Etiket arşivi: Muhiddin Yenigün

Mezhepler Hakkında Sorular ve Cevapları

Mezhepler neden Peygamberimizin vefatından yüz yıl kadar sonra ortaya çıkmaya başladı? O zamana kadar yaşayanlar mezhepsiz miydi?

Kur’an ilmini kaynağından alan, “Yaşayan Kur’an”ı hayattayken gören sahabilerin pek çok konu hakkında zaten kendi bilgileri ve gördükleri yeterli oluyordu. Belki her biri, bir nevi kendi mezheplerini yaşıyorlardı. Rasulullah’ın (sav) hayatında geçtiğine şahit olmadıkları konularda da şahitliğini sorabilecekleri pek çok sahabe çevrelerinde mevcuttu. Mesela, yanındaki bir sahabinin muhalefetine rağmen Hazreti Ömer’in (ra) salgın hastalık olan bir şehre girmeye karar vermişken başka bir sahabi tarafından kendisine iletilen ve daha önce duymadığı “salgın hastalık olan yerden uzak durulması” yönündeki hadis-i şerifi duyduğu anda geri dönmeye karar vermesi bu davranış biçimine güzel bir örnektir.

Sahabelerin de dünyadan çekilmesi ile soracak kimsenin kalmaması, konunun belli bir disiplin altına alınması ihtiyacını doğurdu. Kur’an-ı Kerîm’i ve Hazret-i Peygamber’in (sav) hayatını çok iyi bilen bazı âlimler karşılaştıkları olaylar karşısında ellerindeki bilgileri kullanarak hükümler vermişler bu hükümlerin bir araya gelmesi ile de ekoller ya da mezhepler ortaya çıkmıştır.

Bu noktada şunu netleştirmek gerekir ki; mezhep imamlarının hükümleri arasındaki farklar Kur’an ve sünnette açık olarak hükmü verilmemiş konular hakkındadır. Meselâ hiçbiri namaz üç vakittir, zekât kırkta bir buçuktur, ayakkabıdan da kurban olur dememiştir.

Biz neden bir mezhebe tâbi olmalıyız? Kendi hükmümüzü kendimiz veremez miyiz?

Eğer bir konuda hüküm vermek için o konu ile ilgisi olabilecek tüm ayetleri, bu ayetlerin içinde nesh edilmişler olup olmadığını, tüm hadisleri ve söylenme zamanlarının sırasını biliyorsanız ve bunları bir araya getirip hüküm verecek ilmî ve aklî yeterliliğiniz varsa elbette bir mezhebe tâbi olmak zorunda değilsiniz.

Ama ilmihali açıp bakmaya bile üşenen biri çıkıp da “ben kendi hükmümü kendim veririm” diyorsa bu cehaletini izhar ve hak yolun dışına adım atmaktan başka bir şey değildir.

İllâ bir tanesini mi seçmek gerekiyor bu mezheplerin? Biraz ondan biraz bundan alsak olmaz mı?

Olmaz olur mu! Eğer hepsinin en zor kısımlarını alacaksanız elbette olur. Ama tabii ki bu soruyu soran kişi her mezhebin ‘azimet’ kısmı için değil ‘ruhsat’ kısmı için yol aramaktadır. Her mezhebin, işine gelen en kolay kısmını almaktır maksadı. Lakin aslında talip olduğu şeyin belli bir mezhebe tâbi olmaktan daha zor olduğunu bilmemektedir.

Bir örnek üzerinden gidersek daha net anlaşılacaktır ne demek istediğimiz.

Önceki yazımızda anlattığımız Hazret-i Peygamber’in secdede alnına taş batması olayını ele alalım. Bu soruyu soran kişi hem bir yeri kanadığında hem de karşı cinse dokunduğunda abdesti bozulmasın istiyor. Bu ikisinden hangisinin abdesti bozmadığı konusunda ihtilaf var, tamam. Ancak bu ikisi aynı anda olduğunda abdestin bozulduğu konusunda ihtilaf yok. Yani bu ikisi aynı anda olduğunda Hazreti Peygamber yeniden abdest almış.

