Etiket arşivi: Muhammed Bozdağ

Gıybet Nedir? Gıybet Felaketiyle Nasıl Savaşılır?

Eğer insanlar gerçekleri açık ve cesur bir ortamda eşit şartlar altında paylaşabilselerdi; yüzlerinden başka, gıyaplarında başka olmasalardı, savaşlar çıkmayacaktı; kavgalara, üzüntülere yer kalmayacaktı. Tüm felaketlerin, hatta ebedî kahroluşların ardında, gıybet tohumlarını bulacaksınız. Tüm kötülükler, gıybeti de beraberlerinde taşırlar. Bu yazımızda şu soruların cevaplarını arayacağız: Gıybet nedir? Gıybet biçimlerini nasıl sınıflandırabiliriz? Gıybet neden ve ne kadar kötüdür?

GIYBET TÜRLERİ

Burada öylesine gizli, iğrenç ve vebadan hızlı yayılma gücü olan bir hastalıktan söz ediyoruz ki, ondan kurtulmak ancak ısrarlı bir savaşın, derin bir içtenliğin eseri olabilir. Gıybet tuzağında tüm iyiliklerinin yok olup olmadığını merak eden, konuşmalarını gözlemlemeli ve gıybet biçimleri üzerinde çok düşünmelidir. Aşağıdaki tanımları, temel kaynaklardaki ipuçlarına dayanarak yapılandırdık. Konuyu ele alan metinlerde tam olarak bu şekilde oluşturulmuş bir sınıflama mevcut değildir; ama bizim sınıflamamızın içerikleri kaynaklarda vardır:

Alenî sade gıybet: Sevgili Peygamber(a.s.m.) gıybeti “Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” şeklinde tanımlamış;(1) “Din kardeşinin yüzüne karşı söylemediğin şeyi ardından söylemen gıybettir”(2) demiştir. Bir kişinin gıyabında ondan hoşlanmayacağı şekilde, hakkında doğru olan birşeyi söylemek, alenî gıybetin ta kendisidir. Futbolcuların oynama stilleri üzerinde konuşanları dinleyin; sanatçıların özel hayatlarına burunlarını sokan magazin tutkunlarının neler anlattıklarına bakın. Komşularınız, eşiniz, dostunuz ve hatta kendi evladınız hakkında gıyaplarında konuşurken hangi üslubu kullandığınıza bakın. Çoğu insan, değil gıybet ettiklerini, başkalarından bahsettiklerini bile fark etmiyorlar. Siz isimleri geçen insanların yerinde olsaydınız, kendinizden o şekilde söz edilmesinden hoşlanır mıydınız? Eğer hakkında konuştuğunuz kişi huzurda olsaydı, cümlelerinizi, hatta o andaki duruşunuzu değiştirme ihtiyacı duyar mıydınız? Eğer öyleyse—doğruları söylemeniz şartıyla—yaptığınızın adı gıybettir ve bu, gıybetin en sade formudur.

İftiralı gıybet: Peygamber (a.s.m.) devam eder: “Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun.”(3) İftira, kusurların en çirkinidir. Eğer gıybet ederken kullandığımız bilgi bizzat kendi gözlemimize ait değilse, başkasından duymuşsak, dilden dile kesinlikle değişime uğramıştır ve tam olarak doğru değildir. Başkasından—veya dostlarımızdan—duyduğumuz bilgiyi aktardığımızda, sözlerimizin gıybeti aşarak iftiralı gıybete dönüşme ihtimali en az %80’dir. Çünkü insanların %80’i duyduklarının doğruluğunu tahkik etmezler; duygularını ve tercihlerini dolaştırdıkları söze katarlar; üstelik hafızaları bozuktur, bilgi dilden dile dolaşırken kırk farklı kimliğe bürünür. Bu konuda sürekli hassas davranmayanların ise defalarca iftira atma ihtimalleri %100’dür.

Gizli gıybet: Çoğu zaman yaptığımız, kalbimizden geçirmek, yani zannetmek suretiyle gıybete girmektir. Gıybetin ne kadar kötü olduğunun vurgulandığı âyette, Kur’ân şöyle der: “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın.”(4)

Bütün zanlar ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet hâlini almaktan kendini kurtaramaz. Hazret-i Gazalî, bunu ‘kalp ile gıybet’ şeklinde tanımlamış; ‘bir kimsenin ayıbını insanın kendi kendine söylemesini’ bile reddetmiş; kalp ile gıybeti, ‘gözü ile kötü birşeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye suizanda bulunmak’ şeklinde tarif etmiştir.(5)

Şefkatli Yaratıcımız, kendisine karşı işlediğimiz suçlardan pişman olduğumuzda bizi bağışlayacağını söylüyor; ama kul hakkıyla şehit bile olsak, affımızı vaad etmiyor. Allah, kullarının haklarını kendi hakkından önemli tutmuştur. Haksız suizandan kul hakkı doğar. Gıybet temelde insanlara karşı işlenen bir suçtur ve onun affedilmesi yetkisi, gıybet edilen insanlardadır. Bu yüzden masumun ahlâkı, onuru hakkında delil olmaksızın kötü zanda bulunur da içimizdeki kötü zannı doğru kabul edersek, ağır bir bedel ödeyeceğiz.(6)

Peygamber (a.s.m.) der ki, “Bir kimse kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, o kimse ölmeden o kusuru işler.” Başkalarının hoşlanmadığımız özelliklerinin hangi şartlardan kaynaklandığını nereden biliyoruz? Kimlerin hangi zorluklar yoluyla kaderleri tarafından eğitildiklerini bilmeksizin, kimi kusurlu gözüken yönlerinin gizli bile olsa gıybetini yapmaya ne hakkımız var!

