Etiket arşivi: Muhammed Numan Özel

Mesuliyet Şuuru

Mesuliyet şuuruyla insan hareket ederek öncelikle kendimize çekidüzen vererek hayatımıza/kaderimize irademizi olumlu kullanmalıyız, bu hayati bir öneme sahiptir.

Hayat akışımızın gerektirdiği ihtiyaçlarımız dünyanın her köşesinde mevcuttur. Çünkü, “İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir.. Hattâ hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hacet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsizdir.” [1]

Halife-i ru-i zemin olan insanın özelliklerinden birisi de, kendisindeki değerleri başka insanlarla paylaşmasıdır. Bir nevi ilmin zekâtını vermesidir. Zaten ilmin zekatı, ilmi olarak açlık/ihtiyaç hissedenlere tebliğ ve temsildir. Zaman itibariyle kimse tam manasıyla alim değildir. Kısmi olarak herkes bir meselede kendini geliştirmiştir. Bizler de yetkin olan bu insanlardan o sahada bilgiler alarak kendimizi inşa etmeliyiz.

“Mabudun vücuduna üç türlü delil vardır: Âfâkî, nefsî, usûlî.” [2]

Bu değerlerin paylaşımı da din ve maneviyat rehberliğiyle hem insanın şahsi hem de toplumsal hayatının sağlıklı olmasına bağlıdır. Bu bütün peygamberlerin ortak özelliğinin tebliğ ve temsil olduğunu düşünecek olursak bizler de onların yolunda yürüdüğümüzü iddia ediyorsak tebliğ ve temsil yolundan yürümekle mükellefiz.

 

Asrımızda bir Asr-ı Saadet Müslümanı olarak nitelendirebileceğimiz Peygamber varisi olan üstad Bediüzzaman da bu tebliğ ve temsil vazifesini hayatıyla bilfiil bizzat yapmıştır. Yakın olan talebeleriyle görüşerek uzak olanlara lahikalar yazarak, muhataplarına latif, nazik, hasbi hitaplar kullanmıştır.

 

Üstad Bediüzzaman hazretlerinin lahikalarda sadece talebeleriyle sınırlı kalmayıp, talebesinin aile efradı, küçük büyük herkesi muhatap alması çok dikkate değerdir. Lahikalara bakarsanız bir şahsa yazılmışken o şahsın çevresinde olan irtibatlı olduğu kimselerle alakasını mektup içinde görebilirsiniz. İman, Kur’an, İslâmiyet ve insanlık için yapılan en küçük bir adıma/atılıma değer, takdir ve tebriklerin harika numunelerini görebiliriz.

Risale-i Nur’lardaki bu hakikati de tefekkür edip okuyup ehemmiyet verilmesi gereken bir husus olarak altını çizmek istiyorum. Bu eserlerin, Türkiye, âlem-i İslâm ve dünya çapında gündemde kalmasının sebebi bu olsa gerektir. Kırmadan, dökmeden ruhları tamir etmektedir Asrın Doktoru Bediüzzaman, Risale-i Nuruyla.

Teknolojik bağımlılık, sokağın ahlaksız tasallutu, musibetlerin şokunu giderecek, kendimizden başlayarak, çevremizle birlikte bu mesuliyet şuuruyla hareket etmeliyiz. Bu aynı zamanda manevi bir cihattır. Peygamber yolu olan sünnet-i seniyyedir. Afaki ve enfüsi dairenin tatmin olması, tecrübe ve mehasini/güzelliklerin paylaşmanın yolu ve tarzıdır.

İmanlı, mesuliyet şuuruna sahip insan olmamızın gereğini yapamazsak, sıkıntıların tetikleyicisi oluruz. Birlikte aynı gemide olduğumuz insanlarla yaşadığımız dünyanın nimetlerini ortak paylaşamazsak olumsuzluklara sebep oluruz. Problemlere çözüm üreterek yaşamak, hayatın sırrıdır.

Netice itibariyle, şahsî kemalâtımızı geliştirmek, Allah’a karşı kulluk borcumuzdur. Sosyal hayatın kemale ermesi için toplumsal sorumluluğumuz da ciddi bir vazifemizdir.

Sakın unutmayalım, yarının mesuliyeti, rengi, şekli, şemali bugün bizim elimizde.

