bir Kürt devletinin kurulmasını isteyen anlaşmaya 20 Kasım 1919’da imza attılar.(43) Yapılan bu anlaşma 20 Şubat 1920 tarihli Vakit Gazetesinde; Ermenice Zogo Verticyan gazetesinden nakledilerek haber olarak verildi.(44)

Kendilerini Kürtlerin hamisi zanneden bu beş on kişinin güya Kürtler adına istekler belirterek kabul ettikleri anlaşmaya; “Eğer bize unsur lazım ise, unsur için bize İslamiyet kafidir“(45)diyerek her zaman İttihad-ı İslamı hedef edinmiş ve “…Emin olunuz biz Kürtler başkasına benzemiyoruz, yakinen biliriz ki; İctimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder (46)… Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti.. Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hod-sarane (baş çekerek) yapmıyacağız. (47) “diyerek Müslüman olan Kürt Milleti’nin yine Müslüman olan Türk Milleti ile beraber olmasını savunmuş ve İstanbul’a geldiği 1907’den beri Said-i Kürdi unvanını kullanması hasebiyle Kürt olduğu bilinen ve İstanbul halkı üzerinde büyük etkisi olan Bediüzzaman şiddetle tepki gösterdi. Bunun için, iki arkadaşının da imzası bulunan ve mezkur anlaşmayı protesto eden 22 Şubat 1920 tarihli Vakit(48) ve İkdam(49) gazetelerinde (anlaşma’nın Vakit gazetesinde haber şeklinde duyurulmasından sadece 1 gün sonra) yayımlanan yazısındaki şu paragraf Bediüzzaman’ın verdiği tepkiyi göstermeye yeterdir:

Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakâr ve cesur hadim ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürtler, henüz beş yüz bine karib şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihi ve hayatî düşmanlarıyla i’tilâf akdetmek suretiyle; salâbet-i diniyeleri hilâfına iftirak-cûyane âmal takib edemezler. Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne mugayir hareket eden zevatı da tanımazlar”(Ek-5)

Bediüzzaman; Türklerin ve Kürtlerin birlikte maruz kaldıkları Rus-Ermeni terörüne atıfta bulunduktan sonra(50), Kürtlerin; İslamiyet’in zararına olarak tarihi düşmanlarıyla anlaşma yapamayacağını, dinin emirlerine ters olarak ayrılıkçı emeller peşinde olamayacaklarını beyan ediyor ve Kürtlerin de kendi milli vicdanlarının bu tarz hislerine zıt hareket eden ayrılıkçı kimseleri de tanımayacaklarını vurguluyor.

Bu muhtıraya tepkisi bununla da kalmayan Bediüzzaman’ın; 17 Mart 1920’de Sebil-ür Reşad gazetesinde bu konuyla ilgili fikirlerini genişçe açıklayan sözleri yayımlanmıştır. (Ek-6)

Bediüzzaman bu yazıda; mezkur anlaşmaya verilecek en güzel cevabın Doğu illerindeki Kürt aşiretlerinden gelen tepki telgrafları olduğunu söyleyerek, Kürtlerin İslam Camiasından ayrılmaya asla tahammül edemeyeceğini, bunun aksini iddia edenlerin de özel amaçları için hareket eden ve Kürtler adına söz söylemeye ehliyetli olmayan beş-on kişiden ibaret olduğunu kamuoyuna duyuruyor. Kürtçülük davası güderek Kürtler adına konuştuklarını sananlara ve anlaşmada geçen “Kürtlerin ve Ermenilerin aynı Ari kavminden geldiklerine” dair ifadeye imza atanlara Kürt bir İslam alimi olarak adeta tarihi bir ders vererek şu ifadeleri kullanıyor:

“Kürdlük davası pek manasız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel Müslümandırlar. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine îsal eden hakiki Müslümanlardan… Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.

Kürdlerin asıl ve nesebleri ne olursa olsun, İslamdan iftiraka vicdan-ı millileri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arab kavm-i necibiyle irkan alakadar bulunduğu hakaik-i tarihiyedendir.

İslamiyet, herhangi bir ırkın, diğer bir unsur-u islam aleyhine olarak menfi surette intibah hasıl etmesini kabul edemez. Binaenaleyh, Kürdleri müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esasat-ı islamiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpta toplanan beş on kişiden ibaret!.. Hakiki Kürdler, kimseyi kendilerine vekil-i müdafi’ olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek ancak meclis-i mebusan-ı Osmanîdeki meb’uslar olabilir.

Kürdistana verilecek muhtariyetten bahsediliyor?!. Kürdler, ecnebî himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler. Eğer Kürdlerin serbesti-i inkişafını düşünmek lazım gelirse, bunu Bogos Nubarla Şerif Paşa değil, Devlet-i aliyye düşünür. Hülasa: Kürdler bu hususta kimsenin tevassut ve müdahalesine muhtaç değildirler.”

Anlaşmaya gelen şiddetli tepkilerle beraber Bediüzzaman ve arkadaşlarının (Dava Vekili Ahmed Arif, Muhammed Sıddık) Vakit gazetesindeki kınama yazısı yayımlanınca Şerif Paşa, Paris’teki Kürt delegeliğinden çekildiğini Vakit gazetesine telgrafla bildirdi. (51)

2) Kürdistan Devleti Kurma Talebine Red Cevabı

Bediüzzaman’ın Kurtuluş Savaşı’nda gördüğü önemli hizmetlerden biri de; kendisine gelen “Kürdistan Devleti kurma” fikirlerine karşı red cevabı verip, bu fikirdeki kimseleri böyle bir işe teşebbüsten men etmesidir.

Bediüzzaman’a “Kürdistan kurulması” konusunda müracaat edip fikrini soran kişi, Serbesti gazetesi sahibi Mevlanzade Rıfat’tır. Bu olayın yaşandığı sıra Mevlanzade Rıfat’ın Serbesti gazetesinde başyazarlık yapan(52) ve Mevlanzade Rıfat ile beraber olayın en önemli tanığı Konsolidçi Asaf Bey bu olayı şöyle anlatır(*):

Almanya ve müttefikleri büyük bir hezimete uğramışlardı. Memleket parçalanmış, vatanın her parçasında yeni hükûmetler türemeye başlamıştı. Ermenistan da bunlardan biriydi. Mevlanzade Rıf’at Bey bir gün bana dedi ki:

Oğlum, Ermenistan hükûmeti kuruluyor.. Onların Ermenistan kurmasına karşılık, İmparatorluk dağıldığına göre, biz de Kürdistan kuralım.”

