Etiket arşivi: münir arıkan

“Zan Virüsü”nü Aileye Hiç Bulaştırmamak Lazım!

Yaşadığımız çağ iletişim çağı. Kişilerle, ailemizle, çevremizle ve toplumla kurduğumuz iletişimin niteliği hayatımız üzerinde çok belirleyici bir etkiye sahip. Hayatımızın güzel veya kötü olması kurduğumuzun iletişimin kalitesine bağlı.

İletişimde birçok faktör sözkonusu. Kelimeler, sözler, hereketler, mimikler, bakışlar… Öyleki düşüncelerimiz bile iletişimimizi belirleyen faktörlerden. Bu bağlamda acaba düşüncelerimiz özellikle zanlarımız iletişimimizi nasıl etkiliyor? Zan üzerine hareket etmek bize ne kazandırıyor, ne kaybettiriyor? Zan üzerine iletişim bina edilmeli mi? Zanlarımızdan dolayı meydana gelen iletişim kazalarını nasıl telafi edebiliriz?

Bu ve benzeri sorularımızı İletişim Koçu Münir Arıkan’a sorduk…

Zan ile hareket etmenin iletişimdeki yeri nedir?

Zan; sanmak, bilmek ve itham etmek manalarına geldiği gibi, sezmek ve şüphe manalarında da kullanılır. Meşhur kullanımındaki manasıyla zan; kesin bir bilgiye dayanmadan ve araştırmadan öyle olduğunu düşündüğümüz gerçek dışı kabullerimizdir.

İletişim güven üzerine tesis edilen çift taraflı bir sözleşmedir. Bu sözleşmeden güveni kaldırdığımız zaman kişilerin anlaşması, bilgi alışverişi ve dostluğu zedelenir. Zan; işte iletişimdeki bu güveni yok eden önemli bir virüstür. Bir kere gönlümüze yerleşti mi, ki genelde güvensizlikten dolayı yerleşir, bir daha da çıkması pek kolay olmaz.

Kişinin hem kendine hem de karşısındakine olan güveni az ise, özgüven gelişmemiş ise, bu tip kişiler iletişimlerinde zanna daha fazla yer verirler.

Ama kişinin özgüveni ne kadar gelişmiş ise, hem kendine hem de karşısındakine güvenen bir kişilik olarak, zan yerine kesin bilgiye dayalı bir iletişim kurulacaktır.

Zan ile hareket etmek iki kişi arasındaki iletişime nasıl yansır?

Kişi iletişiminde zan ile hareket ettikçe, ilk önce iletişimdeki muhabbet azalacaktır. Daha sonrasında kişiler birbirine fedakârlık yapamayacak duruma gelecek ve nihayetinde muhabbetleri de sıfırlanacaktır.

Zan mademki bilgiye değil şüpheye dayanan bir vehimdir, kaygıdır, ithamdır, o zaman iletişime zarar vermemesi için vehimden bilgiye doğru yönelmemiz gerekir. Ama insanlar genellikle açık iletişimde bulunmazlar. Mesela karşımızdaki kişi ile ilgili bir zannımız varsa, bunu onunla paylaşmayız. İçimize atarız. Bir ömür boyu o zan ile iletişimi sürdürür ve sonuçta kaliteli bir iletişimden ve nitelikli bir dostluktan oluruz. Hâlbuki içimizdeki zannı, karşımızdaki kişi ile bir paylaşsak, paylaşabilsek, belki hemen gerçeklere vakıf olacağız. Rahatlayacağız.

Bir de iletişimde içindeki zannı karşı tarafa açan ve karşının da o zannı giderici açıklamalarda bulunduğu durumlar vardır. Bu pek nadir mutlu sonla biter. Çünkü zan virüsü vücuda bir kez girdi mi, çıkması öyle kolay kolay olmaz. Karşımızdaki kişi istediği kadar aksini açıklasın, içimize bir kurt düşmüştür artık. Ve ondan öyle kolay kolay kurtulamayız.

Zanla yaşamaya alışmış insanlar için, zan bir olumsuz ve negatif enerji üretir ve bazı insanlar bu negatif enerji ile yaşar. Hakikat, onlara olan ilgiyi, acımayı, haklı görmeyi gerektirmeyeceği için, bu tip insanlar hep bir derbeder iletişim stili içinde hayıflanarak ve şikâyet ederek hayatlarını devam ettirirler.