Değerli bir insan bize şunu anlatmıştır: Orta Doğu Teknik Üniversitesi fizik bölümünü kazanmış; bölüme kayıt kuyruğunda yanındaki kişiyle konuşurken, onun dokuz yıldır okulu bitiremediğini öğrenmiştir. İçinden, “Vay dangalak, bir okul dokuz yılda bitirilemez mi?” diye geçirmiş ve kendisi de o okuldan ancak dokuz yılda mezun olabilmiştir. Başımıza gelenlere bakalım; orada açık veya gizli gıybetleri yapılmış insanların haklarının iadesini görebilecek miyiz?

Münafıkâne/ikiyüzlü gıybet: Gıybetin en utanç verici biçimidir ki, İmam Gazalî buna ‘münafıkâne gıybet’ demiştir.(7) Gıybeti yapan şöyle der: “Allah affetsin, o da bizim gibi bazen karıştırıyor,” “İnşaallah düzelir, daha iyi olur.” Bu gibi sözlerle görünürde hakkında konuştuğu kişiyi sevdiğini, iyiliğini dilediğini demeye çalışmakta; ama gizliden gizliye de o kişinin bozulmuş olduğunu, yanlışlar yaptığını ima etmektedir. Dinleyenin ikiyüzlülüğü de şu şekildedir: “Boşver gitsin, gıybet oluyor.” Bunlara benzer sözleri söylerken, aslında gıybeti gerçekten engellemek istemiyor; görünürde aksini savunsa da, içten içe o kişi hakkında gıybet yapılmasından hoşlanıyor.

Söz taşımalı gıybet: İnsanların sözlerini muhataplarına ara bozmaya yol açacak şekilde taşımak biçimindeki gıybettir. Şöyle der Peygamber(a.s.m.): “(Arabozucu) söz taşıyan cennete giremeyecektir.”(8) Kur’ân bizi uyarır: “Ey inananlar, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.”(9)

Hasan-ı Basrî şöyle der: “Başkalarının sözünü sana ileten, getiren, muhakkak senin sözünü de başkalarına iletir. …Zira onun yaptığı hem gıybet, hem zulüm ve hıyanet, hem de aldatma ve haset, hem nifak, fitne ve hiledir.”(10) Elbette başkalarının sözlerini nakletme hakkımız var. Ama, “Sevgili arkadaşım veya aziz hocam şöyle demişti…” gibi bir dostluk ifadesiyle başlayacak isim zikrini, ancak sözün sahibinin güzel ve duyduğunda hoşuna gidecek olumlu sözleri takip edebilir. Yoksa, “Adam senin—veya filancanın—hakkında dedi ki…” şeklinde başlayıp, sözün sahibini üzecek bir cümle söyleyen, kendisini felaketler arasından felaket beğenmeye hazırlansın.

Kitlesel gıybet: Yukarıda ayrımlaştırılan gıybet türleri tek tek bireyler hakkında olabileceği gibi kitleler ve insan toplulukları hakkında da olabilir. Bir topluluk hakkında gıybette bulunanın kurtulabilmesi için o topluluğun tümünden affedilme dilemesi gerekir. Kitlesel gıybet, bir insanın irtikap edebileceği, altından kalkılması en zor, en acınası, en dehşetli gıybettir. Yukarda geçen âyetin “…Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız…”(11) şeklindeki bölümü, ‘bir kavme sataşma’ terimiyle suçun kitlesellik tehlikesine vurgu yapmaktadır. Filan partilileri, falan spor takımını tutanları, filan cemaat, din veya mezhep mensuplarını veya filan ırka, milliyete mensup insanları küçümseyen, onlarla alay eden gıybetçilerin ebedî âlemde ödeyecekleri tazminat inanılmaz ağır olacaktır.

Bu açıdan örneğin yalnızca bir Temel fıkrasını anlatan, eğer bu fıkra Karadenizlileri rencide etmişse, tümüne bunun manevî tazminatını ödemeye mahkum olacağını iyi bilmelidir. Eğer bir Nasrettin Hoca fıkrası anlatacaksak, “Acaba merhumu gıyabında rencide eder miyiz?” diye korkmalıyız. Birkaç kişiyi on saniye güldürmek uğrunda şerefimizi ateşe veremeyiz. En dehşetli akıbetler alay edenler için hazırlanmıştır ki, Kur’ân onlar hakkında, onların “vay hâline!” buyurur Hümeze suresinde. İnanç sistemimizi aşağılayan, kitlesel gıybetler ve iftiralar yapan sözler medyada hemen her gün yayınlanıyor. Bu saldırıların her birini ruhumuzdan kanlar fışkırtan paslı mızraklar olarak algılıyoruz. Onurumuza yapılan bu saldırılar çoğu zaman uykularımızı kaçırıyor. Okul kapılarında ağlaşan gencecik evlatlarımızı gördükçe çaresizlik çığlıkları koparıyoruz.

İnsanlık onuruna saygı duyan herkes, bu kitlesel gıybet ve iftiralar altında inliyor. Türkiye’de bir siyasetçi bir diğer siyasetçiye ‘… onbaşı’ diyerek, onbaşılığı aşağıladı. Bir—veya iki—onbaşı rencide olduğu için manevî tazminat davası açtı ve kazandı. Tüm onbaşılar da aynı davayı açabilir ve aynı tazminatı kazanabilirlerdi. Hatta eğer Türkiye’de insanlar haklarını korumak için dava açma cesaretine ve alışkanlığına sahip olsalardı, o tür sözleri söyleyenlerin tüm servetleri tek bir cümle yüzünden eriyip gidebilirdi. İnsan adaleti bu onurlu sonucu gerektiriyorsa, ebedî adaletin bu hesabı soracağından kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Paylaşımlı/ortaklaşa gıybet: Gıybeti yapan, sadece onu söyleyen veya ima eden değil, aynı zamanda rıza ile dinleyendir veya yapmasa da yapılmasından hoşlanandır. Cinayeti izlerken gücü yettiğince karşı koymayan da katil sayıldığı gibi, yanında gıybet yapıldığı halde müdahale etmeyen de tam olarak o gıybetin ortağı olacaktır. Gıybet bu yönüyle—gizli biçimi hariç—ancak birden fazla kişinin ortaklaşa irtikap edebileceği fuhuş gibidir. Sevgili Peygamberin(a.s.m.) “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken kardeşine yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar”(12) şeklindeki sözü, gıybeti dinleyenin sorumluluğuna işaret eder. Hatta bu hadis, gıybeti yapandan çok, yanında gıybet yapıldığı halde derhal müdahale edip kardeşinin onurunu korumayanı tehdit ediyor. Anlıyoruz ki, huzurlarında yapılan—haksız—gıybete küçücük korkuları yüzünden müdahale etmeyenler, onurlu bir hayat sürdüremeyecekler.

GIYBETİN KÖTÜLÜĞÜ

En iğrenç suçtur: Kur’ân şöyle der: “...Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrenip tiksindiniz…”(13) “Arkadan çekiştirip duran, kaş-göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay hâline!”(14)

Zina, cinayet dahil başka hiçbir suç, iğrendirici bir fiile gıybet kadar benzetilmemiştir. Bediüzzaman, gıybet hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Gıybet …nazar-ı Kur’ân’da gayet menfur ve ehl-i gıybet, gayet fenâ ve alçaktırlar.”(15)

İnsafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet; bunların hepsi Kur’ân tarafından en şiddetli surette takbih olunmuş ve bunlar, reziletin ta kendisi tanınmıştır.”(16)

Gıybet, aklen, kalben ve insâniyeten ve vicdânen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur.”(17)

Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır.”(18)

Zarar potansiyeli korkunçtur: Gıybetin en korkutucu taraflarından birisi, yol açabileceği felaketlerin potansiyel büyüklüğüdür. Gıybet fani bedene değil, Yaratıcının bakileştirdiği kalbe ve ruha saldırır. Cinayeti işlemek nisbeten zordur, failini bulmak ve cezalandırmak mümkün ve nisbeten kolaydır. Oysa gıybeti işlemek kaş göz işareti kadar kolaydır; bir kere ağızdan çıktı mı mantar gibi çoğalır, milyonlarca kopyası insanlar arasında dalga dalga yayılma ve inanılmaz fitnelere, katliamlara yol açma potansiyeline sahiptir.

Gıybetin insanlar tarafından kaynağında tespit edilip cezalandırılması, akışıp ilerlemesinin, hatta iftiraya dönüşmesinin durdurulması neredeyse imkânsızdır. Katilin de kendince bir şerefi vardır; ama gıybetçinin mikrop kadar onuru olamaz. Cephede düşman kurşunuyla şehit olan askerin hâli tarifsiz bir yüceliktir. Oysa gıybet, babanın çocuğunu veya çocuğun annesini öldürmesini andırır ölçüde esef verici bir cinayet hâline dönüşebilir. Sözler isimli eserde, Peygamberin (a.s.m.) kimi hadislerindeki abartı gibi gözüken benzetmelerin, tehlikenin potansiyel büyüklüğünü kastettiği vurgulanır: “Şu nevi ehâdîsteki külliyet ise, imkân itibariyledir. Meselâ: ‘Gıybet, katil gibidir.’(19) Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katil gibi bir zehr-i katilden daha muzırdır.”(20)

Ebedî hayatı yok eder: Peygamber (a.s.m.) der ki: “Ateşin kuru odunu yakması, insanın sevaplarını yok etmekte gıybetten daha hızlı değildir.” Yangın yok edicidir. Daha dün bir gecekonduyu alevler sarmış;(21) demir parmaklıklı pencere ile alevlerin kuşattığı kapı arasında sıkışan zavallı bir anne ve iki masum yavrusu, tüm servetleri olan evlerinin içerisinde yanıp kül olmuştu. İşinden geriye, kalıntıların başına dönen babanın hâlini düşündükçe hâlâ titriyorum—bu felakete dayanılamaz. İşte gıybetçilerin başına gelecek olan manevî felaket bu zavallı insanların yaşadıklarından da beter olacaktır.

Bir ömür hayır içerisinde yaşadığını sanıp da ebedî huzura giden insanın, söylediği veya rıza ile dinlediği gıybetler yüzünden tüm manevî hasenatının alevlerle yanıp kül olduğunu görmesinin ne büyük şok olduğunu tahmin edebilirsiniz. Gıybetin verdiği alçakça zevk uğrunda böylesi bir felakete razı olmayı hangi vicdan kabul edebilir? Hazret-i Rehberimiz (a.s.m.) şöyle der: “Aziz ve Celil olan Rabbim beni Miraca çıkardığında, demirden tırnaklarla yüzlerini ve gözlerini tırmalayan bir topluluğa rastladım. Cebrail’e dedim ki: ‘Bunlar kimlerdir?’ Şöyle dedi: ‘Bunlar gıybet ederek insanların etlerini yiyen ve onların şereflerine dil uzatanlardır.’”(22)

Gıybet, insanları işte böyle bir geleceğe hazırlıyor. Gıybetin ebedî hayata yönelik zararları bir yana, sosyal, siyasal ve ekonomik hayata, kişisel huzura, sağlığa ve yeteneklere, kısaca topyekün insan kaderine yönelik sonuçlarını birkaç sayfaya sığdırabilmemiz imkânsız. Üzerinde düşündüğünüzde siz de bu sonuçları keşfedebilirsiniz.