Ne mutlu mesuliyet şuuruyla hareket edene.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Sözler (211)
[2] İşarat-ül İ’caz (94)

Enfüsi Kudüs’ün İşgal Edilmiş! 

Enfüsi Kudüs’ün İşgal Edilmiş! 

            Her şeyin bir zahiri bir batını bir evveli bir ahiri var. Kudüs, Filistin ve Benî İsrail arasındaki meseleler dünya gündemine 1900’lerin ortalarından itibaren gelmeye başlamıştır. 

İngilizlerin Filistin’i işgal edip zorla evlerinden, yerlerinden, yurtlarından çıkartılıp boşalttıkları bu yerleri getirilen Yahudilere işgalci olan İngilizler tarafından hediye edildi. Asıl toprak sahipleri olan Filistinlilerde muhacerete tabi tutulmuştur. Yüksek miktarda emlak vergileri getirerek adeta Filistin toprakları haczedildi İngilizlerce. Yahudilere de peşkeş çekildi.

         “Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını”[1] yedikleri halde kendi bu sinikliklerini izale etmek için de insan hayatına giren veya girmesini istedikleri her şeyi ürettiler ya bizzat kendileri ya da adamlarına ürettirerek hayata müdahale ediyorlar. Bu üretim de işin garibi mevcut olan ürünler içinde ya en lezzetlisi ya da kalitelisi olarak karşımıza çıkmakta. Bunlara muadiller üretilerek Yahudi mallarıyla boykot etmemiz gerekmekte.

Sadece gıda üzerinden değil herşeyle insanlara hücum ediyor 

            Genç beyinleri, körpe dimağları kendi istedikleri şekilde şekillendirmek için de diziler, filimler, oyunlar, uygulamalar üretmekteler. Bunun temelinde yatan sebepse kendileri Cehennemlik oldukları için kendilerine zor zamanlarda kucak açan başta Müslümanlara ve darbesini yemiş oldukları Hristiyanların da kendileriyle beraber  Cehenneme gitmeleri.. ve tüm maddi ve manevi terakkilerini durdurmak için var güçleriyle çabalıyorlar.  

            Filistin’e gemiyle geldiklerinde “Almanlar ailemizi mahvetti siz de umutlarımızı mahvetmeyin” şeklinde pankart asan ve kendilerini acındıran bu Yahudiler bugünse tüm insanlığın kanına, DNA’sına girerek adeta herkesten hınçlarını alıyorlar. 

            Bu şekilde çalışan Yahudiler, istisnasız her ülkeye yerleşmiş ya açıkça Yahudi kimliğiyle veya o ülkenin kimliğine bürünüp Sabatay şekilde yaşamlarını sürdürmekteler. 

            Bu Yahudi çalışmalarının bugün neticelerine bakıyoruz ki, kendisi Hafız olan ama namaz ve niyazda gözü olmayan, ismi Müslüman; fakat itikad ve amelde çok yalpalar yapan, haramları da helal sayan veya İslami bir hassasiyeti kalmamış bir insan kitlesi türedi. 

            Uzun zamana yayılmış olan insan tahrip planları küçük adımlarla ilerleyerek karşımıza çıkmakta. Ahlâksız, edepsiz, hayasız, arsız bir şekilde karşımıza çıkan yeni neslin mimarı doğrudan ve dolaylı olarak Yahudi lobilerinin faaliyetleridir. Bu faaliyetlerle şu anda hemen hemen herkesin enfüsi Kudüs’ü işgal altında az veya çok olarak herkesin Filistin’i ele geçirilmekte. İslami hassasiyetimizi arttırarak ve Yahudileşme temayüllerinden uzak kalarak ancak kendi Kudüs’ümüzü ve harici Kudüs’ümüzü işgalden kurtarabiliriz. İslami hassasiyetler olmazsa zaten iman ve islama ait olan şeylerde sıradan, değersiz bir hale gelecektir. 

            Hülasa, İslamiyet’in gerektirdiği şeylerden uzaklık nispetinde enfüsi Kudüs’ümüz işgal edilmiştir. 

            Ne mutlu farkındalığını arttırabilene.. 