Şimdi; mesela Hanefî olan birisi keyfi olarak, abdest almaya üşendiği için bir yeri kanamasına rağmen “Ben Şafiî’ye uydum!” diyerek abdest almadan namaz kılmak istiyor. Bunu yapabilmek için Şafiî’de abdesti nelerin bozduğunu bilmek zorundadır. Çünkü bir süreliğine Şafiî olmuştur. Meselâ bu kişi, az önce de söylediğimiz gibi karşı cinsten birinin tenine dokunmuşsa Şafiî’ye göre de abdestsizdir.

Bunları bilmesi de yetmez. Şafiî mezhebinde abdestin farzlarını da bilmek zorundadır. Zira Şafiî’de Hanefî’den farklı olarak abdestin 6 farzı vardır. Bunlardan biri de niyettir. Eğer bu kişi abdest alırken niyet etmediyse bir yeri kanadığında yeniden almaya üşendiği için bozulmamış sayılmasını istediği abdesti Şafiî mezhebine uyduğu anda otomatik olarak hiç alınmamış sayılacaktır. Çünkü farzlardan biri yerine getirilmemiştir.

Özetle mezheplerin en kolay kısımlarını bir araya toplayıp onlarla amel etmek aslında o kadar da kolay bir şey değildir ve sanılanın aksine daha çok bilgi gerektirir. Bu nedenle mezhepler arası bu tip geçişler yani taklitler ancak zaruret halinde uygun görülmüştür.

Bunun bir sebebi de şu olsa gerektir:

Her mezhep belli coğrafyada, belli sosyal yapıya sahip toplumlarda yaygındır. Örneğin İmam-ı Şâfiî hayatı boyu Medine’de yaşamış, bir süreliğine Mısır’a gidince Medine’de verdiği bazı fetvaları değiştirmiştir.

Buradan şunu anlıyoruz: Mezheplerin hükümleri belirli iklim, coğrafya ve toplumsal yapı gibi etkenlere göre de değişiklikler gösterir. Dolayısıyla bizim durumumuza en uygun olanı bulup ona uyduğumuzda o ekolün çizdiği yol üzerinde hareket etmiş oluruz. Ancak biraz o ekolden biraz bu ekolden alalım dersek ortaya çıkan yol bizi hedefe ulaştırsa bile çok şık olmayacaktır. Şöyle ki, çok zengin olsanız ve bir saray yaptırmak isteseniz ve mimara “Kapılar Gotik, balkonlar Barok, salonlar Rokoko, çatılar soğan, pencereler pvc olsun.” deseniz, mimarın sizi kızılcık sopasıyla kovalaması bir yana ortaya çıkacak olan şey bir ucube olacaktır.

Muhiddin Yenigün – Zafer Dergisi

Ölmeden Önce Sorulması Gereken Sorular 1: Ben Kimim?

Hayatımız soru sorup cevap vermekle geçiyor:

“Şu kaç para?”, “Şuraya nasıl giderim?”, “Ay sonunu nasıl getireceğim?”, “Bugün ne yemek yapsam?” gibi daha binlerce soru sorup binlerce cevap arıyoruz her gün.

Fakat bu harala gürele içinde asıl sormamız gereken soruları sorabiliyor, daha da önemlisi bunlara cevap bulabiliyor muyuz? Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in sav. “Güzel soru ilmin yarısıdır.” buyurarak bizi uyardığı gibi biz de güzel sorular sorabiliyor muyuz acaba?

Peki, güzel soru nasıl sorulur?

Güzel soru, cevabıyla bizi doğruya ulaştırması beklenen sorudur. Meselâ çoğu işgüzarın yaptığı gibi, amacı sadece kafa karıştırmak ve akıl bulandırmak olan sorular güzel soru değildir. Zaten dikkat ettiğinizde çoğunda mantık hatası olduğunu fark edersiniz.

Şimdi şu güzel sorular neler olabilir diye biraz kafa yoralım. Her insanın ölmeden önce sorması gereken sorular nelerdir?

Herhangi birine bu soruyu sorduğumuzda ve bir sıralama yapmasını istediğimizde büyük ihtimalle ilk sıraya “Ben kimim?” sorusunu koyacaktır? Her şeyi tanımaya kendinden başlamak isteyecektir. Dolayısıyla biz de ilk önce bu soru hakkında biraz düşünelim birlikte:

Öncelikle şunu söyleyelim, bu soru aslında kendi içinde pek çok cevapları da içermektedir. Soruyu soran aslında cevabın bir kısmını bilmektedir ama cevabını istediği bu kısımdan sonrasıdır. Fakat aslında cevabını bildiği kısımda da çok önemli bilgiler vardır.

Ne demek istediğimizi biraz daha açık anlatalım.

Yolda yürürken yerde daha önce hiç görmediğimiz ilginç şekilli bir nesne gördüğümüzü düşünelim. Soracağımız ilk soru “Bu nedir?” olur değil mi?

İşte bizim de ilk soru olarak aklımıza “Ben neyim?” değil “Ben kimim?” sorusu geliyorsa cevabın bir kısmını zaten biliyoruz demektir. Çünkü “ne” sorusu “kim”i de içine alan daha kapsamlı bir sorudur. Yani “Ben kimim?” sorusuna verilecek her cevap “Ben neyim?” sorusunun da cevabıdır ama “Ben neyim?” sorusuna verilecek her cevap “Ben kimim?” sorusunun bir cevabı değildir.

“Kim?” sorusu bir kimlik sahibi olan için sorulur. Bu sorunun öznesinin bir şahsiyet, bir benlik sahibi olduğu baştan kabul edilmektedir.

Bizim de kendimiz için “ne” değil “kim” sorusunu sormamızın nedenlerini düşünmek iyi bir başlangıç noktası olabilir.

Hepimiz bir benlik, bir şahsiyet sahibiyiz. Baktığımız zaman insan dışındaki hiçbir canlıda bu seviyede bir benlik göremiyoruz. Bu, insanı diğer canlılardan ayıran önemli özelliklerden biri belki.

Peki, buna nasıl sahip olduk? Sahip olmak için bir emek sarf ettik mi yoksa doğduğumuzdan bu yana sahip miydik?

Tabii ki herhangi bir çaba sarf etmedik, doğuştan sahiptik. Bu durumda biri tarafından verilmiş olmalı değil mi? Doğduğumuz anda nelere sahip olacağımız, nasıl bir donanımla ve ne olarak dünya sahnesine çıkacağımız biri tarafından belirlenmiş olmalı.

İyi ama bu biri, neden başka canlılara vermediği “benlik” özelliğini sadece bize vermiş?

Demek ki lâzım olacak.

Benlik, kişilik, şahsiyet dediğimiz şey neye lâzım olur?

Bunun üzerinde biraz düşündüğümüz zaman şunu görüyoruz; bunun bizim hayatımıza getirdiği en büyük fark tercih edebilme kabiliyetidir. Aklımızı ve duygularımızı da kullanarak tercihler yaparız. Hani şu çok kullanılan “kişisel tercih” ifadesinde olduğu gibi kişiliğimiz tercihlerimizle birebir ilgilidir. Bazen kişiliğimiz tercihlerimizi belirler bazen de tercihlerimiz kişiliğimizi ama bağlantıları çok kuvvetlidir.

En baştan buraya kadar söylediklerimizi toparlarsak, “Ben kimim?” sorusunu sorduğumuzda daha cevaba geçmeden bazı gerçekleri de kabul etmiş oluyoruz:

Ben varım. Benim bir kişiyim. Kişi olduğum için hayatım var, aklım var, duygularım var, iradem var… Kendi tercihlerim var, çünkü bazı şeyleri tercih etme hakkım var.

Bunlar insan için o kadar temel özelliklerdir ki, 1948’de imzalanan İnsan Hakları Beyannamesi’nde her insanın doğuştan sahip olduğu kabul edilmiştir. Bu beyannameyi hazırlamakta en ön safı işgal edenlerin, insan haklarını ihlâl etmede de en ön safta bayrak taşıyor olmaları ne kadar düşündürücüdür! Demek ki kendi kötülüklerini anlayıp dizginlemek istediler ama başaramadılar.

İnsan dünyaya akıl, duygular, vicdan, irade yani tercih yapabilme yeteneği gibi pek çok donanımla birlikte geliyor dedik. Peki, bunları nerede kullanacağız?

Tercihlerimizde.

İşte size bu donanımlarımızı ve tercih hakkımızı kullanarak karar vereceğimiz ilk ve en önemli seçim:

Doğuştan sahip olduğumuz yani sahip olmak için herhangi bir çaba sarf etmediğimiz bu donanımlar bize verilmiş olmalı. Peki, bunu bize kim verdi?