• Sonuç olarak Gelecek yazımızda—inşallah—şu sorulara cevap arayacağız: Huzurunda gıybet yapılan nasıl davranmalıdır? Gıybetten nasıl kurtulabiliriz? Hangi zaaflarımız bizi bu salgın vebanın tuzağına düşürüyor? Hangi şartlarda söylenenler gıybet değildir? Gıybetin din ve hizmet adına meşrulaştırılması nasıl bir tehlikedir?

Savaşa şimdi başlamalıyız. Ben gıybetle savaş başlattığımda, diğer kişilerle veya gruplarla ilgili ağzımdan çıkan neredeyse hemen her sözün, gıybetin bir formuna uyduğunu fark etmiştim. Bu sinsi düşmanla bilinçli bir savaş başlatıp hassasiyetleri hücrelerine işleyinceye kadar sürdürmeyenler, amellerini ateşe verecek yangınlardan kurtulamayacaklar. Bu savaşı başlattığımda, eroin krizine tutulmuş gibi, sözlerin ortasında uyanıyor, konuşamama krizine yakalanıyordum. Çünkü kriterlerim açısından baktığımda, neredeyse ne söylesem ve ne dinlesem gıybet olduğunu görüyordum. Gıybete savaş açtığınızda, yaptığınızın büyüklüğü nedeniyle ilâhî rahmetin şefkati kalbinize öylesine yayılıyor ki, “Ben bu vakte kadar nerelerdeydim?” diyorsunuz. Gıybet esaretinden bir kere kurtuldunuz mu, özgürlüğünüzün ruhunuza yaşatacağı coşkuya paha biçemeyeceksiniz.

Muhammed Bozdağ

mbozdag@yetenek.com http://www.yetenek.com

Serinin ikinci yazısı için tıklayınız: http://www.nurnet.org/en-etkili-giybetle-savas-teknikleri/

KAYNAKLAR

1- Ebu Davud, Edeb 40, (4874)

2- Camiussağir, Hadis No:7972

3- Ebu Davud, Edeb 40, (4874)

4- Kur’ân: 49/12

5- İmam Gazali, Kimya-yı Saadet, Merve Yayınları, s.388.

6- Gıybetin önemli zararlarından birisi, gıybet içeriğini oluşturan olumsuz ruhsal enerjinin lanet örneğinde olduğu gibi muhatabını araması ve sonunda haksız olan ruhun bu ruhsal enerjiden tahrip olmasıdır. Bu sonuç için gıybetin alenî veya gizli olması değil, taşıdığı duygu yükü önemlidir. Bu süreci Ruhsal Zeka isimli kitabımızda anlattık.

7- Gazalinin görüşlerinin detayı için Bkz. age. s.388

8- Buhari, Edeb, 50

9- Kur’ân: 49/6

10- Gazali, age., s.394

11- Kur’ân: 49/6

12- Camiussağir, Hadis No:8489

13- Kur’ân: 49/12

14- Kur’ân: 104/1

15- Barla Lahikası s.264. Bu yazıda geçen “Risale-i Nur” metinleri, İhlas Nur Neşriyatın yayınladığı “Bediuzzaman-1” CD’sinden alıntılandığından, sayfa numaraları CD’de esas alınan kitaplara göre oluşmuştur.

16- İşaratül İcaz s.222.

17- Sözler s.399.

18- Mektubat s.295.

19- Müsnedül Firdevs 3:116,117’de geçen bu hadis, Kenzul Ummal, 3:589 No:8043’de “Gıybet zinadan daha şiddetlidir” şeklinde yer almaktadır. Gazali de hadisin ikinci biçimini zikretmiştir. (Bkz, Gazali, Age. s.386) Ancak Bediüzzaman’ın yorumu gösteriyor ki, her gıybet cinayetten veya zinadan kötü değildir; ama sonuçları dikkate alındığında, yerine, zamanına ve biçimine göre, gıybet bunlardan daha ağır bir suç hâline gelebilir.

20- Sözler s.362

21- Sözü edilen olay 1 Mart 2002 tarihinde akşam TV haberlerinde yer almış ve bu cümle, aynı gece saat 04.00 civarında bilgisayara aktarılmıştır.

22- Müsned, 3:224.

Ruhsal Etkileşimin Tehlikeli Boyutu

Arabanızın nereye gideceğini, lastiklerin dönüş yönü değil, direksiyonu çevirdiğiniz yön belirler. Çevrenizin sizi ne taraftan ittiğine bakmayın, üzerinizdeki itme gücünü ne tarafa kullandığınıza bakın. Sizi engellemeye çalışanların üzerinizde oluşturacağı gerilimi lehinize kullanabilirsiniz. Evrenin görünen yüzeyinde rüzgârlar eser, fırtınalar kopar. Madde, yerinden hareket ettikçe, önüne geleni alıp sürükler. Peki, maddeyi sürükleyen nedir acaba? Sanıldığının aksine, hayatımızı dolduran asıl fırtınalar, maddesel değil, ruhsaldır; tüm hareketler ruhsal evrenden fizik boyuta sıçrarlar.

Hepimiz, çevremizin hareketleriyle hareketlenen kaderler yaşıyoruz. Kaderimizin şekillenmesinde, çevremizdeki insanların bize yöneltecekleri dua ve dileklerin, hakkımızdaki hislerinin ve düşüncelerinin çok büyük payı olacaktır. Komşunun ve arkadaşın geleceğimiz üzerindeki güçlü etkisini tam keşfedebilseydik, insanlarla ilişkilerimizde inanılmaz titiz olurduk. Hz. Cebrail (a.s.) komşu hakkı üzerinde öylesine ısrarlı durmuş ki, İslâm Peygamberi (a.s.m.) komşunun komşuya mirasçı kılınacağından endişe etmiş. Hz. Ali’nin (r.a.) şu sözü çok önemli: ”İnsanlarla öylesine iyi geçinin ki, düşmanlarınız bile ölümünüze ağlasın.” Çevremizdeki insanların bu denli önemsenmesinin sebepleri arasında, karşılıklı olarak birbirimizin hayatlarında oluşturabileceğimiz olumlu ya da olumsuz izlerin çok büyük olabilme potansiyeli yatar. Burada sadece insanlardan üzerimize gelebilecek dolaylı olumsuz veya yıkıcı ruhsal etkileşim araçlarının nasıl bertaraf edilebileceğini irdeleyeceğiz.

