Etiket arşivi: münazarat

Said Nursi Işığında Ermeniler

said nursi ve ermeni meselesiErmeni meselesine dair tartışmalar, yaşadığımız ülkenin ve dünyanın gündeminde sık sık yer almaya başladı. Her ne kadar meselenin hakikatinin anlaşılması için ileriye doğru adımlar atılmış olsa da önyargıların olanca gücüyle hâkim olduğu ve kronikleştiği bir ortamda bu meselenin vuzuha kavuşturulması oldukça zor.

Çünkü geçmiş; ‘sahiplenilen’ bir tezi ispatlamak / güçlendirmek amacıyla delil bulma yeri olarak görülüyor. Hâlbuki ‘sahiplenilen’ bir tezi ispatlamak için değil de gerçeği arama maksadıyla ‘Geçmişte neler oldu?’ sorusu sorulduğunda ve tüm tarafların sesine kulak verildiğinde meselenin hakikatini anlama imkânı doğacaktır.

Bu yazıda, geçmişte yaşanan olayların bugün etkisi devam eden bazı sonuçları, yani birtakım güncel sorunlar ve çözüm imkânları üzerinde durulacaktır. Üzerinde duracağımız güncel sorunlar; önyargılar, insanlar arasında nefretin yerleşmiş olması ve geçmişte yaşananların bugünkü adaletsizlikleri meşrulaştırmak için kullanılıyor olmasıdır. Bazı yanlış anlamaların önüne geçmek için İslamî literatürde yer alan buğz ile bu yazıya konu olan nefretin farklı şeyler olduğunu özellikle vurgulamak gerekiyor. Bugün yaşayan insanların hiçbirisi geçmişte vuku bulan acı olaylarda aktör değildi. Aynı dine mensup olmak ya da aynı soydan gelmek daha öncekilerin yaptığı hatalardan sorumlu tutulmayı gerektirmez.

Geçmişte olanların doğru bir şekilde kavranması ve anlaşılması, güncel sorunların çözümüne katkı sağlayacaktır. Güncel sorunlar çözülebilirse, geçmişte neler olduğunun doğru bir şekilde anlaşılması daha kolaylaşacaktır. Bu iki süreç birbirini destekleyecektir.

Nefretin ve önyargıların yeni nesillere nasıl aktarıldığı üzerinde biraz durmak gerekiyor. Geleneğin içinde gömülü olarak iletilen değer, tavır ve davranış şekilleri, insan ilişkilerine yön verir. Gelenek donuk değildir, yavaş da olsa değişir ve ona meydan okumak elbette her zaman mümkündür. Gelenek birçok müspet öğeler içerse de ön yargılar ve normalleştirilmiş adaletsizlikler gibi menfi öğeler de içerebilir. Geleneğin katmanları olduğu ve bu katmanların birbirini etkilediği unutulmamalıdır. Bir ailenin geleneği olduğu gibi, bir muhitin ve bir coğrafyanın şekillendirdiği faklı farklı katmanlar da vardır. Bu katmanlar arasında ters düşmeler olabileceği, örneğin aynı konuda biri müspet şeyler iletirken diğerinin menfi şeyler aktarabileceği akılda tutulmalıdır.

İnsanoğlu, dünyayı, olayları ve kendini geleneğin ilettikleriyle anlamlandırır ve kendini ait hissettiği daireyi çoğu zaman gelenek üzerinden tanımlar. Bu dairenin içinde kalanlar bizi oluştururken, dışarıda kalanlar ötekileri oluşturur. Elbette aidiyet hissedilen tek bir daire yoktur. Akrabalık, arkadaş grubu, memleket, millet ve din vb. üzerine temellendirilmiş birçok daireye kendimizi ait hissederiz. Dairenin dışında kalanlarla ilişkiler, dairenin içinde olanlarla ilişkilere nispeten daha çok sorun yaşanılan ve adaletsizliklerin ortaya çıkma ihtimali yüksek olan ilişkilerdir. Dairenin dışında kalanlara karşı nefret besleniyor ve önyargılı yaklaşılıyorsa ilişkilerde sorun yaşanması kaçınılmaz olur.

Bir Bütünün Parçası Olarak Ermeniler

1877’de dünyaya gelen Nursi, tarihin Osmanlı Devleti için çok hızlı aktığı bir döneme tanıklık etti. Değişik müderris ve âlimlerden ders alırken şahsi okumalarıyla da kendini geliştirdi. Seyahatleri sırasında yaşadığı bölgenin sorunlarını yakından idrak etti. Sorunlara karşı kayıtsız kalmadı ve aktif bir şekilde çözüm bulmaya çalıştı. O dönemde en büyük üç sorun olarak gördüğü cehalet, zaruret ve husumetin önüne geçmek için mücadele verdi. Bölgede huzurun sağlanması ve bölgenin gelişmesi ancak bu üç sorunun halledilmesiyle mümkün olabilirdi. Ermenilerle bölge halkı arasında oluşan gerilimin kaynağı da bu üç ana sorundu: “Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.” (Münazarat, s:68-9.)