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL 

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.com

Tebliğ ve Temsil

İnsanın her iki dünya hayatı, maddi ve manevi hayatta dengeli yaşaması, istikametli ve sağlıklı düşünmesiyle mümkündür. Aksi taktirde dünya ve ahiret sağlığını kaybedecektir.

Sağlığını korumak için öncelikle insan olduğunu unutmamalı ve insanlığa yaraşır/yakışır bir hayat tarzı olmalıdır.

İnsan olarak fıtrat ve yaratılış gayemiz başta ibadettir. Ve toplumsal hayat içindeki varlık ve düzen de ancak ibadet şuuruyla mümkün olacaktır. Her bir insan itikadını yaşamakla ancak dengede kalabilir. Öncelikle kendimizle başlayıp çevremizde örnek insan olarak gösterilme gayretinde olmalıyız. Bunu riya olarak düşünmemek gerekiyor. Çünkü bu şekilde bir insan Salih bir kuldur.

Buna dair Hadis-i Şeriflerden birkaç nakil şu şekilde;

1. “Allah’ın kullarından en hayırlı olanları görüldükleri zaman Allah hatıra gelir. Allah’ın kullarından en kötüleri ise, fitnecilik için söz gezdiren, birbirini seven kimselerin arasını açan ve masum insanları günaha ve sıkıntıya sokmak isteyen kimselerdir.” [1]

2. “Hangi kimselerle beraber olmak daha hayırlıdır?” diye sordular. Peygamberimiz buyurdular ki: “Görülmesi Allah’ı hatırlatan kimselerle.” [2]

 

3. “Ümmetimin en hayırlıları, görüldüklerinde Allah hatırlanan kim­selerdir. En şerlileri ise, söz götürüp getiren, birbirini seven insanla­rın arasını açan, suçsuz ve masumlara sıkıntı vermeyi meslek edinen kimselerdir.” [3]

 

4. “Allah’ın veli kulları kimlerdir?” diye sorulduğunda Peygamberimiz (asm) şu cevabı vermişlerdir: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah Celle Celaluhü Hazretleri hatıra gelir.” [4]

5. “Kendileriyle oturduklarımızın hangisi daha hayırlıdır, ya Rasulallah?” diye soruldu. Rasulullah da buyurdu ki “Görüldüklerinde size Allah’ı hatırlatan, konuştuğun­da ilminizi arttıran ve ameli size ahireti hatırlatan kim­selerdir” dedi. [5]

Hadis-i şerifte belirtilen özellik, İslamiyeti hayatın her safhasında/sayfasında ilk sırasına almış demektir. Kişi her işini Allah’ın rızasına uygun olarak yapmaya çalıştığında, onu görenler o kimsenin bu halinden Allah’ı hatırlarlar. Tebliğin en kuvvetli vasıtalarından birisi de lisan-ı haldir; yani hal diliyle tebliğ yapmaktır. Temsil, zaten en büyük tebliğ aracıdır. İslamiyeti yaşantıya aksettirmek, sosyal yaşantıda İslamiyet’i göstermek lisan ile anlatmaktan daha üstündür desek abartmış olmayız. Lisandan ziyade hal daha etkilidir. Sadece lisanla tebliğ edip yaşantısında anlattıklarını gösteremezsek sadece iddia olarak karşımıza çıkıyor.

“Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı…” [6] ikazı da aklımıza geliyor.

İşte iman ve amellerden ibaret olan İslamiyetin emir ve yasakları Allah’ı hatırlattığı gibi, o kimseler Allah’ın emir ve yasaklarına öyle riayet ederler ki, söz ve davranışlarıyla öyle bir kulluk timsali/abiddesi olurlar ki, onları gördüğünüz zaman Allah’ı hatırlamamanız mümkün değildir. İşte bu insanlar muhlis kul olmuşlardır.

 

Kulluğun iki tarafı vardır: Bir yönü Allah’a bakar, bir yönü kullara bakar. O halde, en hayırlı kullar, bulundukları her yerde öyle bir kulluğun gereğini sergilerler ki, hemen Allah akla gelir. Hadiste, mana olarak “Allah’ın kulları” ifadesinin yer alması, bu söylediklerimize işaret etmektedir.

 

“İman, insanı ebediyete, Cennet’e lâyık bir cevhere kalbeder. Küfür ise ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır. Çünkü iman, kabuğunun içerisindeki lübbü gösterir.