Dolaylı olumsuz enerji, kıskançlıktan, size yönelen üzüntüden, kırdığınız kalpten veya hakkınızda oluşan haklı nefretten kaynaklanabilir. Tüm bu olumsuzlukları yok edebilir, haksız şekilde üzerinize geliyorlarsa da, onları lehinize kullanabilirsiniz. İnsanlara karşı gerçek yanlışlıklarınız varsa, duygusal olarak size kırılırlar ve varlığınızı yaralayıcı enerjiyle, gece gündüz sizi tahrip ederler. Bu yanlışların neler olabileceğini görelim:

1. Borçlar: Alacaklı, alacağını her hatırladığında hakkınızda teessüf hisseder; hakkınızdaki her teessüf ruhsal enerjinize yönelen bir tahribattır. Tanıdığım bir adam, borçlarına sadık değildi ve yıllar öncesinden kalan borçlarının pek çoğunu unutmuştu. Başına gelenlerden haberdar oluyordum, girdiği işlerde tutunamadı, kazalar başından eksik olmadı. Bir genç aldığı borçlarla ticaret yapmaya kalktı; ödeme fırsatını yakaladığı anda, borcunu ödemedi ve parayı işini büyütmek için kullandı. Battı, iflâs etti; çünkü stratejisi yanlıştı. Bir diğeri kurnazlık yaparak, borç parayla borsada zengin olacağını sandı; batınca, çareyi intihar etmekte aradı. Tehlikeli olan, borcunu ödeyememek değil, borca karşı duyarsız olmaktır. Çaresizliğe düşmüşseniz alacaklıdan kaçmayın, derdinizi anlatın, tüm varlığınızı ortaya koyun, size anlayış göstermesini isteyin. Unutulmuş borç, vücudunuzun bir köşesinde bekleyen çıban gibidir; temizleninceye kadar zarar verir. Evi, arabası olduğu halde borcunu ödemeyen insanlar yaşıyor. Batmak istemiyorsak, batan işyerlerinin borç/alacak ilişkilerini inceleyerek nelere dikkat etmemiz gerektiğini görelim.

2. Dargınlıklar: Gergin olduğunuz bir anda, arkadaşınızın kalbini kırmış olabilirsiniz. Terkedilmek yüzünden bunalıma giren gençler tanıdım. Eğer birisine böyle bir ızdırap çektirmişseniz, sizi her hatırlayışında duyacağı üzüntü, üzerinize bela gibi yağacaktır. Basit gerekçelerle insanları darıltırsanız, sadece yalnızlığa terkedilmezsiniz; geleceğiniz karartılır. Ya gönül kırmayın ya da iletişim kurmayın. Gönül kırmamanın en emin yolu, dilimize hâkim olmaktır.

3. Maddî Zarar: Verdiğimiz küçük maddî zararlar birikir ve büyük zararlar halinde bize geri dönerler. Kapısının önünü kirlettiniz, arabasını çizdiniz, birisine çarpmışsanız.. özür dilemekten korkmayın. Yaptıklarınız yüzünden üzerinize haklı öfke yönlendirirlerse, mutlaka tökezlersiniz. İğnesini bile kaybetmişseniz yenisiyle değiştirin veya mutlaka hakkını helâl etmesini, kalbinin sizden hoşnut olmasını sağlayın.

4. Gıybet: Yüzlerine gülebildiğiniz insanların gıyaplarında, onları rencide edecek bir sıfat kullanır mısınız? Gıybet, ruhlar arasında dolaştıkça aleyhinizde enerji üretir. Eğer birisi hakkında söylediğiniz söz hakkınızda söylenmiş olsaydı rencide olacaksanız, söylediğiniz gıybettir. Birisi hakkında konuşurken veya birşey hissederken, hemen kendinizi onun yerine koyun. İlk sağlam ölçü kendi kalbinizdir. Gıybet köstekler; sevginin değil, nefretin çekirdeğidir ve mantar gibi hızlı kopyalanan salgın bir hastalıktır. Başkalarını alay konusu yapmak, gururlananlara çok tatlı geliyor. Eleştirenler kadar eleştirilen, aşağılayanlar kadar aşağılanan insan görmedim. Bir büroda çalışan herkes hakkında bir eleştiri duydum; ama, aynı büroda, hiç kimseyi rencide etmeyen bir uzman aleyhinde konuşan tek bir insanla karşılaşmadım. Birisi bunu denedi ve oracıkta hemen aşağılandı, dışlandı. Önemli işleri olanlar, başkalarını çekiştirmeye vakit bulamazlar.

5. Haksız Nefret: Eğer haksız iseniz, nefretiniz ve bedduanız, dönüp dolaşıp size gelecektir. Ayaklarınızın altına aldığınız şerefler sizi çiğnemeye hazırlanıyor. Birilerinde kalan hakkınız varsa size verilecektir; ama, kaderin sahibi kimseye haksız ve kalıcı zarar vermenize izin vermeyecektir. Verdiğiniz zararın karşılığını eninde sonunda ödersiniz. Suçunuz yoksa başkasının da size kalıcı zarar verebileceğini sanmayın. Yaşadığınız filmin bir de yarınları var; sonunu görmeden karar verirseniz, acele edersiniz. İslâm Peygamberi (a.s.m.), lânetin eninde sonunda sahibini bulacağını bildirmişti: ”Kul birşeye lânet ettiğinde o lânet göğe çıkar da gök kapıları kapanır; giremez, geri döner. Yerin kapıları da kapanır; giremez. Sağa sola gider gelir. Bir yer bulamayınca lânet edilen şeye gider. Eğer lânete layıksa ona gider, değilse söyleyene döner.”