Zan ile hareket etmek aile arasındaki iletişime nasıl yansır?

Aslında en kaliteli, en güvenli ve en fedakâr iletişim tarzı aile içindeki hasbi iletişimimizdir. Ama zan virüsü en kolay buraya bulaşır.

Bayanlarda genellikle kendisini kocasına layık görmeme durumu vardır. Eşi evde beklerken kocası kendini geliştirir, daha fazla seyahat, daha fazla eğitim ve daha fazla kariyer yapar. Bu durumda evde bekleyen hanımefendinin elinde yeteri kadar zan malzemesi birikir. Şirket ise sekreterler, okul ise öğretmenler, belediye ise çalışma arkadaşları hemen zan kayığına bindirilirler.

Adamcağız belki bir nezaket gösterip kibar konuştuğu bir telefon görüşmesi sonrasında, eşine bin hesap vermek zorunda kalabilir. Sen niye öyle konuştun? Aranızda bir şeyler mi var? Niye uzattın?

Şimdi bu filmin sonu pek hayırla bitmez. Bir, iki, üç… Derken adam aklında yoksa bile artık eşinin suçlayıcı zanlarını kabullenme aşamasına gelir. Aklında yoksa da sekreter hanıma ilgi duymaya başlayabilir. Çünkü eşinin zannı artık çekilme limitini geçmiştir, epey bunalmıştır. Ve ola ki boşanma ile sonuçlanan bir durumda, eşinin cevabı hazırdır; “Bak ben demiştim… Gördün mü? Dediğim çıktı. Hani bir şey yoktu…” Güler misin ağlar mısın? Aslında iletişim olarak baktığımızda, evet ilk başlarda gerçekten bir şey yoktu. Olay sadece hanımefendinin zannı idi. Ama gittikçe adamcağıza yüklene yüklene… En sonunda olay çığırından çıktı.

Ailede eşimizi bıktırmama adına, zan virüsünü hiç bulaştırmamak lazım.

Eşler birbirinin telefonlarını kontrol ederler bazen. Bir merakla başlar bu ama daha sonrası vahim sonuçları olur. Bunun olmaması için, açık bir iletişim seçilmeli ve eşler birbirine yüksek düzeyde güven veren bir ilişki seçmelidir.

Yoksa aile içindeki muhabbet ve huzur da yok olur.

Zan ile hareket etmek toplumlar arasındaki iletişime nasıl yansır?

Zan sadece eşler değil, akrabalar arası ilişkileri de yıpratır. Ziyaretler azalır. Ambargolar başlar ki bu durum Allahımızın kabul ettiği bir durum değildir. Toplumun güven, sevgi ve bilgiye dayanan iletişimi, öyle sanma zehabıyla zanna teslim olursa, toplumsal olarak da kalite azalacaktır.

Mesela kişiler ortaklık kuracaksa kuramayacaktır. Ortak bir faaliyette bulunmayacaktır. Birbirine muhabbetli ziyaretler yapamayacaktır.

Zaten zanna düşen kişinin kafası hiçbir zaman tıpkı bir alkolik kişi gibi, ayık olmayacaktır. Kafası sürekli şüphelerle ve kuruntularla meşgul bir insanla nasıl sağlıklı bir iletişim kurulabilir ki?

Sosyal yapı, güven ve bilgi ile desteklenmezse, zaten birbirine pek mihneti olmayan kişiler, nasıl daha bağlı ve dostça ilişkiler kurabilir ki?

Zan üzerine iletişim kurmamak, suizan ile karar vermemek için kişi ne yapmalıdır?

Bilgi, zannın panzehiridir. Sanki yangına sıkılan su gibi ateşi söndüren ve kişiyi ferahlatan bir iletişim desteğidir. Ama şeytan sürekli vesvese verirken, kişilerin bilgiye ve hakikate teslim olmaları pek kolay olmaz!

Direkt iletişim, açık iletişim, ön yargısız iletişim, zannın ilacıdır.

Kişiler arası ilişkilerde, ondan bundan duymak yerine direkt bir iletişim kurarak kendi kulaklarımıza duyma yolunu seçmeliyiz.

İletişimimiz açık bir iletişim olmalı ve kendimizi kapatmamalıyız. Kendimizi açıkça ifade etmeliyiz. Ne hissettiğimizi söylemeliyiz ki karşımızdaki da net bir cevap verebilsin.

Bir insanın bir tavrı, davranışı için bin bir sebep vardır. Ama biz genellikle, ilişkiyi bozacak en kötü yorumu ve durumu doğru kabul eder, ondan sonra da bir dosttan mahrum oluruz. Bu bir önyargıdır. Yanlışı doğru kabul etmektir.

Mesela bir akraba, ziyaretine gideceği bebeği olan akrabasına altın alamaz. Düşük bütçesi ile altın alabilmek için para biriktirmeye başlar. Ama bu arada da 1-2 ay geçer. Bebeği olan kişi, bak gördün mü beni sevse hemen gelirdi. Zaten bana karşı soğuk davranıyordu diye yazmaya başlar.

Burada her iki tarafında da yaptığı yanlış. Bebek olunca illa altın götürmek gerekmez. Durumumuzu net olarak ortaya koymak lazım. “Şu anda bir kıyafet alabildim inşallah daha sonra altın da alırım” veya “İnşaallah daha sonra altın alırım” demeye bile gerek yok. Durumun neyse o. Abartmamak lazım. Ama insanlar bunu niye yapıyorlar? Çünkü zan altında kalacaklar. “Bak bir altın bile takmadı… Oysa kendi yeğenlerine neler taktı” vs. Yani toplumun kendi aleyhimize zan ihtimali bile, bizi birtakım yanlışlara sevk edebilmektedir. Ki bunlardan kurtulmadan rahatlık söz konusu değildir.

Zan ile hareket edildikten sonra yanlış yaptığını fark ettiğinde kişi ne yapmalıdır, nasıl davranmalıdır?

Özür en büyük erdem. Tevbe Allahımızın en sevdiği amel.

Eğer kişi yanlış yaptığının farkına varmış ise, Allah onu bir yanlıştan kurtarmış, hakikat ile taçlandırmış demektir. Ama özür dileyebilme erdemini gösteremez herkes. Hele hele yıllar yılı zanna teslim olup, lafların çoğalmasına sebep oldu ise, hatadan dönmek öyle pek kolay olmaz.

Kişilerin bu durumda kabul etmeleri gereken şey; Allah tarafından bir hediyeye kavuşturuldukları gerçeği olmalıdır. Çünkü hakikat, gerçekten de Allah tarafından yollanılan bir hediyedir, lütuftur. Kişi hakikate muttali oldu ise, bu lütfun gereği, özür dileyip hatadan dönebilmektir. Ya hep hatada kalsaydım diye hayıflanarak, hatadan kurtulma şükrünü özürle ve artık daha kaliteli bir iletişimle taçlandırmaktır.

Özür insanların daha mutlu olmasını sağlar. Sadece özür dilediğimiz kişi değil, özürle biz de mutlu oluruz. Hatadan kurtulmanın verdiği mutluluk, gönül almanın verdiği mutluluk, içimizde ayrı bir sevinç doğurur.

Ekrem Altıntepe

Moraldunyasi.com

Estetik ve Nezaketi Evinizden Esirgemeyin!

Çok güvendiğiniz bir arkadaşınız, tam ruh ikiziniz olduğu iddiasıyla, bir arkadaşıyla sizi tanıştırmak istiyor. Eh, sizin de evlenme vaktiniz çoktan gelmiş ve hatta geçmekte.

Cumartesi 12’de görüşmeyi kabul ediyorsunuz.

Daha bir hafta var.

Olsun. Şimdiden tatlı bir telaş sarmış bedeninizi.

Ayna karşısında geçiyor vaktin çoğu.

“Ne yapsam? Nasıl yapsam? Hangi kıyafeti giysem?” soruları; dıştan içe, “nasıl konuşsam”a bırakıyor yerini.

En beğendiğiniz üç favori kıyafeti de beğenmeyip, yenisini almaya karar veriyorsunuz.

Tezgahtar kızı da birkaç saat uğraştırarak, çorap ve ayakkabı dahil, nihayet tepeden tırnağa yeniliyorsunuz kreasyonu.

Kolunuzdaki saati…

Ya parfüm? Geçen sene arkadaşınızda beğendiğiniz o hoş kokulu kekik karşımlı parfüm mutlaka alınmalı.

Şimdi fiyakanız tam.

Düşman ayağa… Ama olsun ayakkabılar da güzel yakıştı derken, saçınıza ilişiyor gözünüz.

Ama işin cakası da var.

Cumartesi sabah ilk işiniz, saç tıraşı olmak. Hangi berbere gitmeli acaba?

3-5 arkadaşa sorduktan sonra, şöyle güzel bir imaj verecek en iyi berberin yolunu tutuyorsunuz. Epey bir resim incelemesi sonrasında sıkı sıkı bir tarifle tıraşa geçiyorsunuz.

Görüşmeye iki saat kaldı.

Ama olsun, erken gitmek, geç kalıp rezil olmaktan iyidir deyip, kararlaştırdığınız kafenin yolunu tutuyorsunuz.

İki saat geçmek bilmiyor.

Şimdiden kalbinizde tatlı bir ürperti.

Arkadaş çok güvenilir.

Sizi birbirinize yakıştırdı ise, kesin olacak gibi bir his var gönlünüzde.

Ne söylemeli ilk? Ne konuşmalı? Söze nasıl başlamalı?

Evlilik? Ya sorarsa, evlilikten ne anladığımı? Çocuk? Yok canım, daha ilk görüşmede, oraya kadar gitmez konu.

Olsun ya sorarsa.

Aklınızdan, hemen hemen tüm konular, bir film şeridi gibi geçiyor.

Bir anda aslında evlilik için yeterli bilgi sahibi olmadığınızı anlıyor ve boşa geçirdiğiniz onca zamanı yuf’luyorsunuz. Keşke biraz kitap okusaydım. Araştırsaydım…

Ve eş adayı masada

Merhaba.

Birden irkiliyorsunuz bu tatlı sesle.

Telaşla ayağa kalkıp, titrek bir sesle merhaba diyebiliyorsunuz.

Aman Allah’ım! İlk görüşte aşk mı ne!

Sandalyesine buyur edip, oturmasına yardım ediyorsunuz.

Sesiniz en hoş balansta, hareketleriniz bir kuğu inceliğinde, kibarca siz de oturuyorsunuz.

Yüreğiniz, benim sesimi dinle, evlen bu kızı kaçırma diye atıyor sanki.

Söze nasıl başlayacağınızı bilemiyorsunuz.

“Hoşgeldiniz” diyebiliyorsunuz usulcacık.

“Hoşbulduk” diyor.

“Şeref Abi bahsetmişti, teşekkür ederim kırmayıp geldiğiniz için.”

“Rica ederim” diyor kızcağız, ama sanki onun da gönlü sizde sanki.

Aman Allahım ne büyük bahtiyarlık.

Şimdi, omuza konan bir bülbülü ürkütmeme refleksi ile davranma zamanında olduğunuzu hissediyorsunuz.

Siyaset? Yok yok, sormamalıyım.

Hangi takımı tutuyor acaba? O da olmaz.

Ya ben nereden gireceğim konuya.

Onu üzmeden, karşı çıkmasına meydan vermeden, farklı yönlerimizden ziyade, ortak yönlerimizi ortaya çıkartmak için neler yapmalıyım… Allahım yardım et…

Ve evlilik

Bu görüşmenin sonunu tahmin edebilirsiniz dostlarım.

Film nikâh masasında mutlu sonla biter. Yani aslında tam da orada başlar.

Çünkü oraya kadarki kısım, işin jeneriğidir.

Bu hayat filminin adının, başoyuncularının ve yardımcı oyuncularının, lojistik destekçilerinin, ışıkçılarının ve kameramanlarının jeneriji.

Nikâhtan sonra, asıl filme geçilir.

Ve bu filmin adı; “hayat filmi”dir.

Hayat filminin balayı dönemi

Hayat filminin en ballı dönemi, balayı dönemidir.

Tıpkı; ilk buluşmadaki gibi, birbirini üzmeden, bir sevgi çemberinde yaşanan en mutlu dönemidir hayatın.

Ama zaman geçtikçe, “Bal kokmaz, asil azmaz” sözünün tersine; balayının bal kısmı yavaş yavaş el etek çeker ortalıktan.

Hafiften hafiften dokundurmalar, kibarca laf sokuşturmalar…

“Ya aslında ben tam olarak şunu söylemek istiyorum”lar.

Nihayetinde; “Aslında sen özünde çok iyi bir insansın ama”lara dönüşür çok geçmeden.

Hayat filminin bayat dönemi

İşte asıl imtihanın başladığı yer burasıdır dostlarım.

“El etek çekilince, sohbetler tükenince” biz bize evimizde, başbaşa kaldığımız, yepyeni bir hayat filmi “Işık, kamera ve motor!” der.

Bu aşamaya kadar epey bir cehennem kuponu da biriktirmişsizdir zulada.

“Ya senin annen de…” “Aslında benim babam öyle demedi de…” “Ablan ne kadar münasebetsizmiş yaa…”

“Sen köfteyi sevmiyor muydun?”

“Ya aslında tatil için, pek iyi değil orası.”

“Çorabımın teki nerdeee?”

Ve sonrası, çorap söküğü gibi gelir.

Asıl estetik ve nezaket dönemi

Eşlerin evliliğini, hayatını ve geleceğini kurtaracak sır; bu yazının giriş kısmında yaptıklarını aynen yapmalarındadır.

Ama bunu yapmaları iki nedenden ötürü pey mümkün değildir artık.

Birincisi; nefisler kabarmış, buyruklar azmış, anlayış ve empati de bir o kadar azalmıştır.

İkincisi; yakın akraba gazıyla, gelindi, görümceydi, eltiydi, kaynanaydı… Gıybet trenine binilmiştir çoktan, ki en hızlı cehennem aracıdır, kendileri. İnmesi pek kolay olmadığı için, giderken de o hızda, nasıl ve nereden geçildiği ve geçilen yerlerde nasıl bir yıkım yapıldığı pek görünemediği için, yola devam edililmiştir.

Ama lütfen bir düşünün dostlarım.

Nasıl tanıştınız eşinizle?

Hırpani bir kıyafet, dağınık bir saç, kirli bir yüz… Efendim?

Eee? El kızını, Rab huzurunda verdiğiniz söze güvenip, nikâhlı eşiniz olmayı kabul ettiği için mi tüm bu zorbalık.

İşte estetik reçetesi

İlk tanıştığınızdaki gibi; kılık kıyafet ve kişisel bakım gibi olunuz.

İlk tanıştığınızdaki gibi; birbirinizin sözünü asla kesmeyiniz.

İlk tanıştığınızdaki gibi; ortak ilgi alanları ve faaliyetler bulunuz.

İlk tanıştığınızdaki gibi; ayrıştırmaya değil, birleştirmeye çabalayınız.

İlk tanıştığınızdaki gibi; empatik davranınız.

İlk tanıştığınızdaki gibi; anne ve babası için sevgi ve saygı cümleleri kurunuz.

İlk tanıştığınızdaki gibi; geçmişini yargılamayınız.

İlk tanıştığınızdaki gibi; uğurlayınız.

İlk tanıştığınızdaki gibi; yeniden görüşmeye can atınız.

Peki ya bayanların evdeki estetik reçetesi?

Bayanlar, bize göre daha narin, daha nazik ve daha kibar varlıklardır. Dolayısı ile estetiğe bizden daha fazla önem verirler.

Ama bu önem günümüzde, eve, eşe ve çocuklara verilen önemden ziyade, kişisel bakıma verilen bir değer haline dönüşmüş.

Şimdi bayan dostlarımız bir düşünsün:

En sevdikleri ablaları, arkadaşları, cemaat ve cemiyet dostları gelecek olsa, evde nasıl bir değişiklik olur?

Memleketten anne ve babaları gelse?

En sevdiği siyasetçi, belediye başkanı, vali, milletvekili ve bakan gelse?

Hele hele başbakan gelse?

İşte evimizin; estetik ihtiyacı; tam da başbakan gelmiş gibi bir ev olması halidir.

Dün küs olan eşler;

Bugün başbakan geliyor diye, onun hatırına (bir günlük de olsa) barışmaz mı?

Dün birbirini sözleriyle hırpalayan eşler;

Bugün başbakan geliyor diye, onun hatırına (bir günlük de olsa) güzel konuşmaz mı?

Dün çocuklarını azarlayan eşler;

Bugün başbakan geliyor diye, onun hatırına (bir günlük de olsa) çocuklarıyla canım cicim olmazlar mı?

Dün sofrayı dağınık bırakan hatunlar;

Bugün başbakan geliyor diye, onun hatırına (bir günlük de olsa) en güzel sofrayı kurmazlar mı?

Tabakların en cancanlısını, sofraların en şatafatlısını, yemeklerin en lezzetlisini sunmazlar mı?

Sofrada, neyi, ne zaman ve nasıl konuşacaklarını tartmazlar mı?

Evimizdeki estetik ve çocuklar

Unutmayın dostlarım,

Evimizde dikkat ettiğimiz her estetik güzellik, çocuklarımıza görgü ve nezaket olarak geri döner.

Anne-baba kişisel bakımına, vücut temizliğine dikkat ediyorsa, çocuk pis olamaz.

Anne-baba kılık-kıyafetine, renk seçimine, elbiselerin birbiriyle uyumuna dikkat ediyorsa, çocuk pespaye giyinemez.

Anne-baba, ağız ve diş sağlığına, günlük bakımına, dişlerin görünüş, temizlik ve beyazlığına dikkat ediyorsa, çocuk çürük dişli bir dişlek olmaz.

Anne-baba misafir ağırlarken, akrabayla konuşurken, telefonda laflaşırken en nazik ve en güzel bir şekilde konuşuryorlarsa; çocuk maganda tavırlı bir maço olamaz.

Anne-baba; birbirinden bir şey isterken, birbirine bir şey verirken, kibar ve nazik davranıyorlarsa, çocuk derbeder olamaz.

Ve bunların en önemlisi, anne-baba namaz kılarken, seccadeyi sererken, Huzur’a dururken, namazın tüm tadil-i erkanına, o güzelim kıraatına uygun bir nezaketle davranırlarsa; çocuk da büyüklerine saygısız ve küçüklerine sevgisiz olamaz!

Dolayısı ile bu yazının en önemli cümlesi; dünyalık estetiğinizin, nezaketinizin, kibarlığınızın uhrevi letafete yansıyacak olmasıdır.

Ama burada çok vahim bu durum var dostlarım.

Acı bir durum.

Eve gelen başbakan hatırına düzelen onca yamukluğun, evimizden hiç çıkmayan Allah (c.c.) adı ve hatırına hiç düzelmemiş olması, sizce de çok vahim değil mi?

Dikkat evimizde Allah var.

Ve Allah zarif, nazik, narin, kibar, şık ve temiz Müslümanları sever.

“Güzel konuşma sadaka” ise…

Bir “tebessüm sadaka” ise…

Tatlı dil ve güler yüz, insan ilişkilerinde gönül onaran bir ilaçsa…

Arslan da yattığı yerden belli olursa…

Lütfen, evlerinizden ve eşlerinizden güzellik, estetik ve zarifliği esirgemeyiniz.

Münir Arıkan

Moral Dünyası Dergisi

Çocuklarınıza Niçin At Eti Yediriyorsunuz?

Biraz tuhaf gelmiş olabilir başlık.

Bir de konu; Avrupa’da patlak veren At Eti Skandalı ile eş zamanlı olunca.

Aman Hocam. Biz çocuklarımıza at eti filan yedirmiyoruz ki diyorsunuzdur şimdi eminim.

Ama emin misiniz?

et çeşitleri at etiBu sorumdan sonra da, Hocam bir bildiğin varsa, açıkla, hangi firmalar, hangi markalar? Hangi ürünler? diye zincirleme bir soru sarmalına girdiniz sanırım.

Avrupa’nın en büyük gıda zincir marketleri, Nestle gibi en büyük firmaları, Catering şirketleri, dondurulmuş gıda satan firmaları, peşpeşe piyasadan ürünlerini çekiyorlar.

Hiç düşündünüz mü Dostlarım?

Acaba neden Avrupalı Gıda Şirketleri, içeriğinde at eti bulunma ihtimaline karşı, hem de milyonlarca avroluk zararı göze alarak, ürünlerini piyasadan geri çekiyorlar.

