Etiket arşivi: murat başaran

Hiç

Rabbani AŞK Rehberi

Her şeyin başladığı nokta…

Her şey olduğunu zannedersen hiç olursun da…

“Hiç”liğe boyun bükersen…

Olursun!

“Hiç”lik makamı, başkalarının yaptıklarını yaparak değil, kendini tanıyarak başlayan bir yolculuğun kutlu armağanı…

“Hiç”lik ki, asıl olana kavuşmak için tek seferde bulunması gereken kırkıncı kapı.

“Hiç”lik ki, nasipten ibaret olana kucak açmak…

Üstadın Çöle İnen Nur’da dediği gibi hani; “Kim inanır? Kim inanmaz?”

Ve inanmak nasiptir.

“Hiç”lik nasiptir…

Allah’tan gayrısı “hiç”tir.

***

“Çünkü aşk ve muhabbete elem lazımdır!”

“Ve aşk-ı hakiki sevgilinin elem ve nimetlerini eşit görmekle ele geçer… İşte bu hal rıza makamına kavuşmaktır.”

“Şiblî hazretlerine, sen muhabbet ehli olduğunu söylüyorsun, ama senin bu gürbüz ve sağlıklı hâlin muhabbetle bağdaşmıyor, demişler. O da şiirle cevap vermiş:

“Kalbim sevdi, bedenim habersizdir sevgiden,

Bedenim sevse idi, erirdi muhabbetten.”

***

Aşk…

Ve ah, ey aşk…

Aşkta denklik arayan, ticaret peşindedir. Kendisini satmak, kendisine paye biçmek peşindedir. Yani iki gözüm, aşkta denklik arayanın aşkı kendinedir. Aşka layık olduğunu zanneden, bu sırrın kapısını bırak aralamayı, önünden geçemez…

Kendini yok bileceksin.

Varlığını aşkınla tarif edeceksin. Tariften sonra “yok”luğun kalacak.

Aşkından gelen her derdi nimet bileceksin…

Ki söz söylemeye hakkın ve takatin olsun…

Rabbim, Muhammed Mustafa’ya “Habibim” dediği için, İmam-ı Rabbani sekr asaletiyle, “Ey Rabbim seni Peygamberimin Rabbi olduğun için seviyorum” demiş. Bu asil cüret, Rabbimiz ile “sevgili” payesiyle yükselttiği peygamberi arasındaki muhabbete karışma arzusu olarak açıklanabilir.

Bak işte…

İşte Leyla…

İşte Mecnun…

Bu gönül sultanlarının yanında sen kimsin?

Ben kimim?

Daha aynada gördüğümüzün tarifini yapamazken…

Aynada halâ kendimizi görüyorken yani…

Murat Başaran / Zafer Dergisi

Ölümün Dua Olur

Çiğ, çıplak ve arsız bir aydınlığın içinde… Bir kandil yakıyorum, içimi ısıtacak… İçinde eski bir mum; hatıralardan fitili… Bu aydınlığın içinde… Karanlığım…

Yazılsa hikayesi, “Bir serdengeçtinin ölümü” olur başlığı ihtimal… Ama yazacak bir akıncı yok; üzgünüm…

Gerçekti; yaşadık… Sonra hikaye ettik… Şimdi masal gibi; anlatanı da, dinleyeni de olmayan… Lügatın sözlük olduğu zamanlarda öldü heyecanımız… Çiğ, çıplak ve arsız bir aydınlığa gömüldü ışığımız…

Adımız vardı aynaya baktığımızda… Sabah ezanları gibi uzundu, derindi, çağıldardı aşkımız… “Bir lokma ve bir hırka”ya razıydık saraylarımızda… Ölümün tezgâhında dokunmuş şiirdik; sonsuzluğa müjdeli…

Yazılsa hikayesi, “Bir serdengeçtinin ölümü” olur başlığı ihtimal… Ama yazacak bir akıncı yok…

Çiğ, çıplak ve arsız bir aydınlığın içinde… Bir kandil yakıyorum, içimi ısıtacak… İçinde sarı-eski bir mum; hatıralardan fitili…

Şimdi kıyamet hüzünlü bir akşam ezanı okunur üstümüze… Bir İstanbul ararız, kırılgan hissedişlerimizi onaracak… İşgal yorgunluğunda, Fatih’ini sayıklar yedi tepesi… En fazla bir kubbedir artık: Serdengeçtinin kayıp türbesinde…

Fakat… Bir duadır sonsuzluğa, bu garip kandil… Gün gelir, gelir binlerce ebabil…

Murat Başaran / Zafer Dergisi

Çay kimi çağırır?

Vakti vardır…

Ve can çeker. Ama berrak ve demli bir çaydan daha iyi olan şey, o çaya sohbet katan, lezzet katan dostlardır. Çay da, dost da, teselli makamında bir talihtir. Yalnızlığa hüzün taşır çay…

Sohbete muhabbet…

….. Hayatın neresinde, ne şekil ve görüntüde olursak olalım; mesele şudur: Bir bardak demli çayın yanında ne kıymetimiz var? Hangi dostun bir bardak demli çayı için ”hasretin adı” ve ”katma değer”iyiz? …..

Vakti vardır..

Ve can çeker. Can, çayı bahane edip dost ister. Profesör istemez, genel müdür hiç istemez…

Makam ve mevki…

Ve dahi şan ve şöhret…

Ve dahi mal ve mülk sahibi istemez. Aradığı insandır. ”İnsan” sıfatının yanında, som altına şekil katmak için sokuşturulmuş bakır kadar ehemmiyeti olmayan unvanları hesaba katmaz…

Ve can, insan çeker. Bir bardak demli çayın her yudumunu, ab-ı hayata dönüştüren insan! …..

Bir daha mesele şudur: Canımız kimi çeker ve kimin canı bizi çeker? Ve neden? …..

Hayattan aldığımız ve hayata kattığımız can sıkıntılarının çoğunun sebebi, maalesef değersiz şeylerden ibarettir. Ne bu dünyadan çekip giderken bizimle birlikte gelirler. Ne sonrası için işe yararlar. Üstelik, bir bardak demli çayın yanında bile, sahibini ”beş kuruş” sahiplenmezler …..

Su kaynar…

Aşk ateşinde…

Bir tutam çay yaprağıyla karışmak, vuslattır. Bu sıcaklığa…

Bu buhara ram olur ve yayılır duygular. Sonra aşkın rengidir ve demidir görünen. Ve aşkın rayihası. …..

Söyleyin şimdi: Can kimi çeker? Kimin canı bizi çeker? Bu şiire kim bir mısra katar gönlünden? Sohbeti kim demler?

Murat Başaran / Zafer Dergisi

Uygulamalı ders

‘Ben’ diye sızlanmaya başladığımızda; ‘ben’in dışındaki her şeyi unuturuz.

Kâinat ‘ben’den ibaret olur.

Ne kadar önemliyizdir o an.

Ve ne kadar vazgeçilmez! Topu topu bir hayatlık canımız varken.

Bir hayat. Doğumla ölüm arasında.

Gittikçe daha hızlı geçen. Her an bitmeye doğru giden.

Bir hayat. Ve ‘Ben’ duygusu.

İstediğin kadar ‘ben’ diye sızlan.

Herkes sorar içinden ve asla sezdirmez karşısındakine; ‘Kimsin sen? Senden bana ne?’ Sahtekâr tebessümler.

Sahtekâr dinleyişler.

Sen ilk kandırılan değilsin. Sen ilk yaralanan değilsin.

Sen ilk yarı yolda bırakılan değilsin.

Sen ilk ‘ayrılık’ yaşayan değilsin. Sen ilk derde ve belâya düşen değilsin.

Ve sen ilk aşık olan değilsin.

Sen ilk ‘üzülen’ değilsin.

Ve aslında ‘sen’ bir baksan aynaya.

‘Ben’ bir baksam. Hiç.

İlk insan ve ilk kandırılan.

Kandırılma acısını ondan daha fazla kim yaşamıştır?

Ve bedeli cennetten çıkmak kadar büyük olmuştur?

Ve Kabil Habil’i, yani, bir evladı, diğer evladını kıskançlıktan katlederken, kim onun kadar üzülmüştür?

İki türlü evlat acısı. Kim çekmiştir? Ve evladın Baba’ya güvenmemesi.

Ve bir eşin, kocasını yarı yolda bırakması.

Nuh Aleyhisselamın imtihanı.

Oğlu Kenan’ın gemiye binmemesi. Eşi Vaile’nin kavminin reisine, Nuh Aleyhisselâm’ı çekiştirmesi.

Kim böylesine yaralanmıştır? İhanete uğramıştır?

Ya Hazret-i İbrahim? Sevgili eşini ve sevgili oğlunu ilâhî bir buyrukla çölün ortasında bırakmak zorunda kalışı.

Hazreti Hacer’in, arkasından ‘Bizi burada yapayalnız kime bırakıyorsun?’ sorusu.

Ama ‘ilahî bir buyruk’ olduğunu öğrendiğinde, tevekkülle teslimi.

Hangi anne bebeğiyle çölün ortasında kalmaya razı olmuştur. Yapayalnız. Hangi baba bırakmaya?

Ve kardeşlerin yanlışta birleşip, bir başka kardeşi kuyuya atmaları. Yani ölüme.