Küfür ise, lüb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen lübb bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.” [7]

Rabbim Mulis ve Muhsinlerden eylesin.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Mecmau’z-Zevaid, h. no: (13140)
[2] Mecmeuz Zavaid, (1/226)
[3] Müsned, (4/277)
[4] Taberi, (4/2731)
[5] Abd b. Humeyd, İbn-i Hacer el-Askalani, Metalibu Aliye, Tevhid Yayınları: (3/123)
[6] Muhakemat (96)
[7] Mesnevi-i Nuriye (69)

Toplumsal Tehditlerin Temeli

Ahlâk bozulması, insan ve toplum için bir tehdittir.

Ahlâk, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen, toplumsal değerlerin tamamına verilen bir isimdir. Toplumun sağlıklı bir şekilde işlemesi için ahlâkî değerlere ve etik kurallara sıkı sıkıya bağlı olunması gerekmektedir. Her toplumun ahlâk kuralları değişkenlik gösterebilir lakin dünya genelinde ortak bir ahlâk tabiri var. Ancak, günümüzde dünya genelinde ahlak bozulması giderek artan bir sorun haline gelmiştir. Bu da toplumsal yozlaşma ve erozyonları beraberinde getirmektedir.

Ahlâkî değerlere saygı gösterilmemesi, toplumun huzurunu ve uyumunu tehdit etmektedir günümüzde. Ahlâk yoksunu insanların hiçbir toplumda yeri olmadığını ve sevilmediklerini de belirtmemiz lazım.

İnsan, fıtrî, ahlâkî değerlere sahip bir varlıktır. Zaten İslam toplumu fıtrat toplumudur. Fıtrata uygun olmayan şeyleri reddeder.

Ahlâkî davranışlar, insanın toplum içinde kabul görmesini ve diğer insanlarla sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlar. Yani ahlâk her insanın toplumsal vazifesidir. Ahlâkî olmayan davranışlar ise toplumsal çatışmalara, güvensizliğe ve hoşgörüsüzlüğe sebep olur. Bunun neticesinde ötekileştirmeler, yaftalar, üstten bakmalar toplumda yayılmaya başlamasıyla adeta ahlâk hicrete başlar.

Ahlâkî değerlere olan bağlılık, fertlerin vicdani sorumluklarının farkında olup, toplumun refahı için çalışmalarını sağlar. Bu cihetle ahlâk vicdanı ihtizaza getiren, uyandıran erdemler bütünüdür.

Ahlâk bozulması, bireyin kişisel çıkarlarını toplumun çıkarlarının üzerine koymasıyla ortaya çıkar. Örneğin, dürüstlük, saygı ve adâlete dayalı ahlâkî kuralları ihlal etmek, insanın kısa vadeli çıkarlarına hizmet edebilirken, uzun vadede toplumda güvensizlik ve haksızlık ortamı oluşumuna yol açabilir. Bu dolaylı olarak insanın başına sıkması gibi bir intihar eylemidir.

Ahlâksızlık, insanların birbirlerine olan güvenini zedeleyerek, insanlar arasındaki ilişkileri zayıflatır ve toplumun birlik ve beraberliğini sarsar. İnsanlar beraberken bile tam manasıyla bir ve beraber olamamalarını netice verir. Günümüzdeki “Toplumsal Yalnızlık” ahlâksızlığın meyvesidir. Toplumun ahlâkî bozulmadan etkilenmemesi neredeyse imkânsızdır. Zamanın hızı, konfor ve zevk düşkünlüğü de bu bozulmayı hızlandırır. Çünkü hız ve haz asrına dönüş durumda zaman.

Ahlâkî değerlerin önemsenmediği bir toplumda hoşgörü, hürmet ve sorumluluk kavramları geri plana itilirken, bencillik, kıskançlık ve hırs gibi olumsuz duygular öne çıkar. Bu durum, insanların birbirlerini istismar etmesine, haksız kazanç elde etmesine ve başkalarının haklarını ihlal etmesine ve toplumsal güvensizliğe zemin hazırlar.