Beni şaşırtan bir husus, Dr. Annie Besant’ın, bu sürecin bazı medyumlar tarafından algılanabilir ölçüde açık olduğuna dair iddiası olmuştur. Filmlerde ve sokaklarda ”Lânet olsun” sözlerini duydukça, bu çirkin sözü bilinçsizce söyleme alışkanlığını kazandık. Ayağınızın çarptığı taşa lânet ettiğiniz için lânetinize uğramak ister misiniz sahi? Gazeteler ”Ne oluyor bize, çıldırıyor muyuz?” diye manşet atıyorlar. Türkiye halkına ne olduğunu anlamak için insanların sokak ortasında nasıl küfürleştiklerine bakın. Küfürleşerek konuşmak samimiyetin bir ifadesi hâline gelmişse, bu hastalığa yakalananların geleceği karanlıktır.

Nefretin kalbinize hâkim olmasına izin vermeyin; damarlarınızdan tüm enerjiyi çekip kurutursunuz. Kötü insanlardan nefret etseniz de, bunun size faydası olmaz. Bazı insanlara yönlendirilen nefret bazen zararsız olabilir; ama hiçbir zaman faydalı olamaz. Tüm bunları yaptığınız halde hâlâ birileri sizden nefret ediyor mu? Önünüze taş koymaya, yolunuzu kesmeye ve yokluğunuzu dilemeye devam mı ediyorlar? Tarihe bakın: Bazı insanlar saldırılar altında yok oldular; küçüldüler. Çünkü onlar yanlış yapan insanlardı ve saldırılar onlara gönderilen cezalardı. Oysa bazıları saldırılarla yüceldiler; onları engellemeye çalışanlar, aslında onların evreni kuşatmalarına hizmet etmişlerdi. Sevgiye sarılana saldıran nefret, sarsılmaz duvarlara çarpıp geri döner. Nefret, nefret edenden başkasına zarar vermez.

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

Risale-i Nur’da Neden Uzun Cümleler Kullanılmış?

Risale-i Nur’da geçen cümlelerin ekseriyetle uzun cümleler olması ne hikmete binaendir? Halbuki daha kısa cümlelerle daha kolay ve herkesin kolayca anlayabileceği ifadeler olsaydı, daha istifadeli olmaz mıydı? Dini ve terminolojik alt yapısı olan biri bile bazı uzun cümlelerde dikkat ve idrak kaybına uğrayabiliyor.

Risale-i Nur, birçok yerde uzun cümleler tercih etmiştir. Ancak uzun ve kısa cümlelerin ard ardalığı dikkati çekiyor. Uzun cümlelere en iyi örnek, 1O.Söz [Haşir Risalesi] ve 7. Şua [Ayet-ül Kübra Risalesinde]dir. Ayrıca kelimelerin bitiş biçimleri, kullanılan zaman kipleri sürekli değişiyor.

Risale-i Nur, bu özelliği ile monotonluğu yıkmıştır. Esasen insan zihni benzer kalıplarda gelen mesajlardan bıkar. Başucunda bir saat aynı tonda çalsa beyniniz bir süre sonra saatin sesini otomatiğe alır ve dikkatinizi saat sesinden koparır. Beyin, farklılaşmaları kavramaya endeksli bir yaradılışa sahiptir. Bu özellik edebiyatta da dikkati çeker. Aynı uzunlukta, aynı biçimde ve aynı zaman kipiyle sonlanan cümlelerden oluşan bir yazıyı okumayı deneyin. Bir sayfa geçmeden bıktığınızı, hem de dikkatinizi kaybettiğinizi göreceksiniz.

Bediüzzaman -burada dilini sadece şekil açısından tahlil ediyoruz- zihinleri zorluyor. Uzun cümleler kavrayış kapasitesinin inkişafına yönelik zorlamaları doğurur. Ancak bu zorlamalar hem kısa cümlelerle esnetiliyor, hem de dikkati canlı tutacak yeni unsurlar ekleniyor. Örneğin okuyucusuyla veya bir muhatabı ile sohbet ediyor. Bir anda muhatap olarak buluyorsunuz kendinizi… Dikkatinizin dağılmasına fırsat verilmeden bir soru soruluyor. Zaten okunan metin hayalden çok, zihinle konuştuğu için kaçamıyoruz.

Bediüzzaman zihni sürekli çalışmaya, ve her defasında daha çok çalışmaya zorlayan bir muhakeme biçimi kullanıyor. Muhakeme kabiliyetlerini beyin bilmeceleri yoluyla geliştirmemiş olanların Risale-i Nur’lardan ilk anda kavrayabilecekleri mesajlar sınırlı olabilir. Ancak bu eserlerin kavrama ve muhakeme kabiliyetinde oluşturduğu heyecan çok yüksek.

İki yıl önce Tabiat Risalesinin İngilizce baskısını Tunus’lu bilgisayar mühendisi bir dostuma takdim etmiştim. Ertesi gün okudu ve görüştüğümüzde bana “mesajını kavramakta güçlük çektiğini” söyledi. Aynı dikkatini kullanarak tekrar okumasını rica ettim. Daha sonra görüştüğümüzde, kavrayışının nasıl inkişaf ettiğini bana anlatırken duyduğu hayranlığı iyi hatırlıyorum.

Risale-i Nur’ların kavrama ve muhakeme yeteneğinde yol açtığı inkişafın sebebi üzerinde çok düşünmüştüm.