Bu donanımların HİÇ BİRİNE sahip olmayan maddeler, elementler mi?

Yoksa HEPSİNE ve daha fazlasına SONSUZ ölçekte sahip olan biri mi? Öyle biri ki birinci seçenekteki madde ve elementleri de bizim ihtiyaçlarımız doğrultusunda tasarlamış.

Nasıl? Zor bir tercih mi?

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2020 Mayıs (520.) sayısında, yayımlanmıştır.

Muhiddin Yenigün

Hayal

Yine çok yorucu bir iş gününün sonunda, eve doğru yola çıkarken ne kadar yorgun olduğunu düşünüyordu.

Gün boyu kendisini taşıyan bacakları isyan bayrağını çekmiş, sırtında sanki yüz kiloluk bir yük varmış gibi omuzları onu aşağı doğru çekmekteydi. Ah keşke otobüste oturacak bir yer olsaydı hemen uyuyuverecekti.

Otobüs durağına kadar yürüdüğü on beş dakikalık yol ve durakta on dakika otobüs beklemek yorgunluğunu daha da artırmış, son enerjisini de tüketmişti.

Nihayet beklediği otobüs geldi. Yolcu kartını cihaza okuturken bir taraftan boş yer olması için dua ediyor bir taraftan da hızlıca koltukları kolaçan ediyordu. Ön sıralar hep dolu olunca umutlarıyla birlikte otobüsün arkasına doğru ilerledi. Birden yaşlı bir adamın yanının boş olduğunu fark edip oraya doğru yöneldi. Yaşlı adam kendisine gülümseyerek yanındaki koltuğa koyduğu poşetlerini ayağının yanına alırken “Gel delikanlı!” dedi.

Bu hiç de iyiye işaret değildi. Muhtemelen bu ihtiyar yol boyu vır vır konuşacak, uyumasına izin vermeyecekti. Çok yaşamıştı bu sahneyi. Genelde “Nerelisin?” diye başlar neredeyse DNA’sındaki kromozom dizilimine kadar sorguya çekerlerdi bu amcalar.

Sevinç ve hüznü bir arada yaşarken kibarlığı elden bırakmadı: “Teşekkür ederim amca!”

Adam, “Gel otur, gel!” dedi. “Şu haline baksana, ayakta zor duruyorsun.”

  -Valla doğru söyledin amca. O kadar belli oluyor mu?

  -Olmaz mı? Boş yer olmasa kalkıp yer verirdim sana.

  -Yok artık canım, daha neler!

  -Şaka yahu! Vermezdim tabii. Ama hakikaten de bitkin görünüyorsun. İşin ağır herhalde.

  -Hafif iş mi kaldı amca? Üç kuruş için kendimizi paralayıp duruyoruz.

  -Herkes çalışıyor be delikanlı! Farz ibadetlerini ihmal etmiyorsan bu emeklerin hep ibadet olarak yazılıyor defterine.

  -Ben ibadet mibadet istemiyorum amca. Artık dinlenmek istiyorum.

  -Yine de çalışmadan olmaz ki delikanlı. Boş duranı ne kul sever ne Allah!

  -Varsın kimse sevmesin amca. Ama ben artık öyle yoruldum ki. Yataktan çıkmak istemiyorum.

  -Ha ha! O kadar da değildir yahu! Arada yemek için falan çıkman lâzım yataktan.

  -Yok yok. Madem Allah beni seviyor, rızkımı da ağzıma kadar göndersin. Etrafımda da hizmetçilerim olsun. Her ihtiyacımı görsünler.

  -Evlat o dönemi biraz geçmedin mi? Bebekken öyle değil miydin?

  -O zaman anlamıyordum ki amca! Şimdi öyle olmayı o kadar isterdim ki!

  -Aman delikanlı ne istediğine dikkat et! Dua hükmüne geçer. Öyle hayat mı olur? Gücün kuvvetin yerindeyken çalışmak en güzeli. İşleyen demir ışıldar derler. Sen biraz istirahat et, fikrini değiştirirsin.

  -Yok amca, yok! Ben fikrimi falan değiştirmem. Öyle yattığı yerden her hizmetinin görülmesini kim istemez?

  -Ben istemem! Ama madem sen öyle istiyorsun, öyle olsun!

Yaşlı adam bir sonraki durakta otobüsten indi. Delikanlının da birkaç durağı kaldığı için uyuyacak kadar zamanı yoktu. Yaşlı adamla konuştuklarını düşündü. “Hakikaten be! Ne güzel olurdu!” dedi. “Ama nerede! Bu zamanda kim kime böyle hizmet eder?”

Bu düşüncelerle eve gitti, hızlıca birkaç lokma atıştırıp kendini yatağa attı. O kadar yorgundu ki hemen uyuyakaldı.

Sabah insan sesleriyle uyandı. Alarmı duymamış olmasını yorgunluğuna verip hemen yataktan fırlamak istedi ama kalkamadı. Yavaş yavaş çevresindekileri de seçmeye başlamıştı.

-Nasıl oldu?

-Sanırım kendine geliyor!

-İyi ki ondaki garipliği vaktinde fark etmişsiniz. Biraz daha geç kalsanız kaybedebilirdik.

Konuşmalardan bir gariplik olduğunu anlamıştı. Kısa bir süre sonra hastanede olduğunu fark etti. Yanındakilerden öğrendiğine göre gece beyin kanaması geçirmiş ve vücudunun büyük bir kısmı felç olmuştu.

Biraz sonra hasta bakıcı elinde bir tas çorbayla geldi. En yakın arkadaşı çorbayı hasta bakıcının elinden alıp kaşık kaşık onu beslemeye başladı. O esnada odanın kapısının önünden geçmekte olan yaşlı adamla göz göze geldi. Bu, daha önce otobüste konuştukları adamdı.

Yaşlı adam acı bir gülümsemeyle delikanlının yanına gelip kulağına eğildi:

  • Delikanlı tebrik ederim duan kabul olmuş. Yattığın yerden bebek gibi ağzına besleniyorsun.

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2019 Kasım (514.) sayısında, yayımlanmıştır.

Muhiddin Yenigün

Her şeye hazırlıklı olmak

Geçenlerde telefonuma bir son dakika haberi geldi. Ünlü tiyatro ve sinema oyuncularından biri vefat etmişti. Mesaja tıklayıp haberin içeriğini okumaya başladım. Vefat eden oyuncu bir süredir ciddi bir hastalıktan muzdaripmiş. Doktorlar birkaç gün önce ailesine “Her an, her şeye hazırlıklı olun!” demiş.

Bu sözü okuyunca düşünmeye başladım:

Her an, her şeye hazırlıklı olmak.

Tabii ki bu sözü söyleyen doktor sadece hastayı kast ederek konuşmaktadır ve aslında kast ettiği “her şey” değil “bir tek şey”dir. O da hastanın ahirete intikalidir. Yoksa o “her şey”in içinde hastanın iyileşmesi yoktur, kendisine hitap edilenin başına gelebilecek pek çok olaya karşı tedbirli olma çağrısı da yoktur. Hatta meselâ doktorun tayin olup gitmesi veya hastasından önce ahirete intikal etmesi de o “her şey”e dâhil değildir.

Çok enteresandır ama bu ifade ne doktor ne de hasta yakınları tarafından “Gidin cenaze hazırlıklarına başlayın, mezar yeri falan ayarlayın!” anlamında algılanmaktadır.

Özetle doktorun hasta yakınlarına söylediği “Her şeye hazırlıklı olun!” ifadesi aslında bir tek şeye hazırlıklı olmaya davettir: Ölüme. O da herkesin değil, hasta kişinin ölümüne.

Hâlbuki o an için ölüme hasta kişiden daha uzak gibi duran kişiler gerçekte ölüme ne kadar yakındırlar? Kendisine hasta biri için her şeye hazırlıklı olun denmiş kaç kişi o hastadan önce ahirete gitmiştir?

Gelelim meselenin başka bir boyutuna:

Ölüme hazırlık nasıl yapılır?

Evet, ölüm ve ahiret hayatı için hazırlık konusunda pek çok şey biliyoruz ama soru “Başkasının ölümüne nasıl hazırlanılır?” olunca öylece kalakalıyoruz. Çünkü ölüm ve ahiret için herkes ancak kendi hazırlığını yapabiliyor. Başkaları için ancak ikaz, bilgilendirme ve teşvik yoluyla etkili olabiliyoruz ki hakkında “Her şeye hazırlıklı olun!” denmiş kişi için bunların hiç biri artık uygulanabilir değildir.

Hasta kişi elinde imkânı varken bu hazırlığı kendisi yaptıysa ne âlâ! Yok, yapmadıysa o saatten sonra yakınlarının çok da yapabileceği bir şey yoktur.

Neyse ki, doktorlar da bu ifadeyi bu anlamda kullanmazlar. Onların kast ettikleri mana: “Kısa bir zaman sonra bir yakınınız vefat edecek. Şimdiden ufak ufak üzülmeye başlayın, sonra birden bire çok üzülüp şoka falan girmeyin!” şeklindeki alıştırma sürecidir.

Her neyse! Bu haberi okuduğumda beni üzerinde düşünmeye iten mana bunların hiç biri değildi. Her ne kadar ne doktor ne de hasta yakınları bu ifadeye bu anlamı yükleseler de “Her an her şeye hazırlıklı olun!” ifadesi benim gibi bir haber sitesinde gören için gerçek anlamında algılanabiliyor.

Acaba biz her an her şeye hazırlıklı mıyız?

Meselâ hakkımızda “Her an her şeye hazırlıklı olun!” denmesine ne kadar hazırlıklıyız?

Ya sonrasına?

Hazırlığını sadece kendimizin yapabileceği yolculuk için bir hazırlığımız var mı yoksa doktorların bizim hakkımızda “Her an her şeye hazırlıklı olun!” diyeceği kimselerin son dakikada bir şeyler yapabileceği –boş– hayali ile mi geçiriyoruz günlerimizi?

Bir başkası için söylenmiş “Her an her şeye hazırlıklı olun!” ifadesini, bizim için de her an sevdiklerimiz “hazırlıklı olmak” zorunda kalabilir diye sahiplenenimiz var mı?

Ve kendimiz hakkında her şeye hazırlıklı olmamız için ne kadar hazırlık süremiz kaldığını biliyor muyuz?

Haberde adı geçen sanatçı artık ahirete intikal etti. Ne kadar hazırdı ne kadar değildi ben bilemem. Ancak bundan sonra hazırlık anlamında yapabileceği bir şey yok.

Bununla birlikte bu yazıyı okuyabilen herkesin hazırlıklı olmak adına yapabileceği çok şey var. Haydi!

Muhiddin Yenigün

Tekfir Ahlakı(!)

Her insanın fıtrattan gelen veya adet edinilmiş bir takım özellikleri vardır. Bunlar bilgilerle ve inançlarla harmanlanarak insanların karar ve davranışlarını belirlerler. Öğrenilenler ve inanılanlar, adetlerin hatta zaman zaman fıtratların değişmesinde etkili olabilirler.

Meselâ Hz. Ömer gibi sert ve belki zalim denebilecek davranışlar sergileyebilen biri İslâm inancı ile birleşince adalet kelimesiyle birlikte anılacak bir yıldıza dönüşebilmiştir. Veya içkinin yasaklandığı ayeti duyduğu anda belki sarhoş gezmeyi adet edinmiş sahabeler boğazlarındaki içkiyi bile yutmadan tükürmüş bir daha da ağızlarına içki koymamışlardır.

Bunların dışında insan davranışlarına yön veren bir de nefs vardır. Nefs de insana şeytanın suflesiyle daima kötülüğü telkin eden ve “içeriden” konuştuğu için direnmenin zor olduğu bir donanımımızdır.

İşte bu nefs bilgi ve inanç noktasında da insanları her zaman yanıltıcı telkinler yapar. Meselâ insanlarda bilgili olma ile bilgili olduğunu sanma hissi genellikle ters orantılıdır. İnsan ne kadar az biliyorsa o kadar âlim olduğunu sanır. Zırcahillerse her şeyi bilir(!)

Benzer durum inanç konusunda da mevcuttur. İnsan imanı kuvvetlenip İslâmî yaşayışı kendine hayat tarzı haline getirdikçe daha fazlasını yapma şevki de artar ama bu zayıfladıkça aslında İslâm’ın kendi düşündüğü ve yaşadığı gibi olduğunu, daha da kötüsü öyle olması gerektiğini düşünmeye başlar.