Kim Hazreti Yakup kadar hasret çekmiştir. Kim Hazreti Yusuf kadar meşakkat?

Ve kim Züleyha gibi aşık olmuştur; üstelik yaratılmışların en güzeline.

Ve kim onun gibi mahcup olup, onun gibi kavuşmuştur? Kim?

Sonra. Hazret-i Eyyub. Malını, mülkünü ve evladını bir anda kaybedip.

Derdin, belânın, hastalığın en ağırına. Kim onun gibi sabretmiştir?

Kim onun sevgili hanımı Rahime gibi, şehirden kovulduklarında yıkılmamış, eşine bakmaya devam etmiştir.

Hangi kadın?

Ve kavminin Hazret-i Musa’ya çektirdikleri?

Her an vazgeçmeleri. Her an şüphe duymaları. Her an akıl almaz ve edep dışı isteklerle bunaltmaları.

Ve yaratılmışların en üstünü. En güzeli. En. Sevgili Peygamberim. En çok çile çekeni. Anlatamam.

Rabbimizin bütün elçileri, bütün sevgilileri, doğmakla ölmek arasındaki kısacık hayatları kurtarmak için gelmişler.

Ve o hayatlara ibret olsun diye acıyı, ihaneti, kandırılmayı, terk edilmeyi, hastalığı, derdi, belâyı yaşamışlar.

‘Ben’ değil, ‘hi璝 olduğumuzu anlatmışlar. ‘Hi璝 olunca ‘sevgili’ olunacağını anlatmışlar.

Anlamış mıyız?

Acı, çile, ihanet, ayrılık, aşk, hüzün, hastalık, zarar, ziyan, hasret, felâket.

Anlayalım diye, en zorunu, uygulamalı olarak göstermişler.

Hiç ‘Ben’ dememişler.

Anlamış mıyız?

Murat Başaran / Zafer Dergisi

Ve Kapı Çalmaz

Kapı çalar…
Sabahın erken saatlerinde… Açarsınız. Sütçünüzdür gelen. Sütçünün litreliğinden kabınıza dökülen beyazlıkta sabahın güzelliğine kavuşursunuz. Gözünüzde pırıl pırıl bir sabah kahvaltısı canlanır. İçinizden “Bugün kahvaltıyı bahçede yapalım” diye geçirirsiniz…
•••
Kapı çalar…
Gelen postacıdır. Kucağında büyükçe bir paket. Uzattığı kâğıda bir imza atarsınız. Daha önceden ısmarladığınız kitaplara kavuşmanın sevincini yaşarsınız. Zaten tatilde olduğunuzdan bu kitaplara çok ihtiyacınız vardır. “Artık canım sıkılmayacak” deyip keyiflenirsiniz. En çok merak ettiğinizi alıp şezlonga uzanırsınız…
•••
Zil çalar…
Kapıya koşarsınız.
Yıllardır görmediğiniz bir dost gelmiştir. Sevinirsiniz. Sohbetleriniz saatler boyu hatta günlerce sürer. “Yaşamak ne güzel” dersiniz içinizden. Hele böyle dostlar varken…
•••
Kapı çalar…
Dürbünden bakarsınız. Kimseyi göremezsiniz. Dönüp yeniden koltuğa gömülürsünüz. Bir daha çalar. Bakarsınız, yine kimse yok. Tam o sırada bir daha çalınca kapıyı açarsınız. Komşunuzun oğlu. Elindeki sopayla zile uzanmakta. Meğer tuzları bitmiş. İçeriden tuz getirirken kendi kendinize söylenirsiniz “Elbette göremem. Keratanın boyu bir metre…” Bu küçük hâdise neşelendiriverir ortalığı. Hatta koşup hanımınıza anlatırsınız.
•••
Kapı çalar…
Düşüp bayılacak kadar şaşırırsınız. Askerdeki oğlunuz haber vermeden izne çıkmıştır. “Oğlum benim…” diye hasretle kucaklarken gözyaşlarınızı zaptedemezsiniz. Mutululuğunuz oğlunuzun izni kadar uzar…
•••
Kapının her çalışında sanki mutluluğa koşmaktasınız. Huzur tüter gözlerinizden. Her sessizlikte kulaklarınız zil sesi arar…
”Ve kapı çalmaz…”
En büyük misafir gelir.
Âdetâ kapıyı kırmıştır. Alıp gider sizi, şaşırırsınız. “Niye haber vermedi?” diye içinizden geçirirken “Doğduğundan beri zile basmaktayım” der. Bir şeyler söylemek istersiniz o an. Ama o andan sonra diliniz dönmez.

Ölüm sessiz sedasız gelivermiştir…

Murat Başaran / Zafer Dergisi