Ahlâk bozulmasıyla mücadele etmek, toplumun birlik ve beraberliğini korumanın temel yoludur. Bu cihetle herkes ahlâk kurallarını pekiştirmek, geliştirmek ve daha üst seviyeye çıkartmakla mesul ve mükelleftir. Ahlâkî eğitim: ailede başlar. Eğitim ve öğretim süreciyle gelişir. İnsanların ahlaki prensiplere vakıf olmasını sağlar ve etik değerlere dayalı davranışların teşvik edilmesini sağlar.

“O derece ahlâk bozulmuş ve metânet ve sadâkât kaybolmuş ki, ondan belki yirmiden birisine îtimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, fevkalâde sebât ve metânet ve sadâkât ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır, zarar verir.”[1]

Toplumun liderleri, ahlâkî değerleri benimseyen ve uygulayan rol modeller olmalıdır. Ayrıca, hukuk sisteminin ahlâkî değerlere uygun olarak düzenlenmesi ve ahlâkî ihlallerin gereken cezalarla karşılanması önemlidir.

Sonuç olarak, ahlâk bozulması insan ve toplum için ciddi bir tehdittir. Ahlâk değerlerine uygun davranışlar göstermeyen insanlar, toplumun huzur ve düzenini tehlikeye atar.

Ahlâkî değerlere saygı duyarak, insanlar arasındaki ilişkileri güçlendirebilir, toplumda hoşgörü ve dayanışmayı sağlayabiliriz. Unutmayalım ki, ahlâk bozulması toplumun geleceğini olumsuz etkiler ve ileriye dönük bir sorun olarak kabul edilmelidir. Bugün belki biz etkilenmeyebiliriz ama bizden sonraki toplum ve nesil kesinlikle etkilenecektir. Bu sebeple ahlâkî görevleri korumakla herkes mükelleftir.

Peki ahlâk nasıl düzelir dersek bunun cevabı:

“Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teali eder.”[2]

Bir atasözü ile bitirmek istiyorum yazımı. “Dedesi limon yer, torununun dişi kamaşır.”

Ne mutlu ahlâkî erdemlere sahip olanlara.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Tarihçe-i Hayat (291)
[2]Divan-ı Harb-i Örfi (52)

Müslümanlarda Yahudileşme Temayülü ve Nefs-i Emmare

Müslümanlarda Yahudileşme Temayülü

ve Nefs-i Emmare

Bugün dünyayı sâri bir illet gibi saran maddi ve manevî hastalıkların birçoğu bir şekilde Yahudi iltisaklı olarak dünyaya bulaşmış. Derler ki, Yahudiler yumurtalarını kaynatmak için dünyayı ateşe vermekten çekinmezler.

Dünyaya yayılan bu illetlerden İslam toplumunun da kendini kurtaramadığı, hatta kıyametin de kopmasına sebep olacağı anlaşılan hastalıklardır.

Dünyevileşmenin tüm hızıyla devam ettiği toplumlarda maddeyi ve dünyayı putlaştırma, sekülerleşme, paraya ve maddeye daha çok tamah etme ve dinin her hükmünün önüne geçirme, rüşvet, faiz, hile, sahtekârlık, zina… Allah’ın hükümlerini sadece sosyal kültürel bir anlayış şekline indirgemek, “olsa da olur olmasa da” şeklinde düşünmek insanın ahiret gözünün kapanıp hüsrana uğrayacağının en büyük alametlerindendir.

Bunun neticesinde kendi adetlerine uydurma, kitapla amel etmeme, hükümleri kendine uydurmak, taassup, ırkçılık, sihir, fesadı yayma, bozgunculuk, kendini tabulaştırma, servete, ziynete, gösterişe önem verme, hırs, aşırı dünya sevgisi, cimrilik, kibir, zulüm, Cehennemin ebedî olmadığını düşünmek ve azabını istihfaf etmek… gibi nice hükümlerin tam tersi davranmak tuzlu olan deniz suyunu içmek gibidir. İçtikçe susatır, susadıkça içirir ve insanı helak eder.

Yahudiler tarihte bu şekilde dalalete sürüklenip manen helak olmuş ve senelerce de “zillet ve meskenete”[1] düçar olmuşlardır. Bir müslümana yakışan şey Yahudilerin tarihte zillet ve meskenete düştüğü şeylerden uzak durmak ve her daim temkinli davranmaktır.