S. Nursi, doğudaki aşiretler arasında dolaştı ve üç büyük sorunun üstesinden gelmek için aşiret mensuplarının neler yapması gerektiğini anlatmaya çalıştı. Bu seyahatleri sırasında ona sorulan sorular halkın kafasının birçok konuda karışık olduğunu gösterir. Aşiret mensupları, gayri Müslimler ve onlara tanınan yeni haklar hakkında birçok soru sordular.

Aşiret mensupları, meşrutiyetle birlikte gayr-i Müslim unsurlara tanınan özgürlüklere itiraz ettiler. İslam’ın bizatihi bu özgürlüklere izin verdiğini belirterek onlara şöyle cevap verdi: “Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise, şer’îdir.” Ardından, başka devletlerin sınırları içinde Müslümanların yaşadığını ve onların hak ve özgürlükleri olduğu gibi Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-i Müslimlerin de hak ve özgürlükleri olması gerektiğini ifade etti. (Münazarat, s:60-1.)

Gayr-i Müslimlerin devlet kadrolarında görev almasına ve özelikle kaymakamlık gibi idari görevleri ifa etmelerine de itiraz edildi. Çünkü bu tür memurluklar reislik gibi telakki ediliyordu. Aşiret bağları güçlü olduğu ve aşireti bir reis yönettiği için idareci olarak bir gayr-i Müslim idareciyi kabullenmekte zorlanıyorlardı. Nursi, Meşrutiyet’le birlikte hükümetin ve memurların halkın hizmetkârı olduğunu belirterek onların da bu görevleri yapabileceğini belirtti. Memurlar, reis değil aksine halkın hizmetkârlarıydı. Bu bağlamda, gayr-i Müslim ülkelerde ikamet eden Müslümanların da yaşadıkları ülkelerde benzer görevleri yapabilmeleri gerektiğine vurgu yaptı. (Asar-ı Bediiye, s:324-5.)

Aşiret mensupları, gayr-i Müslimlerle eşit kabul edilmeye de itiraz ettiler. Onlara hukuk kurallarının herkese aynı şekilde tatbik edilmesi gerektiğini şöyle izah etti: “Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder? Kellâ… Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî [sıradan] bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbî’nin miskin [fakir] bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.” (Münazarat, s:66.)

Hem aşiretlerin kendi aralarında hem de Müslümanlarla gayr-i Müslimler arasında husumet vardı. Aşiretler arasındaki düşmanlıklar ve eşkıyalar bölge halkının güvenliğini tehlikeye sokuyor ve bölge halkına zarar veriyordu. Meşrutiyet öncesinde yöneticilerin geliştirdiği bazı çözümler ve onların uygulaması da “eşkıyalık ve husumet derdiyle mültehib bulunan o vücuda iltihabı tezyid ed[iyordu] (Asar-ı Bediyye, s:295). Sorunları çözmeye çalışırken sorunların daha da büyümesine sebep oldular. Nursi, böyle bir ortamda mevcut kargaşa ve karışıklıkları önlemeye çalışarak Osmanlıyı oluşturan unsurların ittihadını sağlamaya çalıştı. Örneğin, aşiretler arasında çıkan anlaşmazlıklarda arabulucu oldu ve sorunların büyümeden çözülmesini sağladı.

Nursi’ye göre, Osmanlıyı oluşturan farklı unsurlar arasında ittihadın çözülmesinin sebeplerinden birisi; “bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edeme[mektir.]” (Münazarat, s:67.) Farklı etnik ve dini aidiyetleri olan topluluklar, Osmanlı toprakları içinde uzun bir süre barış içinde yaşadı. Adil muamele gördükleri ve haklarını kullanabildikleri sürece farklı grupların bir arada yaşayabilmesi mümkün oldu. Adaletten sapıldığı ve bazı haklar engellendiğinde huzursuzluklar çıkmaya başladı.

Dostluk Hayat Bulacak

Aşiret mensupları Ermenilerin kendilerine düşmanlık ettiğini, bu yüzden onlarla ittihat etmelerinin zor olduğunu beyan ettiklerinde yeni bir döneme girildiğini hatırlatarak onlara şöyle cevap verdi: “Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.” (Münazarat, s:67-8.) Ermenilerin uyandığını ve terakki ettiğini, bölgedeki aşiretlerin ise uykuda olduğunu belirterek, Ermenilerden öğrenilecek çok şey olduğuna vurgu yaptı. Çünkü, “[Ermeniler] uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyât tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar. İşte şu noktalara binâen, onlarla ittifak etmek lâzımdır.

Dostluğa bugün de ihtiyaç var. Çünkü Türkiye’nin uluslararası arenada daha kuvvetli olabilmesi ve hareket sahasının genişlemesi için Ermenilerle olan sorunları halletmesi gerekiyor. Mevcut durum, Türkiye’nin uluslar arası alanda etkinliğini azaltıyor. Sorunların halledilmesi iki taraf için de oldukça yararlı olacaktır.

Nursi, “[Ermeniler] Zîrâ komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur.” sözleriyle, onlarla dost olmanın gerekliliğine vurgu yapıyordu. Günümüzde ise, sınırların her türlü etkileşime karşı set olarak kullanılmasından dolayı bu eski dostlar birbirlerine oldukça yabancılaşmış durumdalar. Hiçbir iletişimin olmaması düşmanlıkları giderek artırmaktadır. Çünkü kişi bilmediğinin düşmanıdır (Lemeat, s:2). Bu eski komşular arasında irtibatın tekrar sağlanması gerekir. İrtibat tesis edildikçe birbirlerini daha iyi tanıyabilir ve önyargılar yıkılabilir.

Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin’ (Maide, 51) mealindeki ayeti delil göstererek Ermenilere muhabbet edemeyeceklerini ileri süren aşiret mensuplarına şöyle cevap verdi: “Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse her bir Müslüman’ın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!” (Münazarat, s:70-1.)

Said Nursi, insanların sıfatlarına vurgu yapar ve sıfatlar üzerinden insanlar arasında muhabbet ve dostluk köprüsü tesis eder. Bazen, bir özelliğine veya bir sıfatına bakarak bir kişi hakkında ‘menfî’ diye hüküm verilebiliyor. Hâlbuki bir insan hakkında kötü birisi olduğuna hükmetmek öyle kolay bir iş değildir. Oysaki biraz düşünülse, o kişinin muhabbete layık birçok sıfat taşıdığı görülebilir.

Bunlara İlişmeyiniz!

Birinci Dünya Savaşı öncesinde kendi medresesinde talebelerine ders verirken Ermeni çetelerine karşı mücadele etmek için talebelerine aynı zamanda silah kullanmasını da öğretiyordu. Silahlar ve kitaplar yan yanaydı. Ermeni çetelerine ve Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Ruslara karşı savunma hattında görev aldı ve mücadele etti: “Van – Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla, Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu.” (Tarihçe-i Hayat, s:518.)

Ermeni çetelerine ve Ruslara karşı vatanını müdafaa ederken bile masumları korumaya devam etti. Tarihçe-i Hayat’ında yer alan bir olay bunu çok güzel bir şekilde gösterir. Ermeni çeteleri geri püskürtüldüğünde bölgede yaşayan bazı Ermeni kadın ve çocukları kaçamadı ve geri kaldı. Onları bir yere topladı ve “Şer’an bunlara dokunmak caiz değildir” diyerek halkın onlara zarar vermesini önledi. Ardından, onları, Ermeni fedailerine teslim etti. (Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, s:376.)

Bediüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere, ‘Bunlara ilişmeyiniz!’ diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler.” (Tarihçe-i Hayat, s:99.) Bu müspet hareket hemen karşılık bulmuştur. Ermeni fedaileri de haber göndererek artık Müslüman çocuklarına zarar vermeyeceklerini bildirmişlerdir.

Asayişi Muhafaza

Nursi, bir gruba mensup olan bir kişinin yaptığı hatanın tüm gruba genellenemeyeceğini düşünüyordu. Bazı üyelerin hatasından hareketle tüm grup üyeleri hakkında menfi düşünülemezdi. Aşağıda zikredilen olayda yaptığı izah bunu çok güzel gösterir. Ermeniler hakkında genel bir hüküm vermek ve ferdî hataları gruba genellemek yerine, sadece hatayı yapanı sorumlu tutarsak herkes için adaletin sağlanması kolaylaşır.

Bölge halkından devlete isyan etmek isteyenleri bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalıştı. O dönemde Bitlis’te Şeyh Selim devlete başkaldırdı ve Bitlis Hadisesi vuku buldu. Bazı komutanların dine muhalif hareketleri isyanın gerekçelerinden biriydi. İsyana karşı çıkan Nursi, ileriki yıllarda isyan teşebbüsünü şöyle değerlendirdi: “Eski Harb-i Umumî’den biraz evvel, ben Van’da iken, bazı dindar ve müttakî zatlar yanıma geldiler. Dediler ki: ‘Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.’ Ben de dedim: ‘O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem.’ O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi.” (Şualar, s:315.)

Kur’an-ı Kerim’den aldığı dersle asayişi muhafaza için etrafındakilere şu hatırlatmayı yapıyordu: “Bir hanede veya bir gemide bir tek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur’âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu bir tek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan, dâhilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur’âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.” (Emirdağ Lâhikası, s:382)

Sonuç Yerine

Genelde kimin daha çok kayıp verdiği ve daha çok acı çektiği üzerinden hangi tarafın haklı olduğu ispat edilmeye çalışılıyor. Bu bakış açısı, güncel sorunlara çözüm üretmekten yoksundur. Aksine sorunların devam etmesine katkı sağlıyor. Hem Ermeniler hem de Müslümanlar geçmişte yaşananların günahını / sorumluluğunu şu an yaşayanlara yüklememeli.

Bir Müslüman, bu tür olaylarda, haksız yere bir kişiyi öldürmenin tüm insanlığı öldürmek gibi olduğu (Maide, 32) prensibi ve kul hakkına girip girmediği kıstası üzerinden değerlendirme yapmalıdır. Onun kul hakkı ihlal edilmiş olsa bile bu durum onun başkalarının hakkına girmesini meşrulaştırmaz. Elbette zulüm tasvip edilemez ve zulmü önlemek için mücadele etmek gerekir. Bu mücadelede ‘biz’i oluşturanların, aynı daireye mensup olduğumuz kişilerin yaptığı zulümler istisna tutulmamalıdır. Günümüzde her iki tarafta öteki olarak gördükleri ile ilişkilerini ve bakış tarzlarını gözden geçirmelidirler. Hareket noktamız ön yargılar olmamalı, aksine kendimiz ve herkes için adalet olmalıdır.