Ben hayretle yüzüne baktım, O bana dedi ki: “Ben vatan haini değilim, koca Osmanlı İmparatorluğunu parçalayan da ben değilim. Onu yıkanların Allah belâsını versin.. birer hırsız gibi kaçtılar. Filhakika bir Kuvay-i Milliye var.. Amma ümit pek zayıf.. Mu’cize devrinde değiliz. Ben bu işi Said-i Nursi’ye yazacağım. Çünki onun nüfuzu çok kuvvetlidir, hatırı çok sayılır. Onun için bu zata bir mektup yazıp göndereceğim ve ondan teşrik-i mesai istiyeceğim.”

Mevlanzade mektubunu yazıp gönderdi. Bundan on gün kadar geçmişti, Belki de on beş gün hatırlamıyorum. Bir gün matbaamızda oturuyorduk… Bu sırada posta müvezzii odaya girdi ve bir mektub bırakarak çıkıp gitti. Rıfat Bey mektubu okurken yüzünü ekşitiyor, hiddetlendiği aşikâr olarak görülüyordu. Rıfat Bey mektubu okuduktan sonra, bana fırlatarak: “Oku da gör!” dedi. Bediüzzaman benim tekliflerimi reddediyor, “Ben senin fikrine taraftar değilim” diyor.

Bediüzzaman bu mektubunda, Mevlanzade’nin Kürdistan kurma teklifini reddediyor ve “Rıf’at Bey! Kürdistan teşkil etmek değil, Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya edelim. Bunu kabul edersen, canımı bile feda ederek çalışırım” diyordu.(53)

Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslam için Türklerle Kürtlerin daima beraber olmasına ne kadar önem verdiğini anlamak ve buna aykırı düşünen herkese karşı her fırsatta bu gerçeği çekinmeden, usanmadan dile getirdiğini görmek için mektuptan bazı alıntılar yapmak gerekir.

Mektubunuzdan öyle anlıyorum ki,Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalandığı bahanesiyle Şark’ta müstakil bir Kürdistan kurmak gibi korkunç bir emeliniz olsa gerek! Dinen, örfen, ilmen aynı kavmin fertleri olan, 500 seneden beri bir devlet çatısı altında yaşayan Şark’ın fedakar, temiz evladlarını Türk camiasından ayırmak maazallah felaketlerin en büyüğü olur. Kaş yapayın derken göz çıkarırsınız.

Müstakil bir devlet kurmanın ne kadar güç ve başarılması imkansız olduğunu sizlere hatırlatırım. Dediğiniz gibi azim bir kuvvet toplayabilirseniz, bu kuvvetle Osmanlı’yı bir bütün olarak kurtarmak için çalışmak, selametin ve kurtuluşun en güzel yoludur. Neticesi çok vahim ve korkunç işlere teşebbüs etmemenizi bilhassa tavsiye ederim.”(Sinan Omur, Yeni İstiklal, Sayı 251)(54)

Kuva-yı Milliye’yi Destekleyen Faaliyetleri

1) Kuva-yı Milliye Aleyhindeki Fetvayı Kınayıp Geçersizliğini İspat Etmesi:

Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, işgal kuvvetlerinin isteği üzerine 10 Nisan 1920’de,”Padişah ve Halife kuvvetlerinin dışındaki milli kuvvetleri kafir ilan eden ve katlinin vacip olacağını bildiren fetvayı” yayınladı.(55) Fetva başta Takvim-i Vekayi olmak üzere, İstanbulda neşredilen diğer gazetelerde de ertesi gün yer aldı.(56)

Kurtuluş Savaşı boyunca Damat Ferit, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve işbirlikçi basının Kuva-yı Milliye’nin hilafet, saltanat ve hatta şeriata karşı olduğunu pompalayan propagandalara Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin meşhur fetvası da eklenince; İşagalcilere karşı beraberce omuz omuza savaş verenler, düşmanı bırakıp birbirleriyle vuruşmaya başlamıştı. Öyle ki ayaklanmaları bastırmak için bazen cepheden asker çekildiği bile olmuştur.(57)

İşte böyle bir ortamda Osmanlı’nın en müstesna alimlerinin görev yaptığı Dar’ül Hikmet-il İslamiye’de üye olan Bediüzzaman bu fetvayı Şeriat ve din ilmi ölçüleri içerisinde tahlil etmiş ve fetvanın geçersiz olduğunu şahsı adına ilan etmiştir.

Bediüzzaman’ın Kuva-yı Milliye aleyhindeki fetvayı ilmen çürüttüğü yazısı şöyledir:

“Fetvay-ı mahz değil ki; i’tizar edilsin. Belki kazayı tazammun eden bir fetvadır. Çünki fetvanın kazadan farkı: Mevzuu ammdır, gayr-ı muayyendir. Hem mulzim değil… Kaza ise, muayyen ve mulzimdir.

Şu fetva ise, hem muayyendir; kim nazar etse, bizzarure muradı anlar. Hem mulzim olmuştur, çünki avam-ı müslimini onların aleyhinde sevk etmekte esbabın en ahiridir.

Madem ki, şu fetva kazayı tazammun ediyor.. kazada iki hasmı dinletmek zarurîdir. Anadolu’da söylettirilmeliydi. Netice-i müddeiyyatlarını aleyhlerinde olan davalarla; siyasiyyun ve ulemadan bir hey’et tarafından maslahat-ı İslamiye noktasında muhakeme edildikten sonra, fetva verilebilirdi…

Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılâb var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme, adalet.. Cihada, bağy.. Esarete hürriyet namı veriliyor.”58

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Şeyh-ül İslamlık’tan çıkmış olan bu fetvayı, öncelikle Şeriat’ın fetva kaideleri usulüne göre analiz ettikten sonra, böyle bir fetvanın, din ve Şeriat-ı İslamiye adına verilmiş ve İslam’ın umumi maslahat ve menfaatine göre çıkarılmış bir fetva olmadığını ispat etmiştir.59

2) Kuva-yı Milliyeyi Destekleyen Önemli Bir Yazısı

İstanbul’un işgal edildiği günlerde Üstad Bediüzzaman’ın Kuva-yı Milliye’yi destekleyen ve İngiltere’nin sinsi siyasetine muhalif olan yazılarından birinde de; Kuva-yı Milliye’yi hain ve İngilizleri dost olarak gösteren cerbezenin (doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterebilecek zeka gücü) kamuoyunda nasıl etki yaptığını açıklama maksadıyla şöyle demektedir (60):

“…Bak o seyyiedir ki; Ararat Dağı kadar bize zulüm ve tahkir eden ecnebî bir devleti (İngiltere), ne safsatalı bahanelerle (bilmem hangi tarihte KIRIM’da bize yardım etmiş) gibi yavelerle, bize dost olabilecek sûrette gösteriyorlar.. Hem Süphan dağı kadar İslâmiyetin izzet ve şerefine çalışan güruh-u mücahidini (Kuva-yı Milliye) âcib bahanelerle en fena derekesine indirip millete düşman gibi gösteriyorlar…”(61)

3) Eskişehir Zaferi Üzerine

Anadolu hareketini destekleyen Bediüzzaman, Mücahitlerin kazandıkları her bir zaferi büyük bir zafer olarak görüyor ve bunu yazılarına yansıtarak halkı şevklendirmek istiyordu. Bunun için 21 Nisan 1921 de gerçekleşen İnönü zaferi üzerine kaleme alıp aynı yıl Lemaat adlı eseri içinde yayımladığı(62) yazısında şöyle der:

Alem-i İslâm cihadı, zamanen iki yüz senelik, mekânen iki yüz günlük tedâfü’î bir harp ve darb cephesi daima var idi.