Bu ve buna benzer hastalıkların hemen hepsi maalesef günümüz Müslümanını da esir almış durumda. Yahudiler mazide Samiri’nin yaptığı altından buzağıya tapıyorlardı. Şimdi de o altın buzağıya karşılık maddenin ve dünyanın her türlü ziyneti ve cazibesi insanı dünyaya tapar bir surete getirmektedir.

Dünyamızı şekillendirirken Hak din olan İslamiyet’in hükümlerini göz kulak ardı etmemeli bilakis o hükümlerle dünyamızı imar etmeliyiz. Dünyamızı bu şekilde imar edersek ahiretimizi de imar etmiş oluruz.

Bu meseleler tüm insanlara bakmakta ve insanlığı tehdit etmektedir. Müslümanların da azami derecede dikkat etmesi gerekmektedir. Çünkü Kabil’i aldatan nefs-i emaresi olduğu gibi tüm insanları da adım adım dalalete sürükleyen gene aynı aktör olan nefs-i emmaredir.[2] Emmare olan nefis herkeste olduğu için din diyanet fark etmemektedir. Herkesi aldatabilir.

Selam ve selamet Hakka teslim olanlara olsun. Rabbim bizleri de bahtiyarlar zümresinden etsin, amin.

[1] Kur’ân-ı Kerîm’de yedi âyette zillet, on altı âyette aynı kökten isim ve fiiller başlıca üç anlam çevresinde toplanır. 1. Bazı âyetlerde zillet ve türevleri yaygın kullanımına uygun biçimde “aşağılanma, âcizlik” mânasına gelir. Bir âyette kudreti ve hükümranlığı mutlak olan Allah’ın dilediğini aziz, dilediğini zelil kılacağı belirtilir (Âl-i İmrân 3/26). İsrâiloğulları’nın Sînâ çölünde Hz. Mûsâ’ya karşı sergiledikleri sert ve saygısız tavırları, Medine yahudilerinin Resûl-i Ekrem’e yönelik hasmane tutumları sebebiyle zilletle damgalandıkları (el-Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112), Mûsâ’nın Tûrisînâ’ya çıkmasının ardından buzağıya tapmaya kalkışan İsrâiloğulları’nın Allah’ın öfkesine ve dünya hayatında zillete mâruz kaldıkları (el-A‘râf 7/152), İslâm aleyhine yahudilerle iş birliği yapan Medine münafıklarının da zillete düşürülenler arasında yer alacakları (el-Mücâdile 58/20) bildirilir. Zillet kavramı altı âyette inkârcıların âhiretteki değersizliğini ve aşağılanmışlık durumunu anlatır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẕll” md.). Sabâ melikesi Hz. Süleyman’dan aldığı mektup üzerine çevresindekilere bilgi verirken, “Krallar bir ülkeye girdiler mi oranın altını üstüne getirir, halkının ulularını zelil yaparlar” demişti (en-Neml 27/34). 2. Bir kısım âyetlerde zillet kavramı cümledeki bağlamına göre olumlu anlamda da kullanılır. Meselâ evlâdın ebeveynine karşı görevleri arasında sayılan zül (el-İsrâ 17/24), müminlerin nitelikleri arasında zikredilen ezille (el-Mâide 5/54) “şefkat, merhamet, tevazu, yumuşaklık” gibi mânalarla açıklanmıştır (Taberî, IV, 626-627; VIII, 61; İbn Sîde, XI, 47; Şevkânî, II, 60; III, 247-248). 3. Âyetlerde zillet kavramı “bir şeyin elde edilebilir, kullanışlı ve yararlanılabilir olması” anlamında da geçer. Dünyanın ve dünyevî nimetlerin insanların yararlanmasına elverişli kılınması (el-Bakara 2/71; Yâsîn 36/72; el-Mülk 67/15), cennet meyvelerinin uzanıp alınabilecek kadar yakın olması (el-İnsân 76/14; krş. Taberî, XII, 364-365; Şevkânî, V, 404) bu kavramla ifade edilmiştir. Kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/zillet

[2]Nefs-i emare, kötülüğü emreden ve bundan zevk alan nefise verilen isim. Nefis tezkiyesi kademelerinden ilkidir. İlk kademede nefsin temizliğine henüz başlandığı için nefiste bütün 19 afet mevcuttur. Onun için bu kademede nefis henüz arınmadığı için kötülüğü emreder.

Selam ve Dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber