Etiket arşivi: münafık

Tereddüt De Güzeldir Bazen

Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer.” Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz’dan.

Taberanî’de nakledildiğine göre; İbn Sa’d es-Saidî (r.a.), Resulullah aleyhissalatu vesselamın şöyle buyurduğunu rivayet eder: Müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır. Münafığınsa ameli, niyetinden daha hayırlıdır. Abdurrahim b. Yahya el-Esved, bu hadisi izah sadedinde der ki:Müminin ameldeki ihlası amelinden daha hayırlıdır. Ebu Talib el-Mekkî aynı hadisi şöyle yorumlar:Niyetler gizlidir ve gizli amellerin sevabı kat kat verilir. (…) Aynı zamanda Allah Teala, bir kula niyeti bahşettiği zaman ihlası da bahşeder ve o kişiyi niyetine gelebilecek afetlerden korur.

Daha bunlar gibi pek güzel izahlar var. Bir tanesini de ben işitmiştim. Diyordu ki: Mümin, bir amele niyet ettiğinde, niyetinde bir saflık vardır. Ama o niyetle amel ettiğinde, işlediği amel, niyetindeki kadar saf kalmayabilir. Örneğin: Bir insan, tam bir ihlas ile cihada niyet edebilir. Ama cihad ederken yaptığı kahramanlıkların ardından insanların iltifatları karşısında (öz nefsinin beğenisi de dahildir buna) ihlasını aynı saflıkta koruması zordur. Yine mesela: Allah rızası için sadaka vermeye niyet eden adam, niyeti amel oluncaya kadar safiyetini bihakkın koruyabilir. Ama amel ortaya döküldüğünde, şahid olanların kendisine göstereceği teveccüh/iltifat karşısında, riyakâr bir tereddüte düşmesi muhtemeldir.

Bütün bu insanî endişelerin yanısıra, ‘Kusur insanın imzasıdır.’ Yaptığı her amele atar onu. Kendisinin olduğunu belli eder. Bu sebeple; niyetken, hayalken veya tasavvurken sorunsuz olan kimi düşler, sahada tamamen insanî vartalarla kusurlu hale gelebilirler. Sen cihad diye kılıcını sallarken, Allah korusun, belki önüne bir masum denk gelir, haddini bilemezsin, incinir. Yahut sadaka niyetiyle bağışta bulunurken, takındığın kem bir tavır, bir fakirin gönül sarayını incitir. Veyahut namaz kıldığın yer necistir, dikkat etmemişsindir, namazına zarar gelir vesaire.

Bana öyle geliyor ki; mümin, ameli ve niyeti arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa, oyunu mutlaka niyetinden yana kullanır. Güvenmez yani amellerine. Ucba düşmez. Hadiste kendisine nasihat edildiği şekilde ‘daha hayırlı olanın’ niyet olduğunu bilir. Amelinden niyetine kaçar. Böyle bir bakış sahibinin, zararlı amelini terketmesi kolaydır. “Niyetim iyi idi. Fakat ne de olsa insanım. Belki de yanlış yaptım/yapıyorum” demesi kolaydır. Çünkü söylem ile eylemin, niyet ile amelin birebir ölçüşmediğini, hadis-i şeriften güzelce ders almıştır.

Mümin, elinden ve dilinden insanların emin olduğu insandır. Fakat aynı mümin, diğer bir yönüyle, asla kendisinden ve akıbetinden veya amellerinden emin olmayandır. Ömerî bir tereddüt taşır içinde her zaman. “Bütün insanlar cennete, bir tek kişi cehenneme gidecek olsa, korkarım ki ben olayım!” der. Zaten onu diğerleri için zararsız hale getiren de bu insanî tereddüttür. “Ya ben yanlıştaysam?” sağlıklı endişesidir. Bu endişe, onu, masivaya karşı daha merhametli, Rabbine karşı daha tevbekâr ve hakikate daima aç bir hale getirir.

Buharî’deki meşhur fitne hadisinde bahsedilen ‘koşanı yürüten, yürüyeni durduran, ayakta olanı oturtan, oturanı yatıran, yatanı uyutan… ‘ müminane tereddüt budur. “Hatalı olan ben miyim?” sorgulamasıdır.

Fakat münafıkta, hadisin de altını çizdiği gibi, işler böyle yürümez. Münafık ahlakının bir yanı ikiyüzlülükse, diğer yanı amelini sorgulatmamaktır. Evet, münafık, konuştuğumuz örneklerden hareketle izah edersek, “Elinden ve dilinden emin olunamayan, ama kendisi her işinin doğru olduğundan kesinlikle emin olan…” insandır. Kalbini de amellerini de sorgulatmaz bu yüzden. İyi niyetli olmasının(!) amellerinin iyi olması için yeterli olduğunu düşünür. Temiz kalbine(!) o kadar inanmıştır ki, elinden yanlış işler sudur edebileceğine ihtimal vermez, verdirmez. İhtar edenleri tekdir, hatta tekfir eder. Bakara sûresinde şöyle anlatılır onların bu hali:

Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. İyi bilin ki, asıl bozguncular kendileridir, fakat farkında değillerdir. ‘Siz de herkesin inandığı gibi inanın’ dendiğinde, ‘O beyinsizler gibi mi inanalım?’ derler. Oysa beyinsizlerin tâ kendisi onlardır, lakin bunu da bilmezler.

Görüyorsunuz ya, ne kadar açık. Amellerinin sahada sorunlar çıkardığı, bozgunculuk yaptıkları, yanlışta oldukları kendilerine hatırlatıldığında nasıl da daha hayırlı buldukları amellerinin yanında yer alıyorlar! O kadar kendilerinden ve yaptıklarının doğruluğundan emin bir halleri var ki.

“Bakın bütün insanlar sizden farklı bir şekilde düşünüyor. Onların sözlerine kulak verin. Onlar gibi bakın/düşünün/iman edin!” denildiğinde de tepkileri nasıl oluyor? “Yahu acaba biz mi yanlıştayız?” diyeceklerine, farklı düşünenleri aşağılamayı seçiyorlar: “O beyinsizler gibi mi inanalım?

Halbuki aslında bu ‘seçilmişlik algısıyla’ aptallıklarını ortaya koymuş oluyorlar. Tıpkı ters yönde giden Temel gibi: Radyoda “Bir araba ters yöne girmiş. Otobanı birbirine katıyor!” diye duyduğunda “Kardaşum ne bi tanesu? Ha bunlarun hepisu ters yolda!” diyebiliyorlar. Halbuki Bediüzzaman demiyor mu: Gayr-i meşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat. Bunların da gayrımeşru tarikleri/yolları onları en nihayet hezimete götürüyor.

O yüzden sen sen ol amellerinden emin olma. İnsanî bir tereddüt hep bulunsun yüreğinde. “Ya ben yanlışsam?” de. “Ya ben yanılıyorsam?” Bu Cenab-ı Hakkın bir lütuf olarak kalbimize bıraktığı, bizi insan kılan, kıymetli bir tereddüttür. Empatiyi ve merhameti arttırır muhataplarımıza karşı. İtirafa ve tevbeye kapı açar. O münafıklara ahlakça benzeme ki; küçük bir zümredirler, ama doğru yolda yalnız kendilerini bilirler, kendi doğrularına uymayan herkesi de tıpkı ayette geçtiği şekilde aşağılarlar. “Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!” buyuruyor Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Ümmetin adamı ol. Ümmetle birlikte yürü. Sıradanlığın içinde huzuru bulursun. Bu arada, cadde-i kübraya bir tarif arıyorsan, belki son paragrafı tekrar okumalısın.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Münafık Mıyız?

Münafık, karışıklık, bozgunculuk çıkaran anlamına gelir. Münafıklar, mümin taklidi yaparak, müminlerin içinde barınmaya çalışan, çıkarcı yapıya sahip, ikiyüzlü insanlardır.İki yüzlü oldukları için bunları tanımak zordur. Münafıklar çeşit çeşittir. Kimi sadece maddi menfaat için müminlerin içindedir, kimi müminlere hırsından dolayı onlara zarar vermek için aralarına girer, kimi de iman eder ancak daha sonra niyetlerini bozar ve inkara saparlar. Ancak hepsinin ortak bir özelliği vardır, o da müminlere düşman olmaları ve bu yönde çaba sarf etmeleridir.

Münafıklar, müminlerden menfaat beklentisi içinde olan ve onların arasında yaşamaya çalışan kişilerdir. Münafıklar, müminlerin arasında yaşadıkları sürece, onlar gibi davranarak, kendilerini gizlemeye çalışırlar. Beklentileri gerçekleşmediğinde veya müminlerin başına bir sıkıntı, zorluk geldiği zaman, onlardan ayrılırlar ve gerçek yüzleri o anda ortaya çıkar. Müslüman topluluğundan ayrılırken, onlara zarar vermeye, aralarındaki birliği bozmaya çalışırlar. Münafık, bukalemun gibidir; bulunduğu araziye göre renk değiştirir. Hedeflerini gerçekleştirmek için diğer münafıklarla ve inkarcılarla işbirliği yaparlar.

Münafıklar, müminler içinde azınlıkta kaldıklarından, “Biz de müslümanız.” deyip, vaziyeti idareye çalışırlar. Müslüman görünmek suretiyle, onların sırlarına vakıf olup, bazı yerlere haber ulaştırırlar, kaleyi içten fethe gayret ederler. Münafığın önemli bir özelliği de, müminlere iftira atmaktır. Bununla kendince müminleri gözden düşürecek, insanlar nazarında kötü gösterecek ve zayıflatacaktır. Yok etmek istedikleri kimseyi, meşru bir gerekçe bulamadıkları zaman şantaj ve iftiralarla yok etmeye çalışırlar.
Münafık, müminle mücadeleden ümidini kestiğinde hilelere başvurur. Böylece açıktan yapamadığını, farklı şekillere bürünerek, değişik renklere girerek yapar; böler ve parçalar, toplumda kargaşanın yolunu açar, şaşkınlıklara sebep olur. Dıştan bakıldığında, yaptıkları toplumun faydasına şeylerdir.Yapılanlar araştırıldığında, deliller ortaya çıktığında, arkasında sinsi planların ve tolumun başına çoraplar örüldüğü görülür.

Yalan, münafığın adeta silahı gibidir. Yalan olmadan varlıklarını sürdüremezler. Çünkü münafık, sıkıştığı zaman kendisini ko­ruyacak bir zırha ihtiyaç duyar. O zırh da yalandır.

Münafık, iki yüzlü bir tiptir ve bu, onların ayrılmaz bir karakterini oluşturur. Onlar Resûlullâh’ın (sav) yüzüne karşı öyle tatlı dilli konuşurlardı ki, görenler gerçekten onları Peygamber aşığı zannederdi. Ancak yanından ayrılır ayrılmaz, hemen asıl hüviyetlerini açığa vurur, yeryüzünde fitne ve fesat çı­karmaya devam ederlerdi. Kur’ân, onların bu durumlarını mealen şu şekilde anlatmaktadır:

“İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit gösterir. Hâlbuki gerçekte o düşmanların en yamanıdır. Senin yanından ayrılınca, ülkede fesat çıkarmaya çalışır, Ürünleri ve nesilleri mahvetmek için uğraşır. Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez. O adama: ‘Allah’tan kork da fesat çıkarma!’ denildiğinde, Kendini benlik ve gurur kaplar ve bu, onu daha fazla günaha sürükler. Böylesinin hakkından Cehennem gelir. Gerçekten ne fena yataktır o Cehennem!” (Bakara suresi, 204-206).
Münafıklığın karakteristik özelliği iki yüzlülüktür. Günümüz tabiriyle çifte standartlılıktır. Müslüman müşterileri çekebilmek için İslamî kıyafetlere bürünüp, ölçü ve tartıda adaleti gözetmeyen, insanları sömürmek için her yolu meşru gören, yalan söyleyen, aldatan tüccar ve esnaf münafıktır. Menfaat elde etmek için bir cemaate, partiye veya sosyal ortamlara girenler münafıktır. İnsan bir şeylere sahip olacaksa, bu meşru yollarla olmalıdır. Helal dairesinde olmalıdır. Müslümanlarla birlikte olduğu zaman mümin kesilen, onlardan ayrılıp İslam dışı bir hayat süren kimselerle bir araya gelince, Müslümanların arkasından konuşan, onların taklidini yaparak eğlenen ve onları karalayan kimseler de münafıktır.

“Dört şey kimde bulunursa halis münafık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır.” (S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32)

Sual : Kafirlerin zemmi hakkında yalnız iki ayetle iktifa edilmiştir. On iki ayetin hülasasıyla münafıklar hakkında yapılan itnab (bir düşüncenin gereğinden fazla sözle ifade edilmesi ) neye binaendir?
Cevap : Münafıklar hakkında itnabı, yani tatvili icap ettiren birkaç nükte vardır:
Birincisi: Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedit olur. dahili olursa, zararı daha azim olur. Çünkü; dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır.harici düşman ise, bilakis, asabiyeti şiddetlendirir, salabeti arttırır. Nifakın cinayeti, İslam üzerine pek büyüktür. alem-i İslamı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindir ki, Kur’an-ı Azimüşşan, ehl-i nifaka fazlaca teşniat ve takbihatta bulunmuştur.
İkincisi: münafık olan, mü’minlerle ihtilat ede ede, yavaş yavaş ünsiyet kesb eder, imanla ülfet peyda eder. Gerek Kur’an’dan, gerek mü’minlerden nifakın kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite pis haletten nefret eder. En nihayet, lisanından kelime-i tevhidin kalbine damlamasına zemin hazırlamak için itnab yapılmıştır.
Üçüncüsü: İstihza, hud’a, ikiyüzlülük, hile, kizb, riya gibi kötü ahlaklar münafıkta var. Kafirde o derecede yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab yapılmıştır.

İnsanların bir kısmı da, mümin olmadıkları halde, “Allaha ve ahiret gününe inandık” derler. (Bakara Sûresi: 8.) (Bediüzaman Said Nursi, İşaratül İcaz, Münafıklar bahsi, s.83)

Münafıkların İslam dinine ve müminlere olan zararı ve tahribatı inanmayanlardan daha büyük ve daha fazladır. Çünkü kafirin küfrü açıktır, insan ona göre tedbirini alabilir. Münafıkların küfrü ise maskenin altında olduğu için, hakikat ile dalaleti fark edemeyenler onları mümin zannederek aldanırlar.

Kur’an-ı Kerim’de, münafıklardan çokça bahisler vardır. Şüphesiz, bu boşuna değildir. Çünkü, düşman tanınmadığında daha çok zarar verir. Pusuda olduğunda daha tehlikelidir. Kalplerinde hastalık bulunan münafıklar, müminlerin içinde yaşadıkları sürece kendilerini çeşitli şekillerde gizlemeye çalışırlar. Allah Kuran’da, müminlerin münafıkları tanımaları ve tedbirli olmaları için, onların bütün özelliklerini ortaya çıkarmıştır. Bu da Rabbimizin münafıklara kurduğu mükemmel bir tuzaktır. Örneğin müminler namazı, Allah ile buluşma vakti olarak değerlendirdikleri için bu randevuya sevinç içinde kalkarlar. Oysa münafıklar, bütün ibadetlerde olduğu gibi, namazı da Allah rızasını gözetmeden, yalnızca gösteriş olsun diye yaptıkları için  isteksiz ve zoraki kalkarlar. Allah’ın anıldığı ortamlardan sıkılır ve Allah’ı çok az anarlar.

Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak çok az anarlar.  (Nisa Suresi -142)

Münafıklar namaza, özellikle de sabah ve yatsı namazlarına ehemmiyet vermez ve bunları geçiştirirler, bu konuda kendilerince mazeretler üretirler. Allah Rasülü (sav) bir hadis-i şeriflerinde;” Münafık kimseye sabah ve yatsı namazlarından daha ağır gelen bir namaz yoktur. Eğer müminler bu iki namazdaki fazileti bilselerdi, sürünerek te olsa mutlaka cemaate gelirlerdi.”buyurur. (Sahih-i Buhari, – Müslim)

Münafıkların en önemli özelliklerinden biride, fitneci bir karaktere sahip olmalarıdır. Bu yönleriyle müminlere sürekli rahatsızlık vermek ve müminlerin arasındaki tesanütü bozmak isterler.

Kendilerine: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde: ‘Biz sadece ıslah edicileriz’ derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değillerdir. (Bakara Suresi -11,12)

Kuran’da fitneci karaktere örnek olarak gösterilen, Hz. Musa’nın kavmindeki münafıkların başı olan Samiri, Hz. Musa’nın yokluğundan istifade ederek, kavmin içine fitne sokmuş ve birçok inananın sapmasına neden olmuştur.

Dedi ki: “Biz senden sonra kavmini deneme (fitne)den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı.” (Taha Suresi – 85)

Münafıkların Kuran’da bildirilen diğer özellikleri ise, inkarcılara sevgi duymaları, güç ve onuru onların yanında aramalarıdır. Oysa Allah pek çok ayetinde müminleri, inkarcıları dost edinmekten men etmiştir. Oysa münafıklar müminleri bırakıp, kendileri ile aynı özelliklere sahip, Allah’a inanmayan, ahireti unutan ve çevrelerinde bulunan herkesin de böyle olması için çaba sarf eden inkarcıları dost edinirler.

“Onlar müminleri bırakıp kafirleri dost edinirler…” (Nisa Suresi -139)

Mü­na­fık ol­duk­ça sin­si­dir, mo­da ta­bi­riy­le sık sık “ta­kiy­e­”ler­de bu­lu­nur. Her­ke­si, her ke­si­mi dost­ça ku­cak­lı­yor gö­zü­kür ama fır­sa­tı­nı bu­lur bul­maz ar­ka­dan han­çer­le­me­yi ih­mal et­mez. Al­dat­ma onun en de­ğiş­mez ka­rak­te­ri­dir. O yüz­den pek çok maz­lum ve mağ­du­run ahı­nı üze­ri­ne alır.
Di­ni ken­di çı­kar­la­rı için kul­la­nan di­li de kul­lan­maz mı? El­bet­te kul­la­nır. Ba­zı mü­na­fık­lar, dil üs­ta­dı­dır­lar. Çok fa­sih, akı­cı ve tat­lı bir üs­lû­ba sa­hip­tir­ler ve çok iyi ko­nu­şur­lar. Ko­nuş­tuk­la­rın­da çev­re­le­rin­de­ki in­san­la­rı ra­hat­lık­la et­ki­ler ve ken­di­le­ri­ni din­let­ti­rir, hat­ta im­ren­di­rir­ler. (Bkz. Mü­na­fi­kûn Su­re­si, 63/4) Kö­tü ni­yet ve mak­sat­la­rı­nı dil oyun­la­rı için­de giz­le­me­ye ça­lı­şır­lar. Efen­di­miz, bir ha­dis­le­rin­de “Üm­me­tim hak­kın­da en çok en­di­şe­len­di­ğim, li­sa­nı çok iyi kul­la­nan mü­na­fık­tır” (Müs­ned, 1/22) bu­yu­ra­rak üm­me­ti­ni ikaz eder.
İmam-ı Gazâlî, ‘Kalplerin Keşfi’ adlı eserinde münafıklığı anlatırken, mümin ve münafığın karşılaştırıldığı şu hadisten bahseder:

“Müminin gözü namazda, oruçta olur. Münafığın gözü ise –hayvanlarda olduğu gibi- yemekte, içmekte, ibadet ve namazdan uzak durmakta olur.

Mümin eli vardıkça sadaka verir. Allah’tan günahlarının affedilmesini diler. Münafık ise, ihtiras ve boş kuruntular peşindedir.

Müminin Allah’tan başka hiç kimsede umudu olmaz. Münafık ise, Allah’tan başka herkese umut bağlar.

Mümin dini yerine malını feda eder. Münafık ise malı uğruna dinini satar.

Mümin Allah’tan başka hiç kimseden korkmaz. Münafık ise, Allah’tan başka herkesten çekinir.

Mümin iyilik işlemekle birlikte ağlar. Münafık ise kötülük işlediği halde güler.

Mümin yalnızlıktan ve kendi başına kalmaktan hoşlanır. Münafık ise girişkenlikten ve kalabalıktan hoşlanır.

Mümin tohum eker, (yapıcı ve üreticidir), kargaşalıktan hoşlanmaz. Münafık ise yıkıcıdır, bununla birlikte emeksiz ürün peşindedir.

Mümin dinin prensiplerine uygun bir idare uğruna emir verir ve yasaklar koyar, düzelticidir. Münafık ise baş olma ihtirası uğruna emirler verir ve yasaklar koyar, yıkıcıdır. Daha doğrusu kötülüğü emrederken iyiliği ve doğruluğu yasaklar.”

Bir yerlerde ne zaman münafık veya münafıklık kelimesi kullanılsa, bu sıfatı asla kendimize yakıştırmayız. Başkaları olabilir ama biz münafık olmayız, diye düşünürüz. Gerçekten de münafıklık gibi alçakça bir hale hiçbir mümin düşmek istemez. Ama bu bir hastalık olunca, biz istemesek de mikrobu barındıran ortamlara girdiğimizde veya mikrobun bulunduğu işleri yaptığımızda, münafıklık mikrobunu taşıyan kişilerle temas kurduğumuzda bulaşma riski yok mudur?

Bu ümmetin en faziletlilerinden birisi olan Hz. Ömer (ra).’ın, münafıklık hastalığına yakalanma konusunda ömrünün sonuna kadar büyük bir endişeyi taşımış olması bize bir şeyler anlatmaz mı?

Tebük seferi dönüşündeydi. Efendimiz (sav)., Huzeyfe (ra)’a bazı münafıkların isimlerini söylemişti. Onları sır olarak saklayacaktı ve kimseye söylemeyecekti. Huzeyfe (ra). da bu sırrı ölünceye kadar muhafaza etti.

Hz. Ömer (ra), Rasul-i Ekrem (sav).’in vefatından sonra bir cenaze olduğunda Huzeyfe (ra).’ı takip eder, eğer cenaze namazını kılarsa kendisi de kılardı, kılmazsa o da terk ederdi. Çünkü Huzeyfe (ra). münafıkları bildiği için öldüklerinde cenazelerini kılmazdı. Hatta Hz. Ömer (ra)., Huzeyfe (ra).’ın isimlerini bildiği münafıklar arasında kendi isminin de bulunmuş olmasından endişe eder, bazen dayanamayıp Huzeyfe (ra).’a onların arasında olup olmadığını bile sorardı.

Hz. Ömer (ra).’ın endişe duyduğu bir konuda biz nasıl kendimize bu kadar güvenebiliriz?

Kur’an-ı Kerim’de, “Münafikûn” ismiyle müstakil bir sûrenin yanında 300’den fazla âyette münafıklardan bahsedilmektedir. Bu durum, İlâhi vahyin bu konuya ne denli önem verdiğini göstermesi adına dikkat çekicidir.

Kur’an’ın münafıklık konusuna geniş yer vermesinin pek çok hikmeti vardır. Bu hikmetlerin bazıları şunlardır: Din, iman düşmanlarının açıktan açığa diyanet ve mukaddesata hücum etmelerine karşılık münafık, çok defa dinî, millî ve vatanî değerlere saygılı görünerek, hatta onları şahsî menfaat ve çıkarı için sürekli öne çıkartarak istismar eder, manevî ve ahlakî değerlerin altını oyacak şekilde davranışlar sergiler. Evet, münafık, gövdenin içine giren kurtçuk gibi, toplumunun ahlak ve değerlerini gizliden gizliye yok edecek bir hayat yaşar. Bu sebepledir ki Kur’ân, münafıklar üzerinde uzun uzun durur ve bunların hileleri üzerinde müminleri sürekli uyarır.

Müslümanların dikkatle sakınmaları gereken münafıkların başında, İslâmî cemaatlerin içine sızan ajan-provakatör münafıklar gelir. Bunlar, müminlerin arasını açmak, onları birbirine düşman ederek güçlenmelerini ve tehdit unsuru olmalarını önlemek için çalışırlar. Müslüman cemaatlerin birbiri aleyhinde asılsız yalanlar ve iftiralar üretirler. Temelsiz ve suni fikri ayrılıklar icat ederler. Feraset sahibi mümin münafıkları her ortamda tanır.Bir cemaat içinde bulunan bir kişi, elinde deliller olmadığı halde, diğer cemaatleri kötülüyorsa, devleti idare edenleri asıp kesiyorsa, onlar hakkında kesin kararlar verip, cezalandırıyorsa bu kişilere dikkat etmek gerekir. Çevrenize dikkat edin, ağzı olan konuşuyor. Elimizde hiçbir delil yok duyduğumuza, okuduğumuza, dinlediklerimize güvenerek ahkam kesiyoruz. Bu insanı uçuruma götürür. Bir Müslümanın, söylediği ve yaptığı her şeyde Allah’tan korkması, nefsini murakabe etmesi ve söylediği her kelimeden hesaba çekileceğini hatırlaması gerekir. “Kişinin her duyduğunu söylemesi, ona günah olarak yeter.”(Hadis-i şerif)  Her hangi bir kişi veya olay hakkında son sözü söylerken çok dikkat edilmelidir. Konuşurken empati yapıyor muyuz?. Söylediğimiz sözü mümin olarak mı, yoksa münafık olarak mı, söylüyoruz. Yani nefsimiz mi konuşuyor, yoksa vicdanımız mı? Nefsi konuşturup insanlar ve olaylar hakkında, kararlar veriyorsak, dikkat bu yolun sonu münafıklığa çıkar…

Müslüman, münafıklık özelliklerini bilmeli, bu tür özellikleri taşımaktan şiddetle kaçınmalı ve bu tür özellikleri taşıyan kimselerle dostluk kurmamalıdır. Yoksa zamanla onun davranışlarında da aynı tür özellikleri görmek kaçınılmazdır. İnsanı nifaka, münafıklığa sevk eden şey dünyevi menfaatler ve şeytani telkinlerdir. Dünyanın gelip geçici, ahiretin ise kaçınılmaz son olduğunu aklından çıkarmayan müminler şeytanın etkisinden kolay sıyrılarak nifaktan uzak durabilirler. Dünyayı Allah’tan çok seven, ahireti hiç aklına getirmeyen kimseler Allah’a ve ahiret gününe iman ettiklerini söyleseler bile bu onlara bir fayda sağlamaz. “İnsanlardan bazıları Allah’a ve ahiret gününe iman ettiklerini söylerler oysa onlar mümin değillerdir. Onlar, Allah’ı ve müminleri aldatmağa uğraşırlar; fakat kendilerinden başkalarını aldatamazlar da farkında olmazlar.” (Bakara suresi, 8-9 )

Evet, şimdi her birimiz kendimize soralım: Acaba münafık mıyım? Herkes kendi cevabını versin… Hz. Ömer (ra).’ın endişe duyduğu bir konuda biz nasıl kendimize bu kadar güvenebiliriz?

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Her şeyin ilacı iki rekat namaz..

Şafakta kılınan iki rekat namaz bir yana, tüm dünya serveti diğer yana. Efendimiz (asm) bizi uyarıyor. ”Dünyada hayra hizmet etmeyen servetleri, ahirette sahiplerine fayda sağlamayacaktır”

Aleyhissalat-ü ves’selam Efendimiz, şafakta kılınan iki rekat namazın eşsizliğini unutamayacağımız ifadeyle şöyle haber vermiştir:

”Fecir vaktinde kılınan iki rekat namaz dünyadan da, içindekinden de hayırlıdır!..

Neden böylesine önemlidir şafakta iki rekat namaz?

Çünkü dünya da, içindeki mal, mülk de ahirette geçer akçe değildir. Ancak iki rekat namaz orada geçer akçedir. Dünyada kalan servetin sağlayamadığı faydayı sağlayacak, sahibini Cennet nimetlerine kavuşturabilecektir.

Nitekim burada dünyanın servetine sahip olan nice ibadetsizler, orada yoksulluk içinde kıvranırken, ibadetinde ihmale düşmeyen nice yoksulların da orada Cennet nimetleriyle zenginleştikleri görülecektir.

Demek ki, dünyada hayra hizmet etmeyen servetleri, ahirette sahiplerine fayda sağlayamayacaktır; ama amel defterinde yazılı iki rekat namazları orada onları her türlü Cennet nimetlerine sahip kılacaktır.

Öyle ise özellikle yaz gecelerinde erken yatıp erken kalkmalı, şafakta teheccüd’den sonra gelen imsak’la güneş doğması arasındaki eşref vakitte, dünyadan da kıymetli olan sabah namazını mutlaka vaktinde kılmalıdır.

Bunun için yatarken, sabah namazına mutlaka kalkacağım niyetiyle yatmalıdır. Bu vicdani karar, onu ibadete uyandıracak, dünyadan da kıymetli olan şafak vakti ibadetini zamanında yaptıracak, uykuya dalıp da sonra vicdan azabı çektirmeyecektir.

Bununla beraber, insanlık halidir bu, hiç arzu edilmediği halde kalkamaz da, namazı güneşten sonraya kaldığı da olursa ne olacak?..

Artık her şey mahvoldu gitti diyerek ümitsizliğe düşmek fevkalade yanlıştır.

Bu durumda yapılacak ilk iş: Güneşin doğmasıyla başlayan (45 dakikalık) kerahet vakti çıktıktan sonra öğlenin kerahet vakti girinceye kadarki zaman içinde sünnetiyle birlikte kılamadığı farzı hemen kaza etmek, namaz borcuyla kalmamaya özel bir dikkat göstermektir.

Bu gibi ihmallerde mühim bir husus şudur:

İnsan istek dışı da olsa hatalarının üzüntüsünü derinden derine duymalı, vaktinde kılamadığı namazının vebalini sırtına yüklenmiş bir dağ ağırlığında her an hissetmelidir. Bu sebeple bir an evvel namazı kaza ederek, bu ağır yükten kurtulma gayreti içinde olmalıdır.

İhmal ettiği ibadetinden dolayı bu üzüntüyü duymamak, vicdan azabı çekmemek, tabiri caizse kılı bile kıpırdamamak ise hayra alamet değildir. Çünkü üzüntü duyan insan, kendisini üzen yanlışla tekrar yüz yüze gelmek istemez. İbadetlerini vaktinde yapma azmi içinde olur. Nitekim bu konuda Efendimiz’in (sas) çarpıcı ikazı şöyledir:

“Mümin, günahını üzerine yıkılacak dağ gibi büyük görür, tedbir alır. Münafık ise burnu ucuna konmuş sinek gibi küçük görür, kayıtsız kalır!..”

Günahını büyük görme duygusu, tekrar etmeme tedbirine sevk ederken, küçük görme duygusu da tekrar etmekten çekinmeme umursamazlığına iter. Halbuki tekrar edilmeyen büyük günah küçülür, ısrar edilen küçük günah ise çoğalarak büyür, küçük damlalardan meydana gelen sel gibi sahibini günah bataklığında boğar. İşte bütün bunlardan sonra demek istiyorum ki:

Özellikle yaz aylarında bu konular daha çok hatırlanmalı, ibadetleri vaktinde yapma titizliğimizi daha çok hissetmeli, hadisin ikaz yüklü müjdesini hep birlikte tekrarlamalıyız:

Şafakta kılınan iki rekat namaz, dünyadan da, içindekinden de hayırlıdır!..

Demekki bizim için en hayırlı olan, namazları vaktinde kılmaktır.

Ahmet ŞAHİN

Sen onları konuşma biçimlerinden tanırsın!

Mü’min demek, feraset sahibi insan demektir. O, Allah’ın verdiği nur ile bakar. Ancak bu nura kavuşmanın bir bedeli vardır; o da, Allah’ın ve Resulünün öğütlerini ciddîye alarak çalışmaktır.

Sen onları konuşma biçimlerinden tanırsın.” (Muhammed Sûresi, 47:30)

Mü’mini “feraset sahibi” olarak niteleyen bir hadis-i şerif, mü’minin ince anlayış ve seri kavrayış sahibi olduğunu, hadiselerin içyüzüne nüfuz edebilen bir bakışa sahip bulunduğunu ifade etmektedir. Ancak insanlar analarından böyle bir yetenekle doğmadıkları gibi, sadece “İman ettim” demekle de oturdukları yerden bu yeteneğe sahip olamazlar. Bu, ancak Kur’ân’ın terbiyesi altında kazanılacak olan bir beceridir ki, hadisin devamındaki “Mü’min Allah’ın nuruyla bakar” sözünde bu hakikate bir işaret bulmak mümkündür. Zira birçok âyetinde Kur’ân bizzat kendisini “nur” olarak nitelemiştir.[1]

Hayata bakışı Kur’ân’ın terbiyesi altında şekillenen bir insan, Allah’ın nuruyla bakan bir insan demektir. Bu ise, Kur’ân’ın irşadına kulak vermek ve onun derslerini ciddîye almak suretiyle mümkün olur.

Bir önceki bölümde ele aldığımız Bakara Sûresinin âyetindeki “Sen onları yüzlerinden tanırsın” hitabı, bu hakikatin bir örneğini içeriyordu. Orada söz konusu olan kişiler, kendilerini Allah yoluna vermiş yoksullar idi. Başkalarına dertlerini açmadıkları için zengin sanılan bu kişileri Peygamberin yüzlerinden tanıdığı bildirilmiş, mü’minlere de böyle bir beceriye sahip olmak hedef olarak gösterilmiştir.

Bu âyete gelince, o da münafıklardan söz etmekte ve yine Peygambere hitaben “Sen onları konuşma biçimlerinden tanırsın” buyurulmaktadır. Âyetin tamamı şöyledir:

Dileseydik Biz onları sana gösterirdik de yüzlerinden tanırdın. Ama sen onları konuşma biçimlerinden de tanırsın. Allah ise bütün işlerinizi bilir.

Bakara Sûresindeki âyet ile karşılaştırdığımızda, bir fark hemen dikkatimizi çekiyor:

Orada “Sen onları yüzlerinden tanırsın” buyurulmuştu. Burada ise yüzlerinden değil, konuşma biçimlerinden çıkarılacak bir sonuç söz konusu edilmektedir. Bunun anlamı ise şudur:

Münafıkları tanımak, yüzlerinden tanınırcasına net bir tanıma değil, ancak bir kısım belirtilerinden yola çıkarak varılacak bir neticedir. Bu ise daha fazla beceri, daha yüksek seviyede bir feraset ister.

Münafıklar konuşma biçimlerinden nasıl tanınır?

Kur’ân-ı Kerim, bazı âyetlerinde buna dair ipuçları vermiştir.[2] Bu âyetler, onların etkili bir biçimde konuştuklarını ve sözlerinin hoşa gidebileceğini bildirmektedir.

Ancak “Şunu söylerse veya şöyle söylerse münafık olduğunu anlarsın” şeklinde, herşeyi ayan beyan ortaya koyan bir formül sunulmamıştır. Bununla beraber, Kur’ân’ın münafıklardan söz eden pek çok âyeti vardır; bu âyetlerin onlar hakkında anlattığı şeyler kâfi bir ders olarak görülmüş ve gerisi mü’minin ferasetine bırakılmıştır. İşte, bu âyet-i kerime de, Peygamberin münafıkları tanıma konusundaki üstün sezgisinden söz ederken, aynı zamanda, mü’minlere de—tıpkı Bakara Sûresinin âyetinde olduğu gibi—bir hedef göstermekte ve “Düşmanlarınızı ayırt etmekte siz de Peygamberiniz gibi olun” demektedir.

Münafıklar hakkındaki ipucu olarak konuşma biçimlerinin verilmiş olması dikkat çekicidir; bu noktanın ihmal edilmemesi gerekir. Zira tuzakların ekserisi tatlı bir dilin ardında saklanır. Nice safdiller, nice cinayetleri birkaç güzel sözle unutuverir de kırk yıllık düşmanının bir anda dost oluvereceği zannına kapılır.

Nitekim, Kur’ân’ın “Sen onları konuşma biçimlerinden tanırsın” sözüyle hitap buyurduğu Peygamberimiz de âhir zamanda ortaya çıkacak “sözleri baldan tatlı, kalpleri kurt kalbinden vahşî” kimseler hakkında ümmetini uyarmıştır.[3]

Mü’min demek, feraset sahibi insan demektir. O, Allah’ın verdiği nur ile bakar. Ancak bu nura kavuşmanın bir bedeli vardır; o da, Allah’ın ve Resulünün öğütlerini ciddîye alarak çalışmak, çabalamaktır.

Eğer biz bu bedeli ödemekte gevşeklik göstermezsek, dostumuzu ve düşmanımızı ayırt etmekte de fazla zorlanmayız. Onlardan kimini yüzünden tanırız, kimini konuşma biçimlerinden. Kimini bir bakışta, kimini biraz çaba ile teşhis ederiz. Ama birini diğerine karıştırmayız. Dostumuzu ihmal etmez, düşmanımızın elinde oyuncak olmayız.

Lâkin İslâm toplumlarının bugünkü haline baktığımızda şunu da sormadan edemiyoruz:

Acaba Kur’ân’ın bizden istediği bedeli ödeyebildik mi?

Ümit ŞİMŞEK

 [1] Bkz. Nisâ Sûresi, 4:174; Mâide Sûresi, 5:15; Şûrâ Sûresi, 42:52; Tegabün Sûresi, 64:8.

[2] Bkz. Bakara Sûresi, 2:204; Münafikun Sûresi, 63:4.

[3] Tirmizî, Zühd: 60.