Nursi, insanların kendi hürriyetleri kadar başkalarının hürriyetlerine saygı göstermelerini istiyordu. Bunu şöyle ifade etmişti: “Sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı başkasının hürriyetini bozmamaktır.” (Münazarat, s:58.) İnsanın özgürlüğü sınırsız değildir. Bir arada sorunsuzca yaşayabilmek için insanın kendi özgürlüğüne değer verdiği kadar başkalarının da özgürlüklerine değer vermesi gerekiyor.

Son olarak, hayatını insanlığın imanını tesis ve güçlendirmeye adayan Bediüzzaman Said Nursi’nin iman ile hürriyet arasındaki ilişkiyi açıkladığı bir pasaja yer verelim: “Zirâ, rabıta-i imân ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek imân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet…” (Münazarat, s:59)

Araştırmacı Yazar, Celil TAŞKIN
25.04.2009

Zekanın Hayırsızı

Nur Külliyatında cerbezenin, ‘kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi’ olduğu ifade edilerek şu tarif getirilir: ‘hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik’ olmak. (İşarat-ül İ’caz, 23).

Bir misâl: Avrupa hayranı birisi, orada gördüğü bütün güzellikleri övgülerle sıralar, sonra başlar bizdeki noksanlıkları tek tek anlatmaya. Ve ortaya öyle bir tablo çıkar ki, sanki bütün güzellikler orada, bütün çirkinlikler de bizde toplanmış. İşte bu, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle ‘Avrupa’nın mehasinini mesavimizle muvazene etmek’tir ve bir cerbezedir. Kaldı ki, Avrupa’nın güzelliği diye takdim edilen şeyler, ne oradaki insanların faziletlerinden, ne de Hıristiyan dininden kaynaklanmaktadır. Bunların tamamı, menfaat esasına bina edilen ve hassasiyetle uygulanan disiplinli bir sistemin meyveleridir.

Bu konuda bir hatıramı nakletmek isterim. Avrupa’da bir dostumdan şunları dinlemiştim: “Bizde belediyeler zemin katta oturanların kira ücretlerini düşük tutarlar. Buna karşılık, kar yağdığında evin önünün temizlenme görevini de zemin katında oturan kiracıya yüklerler. Bu görevin yapılıp yapılmadığını sıkça kontrol etmelerine gerek yoktur. Öyle bir ceza sistemi getirilmiştir ki, kiracı kar yağar yağmaz hemen dışarı fırlar ve evinin önünü temizler. Çünkü, oradan geçen bir adamın kayma sonucu ayağı kırılsa, onun bütün tedavi masraflarını o kiracı ödeyecektir. Bu ise çok büyük bir yük tutar.” Şimdi, kanun korkusuyla kapısının önünü derhal temizleyen sefih bir Batılıyı, bu konuda ihmalkâr davranan faziletli bir Müslümandan daha üstün göstermeye çalışmak tam bir cerbezedir.

Nur Külliyatında konunun bir başka yönü şöyle nazara verilir: “Cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şeyi temaşa eder.” (Münazarat, 35) Üstadın bu ifadeleri, bazılarının hacılara sıkça çatmasını hatırlattı bana. Burada da bir cezbeze sözkonusudur. İnsan kuldur, hata yapabilir. Ama bu hatayı yapan hacı ise, hata her nedense, doğrudan, hacılar hanesine yazılır. Bütün hacıların işledikleri hatalar aynı hanede toplanır ve sonunda büyük bir hata kümesi çıkar ortaya. İşte, denilir, bütün bu hataları işleyenler hep hacılardır. Bu ulvî müesseseye böylece hücum edilir. Bu gibi sözleri dinleyen şahıs düşünemez ki, bu hatalar farklı şahıslarda görülmüştür ve bunları alt alta koyup toplamanın mantıkî bir yönü yoktur. Bu mantığa göre, bütün insanların işledikleri cinayetlerin, yaptıkları hataların, ettikleri zulümlerin tamamını toplayıp ‘insanlığı’ itham etmek gerekmez mi? Nur Külliyatından son bir cümle: “Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galib etmektir.” Cerbezeci insan, bir mü’minden bir tek kötülük görmüşse, bunu sünbüllendirir, çoğaltır, büyütür ve onun bütün iyiliklerini bu tek kötülükle örtmek ister. Bu da bir cerbezedir ve büyük bir zulümdür.

Alaaddin Başar

“İTTİFAK”ı Beceremeden “İTTİHAD” Olmaz Ki!

İttifak ve ittihad kavramları arasındaki fark yakın zamana kadar dikkatimi çekmemişti.

Risale Akademi’nin on beşincisini düzenlediği “Münazarat Akşamları” programlarına katılma fırsatım oldu bu hafta.

Önceki hafta aynı konuda sunum yapan arkadaşımız Av. Erdoğan Çelebi ile sunum öncesi kısa değerlendirmesini dinlemiştik. Sunum sonrası Risale Haber’de yayınlanan makalesinde biraz daha malumatımız arttı. İlk programda yeterince ele alınamadığı düşünülerek ikinci hafta aynı konunun işlenmesi kararlaştırılmış.