En son siper ise, bu yeni senedir hem Eskişehir idi. Zalim kâfirin en son taarruzu da bu cephede hemen kırıldı.

Bu harp, başka harbe benzemez, şu küçücük cephede muvakkat galebesi; hakiki gaddar hasma (İngilizlere) zaferi te’min etmez, boşa gider inadı.

Şark’ta onun hayatı, şu İslam kuvvetinin imhay-u mevtindendir, kuvvetimiz hayatı ona müthiş bir mevttir. Zulüm etmez temadî.

İslam kuvveti ise, nasıl ki dayanmış ise; dayansa, nerede olsa, gaddar hasmın hayatı Şark’ta elbette söner, bakî kalır remadı…

Âlem-i İslâmın hak ve hürriyetinin istirdadı için biiznillah tedafü’den taarruza geçiyor, belki çok yerlerde geçti.

İnönü’nün iki zaferi zahiren çok küçüktür, batınen pek büyüktü…”(63)

Bediüzzaman Anadolu cephesinde Kuva-yı Milliye mücahitlerinin kazandığı İnönü zaferini bütün kalbiyle kutluyor, alkışlıyordu. Bu zaferi, İslam’ın zaferlerinin bir başlangıcı olarak kabul ediyor ve öyle niteliyordu.(64)

VE SAVAŞ SONRASINDA BEDİÜZZAMAN ANKARA’DA

Bediüzzaman’ın Kurtuluş Savaşı’ndaki kahramanca mücadelesi Ankara Hükümetince takdirle karşılanmış ve defalarca Ankara’ya davet edilmişti(65). Bediüzzaman ise henüz savaştaki vazifesinin bitmediğini düşündüğünden bu davetleri reddetti ancak Milli Hükümeti desteklediğini bildirmek için de talebelerinden Tevfik Demiroğlu, Molla Süleyman ve Binbaşı Bitlis’li Refik Beyi yolladı.(66)

11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile beraber Kurtuluş Savaşı resmen zaferle neticelenmiş ve Bediüzzaman da savaştaki vazifesini tamamlamış oluyordu. Tam bu sıralarda, eski Van Valisi ve Millet Meclisi’nde meb’us(vekil) olan dostu Tahsin Bey vasıtasıyla tekrar Ankara’ya davet edildi. Savaşın bitmesiyle, Üstad da vazifesini tamamlamış olduğundan bu davete icabet ederek(67), 19 Kasım 1922’de Ankara’ya gitti.(68) 

Ek-1 Bediüzzaman Hz. lerinin İstanbul’a ulaştığını bildiren Tanin gazetesi

Ek2 – Kurtuluş Savaşı sırasında basılan Hutuvat-ı Sitte isimli eserin kapağı. Eserin isminden başka sadece Bediüzzaman yazılı.

Ek3 – Bediüzzaman’ın Yeşilay’da ilk toplantılardan beri toplantılara katılıp, görüş belirtip imza attığını gösteren belgeler.

Ek4 – Yeşilay’ın ilk toplantı günlerine ait imza ve hüviyet defterinden birinde Bediüzzaman’ın imza ve hüviyeti

Ek5 -22 Şubat 1336-22 Şubat 1920 tarihli İkdam Gazetesi’nde, Kürt ve Ermeni ittifakını protesto eden Bediüzzaman Said Nursi ve iki arkadaşının ortak yazıları

Ek6 – Sebil’ür Reşad Gazetesi’ndeki ilgili sayfa

KAYNAKÇA:

1.Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayat,s.394

2.Bediüzzaman Said Nursi,Tarihçe-i Hayat,s.115

3.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayat,s.426,Mary Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.205

4.Asar-ı Bediyye,s.650

5.Asar-ı Bediyye,s.137

6.Yavuz Bahadıroğlu,Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi,3:783,Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.207

7.Kazım Karabekir,İstiklal Harbimiz,C.1,s.78

8.,Gnkur.Bşk.Harp Tarihi Dairesi Resmi Yayınları,Türk İstiklal Harbi,C.1,s.83

9.Osman Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.61

10.A.g.e.,s.22

11.A.g.e.,s.23

12.Mehmed Kırkıncı, Cihad Sahasında Bediüzzaman,s.171

(*)Bu konuşmanın tarihini Taha Niyazi Karaca 1894 olarak verirken,Mustafa Armağan ise 1882 olarak verir.(Bkz.Taha Niyazi Karaca, İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma Planı, s.302.; Mustafa Armağan,Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 2,s.144)

13.Humayin Ansari,The İnfidel Within:Muslims in Britain Since 1800,London 2004,s.80; ayrıca bkz.Akbar S.Ahmed,Postmodernism and İslam: Predicament and Promise,London and Newyork 1992,s.182;Sonyel,Minorities,s.290(Taha Niyazi Karaca’dan naklen)

“At one stage he raised a copy of the Holy Qur’an in his hand and said that so long as this book remained with the Muslims in that country and they respected and followed it,the British would never be abke to dominate them.He added that the only solution was to try abd separete the Holy Qur’an from the Muslims of Egypt.” http://www.batkhela.com/islam/story3.shtml (Mustafa Armağan’dan naklen)

Taha Niyazi Karaca, İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma Planı,s.302.

Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 2.,s.144

(*)Bu müracaat evvela Şeyh-ül İslam’lığın Dar’ül Hikmet’e bu mevzuyu aktarıp cevap istemesi daha sonra Dar’ül Hikmet’in azası olan Bediüzzaman’a müracaatı şeklinde tahakkuk etmiştir.

14.Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.239

15.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.491

16.Asar-ı Bediyye,s.84

17.Badıılı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.450

18.Yavuz Bahadıroğlu,s.162

19.Badıllı, Güneş Üflemekle Sönmez,s.74

20.Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.493

21.Eşref Edip, Risale-i Nur Müellifi Said Nur,s.95

22.Asar-ı Bediyye,s.114-117

23.Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.522

24.Badıllı, Güneş Üflemekle Sönmez,s.74

25.Özsoy, Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.64

26.A.g.e.,s.63

27.A.g.e.,s.64

28.Bediüzzaman Said Nursi,Şualar,s.539

29.Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.231

30.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.484

31.Asar-ı Bediyye,s.95

32.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.437

33.Asar-ı Bediyye,s.104

34.A.g.e.,s.104

35.http://www.yesilay.org.tr/Kurumsal/Yesilay-in-Tarihi(Erişim Tarihi:10.02.2012)

36.Selahaddin Kaptanağası,Yeşilayın Tarihçesi,s.2-3(İsmail Mutlu,Sorularla Bediüzzaman Said Nursi’den naklen)

37.Necmeddin Şahiner,Son Şahitler,5:309

38.Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.86

39.Bilal N.Şimşir,Kürtçülük,s.306

40.A.g.e.s,306

41.İsmail Göldaş,Kürt Teali Cemiyeti,s.159

42.Şimşir,Kürtçülük,s,307

42.Necdet Sevinç,İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet,s.238

43.A.g.e.,s.238

44.Mehmet Bayrak,Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri Üstüne,s.97

45.Asar-ı Bediyye.,s.459

46.A.g.e.,s.354

47.A.g.e.,s.461

48.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.517

49.A.g.e.,s.517

50.Altan Tan,Kürt Sorunu,s.162

51.Şimşir,Kürtçülük,s.311

52.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.677

(*).Bekir Berk,Mehmed Fırıncı ve Sinan Omur bu olayı Konsolidçi Asaf Bey’den birebir dinlemişlerdir.Sinan Omur 1960’lı yılların içinde yayınlanan Yeni İstiklal Dergisi’nin 251.sayısında bu olayı kaleme almış ve mezkur mektubu bizzat Konsolidçi Asaf Bey’den dinlediğini ve hatta mektubun bir kopyasını Asaf Bey’in imzaldıktan sonra kendisine verdiğini yazmıştır.

53.Şahiner,Son Şahitler 5,s.89

54.A.g.e.,s.5:90

55.Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.248

56.Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.248

57.Sevinç,İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet,s.293

58.Asar-ı Bediyye,s.103

59.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.488

60.A.g.e.,s.495

61.Asar-ı Bediyye,s.103

62.Badıılı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.495

63.Asar-ı Bediyye,s.624

64.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.496

65.Eşref Edip,Risale-i Nur Müellifi Said Nur,s.96

66.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.535

67.A.g.e.,s.535

68.A.g.e.,s.539

Kaynak: Nurettin Ceylan /  www.sorularlarisale.com

Rotterdam’da Tarihi Toplantı: “Avrupa Ateizmle Tek Başına Mücadele Edemez”

14-15 Eylül tarihlerinde Rotterdam İslam Üniversitesi Erdebil Konferans Salonunda yapılan toplantıya, 16 ülkeden temsilci, Türkiye Büyükelçisi başta olmak üzere, Suudi Arabistan, Malezya ve digger İslam Ülkeleri büyükleçiliklerinden temsilciler katıldı.

14 Eylül 2012 Cuma akşamı yapılan açılış resepsiyonunda üç önemli konuşma yapıldı. Hem EMU ve hem de Rotterdam İslam Üniversitesinin şeref başkanı olan Prof. Nevzat Yalçıntaş, bu toplantının Rotterdam İslam Üniversitesinin önemini ortaya koyduğunu ve artık Müslümanların burs fonları oluşturarak Avrupa’daki müslüman gençlerin eğitimine eğilmeleri gerektiğini özellikle belirtti. Yalçıntaş’ın Cumartesi günkü sunumu ise, Avrupa’daki bütün Müslümanlar için bir çalışma talimatnamesi mahiyetinde idi.

Açılış konuşmasında söz alan Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz de organizöterlere kalbî şükranlarını takdi eyledikten sonra şunları vurguladı:

“Maalesef İslam ve Müslümanlar, Avrupa’nın birinci derecede sıcak gündemini oluşturmaya devam etmektedir. Müslümanlara karşı olan ayrımcılık, kötü muamele ve aşağılamalar devam eylemektedir. Buna karşı Müslümanların ilim, ittifak ve gayret silahıyla mücadele etmeleri zaruridir. Müslümanları aşağılayan filme karşı gösterilen ve Amerikan büyükelçisinin ölümüyle sonuçlanan olay İslam hukukuna aykırıdır. Bu olayı kınadığımız kadar, bu filmi yapanları, bunun engellenmesine yaklaşmayan Amerika’yı ve Google şirketini şiddetle kınıyoruz. Bütün Müslüman devletleri Google grubuna karşı ticarî ambargoya davet ediyoruz.”

Katılımcılardan Utrecht Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Karel Steenbrick’in “hitamuhu misk” denilebilecek konuşmasıysa, Avrupa Üniversitelerinde İslami eğitimin tarihini özetledi. Konuşmasının son bölümününde aktardıkları ise salonu dolduranları heyecanlandırdı. Prof. Dr. Karel Steenbrick: “Bir dostum Bediüzzaman’ın Avrupa konusunda şu tavsiyede bulunduğunu rüyasında ondan dinlemiş” dedi ve hikmetli iki rüya ile tespitlerini bildirdi:

Birinci Rüya:Ben Neijmegen Katolik Üniversitesinde İslam ve Arapça eğitimini alırken Cizvit papazı olan hocam Prof. Jean Houben bana şunu anlattı: “Eğer bütün Hristiyanlar Thomas Aquinas’ın felsefesini ve ilahiyat anlayışını takip etseler ve Müslümanlar da İbn-i Rüşd’ü anlayabilseler, iki toplum da içiçe ve barış içinde birlikte yaşayabilirler.”

İkinci Rüya: “Bediüzzaman Said Nursi’yi Hollanda’ya gelmeden rüyasında gören ve şu anda aramızda bulunan bir şahsiyet, Bediüzzaman’ın Avrupa konusunda şu tavsiyede bulunduğunu rüyasında ondan dinlemiş: ‘Ateizme karşı Hristiyanlara yardım etmek icin Avrupa’ya gitmelisin. Zira Müslümanların yardımı olmadan Avrupalılar dinsizliğe karşı mücadele edemezler ve mağlup olurlar.’

Ben bu iki hükmetli rüyadan şu dersi alıyorum ki, Müslümanlar ve Hristiyanlar ancak bu tavsiyelere uyarak müşterek değerlerini koruyabilirler. Her ikisi de muhteşem mazilerine dönemeyebilirler; ancak modern ilimle desteklenen diyaloglar sayesinde ve Üniversitelerin de desteğiyle müşterek yaralarına ortak merhemler bulabilirler.”