Marketlere sattıkları ürünleri, piyasadan geri topluyorlar?

Niçin?

Çok basit; çünkü Avrupalı tüketiciler, çocuklarına at eti yedirmeme konusunda çok duyarlı.

Hassas.

Sorumlu.

Üstelik at eti onlara göre haram filan da değil.

Sadece sağlık ve imaj hassasiyeti dolayısı ile yapıyorlar, bunu.

Çünkü; At etinin karışmış olduğu ürünlerde, insan sağlığına zararlı bazı ilaç atıklarının bulunmasından endişe ediyorlar.

Bu da çocuklarının hormonal dengelerinin bozulması anlamına geliyor.

Bir de at etinin, sığır eti olarak yedirilmesi dolayısıyla keriz yerine konmanın getirdiği imaj kaybı var.

Bu kadar.

Peki makalemin başlığındaki sorumu yeniden tekrarlamak istiyorum;

Siz neden Çocuklarınıza At Eti Yediriyorsunuz?

Yemiyoruz da, yedirmiyoruz da diye düşünen Dostlarım.

Biraz düşünün.

Durum hiç de düşündüğünüz gibi değil.

Üstelik şu anda çocuklarınıza yedirdiğiniz et;

Avrupalıların piyasadan çektikleri etten en az milyon kat daha tehlikeli bir et.

Hem insan sağlığına zararlı.

Hem beyin fonksiyonlarını mahvediyor.

Hem dini açıdan zararlı. Hatta kati olarak haram.

Aile içi iletişimi bozuyor.

Düşünme melekemizi yok ediyor.

Duygusal kalitemizi düşürüyor.

Muhabbeti azaltıyor.

Bu eti yiyenlerde meydana çıkan belirtiler, birkaç gün içinde insanların yüzünün kızarmasına ve topluluk önüne çıkmayacak kadar mahcup olmalarına yol açıyor.

İnsanları birbirine küstürüyor.

Genlerimizi bozuyor.

Saldırganlaştırıyor.

Daha kırıcı yapıyor.

Karakteri bozuyor.

Bu eti yiyenler bir anlamda Yamyamlaşıyor.

Allah Allah dediğinizi duyar gibiyim.

Hocam, valla da billaha da biz böyle kokmuş bir at eti filan yedirmiyoruz çocuklarımıza dediğinizi duyar gibiyim.

Ama Münir Hocanız hiç yalan söyler mi?

Desteksiz atar mı?

Soruyu son bir kez daha soruyorum Dostlarım;

Siz neden Çocuklarınıza (Onların sağlığını, genetiğini, duygu ve düşünce sistemini temamen felç eden) At Eti Yediriyorsunuz?

Pardon. Özür. Tamam.

At eti yedirmiyorsunuz.

Yani at eti konusunda bu kadar hassassınız.

Tebrikler.

Peki son sorumu bir dahaki buluşmamıza kadar iyice düşünün Can Dostlarım;

Avrupalı’lar, dinan yasak olmamasına rağmen, At Eki Skandalında, içine at eti karşımasından şüphe ettikleri milarlarca avroluk ürünleri piyasadan toplayıp imha ederken…

Siz hala niçin; içine (at eti filan değil) direkt ölü kardeş eti karışmış gıybetlerinizle çocuklarınızı beslemeye (!) devam ediyorsunuz?

Niçin?

O hassas dimağları, o terü taze bedenleri, o sınava ve başarıya odaklanmış beyinleri ve masum duyguları niçin ölü kardeş yedirerek; DUMURA UĞRATIYORSUNUZ?

AVRUPALILAR, İÇİNE AT ETİ KARIŞMA İHTİMALİ OLAN ETLERİ PİYASADAN ÇEKERKEN;

SİZ; İÇİNDE ÖLÜ KARDEŞ ETİ BULUNAN KOKUŞMUŞ ÜRÜNLERİNİZİ (GIYBETLE DOLU SOHBETLERİNİZİ VE BİRBİRİNİZİ ARKASINDAN ÇEKİŞTİRDİĞİNİZ KONUŞMALARINIZI) NE ZAMAN PİYASADAN ÇEKECEKSİNİZ?

Münir Arıkan / Çocuk ve Aile