Etiket arşivi: Mürşid

Kendini dağlarken onları çağırıyorsun!

Hepsini denedim ama ancak bir derdim olduğunu kabullendikten sonra iyileşmeye başladım.” Paulo Coelho, Aldatmak’tan.

Kanaatimce mürşid ‘yarası olmayan insan’ demek değildir. Yaralarının ve devalarının farkında olan veya en azından arayan, çoklukla buldurulan ve yenilerini çağıran insandır. Kulluğun yaraları hiç geçmez çünkü. Acz bir yaradır. Fakr bir yaradır. Merhamet bir yaradır. Aşk bir yaradır. Bir yerde okuduğum gibi: “Yaralarımız sonradan edindiğimiz duyu organlarımızdır.” Bunlar geçerse azgınlaşırız. (Şüphe yok ki insan elbette azar. Kendisini ihtiyaçtan kurtulmuş görünce… buyuran Alâk sûresi bu dersi ne güzel verir.)

Gaflet veya küfür dediğimiz şeyler ‘yarasızlık’ değil ‘yaralarının farkında olamamak’ veya ‘kabul edememek’tir. ‘İhtiyaçtan kurtulmuş görünce’dir yani. Kurtulma değildir. Bu noktada, irşad olunan da, mürşidinin karşısına yaralarının farkına varmış olarak geçer. Mutsuzluğunu kucağına almış olarak gelir. İrşad olanın mürşidden farkı derdini biliyor ama devalarını bilmiyor oluşudur. Devaların cinsi de muhteliftir. Bazısı hava gibidir. Solur gibi muhtaçsındır. Bazıları su gibidir. İçer gibi muhtaçsındır. Bazıları nur gibidir. Aydınlanır gibi muhtaçsındır. Bazılarına duyulan ihtiyaçsa daha seyrektir.

Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ… Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder.

Yaranın cinsine göre devanın kullanım sıklığı da değişir. Fakat yine altını çizmek istiyorum: Yarasızlık diye birşey yoktur. Yara hastalık değil kendimizdir. Sınırlarımızdır. Faniliğimizdir. Varlık şeklimizdir. Hem mürşid adına hem mürid adına. Yani mürşid bütün yaralarını iyileştirmiş ve aşkın insan olmuş (veya Niçe’nin tabiriyle ‘üst insan’ olmuş) bir canlı olarak nirvadan konuşmaz sizinle. (İnsan-ı kamil asla bu anlama gelmez bizde.) Yanınızda ve yaralarıyla ‘içinizden birisi’ olarak konuşur. ‘İçinizden birisi’ kalarak konuşur. Kendi yaralarının farkındalığı, sizin acınızı anlaması ve merhamet etmesini sağlar. Tevbe 128 ‘mülkün güzelliği’ aleyhissalatuvesselam ile bize bu dersi ne güzel aktarır:Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. Elbette merhametlidir. Yaraların acısı nicedir biliyor çünkü. O bizim en çok imtihan olanımız. En diri sabırlımız. En yaralımız. Bu yüzden şifalarına bizim de kavuşmamızı istiyor.

George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar’da bir çocuğun dünyasına girmenin ancak anılar vasıtasıyla olabileceğini söyler:

İnsan bir çocuğun gerçekte ne hissettiğini ve düşündüğünü bilmenin müthiş zorluğuyla karşı karşıya. Oldukça mutlu gözüken bir çocuk aslında açığa vurmayacağı ya da vuramayacağı korkunç şeylerden mustarip olabilir. Çocuklar, yalnızca anılarımız ya da tahminlerimiz aracılığıyla içine girebileceğimiz, bize yabancı bir sualtı dünyasında yaşar. Başlıca ipucumuz bizim de bir zamanlar çocuk olduğumuz gerçeği; ancak çoğu insan, kendi çocukluklarındaki ortamı neredeyse bütünüyle unutuyor gibi gözüküyor.

Ben Orwell’ın bu düşüncesinin irşad faaliyeti için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bir mürşidin başarısı irşad ettiği insanla yaşayabileceği empatiye bağlıdır. İrşad zaten budur. Onun gibi olan yanlarını/yönlerini, belki insandan insana uzanan dertten ve yaradan yollarını keşfedip, kendininkini deşerken ona da dokunmaktır. Bediüzzaman’ın “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez…” cümlesini böylesi bir ‘gönülden gönüle yol’ olarak da anlayabiliriz.

Hadi biraz bilim kurguya sapalım: Yaralarımız birer karadelik gibi ‘ben’den ‘ona’ sıçrama yapmamızı sağlar. İçimizde solucan delikleri gibi çalışırlar. Nefsinde ıslah, başkasında da o nefse benzer bir nefis bulunduğu için, senden ona uzanan yoldur. Kalemi kendine batırdıkça karşındakinin de kalbine dokunursun. Ne kadar derine batırırsan o kadar yaralı insan inleyişini işitip etrafında toplanmaya başlar. Bu can yanması tanıdıktır çünkü. İçindeki insana dokunmak ‘asl-ı insan arşına’ dokunmaktır.

Hem deme ki, ‘Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’ Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.

Yaralarını bu yönüyle sevebilirsin. Onlar sayesinde herkesleşiyorsun. Daha çok insan oluyor ve daha çok insanı anlayabiliyorsun. Ve yine o dolmayan boşluklar seni Allah’ı aramaya itiyor. Yazdıran da onlar, düşündüren de. Kendi içindeki o boşluğa düştüğün zaman dalgınlığa kapılıyorsun. En güzel cümleler o zaman yazılıyor. Onsuzluğun boşluğundan Onun varlığına kaçış, ‘istiaze/sığınma’ sırrı, böyle birşeyin ifadesi biraz da belki. Kış Günlüğü’nde “Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?” diyen Paul Auster da buna dokunuyor fakat tanımlayamıyor. Tanımlayacak inanç onda yok.

Göklere ve yerlere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım…” sırrınca, kalbinde, ancak bir sonsuzluk sahibinin marifetiyle dolacak kara delikler var. Ne kadar dünya, hatta dünyalar bastırsan; ne kadar kanını akıtsan, bağırsan, çağırsan ‘oh’ demez, dolmaz, bıkmaz o. Cehennem gibi “Daha yok mu?” diye sorar.

Sahabilerin irşad başarısını biraz da bu şekilde anlayabiliyorum. Cahiliyeden sonra İslam’ın sadasıyla uyanan o güzel insanlar ehl-i şirkin yaralarını ve şirkin psikolojisini çok iyi bildikleri için irşadları da bu kadar güçlüydü belki. Muhataplarının yaralarını çok iyi biliyorlardı. O yaralarla bir zamanlar kendileri de yaralıydılar.

Bediüzzaman’ın bir Kur’an tefsiri olarak tanımladığı Risale-i Nur’da kendi hatıralarını bu kadar çok anlatmasını da biraz buna bağlıyorum. Kendi kalbine kalemini batırmak bu. Önce kendi yaranı kanatmak. Kanının kokusunu alan diğer yaralılar toplanıyorlar etrafına. Kendini dağlarken onları çağırıyorsun. “Ben yaramı böyle iyileştirdim!” demek aslında biraz da yaralarından bahsetmektir. Yaralarının varlığını kabul edip yüzleşmektir. Zaafını görmekten korkmamak, ‘mış gibi’ yapmamaktır. İçimizden biri olmaktır yaralarıyla. Yarasını kabul etmeyenin bu yerde yeri yok. Ne boşuna yazsın, ne de dinlesin/okusun. Irvin Yalom’um Bugünü Yaşama Arzusu’nda dediği gibi: Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar.

Ahmet AY – Risale Haber

Eğitim Ve “RAB” İsmini Okumak

Bir rivayete göre, Cenab-ı Hakkın (c.c) doksan dokuz ism-i şerifi bulunmaktadır. Peygamber efendimizin ( a.s.m ) müstesna bir duası olan Cevşen-ül Kebir’de ise, bin bir esma- i ilahiyeden bahsedilmektedir. Bu duada hem İlahi isimler öğretilmekte hem de o isimlerden eman ve yardım dilenmektedir.
Alimlerin çoğunluğuna göre bu ilahi isimler arasında bir isim de, İsm-i Azamdır.

Bir hadiste: “Allah’ın İsm-i Azam’ı, “İlahınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka ilah yoktur, O Rahman’dır, Rahim’dir” (Bakara suresi, 2 / 163) ve “Elif, lam, mim. Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur, daima diridir ve (yarattıklarını) koruyup yöneticidir” (Âl-i İmrân, 3 / 1-2) mealindeki ayetlerde bulunduğu.” ( Saîd Havva, El-Esas Fi’t-Tefsir, I, 288) ifade edilir. Başka bir hadise göre “namaz kılan birisinin “Allahümme inni es’elüke bienne leke’l – hamdü la ilahe illa ente’l Mennân Bediü’s-semâvat ve’l – ard Zü’l-celali ve’l-ikrâm ya Hay ya Kayyum” diye dua ettiğini işiten Resulüllah (a.s.m) “Biliyor musunuz ne ile dua etti?” diye sormuş, ashabın “Allah ve Resûlü bilir” demeleri üzerine, “Nefsim kudret elinde bulunan Zat-ı Zülcelal’e yemin ederim ki, Allah’a en büyük ismi (İsm-i Azâm) ile dua etti. O İsm-i Azâm ki, Allahımız (c.c) onunla çağırıldığı vakit icabet buyurur ve onunla istenildiği vakit verir” (Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, VI, 4678) buyurmuştur.

Cenab-ı Hakkın (c.c) isimleri arasında hangi isminin İsm-i azam olduğunu analiz edecek değiliz. Çünkü Bediüzzaman hazretleri “İsm-i azam herkese göre bir olmaz. Pek çok zâtlar farklı farklı isimleri, İsm-i Azam görmüşlerdir.” (Lem’alar, 339) demekle, herkesin İsm-i Azamı farklı tespit ettiği bir vakıadır. Çünkü İsm-i Azam, bütün isimler içerisinde gizlidir. Bu nedenle, her insan kainatta azami olarak tecelli eden herhangi bir ismi, İsm-i Azam olarak görebilir.

Kainatta tecelli eden isimler içerisinde, Rab isminin ayrı bir yeri ve ehemmiyeti vardır. Çünkü Allah (c.c), Rab ismi ile nerede ve hangi şeyde tecelli ederse, bütün sıfatları ve çok esması ile orada hazır ve nazırdır. Yani Cenab-ı Hak (c.c) hangi canlıyı terbiye etmiş ise, o terbiyenin arkasında hayat, kudret, hikmet, ilim, şefkat, basar (görme), sem’ (işitme), Musavvir, Müzeyyin v.s sıfat ve isimlerini görmek ve okumak mümkündür. Bu noktadan bakıldığında Allah isminden sonra en çok tecelli eden, okunan, çağrılan ve zikredilen isim, Rab ism-i şerifidir.

Rab, sözlükte terbiye eden, derece derece, kademeli olarak kemale erdiren anlamına gelir. Kâinatın yaratılışı bir ilk noktadan başlamış ve Kuran-ı Kerimde altı gün şeklinde ifade edilen altı devrede son şeklini almıştır. Bu İlâhî irade, bu dünyaya misafir olarak gönderilen varlıklarda da kendini göstermiş, onların da bedenleri yine bir anda değil kademeli olarak yaratılmıştır. Bu misafirlerin en şereflisi olan insan, ana rahminde, ana hatlarıyla, altı devre denilebilecek bir kademeli terbiyeden geçmiştir. Bu kademeler nutfe (iki ayrı cinsten hücrelerin birleştiği duru su), alaka ( koyu kan), mudğa (bir çiğnem et parçası), azm (kemik), lahm (et), halk-ı cedit (yeni yaratılış, son şekli alma) devreleridir. ( Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esma-i Hüsna Şerhi)

Bütün alemleri emir dinlemek üzere terbiye eden Allah (c.c), insanları da kendi iradeleriyle emir dinleme veya dinlememeye müsait bir şekilde terbiye etmiştir. Ayrıca insanın istidatları, – eğitim aldığı takdirde – her türlü ilim ve sanatı netice verebilecek tarzda dizayn edilmiştir. Bu çeşit terbiyede çok büyük hikmetler vardır. Zira Allah (c.c.) insanları bu şekilde yaratmakla, bir kısım insanları diğer insanlar üzerine şeref kazanmalarını irade etmiştir. İnsanlık aleminde, başta peygamberlik olmak üzere, âlim, şeyh, öğretmen (muallim), belletmen, mürebbi, usta gibi unvanlar ortaya çıkmıştır.

Terbiye ve eğitim işi ile meşgul olan kişilerin, Rab isminden öğrenecekleri çok şeyler vardır. Zira Rab ismi, mahlukatı terbiye ettiği gibi, terbiyenin nasıl yapılacağı hususunda da ders vermektedir. Çünkü en büyük terbiyeci Cenab-ı Haktır. Allah (c.c) bir şeyi her yönüyle terbiye eder. Ona lazım olan tüm ihtiyaçlarını karşılar. En büyük şey en küçüğe göre ayarlanırken, en küçük şeyler de en büyüklere göre tasarlanır. Yaratılışta zıtlaşma ve inatlaşma yoktur. Büyük, büyüklüğüne güvenip isyan edemediği gibi, küçükler de küçüklüklerine güvenip terbiye dışına çıkamaz. İtaat etmek üzere terbiye edilenlerin isyan hareketlerinde bulunması, elbette düşünülemez.

Peygamberlerin insanları eğitmede ki modeli, Rab ismidir. Çünkü Rab ismi herkese ve her şeye layığını verip, hikmetle karar verir. Peygamberler de Rab isminin cilvesiyle, farklı farklı şeriatlar getirmişlerdir. Şayet kendi zamanlarının ve insanlarının durumuna uygun şeriatla gelmemiş olsalardı, muvaffak olamazlardı.

Mürşitlerin takip etmesi gereken tarz, hikmetle ve şefkatle terbiyedir. Rab ismine mazhariyet ölçüsünde, muvaffakiyet sağlanır. Tarih boyunca gelen başarılı mürşitlerin sırrı, Rab ismine bağlılıklarıdır. Rab ismine uzaklık ölçüsünde de başarısızlık söz konusu olur.

Öğretmenlerin öğrenci eğitiminde başarılı olmaları için takip etmeleri gereken temel model, yine Rab isminin terbiye sistemidir. Çünkü Cenab-ı Hak ( c.c ) semavi kitap ve hitaplarda, insanların terbiyesinde şefkat ve hikmetin yanında lütuf ve kahır müesseselerini beraber işletmektedir. Yani insanların terbiyesinde daima fayda gözetilir. Bu faydayı elde etmek için gereken tüm şartlar hazırlanır. Sonra, mükafat ve mücazat ortaya konur. İnsanlara taşıyabilecekleri kadar yük yüklenir. Taşınamayacak yükler teklif edilmez ve yapılacak fiilin neticesi hatırlatılır. Böylece her insanın, bu imtihanı başarabilmesi sağlanır. Maalesef insanlar bu şefkatli imtihanı kendi iradeleriyle aleyhlerine çevirebiliyorlar.

Buna göre öğretmenler, kendi öğrencilerine:
1- Şefkatle muamele etmelidirler. Kendilerine babalarından daha yakın olduğunu ihsas ettirmelidir. Çünkü, şefkatli muamelenin cezalandırmaktan daha tesirli olduğu açıktır.

2- Eğitimi hikmetle vermelidirler. Çünkü hikmetsiz yapılan her iş, boş ve beyhude olduğu gibi, hikmetten uzak verilecek eğitim de boş ve faydasız olacaktır. Öğrenciler kabiliyetlerine göre sınıflandırılacak, ileri hedefler belirlenecek ve bu hedeflere göre yönlendirileceklerdir. Cenab-ı Hakkın (c.c) her çekirdekten farklı bir ağaç ve meyve yaratması gibi, farklı istidatta ve kabiliyetteki öğrencilerin de kendilerine uygun meyve vermeleri sağlanmalıdır.

3- Güçlü bir irade kazandırmalıdırlar. Zira güçlü irade sahibi olan öğrenciler, belirledikleri hedeflere emin adımlarla ilerleyebileceklerdir. Basit kayıtlar ve engeller ayaklarına dolanıp, hedeflerinden şaşırtamayacaktır.

4- Eğitimlerine mani olan dış etkenleri kaldırmalıdırlar. Çünkü, şerri defetmek faydaları teminden önde gelir. Dolayısıyla Allah (c.c) bir şeyi terbiye ederken, hariçten gelecek manileri def’ ettiği gibi, öğrencileri yetiştirme gayretinde olan bir öğretmenin de eğitime zarar veren harici etkenleri bertaraf etmeleri şarttır. Yoksa vermeye çalıştığı eğitimin sonuçsuz kalması işten bile değildir.

Dr. Burhan SABAZ – sorularlarisale.com

Mürşid-i Kamil

Mürşid; Resûlullah’ın (s.a.v) yolundan giden, insanları irşat eden, doğru yolu gösteren, üstün bir kimse ve rehber gibi manalara gelir.

Mürşid-i Kamil, ehl-i sünnet itikadını iyi bilen, İslami ilimlere tam vukufiyeti olan ve her halinde istikamet üzere yaşayan kişidir.

Suhreverdi, mürşid-i kamil’in vasıflarını sayarken, mürşidin sabır, istikamet, şükür, seha, vefa, kanaat, hilm, tevazu, sıdk, takva, haya, vakar ve akl-ı selim gibi hasletler ile müzeyyen olmasının yanında, şu üç şartın da mürşid-i kamilde olmasının üzerinde hassasiyetle durur:

Birincisi; Sağlam bir silsile ile Hazreti Peygambere (s.a.v) dayananması.

İkincisi; Alim olması.

Üçüncüsü de dünya sevgisinden tecerrüt etmiş olması.

Yine Suhreverdi aynı mevzuya devamla, hakiki mürşidler hakkında şöyle der: “Onlar, Peygamberimizin envarından birer nur, birer meşaledir ki, ancak bu gibi selahiyetli mürşidlere uyulabilir. Demek ki, mürşid, irşada ehil, vazifeyi ifaya layık, enva-i kemalatı cami, her türlü azamet ve kibir libasından beri olmalıdır. Şayet, marifet ve muhabbet-i İlahiye’ye isal edecek bir mürşid-i kamil bulabilirsen, her şeyinle ona hizmetkar ol, ona teslim ol, gösterdiği istikamette daim ol. Mürşidin sohbeti ile veya eserleri ile devamlı meşgul olmak, onun meşrebi ile meşreplenmek, onun rengi ile boyanmak en büyük bir nimet ve necattır. Ona muhabbette daim olmak ve hizmetlerini deruhte etmek de aklın ve vicdanın gereğidir.

Mürşid-i Kamiller, Allah’ın az bulunan müstesna kullarıdır. Cenab-ı Hak da ‘Sadıklar ile olun. diye emretmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) de şöyle buyurmaktadır:Allah’la beraber olunuz. Buna güç yetiremezseniz, Allah’la beraber olan salihlerle olunuz ki; onların bereketi sizi Allah’la beraber olmaya ulaştırsın.”

Mürşid-i kamilin sıfatlarını Halid-i Bağdadi Hazretleri, Risale-i Halidiye’sinde şöyle anlatır; “Onun zahiri, halk ile batını da Hak iledir. Halk ile meşgul olması, O’nu Hak’tan beri edemez. Hareketleri hikmetten neş’et eder. Şefkati güneş gibi bütün Müslüman’ları, hatta tüm insanlığı ihata eder. Eskiden sadık müridler, böyle mürşidleri kapı kapı gezerek ararlar ve onları canlarından, mallarından, evlatlarından daha ziyade sever, insan-ı kamil derecesine gelinceye kadar mürşidlerinin kapısında uzun seneler bekler, her fedakarlığa katlanır, hatta çilehanelerde günlerce riyazet yaparlardı.”

Evet, mürşid-i kamil, hak ve hakikati anlayıp almada ziyadar bir yıldız gibidir. İnsanlara karşı son derece şefkatlidir. Fertler arasında muhabbeti temin eder. Kötü ahlaklardan içtinapla beraber söz ve fiillerinde Kur’an ve Sünnet üzere hareket ederek kalbini ve latifelerini muhabbettullah ile tezyin etmiştir. Rehber olduğu müntesiblerini, marifetullahta terakki ettirmenin usul ve adabını çok iyi bilir. Şeriat-i Muhammediyeden iktibas ettiği nur ile, etbaını makamdan makama yükselterek onları en ali derece olan marifet ve muhabbet-i İlahiye’ye isal eyler.

Ehlullah-ı izam Hazretleri buyurmuşlardır ki, “Mürşid-i kamiller, makam-ı muhabbettedirler. Huzur-u Hak’tan gaflet etmezler, kalb ve gönülleri Hak ile meşguldür. Onlar için kahır ne ise, lütuf da odur. Onların ahlakları nezih, seciyeleri latif, meşrebleri şeriftir. Gönülleri aşk ve şefkat deryasıdır. Kalbleri ise birer sır hazinesidir.”
Evet her akıl ve izan sahibi bilir ki, insan biri cisim, diğeri ruh olmak üzere iki mahiyyetten mürekkeptir. O yalnız maddesi itibariyle düşünülürse, kıymet ve değeri de adi bir madde derekesine düşer. İnsanın asıl kıymet ve değeri de kalp ve ruh cihetiyledir. Bu nokta-i nazardan İslam dini, asıl ehemmiyeti insanın ruhuna ve maneviyatına vermiştir. Zira insan, sadece cisim ve maddesiyle değil, ruh ve kalbiyle birlikte bir ehemmiyeti haizdir. Evet, insanın, cismani aleminden ayrı bir manevi alemi vardır ki, o alemin ulviyeti, iman ve marifet üzerine bina edilir. Demek ki, insan kendi zatında, kendine has bir alem inşa edebilir.

Şu halde manen zengin, ruhen temiz olan şahsiyetlerin, birçok İlahi sır ve nurların tecellilerine mazhar olması Rahmet ve Rububiyet-i İlahi’yenin müktezasındandır. İlahi feyz umumi ve nihayetsizdir. Her fert, istidadına göre bu feyzden istifade edebilir. Nefsini günahlardan temiz tutmakla, kalp ve ruhunu ihlas ve ibadetle tezyin eden herkes, bu feyizlere, istidadı derecesinde mazhar olabilir. Cenab-ı Hak, bazılarına insaniyete mahsus olan bu makamın en yüksek mertebesine çıkmaya tam ve kamil bir istidat bahşeder. Onların kalbleri, İlahi hakikatların açık bir surette tecelligâhı olur. Yani, alem-i melekûttaki maneviyatın bazı esrarı o seçkin zatta inkişaf eder. Cenab-ı Hakk’tan kendilerine ihsan olunan hakikatlere, insanları davet etme vazifesini deruhte ederler.

Peygamberler, nübüvvete ait vazifelerini vahiyle icra ettikleri gibi, mürşid-i kamiller de irşada taalluk eden tasarruflarını Cenab-ı Hakk’ın ilhamıyla ifa ederler. Kur’an-ı Kerim, vahiy ve ilhamın mânasını o kadar tamim ve teşmil ediyor ki, arılarda bile vaki olduğunu: “Rabbin bal arısına ilham etti.” ayetiyle beyan buyuruyor. Hayvanata ilham olunca, mahlukatın en şereflisi olan insana ilhamın tecellisi nasıl kabul edilmez, nasıl akıldan uzak görülür?
İlhamın keyfiyet ve vukuunu en büyük alim ve feylosoflar ittifakla kabul ve itiraf ediyorlar. Mesela; meşhur feylosof olan Sokrat, birtakım esrar-ı sübhaniyenin ilham yoluyla insan vicdanında tecelli ettiğine inanmaktadır. Ancak Arnas ve Hegel gibi maddeden başka birşey görmeyen bazı filozoflar ilhamı kabul etmiyorlar. Halbuki, maneviyata ait hakikat ve hadiseleri inkar eden bu feylesofların iddiaları hiçbir delile dayanmamaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Herşeyi maddede arayanların, akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” Mümkinattan olan yani muhal olmayan herhangi bir şeyi inkar etmek, ya cehaletten ya da inattan kaynaklanır. Halbuki ilhamın manası; Allahü Tela Hazretlerinin dilediği kulunun kalbine birtakım esrar ve manaları ilka ve ihtar etmesidir. Keramet ve ilhamın vukuatı sayılamayacak kadar çoktur. Bu gibi azim harikaların tarihi bir hakikat olduğunu, tasavvuf tarihini inceleyen zatlar itiraf ediyorlar. Tarihin şehadetini inkar etmek ise hikmet ve hakikata zıttır.

Büyük mürşidler, keramete pek ehemmiyet vermezler, onların en büyük maksat ve gayeleri, cehaleti izale ederek insanların dünya ve ahiret sadetlerini temin etmektir. “Tasavvufi eğitimini tamamlayan bir kişi, tekrar insanlar arasına döner, onları irşad etmeye, kalp ufuklarını açmaya başlar.” Allah’ın kendisine ihsan ettiği feyz ve lütuftan başkalarının da istifade etmeleri için gayret gösterir.

Mürşid-i kamilin vazifesi, insanın zilletine sebep olabilecek garaz, intikam, adavet, hıyanet gibi fena ve zararlı huyları kalb ve ruhtan temizleyip, onları sabır, şükür, muhabbet, tevazu, adalet ve haya gibi güzel seciyelerle tezyin etmek, insanı hem kendine hem de diğer insanlara faydalı bir hale getirmektir. Mürşid-i kamilin üzerinde hassasiyetle durması gereken diğer bir konu ise, talebelerinin istidadlarını daima göz önünde bulundurması ve her birisine kabiliyet ve idrakine göre vazife tevdi etmesidir.

Mürşid-i Kamillerin bütün hayatları adeta ılık gölgeli bir yaz hükmündedir. Bunun içindir ki; kendilerine Evliyaullah denilen bu muhterem zatlar, Allah dostları ve ehlullah olarak sevilirler; bozulmamış gönüllerin sevgilisi olurlar. Bunları sevenler de sevilir ve Allah’ın rızasına ererler. Onları sevmeyip dil uzatanlar, sevilmezler ve bu mübarek zatların feyizlerinden mahrum kalırlar. Allah dostlarını istismara kalkışanlar, onları gözden düşürmeye çalışanlar, ya da düşmanlık edenler, mutlaka cezalarını bulurlar. Allah dostları olan arifleri, Kur’an-ı Kerim bize şöyle tanıtıyor: “İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Onlar, Allah’a inanmış ve O’na karşı gelmekten sakınmışlardır. Dünya hayatında da, ahirette de müjde onlaradır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu büyük kurtuluşun kendisidir.”

Bir hadis-i kudside şöyle bildirilir: “Kulum bana farz kıldığım ibadetlerden daha sevgili bir şeyle yaklaşamaz. Nafilelerle de bana yaklaşır. Ta ki onu severim, onu sevdiğim vakit, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”

Mürşid-i Kamil, kendi kusur ve noksanlarını teftiş etmekten de hiçbir zaman gafil olmazlar. Zira, onlar kendi nefislerini daima muhasebe ve murakabe altında tutarlar. “İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır.” hadis-i şerifine imtisalen zamanlarını ilim ve irfanda, marifet ve fazilette teâli ve tekâmül ile geçirirler.

Şu da unutulmamalıdır ki, hakiki mürşidlerin nice insanların hidayetine ve manen terakkilerine vesile olmalarının yanında, şeyh kıyafetine giren bazı bedbahtlar da nice safdil insanları aldatmışlar ve şeriata uymayan bir yola sevk etmişler, hatta dalalete kadar götürmüşlerdir. Bu gibi sahte insanların peşinden gidenler, Beyazid-i Bistami Hazretlerinin şu tesbitinden habersiz olduklarından aldanmışlardır. ‘Bir adam suyun üzerine seccade serse, gökyüzüne bağdaş kurup otursa, İslâmın emir ve nehiy çizgisindeki tavrını görmedikçe ona aldanmayın.” diye buyurmuştur. Bu konudaki acı misaller tarihte olduğu gibi maalesef günümüzde de mevcuttur. Ancak bunların hatalarını bahane ederek mürşid-i kamilleri itham veya inkar etmek en azından insafsızlıktır.

İşte bu mürşid-i kamillerden biri de Bediüzzaman Hazretleridir. Bedüüzzaman, yolu ve izi olmayan, ancak piyade ve at ille gidilen en ücra bir köy olan Barla’ya nefyedilerek, insanlardan uzaklaştırılıp unutturulmak isteniyordu. Fakat onu unutturmak isteyenler unutuldular. O ise, daima terakki ederek şahikadan şahikaya yükseldi, nur-u irfan ile etrafını aydınlattı. Bir arif-i billah için yetişilmesi mümkün olan en büyük zirve-i kemalata vasıl oldu. Bediüzzaman, İslam dinini asrın insanlarının idrakine uygun olarak anlattı.

Helaket ve felaket esrında her türlü menfi cereyanlar, imansızlık ve sefahet ateşi her tarafı kasıp kavurmakta idi. Üstad bu manzarayı şöyle dile getirir.“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum.” 1 Evet, Kur’an nurunu söndürmeye çalışanlar zulümlerini bütün şiddetiyle icra ediyorlardı. Başta Bediüzzaman olmak üzere Kur’an’a ve imana hizmet eden ilim ve irfan erbabı her türlü zulüm, istibdat, hapis ve sürgün gibi eza ve cefalara maruz kalıyorlardı. Bediüzzaman’ın ifadesiyle;

Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bagy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.” 2

Dolayısıyla, fazilete, rezalet; rezalete fazilet denilen dehşetli bir asır yaşanıyordu. Himmet erbabı, hiçbir tarihte, onun zamanındaki gibi eza ve cefaya maruz kalmamıştı.

Üstada bu zulüm ve işkenceleri reva görenler, fikri cereyanları kuvvetle, ilmi intibahları cehaletle boğmak ve nur-u imanı söndürmek istiyorlardı. O zavallılar bilmiyorlardı ki, küfrün imana, kuvvetin fikre, cehlin ilme, zulmün Hakk’a galebesi asla mümkün değildi. Fikri cereyan ve nur-u intibah; kuvvet, cebir, zulüm ve cehalet altında boğulmadı, bilakis, daha ziyade kuvvet buldu ve tenevvüre başladı. Hak ve hakikat cehlin korkunç ve katmer katmer karanlıklarından güneş gibi sıyrılarak aktar-ı alemi ışıklandırdı. O ilim güneşi kudret huzmeleriyle kör gözleri bile kamaştırdı. Lisanından dökülen marifet nurları akılları celb ve cezb etti. Ancak, fazilet ve hakikatten hoşlanmayanlar o nurdan korktular, ürktüler, ona bakamadılar ve onu üfleyerek söndürmeye çalıştılar, fakat kendileri söndüler.

Bediüzzaman, bir iki veya birkaç meziyeti hâvi bir ferd değil, bilâkis her biri bir umman olan pek çok meziyet ve vasıflara hâiz bir ferd-i feritdir. Bir mürşid-i mükemmel ve mükemmil, bir nüktedan-ı ekmel, alleme-i zaman, feyz-i perver, bir maden-i himmet, bir bir nadire-i vücüt, bir barika-i sadakat, bir kenzül irfandır.

Cenab-ı Hakk’ın kendisine bahş ve ihsan ettiği ulvi cihetlere nazar ettiğimizde, insanı en çok meftun eden ve O’nu o külli şeref ve mertebeye yükselten meziyetleri arasında güneş gibi parlayan en mümtaz vasfı, O’nun imanıdır. Bu iman sayesinde hiçbir kuvvetin, zulmün ve şiddetin önünde eğilmedi. Osman Yüksel Serdengeçti’nin ifadesiyle “Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiç bir zalim onu eğememiş. Hiç bir alim onu yenememiş.” Onun başı ancak Mabud-u Bilhakk’ın azamet ve kudretine karşı serfürü edip, secdesini Ona tahsis etti.

Üstad, fazilet ve marifete öyle aşık idi ki, dünya zevk ve saadetlerini ve hatta hayatını dahi o yolda feda etti.Dünya zevki namına bir şey bilmiyorum ifadesiyle de kendisi bunu açık bir şekilde belirtmiştir. Harikulade bir hafıza ve zekaya ve müthiş bir iradeye sahip olan Üstad, bahr-i hakaik olan ilme daldı. Kendisine zulmedenlere afv ile mukabale etti. Yalnız Allah’ın rızasına talip oldu. Kendisi sanki ihlasın tecessüm etmiş bir abidesi idi.

Bediüzzaman, marifet ve muhabbet-i ilahiye itibariyle engin tefekkürü, büyük tevekkülü, azami ihlası, yüce sadakatı ve zengin muhakemesi ile cidden bir hilkat nâdiresidir. 0, sadece mümtaz bir alim değil, aynı zamanda muhakkik bir mütefekkir, mükemmel bir arif ve fevkalade bir ediptir. Yüksek seciyeleri yanında, üstün bir zeka ve deha sahibidir.

O zât, sadece muttaki bir âbid ve dünyayı terketmiş bir zâhid değil, aynı zamanda mücahid bir mürşittir. İlim ve irfan bakımından ise adeta bir Gazali ve bir Râzi’dir. Hikmet ve felsefe cihetinde bir Sokrat, bir İbn-i Rüşd ve bir İbn-i Sina’dır. Tebliğ ve ikaz vadisinde ise, bir Mevlâna’dır. Tecdid ve mücahede sanki bir Ahmed-i Faruki’dir, Tabiri caiz ise O, selefdeki mürşidlerin ve müceddidlerin hakiki bir vârisidir. Bir arap şiirinde denildiği gibi, “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak Cenâb-ı Hakk’a zor gelmez.” İşte bu hal Bediüzzaman’da tecelli etmiştir.

O’na uyanık bir vicdan ile dikkat ederseniz, nice alimlerin, ariflerin ve mürşidlerin feyiz ve marifetlerini onda müşahede edebilirsiniz. Buna en büyük şahit, doksan seneye yakın bereketli ömrü ve altı bin sahifelik şaheser külliyatıdır.

O zat, bu şaheser külliyatıyla kıyamete kadar payidar olacak büyük bir tecdid hareketini başarmış, ilim ve hikmet üzerine müesses bir İslam mektebi ve ekolü kurmuştur. Fikirlerin ve vicdanların sönmeye yüz tuttuğu şu asırda, Bediüzzaman denilen bu ulu mürşid, İslam aleminde yeni bir irşad ve tebliğ hareketi başlatmıştır.

Zekasının ziyasını, irfan nuruyla mecz ederek, küfür ve dalalet zulümatlarını bertaraf etti. Kendi ifadesiyle; “Tesadüf, şirk ve tabiat”tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.”3

Şimdi dünyanın her tarafında hem kemiyeten ve hem de keyfiyeten büyüyen azim bir cemaat var. Bediüzzaman Hazretlerinin Ben rahmet-i İlâhîden ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek….” 4 müjdesi bu cemaatın yapmış oldukları hizmetler ile tahakkuk ediyordu..

Evet, bu cemaatin fertleri olan nur talebeleri de bu ulvi hakikatları gelecek nesillere aktarmaktırlar. Onlar mütevazi, halim, selim ve şefkatlidirler. Kimsenin kusurunu araştırmaz, bilakis gizlemeye çalışırlar. Hiç kimseyi küçük ve hakir görmez, bilakis herkesi kendilerinden üstün görürler.

Bediüzzaman, maneviyat aleminde bir sultan, irşad aleminde bir müceddiddir. O, insanlığı kuşatan bütün küfür ve dalalet buzlarını eriterek, bu asrı ilim ve irfanıyla bereketlendiren bir güneştir.

Nurs Köyü’nün yalçın, geçit vermez, sert ve ihtişamlı kayaların ufkundan doğan bu güneş, insanların çorak çöllere dönmüş fikir ve kalplerini cennet bahçelerine çevirdi. Fıtraten sahip olduğu hamiyeti yanında, hususi bir Kur’an ilmine mazhar olması, O’na bu milletin imanına hizmet gibi azim bir vazifenin sorumluluğunu yükledi.

O, Kur’an-ı Azimüşşân’ın uçsuz bucaksız hakikat denizinden insanlığın istifadesine, nefsî, ruhî, vicdanî, ferdi, ailevî, içtimaî ve siyasî hayatımızı her cihetle aydınlatacak yüksek esasları ve ulvi düsturları havi, Risale-i Nur gibi bir irfan hazinesini sundu.

Başlatmış olduğu ilim ve irfan hareketiyle, bugün sayıları milyonları aşan, hatta ülke sınırlarından taşan nurlu, faziletli, vatanperver, iffetli, hamiyetli, faal, gayretli bir cemaat tesis etti.

İlim ve marifette, hikmet ve felsefede, irşad ve mücahede de yeni bir çığır açtı.
Davasının ulviyeti, hamiyetinin yüksekliği, fikrinin keskinliği, ilminin derinliği, sarsılmaz imanı, tarife sığmayan cehd ve gayreti ile asra ismini nakşetti ve Bediüzzaman ünvanına mazhar oldu.

Bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, itidâli, ciddiyeti, şecaati, feraseti, istikameti ders verdi. Dost ve düşmanlarına kemâlatını tescil ettirdi. Ruhundaki ulvi vecd, beyanındaki coşkunluk, fikirlerindeki kudsiyet yeni bir devir açtı. Ruhunda yanan meş’ale, vicdanında doğan ilahi cezbe, asrı çalkaladı. Karanlıkta olanları ışığıyla aydınlattı. Selim kalpleri nurlandırdı. İnsanların kalplerini teshir ederek, fikirlerini heyacana, ruhlarını aşk ve şevke getirirdi. O, asrın ızdıraplarını kalbinin derinliklerinde hissederek yaşadı.

Bediüzzaman, hep imansızlık cereyanları ile mücadele ederek, daima hakkı müdafaa etti. Bu hususu şöyle ifade eder: Bir tek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum.” 5

Barla kürsüsünden, Çam dağının tedris rahlesinden öyle bir saba rüzgarı esti ki, ruhları şifalandırdı, gönülleri zevk ve sürura gark etti. Bu öylesine aheste, öylesine latif bir seher yeli idi ki, kalplere hidayet ve sürûr, idraklara ilim ve marifet, vicdanlara insaf ve basiret getirdi.

Bu nazenin marifetlere müncezib gönüllerden, gaflet ve cehaletin bütün izlerini söküp çıkardı.

O burç ve ufuklardan esen sabâ rüzgarı, fertlere gaye ve dava, cemaatlere hedef ve reaksiyon getirdi. Onlara sanki yeni bir ruh, yeni bir kudret ve kuvvet nefhetti. Anadolu’yu heyecanla vecde getirdi.

Evet, O Zât, dünya sarayının, Anadolu kürsüsünde yüksek bir nutuk okudu. O nutkun aslı ve kökü ne şarkta ne de garptaydı. Doğrudan doğruya Kur’an ve Sünnetten alınmaydı. Bu nutkun yankısı insanlık semasında çınladı, Avrupa, Amerika ve Asya’dan sesler getirdi. Nutkun mahiyeti ve nâtıkın maksadı ise, bütün kainatın, Allah’ın varlığına ve birliğine dair manevi şehadetlerini ve tesbihlerini asrın insanlarına dinlettirmekti.

Elhasıl, şarkı ve garbı kendisine hürmetkar kılan böyle bir dehanın Anadolu’dan zuhuru, bizler için Rabbani bir ihsan ve ilahi bir mevhibe idi.

Bediüzzaman Hazretlerinin Tecdid Hizmeti

Bediüzzaman Hazretleri, 1400 senedir Âlem-i İslâm’ı ayakta tutan müceddidler silsilesinin asrımızdaki mümessilidir. O, irşad sahasında, Resulullah’ın gerçek bir vârisidir. Kendi beyanıyla, tarikat berzahına uğramadan ilhamını, doğrudan doğruya Kur’an’dan ve Sünnet’ten almıştır:

Zaten üveysi bir surette doğrudan doğruya hakkikat dersimi “Gavs-ı Azam (k.s} ve Zeynelâbidin (ra) ve Hasan-Hüseyin (ra) vasıtasıyla “İmam-ı Ali (ra) “den almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.” 6

Bundan dolayı, Bediüzzaman Hazretleri’nin irşadı, sair mürşidlerden farklıdır. Evet, o büyük mürşid, bütün hayatı boyunca, kendisine bahşedilen ilm-i Kur’aniye ve hizmet-i imâniye ile meşgul olmuş, dünyevi ve siyasi cereyanlardan müstağni kalmıştır. Bu hakikatı O’nun şu veciz ifadelerinde müşahede ediyoruz:

Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebedinin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor. Fakat ilim itibariyle insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer’an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı ictimâiye ve dünyeviyeye ait olacak; o ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda, sağlam hizmet edilmez. Onun için o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan imana hizmet cihetini tercih ettim.” 7

Bediüzzaman Hazretleri’nin imanı sahadaki fütûhatı, tarihte eşine rastlanmayan, dengi olmayan bir tecdid ve irşad hareketidir.

O Zat, asrın insanlarına imanın, İslâmiyet’in bütün şubelerinde, yeni yeni izahlar getiren dini, ilmi ve milli öyle bir hazine bıraktı ki, artık ne şu ideoloji, ne bu doktrin, ne o sistem, hülâsa hiçbir batıl düşünce, bu hakikatlar karşısında duramıyor ve kıyamete kadar da duramayacaktır.

Bütün saadetlerin, hidayetlerin, hakikatların, esrar ve hikmetlerin menbaının Kur’an olduğunu, öyle kuvvetli ders veriyor ve ilan ediyor ki, artık bütün galibiyet hakkı, ne şunun, ne bunun değil, ezelden ebede kadar Kur’an’ındır.

İnsanların irşad ve hidayetine vesile olan bu marifetler, yüksek bir kemalatın tezahürüdür. O’nun bu hizmeti, sadece bir millet yahut bir sınıf hesabına değil, bütün insanlık namınadır. O’nun en büyük hasmı; cehalet, dalalet ve ihtilaftır. Elmas kılıcını cehaletin, imansızlığın ve anarşizmin başına vurmuştur. O, gönülleri aşk ve şevk içinde mecz ederek, sulh ve selameti temin ile Müslümanları bir gayede birleştirmiştir.

En beliğ ve en fasih ifadelerle Müslümanları ikaz etmiş; kin, nifak, şikak ve ihtilafın hikmet ve hakikat nazarında ne kadar zararlı olduğunu en canlı ve müessir misallerle gözler önüne sermiştir.

Böylece, Kur’an-ı Azimüşşan’ın Mü’minlerin uhuvvetine, ittihad ve muhabbetine ne derece ehemmiyet verdiğini muhteşem bir üslup ile anlatmış, ehl-i insafı ve ehl-i vicdanı dikkate sevk ederek, İslam dinini bir tevhid dini ve bir uhuvvet ve muhabbet dini olduğunu ortaya koymuştur.

Bediüzzaman Hazretleri, ilim ve irfan yuvalarının söndürüldüğü bir hengamda, geçmiş ile geleceği birleştiren tarihi bağların koparıldığı bir anda, şefkat ve hürmet mefhumlarının zedelendiği bir zamanda, ahlak ve haya ile istihza edildiği bir demde, yatağından fırlayan bir arslan gibi cihad meydanına atılmış, neşrettiği Kur’an Nurlarıyla batı kaynaklı bütün şüphe ve tereddütleri defetmiş, şu milleti düştüğü, daha doğrusu düşürüldüğü, bu elim vaziyetten Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez nuru ile kurtarmaya muvaffak olmuştur.

Kendi ifadesiyle:Elleri bağlı, zaif ve hasta bir tek adama ordular taarruz ettiği” halde, O, bu gayesinden dönmemiş, davasından zerre kadar taviz vermemiş, eğilmemiş, yılmamış ve yıkılmamıştır. Çünkü 0, izzet-i imaniyesinden gelen büyük bir şehametle, gizli zındıka komitelerini tarumar etmiş ve bütün planlarını akim bırakmıştır. Onun beşer takatinin üstündeki bu harika metanet ve gayretini, sabır ve tahammülünü, celadet ve şecaatini tarih hakkıyla takdir edip, hayranlıkla yad edecektir.

Evet, senelerce şer kuvvetlerin bu milletin tarihine, mukaddesatına, iffetine, ibadetine, ulvi seciyelerine yaptığı korkunç hücuma karşı, Bediüzzaman Hazretleri dağlar vari metaneti ile seddolmuştur. Dahili ve harici bütün hücumlar, O Kur’anî sedden gedik açamamışlar ve geri çekilmişlerdir.

Artık bugün dünyada en güzel ve en tesirli konuşan insan Bediüzzaman’dır ve şarktan ve garptan ve dünyanın her tarafından onun sesi gelmektedir. Bediüzzaman Hazretleri, bütün engellemelere, sürgünlere, hapislere ve çeşitli zulümlere rağmen, davasında muvaffak olmasının sırrını şöyle ifade etmektedir:

Evet Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere karşı galibane mukavemeti, sırr-ı ihlastan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i imaniyeden başka bir maksad takib etmemesinden ve bazı ehl-i tarîkatın ehemmiyet verdikleri keşf ü keramat-ı şahsiyeye ehemmiyet vermemekten ve velayet-i kübra sahibleri olan Sahabîler gibi, veraset-i nübüvvet sırrıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmaktır” 8

Artık zaman, devr-i Said ve devr-i nurdur. Üstadın “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!… 9 müjdesinin emareleri görünmektedir.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Tarihçe-i Hayat

2 Mektubat

3 Mesnevi-i Nuriye

4 Mektubat

5 Şualar

6 Emirdağ Lahikası cilt, 1

7 Mektubat

8 Kastamonu Lahikası s, 242 (rnk)

9 Tarihçe-i Hayat

“Mevlânâ Kapısında” (Barihudâ Tanrıkorur)

Anneannemin Kabri

Yaşadığım ve bir türlü tatmin olamadığım bu arayışlar beni yormuştu. Uzun yıllardır memleketime, Jamaika’ya gitmemiştim. En kısa zamanda toparlandım ve anne-babamın yanına gittim.

Bu arada garip şeyler üst üste gelmeye devam ediyordu. Ben bir yaşındayken vefat eden anneannemin kabrini, bu gidişimde bulmuştum. Bunu anneme söylediğimde, bana şöyle dedi:

“-Onun ölüm haberini, bize, sen vermiştin. O, memleketinden kalkıp bizim yanımıza gelecekti. O gece sen, ağlamaya başladın. Öyle çok ağladın ki, ne yapacağımızı bilemez hâle gelmiştik. Herkesi başına toplamıştın. Sonra öğrendik ki, tam senin hüngür hüngür ağladığın saatlerde annem vefat etmiş. Annem, çok büyük bir hanımmış. Köyde herkes dertlerini ona anlatır, o da herkesin derdine derman olurmuş. Mânevî yönü de varmış. Herkes ona saygı gösterirmiş.”

Annemden bunları ilk defa duymuş ve biraz daha hayret içinde kalmıştım. Onun mezarının başına gittim. Binlerce «kelime-i tevhid» getirdim.

“Hemen Los Angeles’a Dön!..”

Sonra Jamaika’da bir rüya daha gördüm. Yine bir ses, bana:

“-Sen, anne-babanla vedalaş!.. Los Angeles’a dön. 23 Nisan’da orada olman lâzım!..”

Rüyamda kaplumbağalar, gökyüzünde yüzüyorlardı. Uyandım. Âileme bir şey demeden onlarla vedâlaştım. Los Angeles’a döndüm. Küçük bir yer kiraladım. Çünkü Los Angeles’tan ayrılırken her şeyimi toplamış, işimi bırakmış, öyle gitmiştim. Şimdi her şeye tekrar baştan başlıyordum. Ve beklemeye başladım. “Ben şimdi buraya niye geldim?” diye düşünürken, Davud Bellak’tan bir mektup aldım. Davud, “Konya’ya vardım. Şeyhime hizmet ediyorum. Ona odun taşıyorum…” diye anlatıyor, bu hâlinden de şikâyet ediyordu.

Ben de, onu tesellî ediyor, Yunus Emre’nin hayatını bilmeden, “Ne kadar şanslısın, mürşidini bulmuş, ona hizmet ediyorsun!..” diye Davud’a mektup yazıyordum. Sonra yüzüğümü sordum. O da yüzüğü “Lâilâhe illallâh” yazılmak üzere kuyumcuya verdiğini söyledi.

Davud, gönderdiği bu mektupta, bir de Konya’dan Los Angeles’a gelecek olan bir Mevlevî şeyhinden ve onların Los Angeles’ta icrâ edecekleri ilk semâ âyininden bahsetmiş ve sonra da:

“-Aman 23 Nisan’da Los Angeles’ta bulun da seni şeyh efendi ile tanıştırayım!.. Ben de şeyhimle birlikte geleceğim ve senin yüzüğünü de getireceğim.” diye eklemişti.

İşte beklediğim mesaj buydu. Rüyamda haber verilen ve günlerdir ne olduğunu merak ettiğim işâret!..

Hidâyetin Bedeli…

Ben uzunca bir iç seyahat yapmıştım, oturduğum yerde… Yaptığım duâlarla, okuduğum kitaplarla, tanıştığım insanlarla iç dünyamda kilometrelerce yol kat etmiştim. İnsanın, hakikati ararken aslında gitmesi gereken yerdeydim; uzaklarda değil, gönül âlemimde… Böyle bir seyahat için diyar diyar gezmeye gerek yoktu, sadece bir rehbere ihtiyaç vardı. Bu yüzden:

“-Allah’ım, ben hiçbir yere gitmeyeceğim, burada oturacağım. Sen benim mürşidimi buraya gönder!..” diye duâ etmiştim.(1)

Halbuki bazı arkadaşlarım, ihtiyaçları olan rehberi bulmak için Afganistan’a, Pakistan’a… gitmişlerdi.

Bu da samimi olarak ve ısrarla yapılan duâların ne kadar tesirli olduğunu gösteriyor.

Bir de benim câhilliğimi gösteriyor. Ne kadar cehâlet içindeymişim ki, herşeyi ayağıma istiyormuşum. Allah’a şart koşulur mu? Halbuki Allah, en iyisini bilir ve en güzel şekilde herşeyi gerçekleştirir. O’ndan hayırlısını isteyip gerekli ortam ve şartları O’na bırakmalıydım. İnsan, yaşamadan birşey anlamıyor.

Siz, röportaja başlarken hidâyet mâceramı anlatmamı istediniz. Önemli olan “Lâilâhe illallâh” deyip istikamet üzerine olabilmek… Allâh’a teslim olmak… Nefisle büyük bir cihada azmedebilmek… Sadece “Lâilâhe illallâh” deyip sonra da müslümanca yaşamamanın hiçbir faydası yok!.

( Devam Edecek.. )


(1) Allah, duâlarıma mukabele ile bana Pir Vilâyet Han’ı Hindistan’dan, Mevlevî Süleyman Dede’yi de Konya’dan Los Angeles’a getirmişti. Ama âdeta benim de bir emek sarf etmem için de tâ Jamaika’dan Los Angeles’a gelmek zorunda bırakılmıştım.

Halime Demireşik

Şebnem Dergisi