Dinleme ve istifade fırsatımız olan bu haftaki sunumları iki kişi üstlenmiş.

İbrahim Akgün ve mahalleden komşumuz ve arkadaşımız şevk ve heyecan timsali Erkan Okur sunum yaptılar.

İbrahim Akgün beyefendi yazar Yusuf Kaplan gibi nerden ortaya çıktı anlayamadık ama bir çıktı pir çıktı.

Özgün orijinal tespitleri var. Van Medrestüzzehra Sempozyumunda orijinal bir tebliğini sunumunda da dikkatleri üzerine çekmişti. Ayaküstü mini röportaj yapmıştım o zaman. Notlarımda paylaşmıştım.

İttifak ve ittihad kavramlarını İslâm tarihinden örneklerle açıkladı. İbrahim bey.

Bediüzzaman’ın bu kavramları ele alırken ayetlere daha yakın durduğunu görüyoruz” dedi. Selef ulemada bu yakınlığı göremiyoruz.

Zaten Üstad Bediüzaman, “ulema Kur’an’a perde olmamalı şeffaf cam olmalı” demiyor mu?

Risale-i Nur’da müteaddit yerlerinde bu tespitin ispatı, teyidi olan ifadeler çok.

Bu tespiti yapan kişi kırk yıldır risale okuduğunu gerine gerine söyleyen birisi değil. Henüz yeni tanıdığını ve anlama süreci içinde olan birisi. Buraya dikkat.

Kırk yıldır tanıdığını, okuduğunu, hareketin içinde olduğunu bir ayrıcalık olarak zimnen tefahur edenlerin bile göremediği bir nükteyi samimi yeni birisi yapabiliyor. Nurcunun da eskisi tecrübelisi makbuldür ancak. İmtiyaz olarak üstünlük aracı olarak görenlerin gözüne perde inebiliyor.

Şekil A, B, C’de örnekleri çok verilebilir.

Neyse… Sadede dönelim.

İttifak fiili, fiziki birliktelik. Farklı düşünce ve inançtakilerin belirli bir maksat ve hedef için bir araya gelme fikri ve fiili olduğunu öğrendik

İttihad ise mana ve ruh birliği. Kutsiyet ve ulviyet mayası taşıyor.

Erkan Okur kardeşimiz bu kavramların Risale-i Nur’dan tarama yaparak şerh ve izahlarını yaptı. İhlas Risalelerinde hem ittifakı hem ittihadın ne anlama geldiği paragrafları çıkarmış. Çok istifadeli oldu.

Defalarca okuduğumuz yerlerde ülfet perdesinden fark edemediğimiz noktaların farkına varma vesilesi oluyor bu tür derinlemesine müzakereler.

Sonuç olarak çıkardığım ders ve mesajı paylaşmak isterim.

İttifak meselesini halledemeden ittihad meselesi gündeme gelmez ve gelemez. Gelse de söylemde kalır eyleme geçemez.

Basit dünyevi bir şirket meselesinde bile ehl-i iman genellikle başarısızdır. Yahu dünyevi bir işte bile ittifakı becermeyince ittihad nasıl mümkün olur?

İttihad cehil ile olmaz ilmin şua-yı elektriği ile olur” diyor Üstad Bediüüzzaman.

Bizler ve bizim jenerasyon cehaletini kabul etmiyor ki. Ulemay-ı nadirattan görüyoruz kendimizi. Halbuki en büyük cehalet kendini âlim bilmek.

O halde resmiyette ilim keyfiyette cehil olduğunun farkına varıldığı zaman ittifak da ittihad ruhu da pratiğe yansır.

İttifak meselesi beceremeyen ittihaddan söz edemez. Hali âlemden görüldüğü gibi…

Erdoğan Çelebi beyin bir hafta önceki programdaki keyfiyetli katılımcılarla beraber olduk. Yeni tespit ve değerlendirmelerini de tekrar paylaştığı müzakere bölümü ayrıca istifadeli oldu.

Risale Akademi

Münâzarât’daki Meşrûtiyet kavramı ve Bediüzzaman

İnsanlığın ekseriyetle hak din olan İslâmiyet’den ve O’nun nurlu hakîkatlerinden uzaklaştığı, ahkâmının neredeyse tamâmen ortadan kalktığı âhirzamanda, semâvî kaynaktan ortaya çıkan “mehdiyyet” cereyanı, hidâyet yolunu insanlığa gösterirken; bu cereyanın mümesilleri beşere İlâhî çizgiyi göstermeye hep devam edegelmişlerdir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, mehdiyyet cereyanının bir temsilcisi olarak İslâmiyet’in imân, akîde sahâsında tecdîd vazîfesiyle görevlendirilmiş bir müceddiddir.

Dinî ilimlerin kaynağını teşkil eden Kur’ân, Sünnet, İcmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâ çerçevesinde ilham eseri olarak kaleme aldığı eserleri, aynı zamanda mehdiyyet cereyanının diğer mümesillerine de bir program olarak hazırlanmıştır.(1)

Münâzarât”, şûrâ-yı şer’î sistemini, ortaya çıkşından bir asır önceki şartlarda yaşayan insanlara anlatmakta, ders vermektedir.

Ümmetin içine düşürüldüğü perişanlığı, Allah’ın izniyle ortadan kaldıracak olan bu sistemin ders verildiği nûrânî cemaat muhatap alınmıştır. Eserin ders verildiği kürt aşiretleri ve o günkü Osmanlı Devleti zâhirî muhataptır.

İşte böylesine kıymetli ve çok ehemmiyetli vazifeyi hakkıyla ifa eden Üstad Bedîüzzaman, eserlerinde istikametin ancak Ehl-i Sünnet ve Cemaat Mezhebini rehber edinmekle mümkün olabileceğini vurgulamıştır. Bu cerhedilmez hakikatı şu veciz ifadeleriyle dile getirmiştir:”Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargah yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemât kal’asına gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul.”(2)

Ancak, milâdî 20.asırda Müslümanların zihinleri karıştırılmış, maruz kalınan din tahribatı sebebiyle, zihinler İslâm’ın esaslarına ve hakikatlarına yabancı bırakılarak, bu Zâtın eserleri dünyevî fikirlerin ve zamanın ifsat rüzgarlarının tesiriyle yorumlanmaya çalışılarak zaman zaman bazı nâehil şahıslar tarafından  murad edilen mâna ve maksûdun dışında te’villerle şeriatın ruhundan uzak mânalar verilerek anlaşılmaya başlanmıştır.

Kitap ve Sünnet kaynak gösterilerek bu eselerin açıklanması gerekirken; felsefî akımların ve uzantıların tasallutu altında bulunan zihinler ve kesimler tarafından, özellikle içtimâî meselelere dair kısımlar, Edile-i Şer’iyyenin akîde ve uygulamadaki esaslarına  muhâlif olarak anlaşılmıştır. Hâricî tesirlerle maalesef bir kısım okuyucularda bu karışık efkârın izlerini görmek  müdakkik nazarlardan kaçmamaktadır.

Üstad Hazretlerinin bizzat yaptığı “Münâzarât”la alakalı değerlendirmeler de bize bu konuda fikir vermektedir.(3)

Osmanlı Devletinin son dönemlerindeki kişi hâkimiyetini çağrıştıran “saltanat”ın değiştirilerek meclisin öne çıkarılmasını ön gören “meşrûtiyet” sisitemine geçildiği bir devrede kaleme alınan “Münâzarât” adlı eser, tam ve kâmil anlamda İlâhî ahkâmı referans alan bir sistemin öne çıkarılması ve yazılımından ibarettir.

Devlet” ,”Halife”, “Meclis” gibi İslâm ıstılahında yer alan kavramların tamamen fıkhî çerçeve ve ölçülere dayanarak Bediüzzaman tarafından açıklanması, tezimizin isabetli olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu tesbitler, o günün insanları tarafından tam olarak anlaşılamadığı gibi, bu gün de hâla eksik anlaşılma veya yanlış tevil kargaşası devam etmektedir.

Osmanlının ferdî istibdat idâresinden 1908 yılında meşrûtî sisteme geçmesi, daha sonra ittihad ve Terakki tarafından cemiyet ve parti istibdadına dönüşmesi, arkasından Osmanlı’nın yıkılarak Cumhûrî sistemin kurulması, kısa bir zaman zarfında onun da dejenere edilerek cemiyet istibdadının yeniden hortlatılması, çok partili dönemlerde de sıkça milletin maruz kaldığı açık-kapalı ihtilaller/darbeler ve anayasa değişikliklerinin millet üzerinde bıraktığı şaşkınlık neticesinde müslüman milletimizin zihinlerinde yaşatılan travmalar sebebiyle hakikatın anlaşılması oldukça zorlaşmıştır.

“Münâzarât” ın doğru anlaşılmasına mâni olan kavramların başında “Demokrasi” gelmektedir.

Lûgat anlamı “hürriyetçilik” olan “demokrasi” denen bu beşerî sistemi, takriben 2000 (ikibin) yıl  önce ihdas eden Yunan feylesoflarından Aristo, Sokrat ve Eflâtun’dur.

Bugünün feylesofları tarafından demokrasinin tarifi şöyledir:”Demokrasi, halkın kendisini idare etmesidir. Yani kendi idarecilerini kendisinin seçmesi ve kendilerini idare edecek kanunları da kendilerinin çıkarmalarıdır.”

Bu sistemin dayandığı temel mesele; dinin devlete kesinlikle karışmamasıdır. Din, “İlâhî”, demokrasi ise “beşerî” dir.

Dinleri kendi sınırlarına sokmayan demokrasi, onlara muhâlefet ederken; kadınlara sınırsız hürriyet tanımayı da ana esaslarından saymaktadır. Çıplaklık serbest olduğu gibi, zina da suç sayılmamaktadır. Miras hukukunda da kendi kurallarını işletmektedir. Daha nice benzeri durumlar uygulama sahasında devam etmektedir.

İnsan hakları kavramını istismar ederek din aleyhindeki hakaret ve tezyîfleri, basın-yayın hürriyeti çerçevesinde görürken, yıllarca dindarlara ve Bediüzzaman gibi mânevî önderlere kan kusturulmuştur.

Bütün bu yaşananlara ve uygulamalara rağmen, her nedense günümüzde bir kısım müslümanlar (hassetsen doğru anlaması gereken Risale-i Nur ve “Münâzarât” okuyucuları), bu eserdeki bir takım mefhumları demokrasi ile eşleştirme yanlışını irtikap etmektedirler.

Bediüzzaman Hazretleri, 1910’da bu bilgileri verirken, sadece Osmanlı devletini değil, bütün İslâm âlemini nazara alarak konuşmuştur.

Tamamı için köşemiz kifayet etmez. Sadece Münazarattaki bir cümleye kısaca işaret etmek istersek: “(İşte meşrûtiyet) şurâ-yı şer’iyye, (Veşâvirhum fil’emr) Âl-i İmrân, 159 olan “Ve işlerde onlarla istişâre et” (ve) (Emruhum şûrâ beynehum) Şûrâ, 38 olan “onların aralarındaki işleri istişâre iledir” (âyet-i kerimelerinin tecellisidir.) Yani icraatta görülmesidir. (ve meşveret-i şer’iyyedir) Kitap ve Sünnete uygun olarak yapılan meşverettir. (…aklı kanundur) hak dinin hükümlerinden ibarettir, (şahıs değildir.) Bu cümlede kanundan maksat “hak din”dir.

(Evet, meşrûtiyet) şûrâ-yı şer’î, (hâkimiyet-i millettir😉 yani dinin hâkim olmasıdır. Millet kelimesi aslında “din” anlamında kullanılır. En’âm sûresi, 161. âyette de ifade edildiği gibi; “din, millet, sırat-ı müstakim” kelimeleri aynı manada kullanılmaktadır. Din ve millet kelimeleri,” müttehidan-ı bizzat (özünde, zatında bir), muhtelifân-ı bi’l-itibâr (itibârî olarak farklı, değişik) bilinmektedir ki, Bediüzzaaman Hazretleri, Hutbe-i Şamiye adlı eserinin zeylinde bu hususu vurgulamaktadır. (4)

Dolayısıyla “millet”kelimesinden “İslâm milleti” anlaşılır. Bu mânaları içinde barındıran “millet hâkimiyeti” ise, Kitap ve Sünnet’in hâkimiyeti demektir.

(Siz dahi hâkim oldunuz) cümlesinde vurgulanan, Kitap ve Sünnete aykırı bir kanun konamayacağı için, şahıs veya zümrenin keyfine göre hâkimiyet olamayacağından, siz de insanlar karşısında mahkûm değil, zâhiren hâkim oldunuz. Herkes, Allah’ın iradesine  karşı mahkûm, insanlara karşı ise bağımsız oldular. Mü’min, inancının gereği ne kendisi zillete düşer ve ne de başkalarını zillete sokar. Aksi takdirde padişahın elinden alınan istibdat, cumhurun (halkın) eline geçmiş olur ki, bu katmerli bir zulüm olur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur ve komitecilikle tam şiddetlenir.”(5)

Kitap ve Sünnete dayanan bir anlayış ırkçılık yapamaz. Hangi dil ve ırktan olursa olsun, tüm Müslümanların refah ve saadetini esas alır. Böyle olunca da başta Kürtler olmak üzere bütün kavimler huzur ve barışa erişmiş olacaktır.

Özetlersek; Bediüzzaman’ın eserlerinde sözü edilen “Meşrûtiyet” veya “Cumhûriyet” sistemlerinden maksat, şer’î şûrâdır. Aksi bir tarif getirmek, beşerî sistemlerle irtibat kurmak, müslümanların İslâmiyetle bağını koparmak, semâvî kaynak yerine beşerî düşünceleri oturtarak, dinin temel anlayışından uzaklaşılması, hevâ ve heves istikametinde hareket edilmesi anlamına gelmektedir.

Hayatı İman ve Kur’ânın prensiplerini  insanlığa tebliğ ve isbatla geçmiş olan Bediüzzaman gibi bir müceddid-i dini beşerî bir sistemin(hâşâ)  hâmisi ve savunucusu gibi göstermek, O’na yapılabilecek  en büyük bir bühtan ve mânevî bir hakarettir.

Böyle bir düşünceden Âlemlerin Rabbine sığınırız.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1-      Emirdağ Lahikası,c.1, s.259; Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s.9

2-      Lem’alar, 78

3-      bkz. Kastamonu Lahikası, s.72-74

4-      H. Şâmiye, s. 61

5-      İki Mekteb-i Musibetin Şehâdetnâmesi, s.35

Münazarat‘ta İnsan Tipleri

Hem psikanalitik hem de psiko sosyal bir tahlil yapmış. Tam on iki insan tipi çizmiş, altısı insana ait altısı topluma dönük ağırlıklı yine insana ait marazi ve olumsuz tipler, bad men, oppozite men, kötü adamlar.

1- C e h a h e t A ğ a , cehalet sıfatı ile ağa mizacı arasında bağlantı kurmuş. Cehaleti en iyi ağaların tutumu sergiler. Sadece diretir, direnir, istediği veya emrettiği şeyin akıl ve sair denge unsurlarını düşünmez.

2-İ n a d E f e n d i , Efendilik de bir ruh hali , bir insan bir işin efendisi oldu mu , hak ve hakikattan ziyade efendiliğinin devamında inad eder, inad ile bu ruh hali arasındaki bağlantıyı ifade etmiş, inatçı insan ile efendilik arasında bağlantı kurmuş. Ruh hali ile insan kişilikleri arasında bağlantı kurmuş.

3-G a r a z B e y , kelimelerin ruhuna derinlikli nüfuz etmiş. Garaz bir insana zarar vermek isteme, garaz bir farklılıktan , sıra üstülüğe karşı insanda oluşan , daha çok beceriksiz insanda oluşan tahrip hissi onun ile beylik arasında bağlantı kurmuş. Bey beyliğinin idamesi için ne olursa yapar, azıcık beylik gördüğünü tahrib eder.

4-İ n t i k a m P aş a’nın , affetmemek ve üstüne üstlük bir de intikam almak da paşa sıfatını takınmak gibi bir vasıf .

5-T a k l i d H a z r e t l e r i ‘nin , bir yenilik icad edemeyip, ancak başkalarını taklid ile kendini isbat etmek isteyen suri ve seçici takınılan ve kişi üzerinde sırıtan durum onu da hazret ünvanına benzetmiş, hazretlik de zaman zaman takınılan bir tavırken her durumda olunca taklid oluyor.

6-M ö s y ö G e v e z e l ik , Gevezelik bir gayeye matuf olmayan boş konuşmalar, sonuçsuz bürokratik ve gündelik , güya yönetmek maksadıyla yapılan onca konuşmalar demek. Sonuçsuz ve hedefsiz konuşmalar, mösyö saygınlığı alıyor, ama ortada bir şey yok. Psikopatolojik insani durumlarla, marazi davranışla insanlar arasında kurulmuş zihinsel empatilerden ortaya çıkarılmış insan tipleri  roman eşhası gibi. İşin arkasında insanları denetleyen ve gözetleyen ve onları bu kadar şaşırtıcı kategorize eden bir zeka ve yorum hayret etme istersen.

Bu altı şey için ne diyor. …bunların /taht-ı riyasetlerinde insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir.

Meşveretleri meşveret olmaktan çıkaran bu tavır ve tutumlar. Cehaletin ağa tavırları, inadın sürekli efendilik taslaması, birine veya birkaçına iş yaptırmama garazkarlığı, intikam düşüncesi ile olayı kendi mecrasına çekme, bilmemek üretmekten ziyade taklid etme, ve boş saatlerce konuşmalar, bunlar ile meşveret yapılmaz diyor. Her yanımız bu tür insanlarla dolu, eğer Bediüzzaman’a göre yaşansaydı , efkarı nerelere varırdı. Metinle davranış arasındaki uçurumlar trajik boyutlarda.

Diğer altı tipi sayalım;

7-Beni beşerde ona intisap eden; bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine feda etmeyen,

8-Hem de menfaatini ızrar-ı nasta gören,

9-Hem de muvazenesiz, muhakemesiz mana veren,

10-Hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsisini feda etmediği halde mağrurane millete ruhunu feda etmek davasında bulunan,

11-Hem de beylik ve tavaif-i müluk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak manasıyla bir cumhuriyet gibi gayr-i makul fikirlerde bulunan,

12-Hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-ı umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden herkesin asabına dokundurmakla , ta heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi etmek isteyenlerdir.

Bunlar “efkarı teşviş eden hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen”lerdir. “K i m l e r“dir diyor.

Bir insanın büyüklüğü, diğerlerinin küçüklüğü. Onun büyüklüğünü anlatmaya kelime ara, ben ve benim gibilerinin küçüklüğüne kelime bul, sagir, suğra, hurde, vesaire . Yakup Kadri Mondros mütarekesi yıllarının İstanbul’undaki tipleri anlatır, nasıl berbat bir bataklıkta olduğumuzu ve ondan sonra da imparatorluğun nasıl Orta Anadolu da birkaç vilayeti tıkıldığını anlatır. Ufku küçülen devlet adamanın ülkesi de küçülür, ama işte yukarıdaki küçüklüklerden dolayı. Bozulmuş bir milletin dejeneresi. Cumhuriyeti 1922-23 de ilan etmişiz ama şu yukardaki haller yine yönetenlerden silinmemiş, zahiren bir idare, bu yüzden gerçek hürriyeti yüz yıl sonraya ertelemiş Bediüzzaman 2008. Sandık demokrasisi sandıktan çıkmadan adamı seçmiş, sandıktan çıkacak belli, ağa hazretlerinin tensiplerine göre. Pekmez yazılı şişeden zehir çıkmış, başbakanları asmış, insanları ipte sallamadan beter eden, sandığın bir takım güçlerin kucağında sihirbaz başlığı gibi durduğu ülke. O gün meşrutiyet meşveret ve hürriyet sonra cumhuriyet vesaire. Bediüzzaman’ın kelimeleri hamileliği bitmeyen sürekli doğuran canlılara benziyor, bir mana everesti. Bu on iki tipten bir tiyatro çıkar, sinema çıkar, roman çıkar çıkar da çıkar ama ders çıkar mı , belki o da çıkar. Ya bu çıkar kelimesi ondan çok şey çıkar. Neler yıkar neler yıkar, nice insanlar o kelimenin altında yatar, yatar, yatar.

Kelimeyi Akif ile kurtaralım

Gök kubbenin altında yatar al kan içinde

Prof. Dr. Himmet Uç