İngiliz Edebiyatı tarihine geçen yüzlerce eser sahibi meşhur yazar Arnold Beneth‘in “Günün 24 saatini yaşamak” isimli kitabını okuyunca bu sorunun cevabını buldum. Beneth, roman türü eserlerin beyne bir katkıda bulunmadığını savunuyor. Ona göre okurken belli bir gerginlik oluşturan, zihin yorucu eserlerin muhakemenin inkişafında etkisi çok büyük. Tanımladığı özelliklerin Risale-i Nurda mevcudiyeti şaşırtıcı olmamalıydı.

Tunus‘lu dostumun ifade ettiği gibi Risale-i Nur beyne sürekli muhakeme yaptırıyor. Okunan ya da dinlenen her şeyin düşünce kabiliyetini geliştirdiği sanılmamalıdır. Tam tersine bazıları paslanmasına yol açabilir. Alman Beyin Antreman Kurumu başkanı Bern Fishner‘in “Bir kaç saat televizyon seyretmenin beyinde oluşturduğu tembelliğin giderilmesi için bir haftalık egzersiz gerektiğini” söylemesi dikkat çekicidir. Beyindeki bu tembellik TV’den yayılan radyosyondan kaynaklanmıyor şüphesiz. Konu romanvari bir hikayenin, bir hayalin direnişsiz akışına bırakılan beynin uyarımlardan yoksun kalmasıyla ilgilidir. Bu ve benzeri birçok tezden hareketle, Risale-i Nurları ciddiyetle, dikkatle ve ısrarla okuyan kişilerin kavrayış ve muhakemelerinin ya da zekalarının çok fazla inkişaf edeceği tezi ileri sürülebilir. Bunun fiili örneklerini de görüyoruz.

Risaleleri çok okuyanların simalarını gözlemleyebildiniz mi? Simalarındaki gençliğe ve parlaklığa dikkat ediniz. Hıristiyan olan bir Ingiliz dostum David Packam, yıllar önce Türkiye’ye geldiğinde bana “Ankara’nın sokağında beklesem, insanlar arasında arkadaşlarınızı simalarına bakarak tek tek seçebilirim.” demişti. Risaleleri çok okuyanların simalarında bu farklılık, yani gençlik ve parlaklık sadece iman ve ruhaniyetin inkişafından doğan bir hususiyet değildir. Olayın fizyolojik bir boyutu da vardır.

Risaleleri çok okuyanlar beynin devamlı aktif tutulmasının etkisi altında aralıksız düşünme alışkanlığını geliştiriyor. Genç kalmakla ilgili olarak ABD’nin bazı üniversitelerinde yapılan araştırmalar, genç kalma ile zihinsel aktivite arasında yakın bir ilişkiyi ortaya çıkardı. Zihin işçileri, çok daha fazla enerji tükettikleri halde beden işçilerinden daha genç gözüküyorlardı. Çünkü beyin sürekli çalışınca-beyin için bir potansiyel çalışma sınırı konulmadığını biliyoruz-vücudun fonksiyonlarının kontrolü daha mükemmel işliyor. Bu bedensel gençlik-ruhsal yönlerini ihmal etmemek şartıyla-genelde zihinlerini çok kullanan hemen hemen herkeste dikkat çekebilir.

Risale-i Nurun üslubunda dikkat çeken bir diğer özellik, bu eserlerin anlaşılması bağlamında-bir önceki bölümde değindiğimiz gibi-bir kısım ifadelerde örtüklüğün, imaların mecazların tercih edilmesidir.

Bu durumun tercih edilmesinin sebebi bazı yerlerde siyasal olabilir. Bazı yerlerde modern bilimlerin bir kısım hususları yeterince açığa çıkarmamış olması sebebiyle dar düşünen kimselerin açık itirazlarını yol açmamak amacı olabilir. Bazı yerlerde de gaybi olan-Kader-i İlahice gizli tutulması istenen hususların imtihan dünyasında olmamız sebebiyle, bazı hadislerinde yüce Peygamberimiz’in (ASM) veya bazı ayetler-de yüce Rabbimizin tercih ettiği gibi-net olarak ifade edilmemesi gereğinden kaynaklanabilir.

Hz.Mehdi (R.A), Hz. İsa (A.S) deccal, süfyan, İslamın dünyaya hakim oluşu vb. hususlarda örtük noktalar vardır.

Yine de açık olarak ifade ettiği bazı hususların belli bir zamana kadar yayınlanmamasını tercih etmiştir Bediüzzaman. “İnnaa’tayna Tefsiri“, “Sinek Risalesi” gibi… Sinek Risalesi sonradan yayınlanmıştır. Bu risalede Bediüzzaman insanların zannettiğinin tam aksine, Rabbimizin sinekleri yeryüzünün temizliği gibi bir kısım hikmetlerle yarattığını, ancak beşerin kasır fehminin bunu anlamadığını söylüyor. Bu risale ancak sineklerin, gerçekten de en çalışkan mikrop toplayıcı ve temizleyicisi olduğu, vücutlarının, sindirim sistemlerinin buna göre yaratıldığı ve sineklerin vücudunda mikrop tutunamadığına dair bilimsel araştırmaların yayınından sonra neşredilmiştir.

Risale-i Nur‘lardaki bu mecazi, örtük ifadeler okuyucunun merak ve tecessüsünü tahrik ediyor, okuyucuyu konunun muhtelif anlamları üzerinde odaklanmaya itiyor.

Risale-i Nurun dili ve üslubu üzerinde buraya kadar kısmen değindiğimiz özellikler bu eserlerin Türkiye’de yüce Kur’an-ı Kerim’den sonra en çok satılanlar listesinde yer almasında önemli bir paya sahip olmalıdır. Bu eserlerin bir roman gibi yazılması da tercih edilebilirdi. Ama bu haliyle küçük bir çocuktan bir akademisyene kadar herkes çok şeyler anlıyor ve her okuyan her defasında yeni anlamlar kavrıyor. Hiçbir Risale-i Nur okuyucusu her şeyi bütün yönleriyle anladım diyemeyecek kadar derin ve yoğun anlamlar bu eserlere sıkıştırılmıştır.