Bir seviye daha inildiğinde ise “Cahil Müslüman” ifadesindeki “cahil” kelimesi ferdi değil İslâm’ı nitelemek için kullanılmaya başlanır. Yani “tembel öğrenci” derken kast edilen öğrenci sıfatını haiz bir kişinin tembel olması gibi değil “kaba taşralı” derken kişinin taşralı olduğu için kaba olduğunun kast edilmesi gibi söylenir. Yani onlara göre Müslümanlar Müslüman oldukları için cahildir. Cahil olmasalar Müslüman da olmazlar.

Nefsin kendinden başkasını yanlışlama telkini maalesef bilgi seviyesinden bağımsızdır. Her bilgi seviyesinden bazı insanların kendinden (ve belki kendisini yetiştiren hocalardan) başka herkesi yanlışlama merakında olduğuna sıklıkla şahit olmaktayız. Bu durumda meseleyi ortaya çıkaran bilgi eksikliği değil nefsle mücadele eksikliği ve sonucunda nefsine esir olmaktır.

İnanç alanında da bu durum tekfir şeklinde ortaya çıkabilmektedir. Sanki nefs insanın kulağına “Oğlum adam şöyle şöyle dedi. Kesin bu kâfir oldu. Bir an önce bunu herkese ilân et ki Cennette ona ayrılan yer sana verilsin!” demiş gibi hata yapmış insanları tekfir etmek kimilerinde artık bir davranış biçimi haline gelmiş.

Hâlbuki bize insanların ayıbını gördüğümüzde bunu saklamamız emredilmemiş miydi?

Burada en çok yanılınan nokta şudur: Bir Müslüman’da küfre dair bir işaret görüldüğünde veya bir kâfirin yapabileceği bir hareket yaptığına şahit olunduğunda, bu onun kâfir olduğunun kesin delili değildir. Bir kâfirin bütün fiilleri küfür olmak gerekmediği gibi bir Müslümanın da bütün fiilleri Müslüman olmayabilir. Herkesin nefsi vardır, nefsine yenildiği noktalar olabilir. Birden fazla delil olsa bile şeran bir insanın küfrüne hükmetme yetkisi herhangi birinde değil sadece müftüdedir.

Tabii kişi kâfir olduğunu ilan etmekten çekinmiyorsa o ayrı…

Birini tekfire yeltenen kişi aslında çok büyük bir riske de girmiş olur. Çünkü tıpkı bedduada olduğu gibi tekfirde de ağızdan çıkan söz havada kalmaz, muhatap ona lâyık değilse söyleyene döner. Durumu Sevgili Peygamberimiz bize şöyle haber veriyor:

“Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.”

Tekfiri adet hatta ahlâk haline getirenlerin içinde bulundukları tehlikenin büyüklüğü bu hadis-i şerifle daha net ortaya çıkmaktadır.

Kaldı ki:

Faiz yemek kâfir davranışıdır ama bir insan faiz haram değil demiyorsa faiz yediği için kâfir olmaz.

İçki içmek kâfirlerin davranışıdır ama içki içmek haram değil demiyorsa içen kâfir olmaz.

Hiç kimse bizim istemediğimiz partiye oy verdi diye de kâfir olmaz.

Büyük günahların, küfre giden yolun parke taşları olması başka bir konudur.

Bir insan bir başkasını bir davranışından dolayı tekfir etmeden önce konu hakkında tüm bilgilere sahip olup olmadığını, o davranışı sergileyen kişinin içinde bulunduğu koşulların ne kadarından haberdar olduğunu da düşünmelidir. Uzuvların göze tabi olması gibi, amel de ilme tabidir. Az amelle ilim, çok amelle birlikte olan cehaletten daha hayırlıdır. Nefsi kendisini bu tip hareketlere davet eden kişi şu hadis-i şerifi aklından çıkarmamalıdır:

Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz.

Başkasının kazanamadığı imtihanları kınamadan önce, kendimizin aynı şartlarda aynı imtihanı kazanıp kazanamayacağımızı da düşünmeliyiz. Kendi şartlarımızda kolayca geçeceğimizi sandığımız o sınavı onun şartlarında da geçebilir miyiz acaba?

İnsanlar, kendilerinin girmediği sınavlara girip de başarısız olanları kınamaktan bir vazgeçseler, ortalık güllük gülistanlık olacak.

Muhiddin Yenigün