15 Eylül 2012 Cumartesi günü ise, üçü temel tebliğ olmak üzere (Prof. Ahmet Akgündüz “Rotterdam İslam Üniversitesi: Geçmişi ve Geleceği”; Doç. Dr. Özcan Hıdır “Eğitim ve İslamofobya” ve Abdülhakim Anderson ise “Müslüman Gençlik İçin Eğitğimin Önemi”) ve altısı kısa tebliğ tarzında olan sunumlar yapıldı.

EMU Başkanı Ebubekir Reager’ın heyecanlı takdim konuşması ve Müslüman olduğunda ailesinden gördüğü sıkıntılar ve karşılaştığı problemler de katılımcıları herkesi duygulandırdı.

Bir Transkritik; Bediüzzaman ve Namık Kemâl-1

Namık Kemal ile Bediüzzaman arasında davaları, hissiyatları, mücadeleleri yönünden birçok benzerlik vardır. İki insan da geri kalışımız yüzünden huzursuz ve ne yapmalı gibi soruları hayatları ile cevap arayan kimselerdir. Namık Kemal yüz elli senedir devletin dertlerini benimsemiş bir ailenin oğlu idi. Babadan babaya ta Topal Osman Paşaya kadar büyük cedleri iktidar mevkiinin büyük işlerine karışmışlardı. Namık Kemal onların siyasi hummalarına varisti.

Bediüzzaman ise, dinin karşısında örgütlü olan batının ve batı düşüncesinin saldırgan tutumu karşısında bir şey yapmaya iktidarı olmayan doğu düşüncesinin hezimetini düzeltmeye çalışıyordu.

HAYATINI KUR’AN SAVUNMASINA ADAYAN ZAT

Kur’an’ın Müslümanların elinden alınması lazım geldiği konusunda radikal düşünceli İngiliz devlet adamının tutumuna, Kur’an’ın anlaşılması için gerekeni yapacağı konusunda kendine söz veren büyük bir ahid sahibi idi. Her iki insan da bir gidişten üzgündüler, ama bir şey yapacak iktidarları da vardı. Bediüzzaman bütün hayatını tahsil çağlarını hatta bize göre çocukluk sayılacak ona göre yine büyük deha olan küçüklük yaşlarını bile ilme ve yeterli bir Kur’an savunmacı olmaya harcadı. Hayatı taş taş İslamı savunmak için geçti, günün birinde bu görevini Barla’ya sürgün edildiğinde yerine getirmeye başladı. 1960 yılında öldüğünde “küfrün bel kemiğini kırmış” bir inanılmaz büyük adam olarak öldü.

O devleti kurtarmak gibi zahiri bir iddia ile değil dini ve özellikle imanı kurtarmak için çabaladı, ama onu kurtarınca öteki de kurtulacaktı, önemli olan tarlaya suyu dağıtmaktı, o da eserleri ile iman güneşi ve ibadet suyu dağıttı bütün dünyaya, gittiği her yeri yeşertti ve büyük insanlar ortaya çıkarttı. Bugün onun sayesinde Anadolu toprağı ve bütün dünya kökten tepeye büyük bir değişim içine girdi.

Namık Kemal 21 Aralık 1840 ‘da Tekirdağ’da doğdu. Bediüzzaman 1876’da Nurs’ta doğdu. Namık Kemal 1888 de öldüğünde Bediüzzaman on iki yaşlarındadır. Otuz altı haneli ve iki yüz elli nüfuzlu Nurs köyünü Nurs Deresi suları ile ikiye ayırmakta, dağların yamaçlarında basit ve kerpiçten evler sıralanmaktadır. 1876 yılı baharında bir seher vakti Nurs Köyü’nün kıbleye bakan yamacındaki kerpiç duvarlı ve toprak damlı evlerinden birinde bir çocuk dünyaya geldi. Bediüzzaman “Ben şefkat dersini annemden, hizmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım.” (Necmettin Şahiner, 41) demiştir.

Namık Kemal’in babası Müneccimbaşı Mustafa Asım Bey’dir, Bediüzzaman’ın babası ile Sofu Mirza’dır. Namık Kemal Osmanlı Aristokrasisi içinde bir ailenin çocuğu iken Bediüzzaman bir Anadolu köylüsü idi, her köylünün yaşayışı onun da hayatıydı.

Her ikisi de hakperesttir, haksızlığa karşı tavır alırlar.

Namık Kemal’in dedesi Sofya’da vali iken, valiliğe girenlerden yönetim para alır, Namık Kemal daha küçüktür ve dedesine bu yapılanın haksızlık olduğunu söyleyerek onu eleştirir.

Bediüzzaman da hakperesttir, onun hayatı sayısız hakperestlik örnekleri ile doludur. Hayatı Hakk’a saldıranların önünde inanılmaz bir sed gibi geçmiştir, herkes aşılmış ama o hiçbir zaman ne eğilmiş ne de aşılmıştır.

DİN-BİLİM-GÖZLEM-YORUM-SEVGİ-MUHABBET-İBADET BİRLEŞİMİ

Küçükken medreselerdeki eğitimin insan kişiliği ve bilgi alışı açısından baskıcı olduğunu kabul eder, insana daha hürmetkâr bir eğitim tarzı için mücadele verir. Klasik medrese tahsili içinde her zaman tavrını koyar, kabul görmese de yine o tutumunu devam ettirir. Yıllar sonra geliştirdiği bütün hayatın genel alanlarına göndermelerde bulunan bir özel eğitim tarzıdır. Risale-i Nur, okuma ve yorumlama tarzı isteyenlerin fahri olarak katılığı bir özel eğitim kurumudur, isteklilerin önüne yeni kapıların açıldığı bir eğitim tarzıdır. Herkesin içindeki okuma zevkine göre yer aldığı ve zevk almanın sonunda eğitici olduğu bir görülmemiş mekteptir Risale-i Nur ve okumalar mektebi.

Bin yıldır Hıristiyan ve Müslüman eğitim kurumlarının ortaya koyamadığı din-bilim-gözlem-yorum-sevgi-muhabbet-ibadet sıralı büyük inkılâbı yapmıştır. Kilisenin ve Caminin dayanamadığı materyalizmi darmadağın edip bütün dinlerin beklediği adam olmuştur.

Namık Kemal de eğitime yeni yönelimler getirme gayreti vardır. Onun de eserleri yasaklıdır, okuyanlar hakkında ceza uygulanır. Harb okullarında, yeni mekteplerde, liselerde onun yaşadığı dönemde eserlerini okumak yasaktır, hatta kitapları yakalatanların okuma hakkına son verildiği de olmuştur.

Namık Kemal de Bediüzzaman da çok yönlü eleştirmendir.

Edebi, siyasi, dini, toplumsal birçok alanda eleştiriler yaparlar. Hatta onların hayatı eleştirel bir hayattır denebilir. Onlar gazete kürsülerinde sadece eleştiren rahat entelektüel, eli sıcağa değmemiş, tatlısu eleştirmenleri değildirler. Eleştirdikleri gibi, eleştirinin doğurduğu düşmanlıkları da göğüslemişlerdir.

Bediüzzaman dini dolayısı ile ilahi kurumları sarsan küfrü ve materyalizmi, ilmi ve tabiatçılığı eleştirmiştir.

Namık Kemal devletin işleyişini, hayattan kopuk edebiyatı, yalaka aydınları, rahat döşeğindeki yastığa yorgana ve rahata mağlup aydınları eleştirir. “Ne utanmaz köpekleriz, kimi görsek etekleriz” derken menfaat gördüğü yere mitili atan aydınları eleştirir.

Yasak, hapis, tecrit, sürgün, zulüm hem Namık Kemal’in hem de Bediüzzaman’ın hayatının en önemli öğeleridir. Onların kişilikleri bu saydığımız şeyleri bir yayığın içinde maruz kalmışlardır, oradan oraya itile kakıla büyük adam olmuşlardır. Zulüm ve sürgün onların gıdası olmuştur.

Tahsilleri otodidakt bir tarzdadır, her ikisi de özel eğitim ve kendi gayretleri ile kendilerini eğitmişlerdir. Namık Kemal’in resmi tahsili bir yıldır, Dedesi Abdüllatif paşanın yanında özel öğretim aldı. Her iki insanın önemli yönü sormak, araştırmak ve öğrenmektir.

SİZ DE BENİM GİBİ TALEBESİNİZ

Küçük Said amirane söylenen en küçük bir söze tahammül edemez, çok izzetlidir. Anlayış ve idraki fevkaladedir. Medreselerde intibak edemeyince büyük biraderi Molla Abdullah’ın haftada bir gün köye geldiği zaman ondan ders aldı. Her zaman merdane tavırları ile dikkat çekerdi. Annesi Said’e hamile kalınca abdestsiz yere basmaz ve onu bir gün olsun abdestsiz emzirmez. (N Ş 51) Hocalarının bile tahakkümüne baş kaldırır. Kendini eleştiren Mehmet Emin Efendi’ye “Efendim bu medresede bulunmak hasebiyle siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur.” (N Ş 52)

Abdurrahmanı Taği talebelere dikkat eder ve “Bu Nurs’lu talebelere iyi bakın, bunlardan biri Din-i Mübin-i İslamı ihya edecek. Fakat hangisidir ben de bilmiyorum” der. (N Ş 54)

Her ikisi de muhalifti.1865’te Şinasi’nin Paris’e gitmesi üzerine Tasvir-i Efkâr’ı tek başına devam ettirdi. Yazıları idareyi eleştirdiği için gazete kapatıldı. 1867’de Ziya Paşa ve Ali Suavi ile birlikte Avrupa’ya kaçtı. Londra’da muhalefet gazetesi olan Hürriyet’i çıkardı. (1868)
Bediüzzaman siyasetle uğraştığı zamanlarda dahi genel kanonun dışında eğitim için koştu, yoksa siyasetle klasik anlamda uğraşmadı, ne yöneten, ne yönetilen, ne de kötü yönetim değil, her dönemde eğitimi ıslah yeni bir eğitim tarzının peşinde koştu. Namık Kemal ise hep siyasi düşündü, kötü yönetim ve yönetilmeyi eleştirdi, vezirlerle, padişahlarla savaştı.

Bediüzzaman tahsil yıllarında eğitim uygulamaları ve ulema aristokrasisini beğenmedi, insanı kenara iten, mantık ve muhakemeye sırt çeviren yapısından dolayı yeni bir yapıyı tesis etmek istedi. Bu dönemlerde karşısında bir uygulama vardı, daha sonraki yıllarda ise muhalefeti ilmin işleyişindeki hantallıktı, yeni bir din algılama ve ilimler tahsili için çabaladı. İstanbul’a gittiğinde imparatorluğun en büyük yeniliği dini algılamada ve eğitimde yapması gerektiğini bilfiil gördü. Dini algılama ve yorumlamadaki farklılığını göstermek için ulemaya kendini ispat etmek niyeti ile her soruya cevap verdi.

Padişah ve çevresindeki donmuş değerlendirme tarzları ile karşılaştı, anlaşılmadı, tımarhaneye kadar gönderildi. Çünkü o ilimde ve ulemadaki sıralamalı hareket tarzını benimsememişti, insanlar ancak bulundukları daire içinde vardılar, kimse o dairenin dışına çıkamazdı, çıkan ancak deli olarak telakki edilirdi. Bediüzzaman bütün bunları hiçe saydı, kılığı, kıyafeti, iddiacılığı, fikirleri ile doğulu olan, Hürriyeti dağların başında anlamış biri olarak padişaha nasihat etmek cüretini makul olarak telakki etti, bu o günün şartlarında inanılmaz büyük bir gaftı ama o yolundan vazgeçmedi.

İLAHİ SAN’ATI MÜŞAHEDE

Namık Kemal’in hafızası güçlüdür. Necip Fazıl anlatır: “Hafızasının harikuladeliğine misal, hocası Şakir Efendi’den bir kere dinlediği koca kasideyi hemen ezberleyivermesi. Çocuklukta bu müthiş hafıza kuvvetine ekseriyetle her büyük adamda tesadüf ediyoruz.” (N F K, Namık Kemal 31) Gözlem gücü de artar: “Tek başına geçirdiği hayal ve tahassüs anları, her tesadüf ettiği manzara karşısında hayran bir düşünce hazırlığı, çocukluğuna göre keskin bir müşahede kudreti, onun teşekkül halindeki ruh maktalarını gösterir.”( aynı eser, 31)

Bediüzzaman da gözlem ve hafıza, tedai olmadık derecede gelişmiştir, eserleri buna şahit olduğu gibi bir hatırası da bunu ortaya koyar. “1950 senelerinden sonraydı Isparta’da Üstadın hizmetinde bulunduğum zaman bir gün evin penceresinden dışarıdaki ağaçların yapraklarını seyreden Üstad tebessüm ederek döndü “ve iki yaşındayken annem beni kucağına alıp pencerenin kenarından dışarıyı seyrediyorduk. Nurs’taki evimizin önündeki ağacın yaprakları aynıdır. Her ikisinde de ilahi sanatı müşahede etmekteyim” diyerek bir hatırasını anlatıyordu. Tefekkür bahsinde ise, “Kudretin mucizatını seyrediyorum” diyordu. (N Ş. 48) Mucizat-ı Kur’an’iye ve Mucizat-ı Ahmediye isimli eserlerinde bütün Kur’an tarihi, ve İslam tarihini hiçbir kaynağa bakmadan haritasından seyreder gibi okumak ve değerlendirmek, yorumlar yapmak görülmedik bir hafıza genişliğidir.

Namık Kemal, ihtilalcıydı, Belgrat ormanlarında Türkistan Erbab-ı Şebabı olarak bir ihtilal teşkilatı kuruldu arkadaşları tarafından. Onların hedefi devleti tepeden inme bir değişiklik ile yenilemekti. Ama devlet bunu haber aldı ve mensuplarını sürgünlerle cezalandırdı.
Bediüzzaman hiçbir zaman sistemi karşısına almak, ihtilal yapmak gibi bir düşüncesinde olmadı. O hadd-i zatında devletle bir kavganın içine girmedi, hep bozuk da olsa düzenin içinden düzenin yenilenmesine inandı, radikal olmadı, düzene düzenin içinde yön vermeyi düşündü. O hiçbir zaman saldırmadı, sadece kendisine saldırıldı.

NAMIK KEMAL VE YENİ OSMANLILAR

Namık Kemal, ihtilalcı idi. Devletin kötü gidişinin yukardan aşağı yapılacak ihtilalla gerçekleşeceğini düşünen bir ekibin içinde idi.”Nuri Bey Namık Kemal’i Cemiyet’e kazandırmak azmiyle evine gitti. Namık Kemal evinde bazı arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Kendisiyle görüşecek mahrem bir mesele olduğunu söyledi. Başka bir odaya geçtiler, Orada Nuri Bey kısa ve heyecanlı hatlarla davayı Namık Kemal’in önüne serdi. Nuri Bey’in anlattığı ve katılmasını teklif ettiği cemiyet şairin ruhunda bir zamandan beri kendi kendisine billurlaşan âleme aykırı gelmiyordu. Ertesi günkü görüşmede konu daha etraflı görüşüldü. Nihayet Namık Kemal Yeni Osmanlılar cemiyetine girmeye razı oldu.” (NFK 73)

Namık Kemal, Bediüzzaman’ın önünde bir tecrübe idi, onun mücadele tarzını gözden geçirdiği, eserlerini okuduğu ve onlardan yaptığı alıntılarla Namık Kemal’e bigâne olmadığı aşikârdır. İki insan da imparatorluğun badireli, fırtınalı ve iyi idare edilmediği birbirinin devamı olan dönemlerde yaşadılar. Her ikisi de iyi idare edilmeyen devletin yaptığı yanlışları görüyordu. Namık Kemal siyasi bir cemiyet ile mücadele etmeye inanmış ve Türkistan Erbab-ı Şebabı’na katılmıştı.

Bediüzzaman hiçbir zaman bir cemiyet kurmadı, hayatı boyunca mahkemelerde bir cemiyet ithamı ile yüz yüze kaldı ama hiç kimse bir cemiyet ispat edemedi, onun cemiyeti müminler arasındaki dini ve imani bağlılıklardı ki, onun ne kaydı vardı, ne aidatı, ne de sistem veya idare edilenlerle bir kavgası. Ama Namık Kemal’in davasının, idealinin yarıda kalmış ve hüsranla sonuçlanmış olması muhakkak ona bir ibret dersi olmuş, belki Namık Kemal’in tarzındaki yanlışlar onun daha sağlam adım atmasına neden olmuştur. Çünkü Bediüzzaman Türk siyasi tarihini ve tarih içindeki mücadeleci şahsiyetleri biliyor, onların tarzı dışında bir yol bulurken onların başarısızlıklarından ders alıyordu. Bediüzzaman’ın Namık Kemal ile mukayeseli literatüre com pare tarzında anlatmanın gayesi de bu idi. Sonraki dönemde Osmanlıdan daha derin bir derin devlet anlayışı vardı, Bediüzzaman’ın yaşadığı yirminci yüzyılın başından göçtüğü yıllara kadar.

BEDİÜZZAMAN VE ASR-I SAADET

Bediüzzaman kendinden önceki mücadele eden adamların nasıl ezilip büzülüp tesirsiz hale getirildiğini biliyordu. Bu yüzden adeta mücadele edenlere karşı büyük bir ezici baskı ve vehim devri olan bu dönemde o kadar büyük engelli koşu içinde yürüyüp bir davayı istediği noktaya getirme noktasından Bediüzzaman Asr-ı Saadetten sonra en büyük stratejist idi. Onun dehası yanında onunla yarışabilecek bir başkası olamaz.

Cemiyette vezirlerden, âlimlerden, askeri idarecilerden, mülkiye memurlarından, halktan olmak üzere iki yüz kırk kişi mevcut idi. Mısırlı prens Mustafa Fazıl Paşa, yeni Osmanlıların mücadelesini seyrediyor ve hükümetin aleyhine bir mektup neşrediyordu, Genç Osmanlılar bu mektubu yayınladılar. Namık Kemal ve arkadaşları, Belgrat Kalesi’nin Sırplara bırakılması, Girit ise kaybedilmek üzere olmasından rahatsızdılar; Namık kemal hem yazıları hem de fiili teşebbüsleri ile bir ihtilal çocuğu, fedai kemal diye anılmaktadır. Ziya Paşa da Belgrat kalesinin Sırbistan’a verildiğini yaşadığı tarihi kıymetleri ve on sekiz defa düşmandan alınmış bir kale olduğunu, bu uğurda nice Türk çocuğunun kanını oluk oluk akıttığını halkı şaşırtacak ve kışkırtacak bir tarzda ortaya döküyordu. Namık Kemal ‘in yazısı olayı bir vatan olayına çevirdi. Devletin bu zayıflığı anında Mısır Valisi İsmail Paşa, sultandan sultanlık derecesinde pay koparmaya kalkan bir teşebbüste bulundu. Vali kendine aziz unvanı, arma ve para bastırma hakkı istiyordu. Devlet bu olaylar karşısında yatalak bir hastaya benzetiliyordu. Hükümet Muhbir gazetesini bir ay süre ile kapattı. Ali Suavi tevkif edildi. Kastamonu’ya sürgün edildi. Namık Kemal Erzurum vilayeti vali muavinliğine, Ziya Paşa ise Kıbrıs’a sürgün ediliyordu.

BEDİÜZZAMAN’IN SÜRGÜN YILLARI BAŞLIYOR

Bediüzzaman İstanbul’da milli mücadele lehinde çalışmaları yüzünden Ankara’ya davet edilir. 1 Haziran 1922 ‘de Ankara’ya geliyor, Ankara’da yeni kurulmakta olan devlete, devletin başkanına bir mektup yazarak, kuruluş safhasında devletin Selahattin Eyyübi gibi inşasını, Napolyon gibi inşa edilmemesini söyler. Aynı mektubu mecliste okur. Ancak Ankara’da umduğunu bulamaz, Van’a gider. 1926 baharında Van’dan İstanbul’a getiriliyor, Antalya, Burdur, Isparta ve nihayet Barla’ya getiriliyor. Bediüzzaman’ın sürgün yılları böyle başlıyor.

Risalelerin telif 1927 de başlanıp 1935’e kadar devam ediyor, çeşitli zulümlere uğrayan Bediüzzaman ve talebeleri 25 Nisan 1935’de işlerinden alınarak tevkif ediliyorlar. Ölmek için sürgün ettikleri bir büyük dehanın ortaya eserler çıkarması baştakilerin hoşuna gitmiyor katmerli zulümler başlıyor. 1935’in Nisan’ında Bediüzzaman tevkif ediliyor. Eskişehir’e götürülüyor, tecrid-i mutlakta on bir ay geçiriyor.

HAPİSHANE VE SÜRGÜN

Bediüzzaman hapishanelerde büyük eserler vücuda getirmiştir.

Kendisi anlatır : “Denizli medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i azamı Meyve Risalesi olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymettar bir ders-i ekmeli Elhüccetüzzehra olması gibi, Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i azamı da İsm-i Azamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden Otuzuncu Lem’adır.” (Nesil 1, 797)

Sürgün, yetmemiş tutuklama, hapishane, tecrit Bediüzzaman bu büyük kumpas içinde yine eser vermiş, kendisini ispat etmiştir. Allah istedi mi zulüm, baskı, tecrit, hapis, sürgün gıdaya dönüşür, Napolyon’un dediği gibi, “ zulüm dehaların ekmeğidir” Bediüzzaman en çok zulüm gördüğü yerde en büyük eserlerini vermiştir. İmparatorluklar kurmuş, bin yıl koca bir coğrafyayı idare etmiş milleti sıradan değil adileştirmek için kurulan komiteleri yanıltmıştır Bediüzzaman. Süleyman Nazif’in dediği gibi “Nasıl zinde bir millet çıktı gördüm hasta sinenden” der. On altıncı asırdan beri oyunlarla süflileştirilirmiş Anadolu ve İslam dünyasını Bediüzzaman mayalamış ve zinde bir nesil ortaya çıkarmıştır.

Namık Kemal de artık siyasetten ümidini mecburen kestikten Magosa sürgününden sonra en fazla eser vermiştir. O günün yöneticileri onu muhalefet görevinden alıp Magosa’ya sürgün etmiştir, o da bunu bir fırsat bilerek hayatının en önemli eserlerini vermiştir.

[devamı gelecek…]


Prof. Dr. Himmet UÇ
Kaynak: risaleakademi.com

Hayat Mücadelesine Girdiğinizde Sizi Neler Bekliyor?

“Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir (bineğidir). İşte, himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat (hayat mücadelesi) meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd (çok şiddetli ve tehlikeli düşman) olan yeis (ümitsizlik) rast gelir. Kuvve-i mâneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı “La takne tu”(“Ümidinizi kesmeyin.” Zümer Sûresi, 39:53.) kılıncını istimal ediniz.

“Sonra müzahemetsiz olan (zorluk ve sıkıntı vermeyen) hakkın hizmetinin yerini zapteden meylüttefevvuk (üstün gelme ve yüksek görünme meyli) istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz “Kunu Lillahi”(Allah için yapınız) hakikatini o düşmana gönderiniz.

“Sonra da ilel-i müteselsiledeki (sebepler dünyasında dikkat edilmesi gerekli sebepler, basamaklar) terettübü (belli bir sıra ve sistemle olma) atlamakla müşevveş eden (karıştıran) aculiyet (acelecilik) çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz, “İsbiru vesabiru verabitu”yu (“İbadette, musibette ve günahtan kaçınmakta sabırlı olun; sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:200) siper ediniz.

“Sonra da, medeni-i bittab (medenî yaratılışlı) olduğundan ebnâ-yı cinsinin (aynı türden olanların, diğer insanların) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın âmâlini (emellerini, ümitlerini) dağıtan fikr-i infiradî (kişisel menfaat düşüncesi) ve tasavvur-u şahsî (kendi şahsını merkez yapma tasavvuru) karşı çıkar. Siz de, “Hayrun nesi en feuhüm ninnasi” (“İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:481, no: 4044.) olan mücahid-i âlî-himmeti (yüksek himmet sahibi mücahid) mübarezesine çıkarınız.

“Sonra, başkasının tekâsülünden (tembelliğinden) görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar. Siz de, Vealallahi (legayrihi) felyetevekkelül mütevekkilune” “Tevekkül etmek isteyenler Allah’a güvensinler (başkalarına değil).” İbrahim Sûresi, 14:12.) olan hısn-ı hasîni (sarsılmaz kaleyi) himmete melce (sığınak) ediniz.

“Sonra da acz (acizlik, zayıflık) ve nefsin itimatsızlığından neş’et eden (ortaya çıkan) ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de, “La yedirrukum mendalle izehtedeytüm” (“Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez.” Mâide Sûresi, 5:105.) olan hakikat-i şâhikayı (yüksek ve yüce hakikat) üzerine çıkarınız. Tâ, o düşmanın eli o himmetin dâmenine (eteğine) yetişmesin.

“Sonra, Allah’ın vazifesine müdahale eden dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de “Vessakim kema umirte” (“Emrolunduğun gibi dos doğru ol.” Şûrâ Sûresi, 42:15.) “Vele teteemmar ala seyyidike” (Efendine efendi olmaya çalışma.) olan kâr-âşina ve vazifeşinas olan hakikati gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin.

“Sonra, umum meşakkatin (zorlukların) anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat (rahatlık meyli) geliyor. Himmeti kaydeder (her tarafını bağlar), zindan-ı sefalete (sefillik zindanına) atar. Siz de, “Veenleyse lilinsani ille me sea” (“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.) olan mücâhid-i âlicenabı (yüksek ahlaklı mücahid) o cellâd-ı sehhara (emredileni aynen yapan cellat) gönderiniz. Evet, size meşakkatte (zorluk) büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç (heyecanlı, aktif) olan insanın rahatı yalnız sa’y ve cidaldedir (çalışma ve mücadele etmededir).

“Ey kardeşlerim, dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın.”

Bediüzzaman – Münazarat