Muhammed Bozdağ / Sorularla Risale-i Nur

Vatan Sevgisi İçimizde Yer Etmeli

Vatan sevgisi bir toplumun varlığı için çok önemlidir. “İçinde sevgi yeşeren toprağa vatan derler. Bir millet öz sevgisini yitirirse, öz vatanında bile gurbette sayılır.”

Doğduğu Polonya topraklarını vatan edinmiş bir piyanistin hikâyesini izlemiştim. Hitler’in pençesindeki Almanlar yaşadığı şehri ele geçirdiler; tanklar binaları parçaladı, buldozerler devirdi, alev topları geriye kalanları yakıp yok etti. İnsanlar görüldükleri yerde kurşuna dizildi, saklanabilenler yıkıntıların altında ezildi.

Piyanist, bir bina yıkılırken ötekine kaçtı, bazen çatılarda, bazen bodrumlarda gizlendi. Almanlar şehri terk ettiğinde, geride cesetler arasında yalnız yaşadığına pişman, yiyecek ekmeği, sığınacak kimsesi olmayan bir insan kalmıştı.

Bir millet vatanının, huzurunun, barışının, esenliğinin, özgürlüğünün değerini bilmez de, küçük sorunları bahane ederek iç çatışma yolları ararsa, kaynaşmayı, dayanışmayı terk ederse, kader o milleti böyle bir ezikliğe savurur.

Biz Anadolu halkı, Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle ve tüm unsurlarıyla tek millet olmuşuz; bu topraklarda bin yıldır kader birliği etmişiz. Dev bir aile olmuşuz ve birleşen gücümüz zaman zaman dünyaya meydan okumuşuz. Nice fakirlikler, yokluklar, zulümler çağında birbiriyle dayanışmasını bilen bu millet, şimdi zenginleşirken, özgürlüğün tadını hissetmeye başlamışken tarihsel dayanışmasını terk edebilir mi?

1995 yılının kış mevsiminde Bosna Hersek’e gittik. Başkentte kurşunlar uçuşuyordu. Ağaçlar kesilip yakılmış; otobüsler devrilip siper yapılmıştı. Binalar delik deşik olmuş veya yangınlarda kararmıştı. Yiyecek ekmeği kalmayan insanlar bir deri bir kemik görüntüsündeydi. Kalacağımız bir cephesi delik deşik olan otelin önünde, ayakları çıplak, soğuktan kıpkırmızı kesilmiş bir çocuk gördük. Dediler ki “Çocuğun anne babası şehit oldu, kimsesi yok, sokakta dolaşıyor.” İki gün sonra keskin nişancılar onu da şehit ettiler. O sokaklarda bu küçük şehit gibi, yaşananlara anlam veremeyen nice çocuklar gördüm.

Şehrinize gökten bombalar düştüğüne, sevdiklerinizin süngülenip kurşunlandığına tanıklık ettiniz mi? 300 bin şehidimize mezar olan Yemen’e yazılan ağıdı hatırlayın:

Kışlanın ardında redif sesi var

Bakın çantasına acep nesi var

Bir çift kundurası, bir al fesi var

Kışlanın ardını, duman bağladı

Analar, babalar kara bağladı

Yemen’e gidene herkes ağladı

Eli yemendir, gülü çimendir

Giden gelmiyor, acep nedendir?

Yakın bir geçmişte, Anadolu halkı Çanakkale’ye akın etmişti. Yüz binlerce genç, gövdelerinde gömlek, ayaklarında çarıkla yollara birlikte koyuldular. Kürt de, Laz da, diğerleri de orada Türklerin yönetiminde buluşmuştu. Kardeştiler, birbirlerine kibirlenmiyorlardı. Şehadet şerbetini birlikte içeceklerdi. Canları birbirlerine emanetti.

Bizi yüzyıllarca bu coğrafyada özgür yaşatan, birbirimizin hakkına gösterdiğimiz saygıydı. Birbirimizin canı, namusu, malı, dini kutsaldı.

Savaş şartlarında bile atalarımız dürüstlüğü yaşattılar: Çanakkale’nin Kocadere köyünde büyük bir yaralı tedavi noktası kuruluyor. Yaralılar sedyelerle beşer onar köye taşınıyor.

Erlerden birisi nefes nefese. Ağır yaralı ve şehit olmak üzere. Komutanına sesleniyor: “Ben Lâpseki’nin Beybaş köyünden Halil. Bir pusula yazdım. Lâpsekili İbrahim’den bir mecit borç almıştım. Kendisini göremedim ve ölüyorum. Bulursanız bu pusulayı ona verin, hakkını helal etsin.”

Birkaç gün sonra, yeni gelen şehitlerin eşyaları arasındaki pusulalardan biri aynı komutanın dikkatini çekiyor: “Ben Beybaş köyünden arkadaşım Halil’e bir mecit borç vermiştim. Birazdan taarruza kalkacağız. Belki dönemeyeceğim ve görüşemeyeceğiz. Arkadaşıma söyleyin, ben hakkımı helal ettim.” Biz ahıret için yaşayan böyle ataların çocuklarıyız.

Bu vatan Malazgirt’in, İstanbul’un, Çanakkale’nin hatırasıdır.

Avuçladığınız her toprakta şehitlerinizin gözyaşını ve çocuklarına dualarını okursunuz.

Bu yurdun en büyük değeri, bizi sonsuzluk yurduna hazırlamasından kaynaklanır.

“İçinde sevgi yeşeren toprağa vatan derler. Bir millet öz sevgisini yitirirse, öz vatanında bile gurbette sayılır.”

Dr. Muhammed Bozdağ