Etiket arşivi: musibet

Bela ve Musibetlerin Altındaki Rahmet Cilveleri

Bela ve musibetler imtihan içindir. Belaya tahammül insanı yüceltir. Ruhunu temizler, vicdanına huzur ve kalbine inşirah verir. Bu hal çok zordur, ama büyük mükafatlara vesiledir.

Musibet, kuraklık, kıtlık, hasılat veya hayvanata arız olan afetler, arazi zayiatı ve zelzele gibi her türlü zararlara şamildir. Ayrıca, ölüm, hastalık, açlık ve yoksulluk gibi canlara taalluk eden acılardır.

Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Andolsun biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”

Bütün musibetler Allah’ın ilmi ezelisinde veya Levh-i mahfuzda yazılmış bir takdiridir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”

Bela ve musibet, hedefine isabet eden bir mermi gibi, insana şiddetle dokunur. Eflatun’un dediği gibi; “Musibetler Allah’ın oku, hedef ise insandır. “eynelmefer” nereye kaçacaksın.”

Bu dar-ı imtihanda hiç kimsenin asude bir hayat yaşadığı vaki olmamıştır. İnsanın yaratılışından beri hal, bu minval üzere devam etmektedir. Bu değişmez ezeli bir kanundur, kıyamete kadar da böyle gidecektir. Bu dünya bir imtihan salonu olduğundan insanlar çeşitli şekillerde imtihana tabi tutulmaktadırlar. Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Dünya dar-ül meşakkattır.” buyurarak, dünyada rahat, huzur ve gerçek saadetin olmadığını vurgulamışlardır.

Ağır belâ ve musibetlerin insanların üzerine yağmur gibi dökülmesinin nice hikmetleri vardır ki, onu Allah’tan (c.c) başka kimse bilemez. Cenab-ı Hakk’ın kullarına emrettiği ibadetlerin bir kısmı malî, bir kısmı da bedenîdir. Namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür gibi ibadetlerin dışında hastalıklara ve musibetlere sabır ve tahammül etmek de bir ibadettir, tevekkül ve kulluğun esasıdır. Bu bakımdan başa gelen bela ve musibetlere sabır ve tahammül zaruridir.

Sabır, bir insanın başına gelen bela ve musibetlere feryad-ı figan etmeden dayanması, uğradığı dert ve belalardan dolayı Allah’tan gayrisine arz-ı şekva etmemesidir. Sabr-ı cemil sahibi olan olgun bir mümin, bu mihnethaneyi dünyada başına gelen musibetlerden dolayı metanetini muhafaza edendir. Bir insanın kadir ve kıymeti başına gelen bela ve musibetlere gösterdiği sabır ve mukavemet nisbetindedir.

Sabreden bir kul, necat ile müjdelenir. Sabır acıdır ve nefse ağır gelir, lakin bir şifalı ilaç kadar faydalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Asıl sabır, musibetin ilk anında olanıdır.” buyurmuşlardır. Bu hal çok zordur, ama çok değerlidir ve akıl almaz büyük mükafatlara vesiledir. İlk musibet anındaki gibi keder ve üzüntüler devam etse, hayat azap olur ve yaşanmaz bir hal alır. Bu bakımdan nisyan da büyük bir nimettir ve bir lütf-u ilahidir.

Bela ve musibetler imtihan içindir. Belaya tahammül insanı yüceltir. Ruhunu temizler, vicdanına huzur ve kalbine inşirah verir. Sabır, sebat ve hüsn-ü niyet ile imkansız görünen şeyler mümkün hale getirilir ve kolaylıkla halledilir. Cenab-ı Hakk’ın nazarında en makbul ameller, en güç olanlarıdır. İ’la-yi kelimetullah uğrunda cihad etmek pek zordur, fakat amellerin en en efdalidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Amellerin en efdali, zor olanıdır.” buyurarak bu hakikatı ifade etmişlerdir.

İbrahim Bin Ethem buyurdular ki: “Öbür dünyâda terâzide en ağır amel, burada bedene en zor gelenidir.”

Sabır o kadar güzel bir haslettir ki, bir çok fazilet onun ile kemal bulur. Sabrın kadir ve ehemmiyetini ifade eden bir çok ayet ve hadis vardır. “Allah sabredenler ile beraberdir.” ayeti sabrın ne kadar mühim olduğunu nazara vermektedir. Bir musibet ne kadar elim ve büyük olursa olsun, madem ki Allah onunla beraberdir, o musibet hakikatte musibet sayılmamalıdır. Bir kul için bundan daha büyük bir izzet, şeref ve lütuf olabilir mi?

Peygamber Efendimiz de “Sabır bütün huzur ve rahatın anahtarıdır.”, “Sabreden zafere ulaşır.”, “Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.”, “Acele şeytandan, teenni ve sabır Allah ‘tandır.”, “Halim (sıkıntı ve belâya karşı tahammüllü ve sabırlı olan) insan, peygamberlik mertebesine yaklaşır. “ gibi birçok hadis-i şeriflerinde sabrın ehemmiyetini vurgulamaktadır.

Bedidüzzaman şöyle buyurur:

“Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikayeti tazammun eder. Ve efalini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı. Hazret-i Yakub Aleyhisselâmın “Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah’a şikayet ederim” demesi gibi olmalı. Yani: Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır. “

İnsan derdini kula değil, Allah’a arz etmelidir.

Evet, şekvanın en tehlikeli ciheti Cenab-ı Hakk’ı halka şikayet edip halini ve derdini insanlara anlatmaktır. Yoksa dert ve kederini Cenab-ı Hakk’a arz etmek, O’na sığınmak sabr-ı cemil olmaya münafi değildir. Melce-i kainat ve menba-ı hayrat olan Cenab-ı Erhamürrahimin kulun kendisine derdini arz etmesinden, niyaz ve duasından, havf ve recasından memnun olur. Allah (c.c) kalbi kırık ve kederli bir kulun enin ve ağlamasını sever, haşiyane ilticasından hoşlanır.

Barigah-ı rahmetpenah kullarının melcegâhıdır, sığınacak kapı yalnız O’nun kapısıdır. O’na açılan hiçbir el boş dönmez. Musibetzedelerin ilticaları, samimi nida ve niyazları asla red olunmaz. Hele kalbi kırık ve bağrı yanık bir felaketzedenin eninleri zaman olur ki, arş-ı aladaki meleklerin niyazlarından daha ziyade hüsn-ü kabule mazhar olur.

Cenab-ı Hak sevdiği bir kulunu bela ve musibetlerle imtihan eder. Bazen de bir dert ve keder onun geçmiş günahlarının affına vesile olur. Bazı musibetler de kulu kurb-u ilahiye mazhar eder.

Evet, sırrı rububiyet, insanların sabır, sadakat, ihlas ve teslimiyetine, istidat ve kabiliyetine göre tecelli eder. Cenab-ı Hak her kulun sabır ve teslimiyetine göre muamele eder ve ona göre mükafatlandırır. Kimi sıfat-ı cemal, kimi de sıfat-ı celal altında terbiye olunur. Bazı kullarda da hem cemal ve hem de celal altında terbiye olunurlar. Cenab-ı Hakk’ın öyle muameleleri vardır ki, görünürde kahir engiz, fakat hakikatte lütuf ve ikramdır. Bir arif-i billahın dediği gibi,”kahr-ı ilahi, kahr-ı mahz yani sadece kahir olamaz. O kahir altında nice lütuf ve kerem saklıdır.”

Beşeriyet makamı acz ve fakr makamıdır. Kul, başına gelen her hangi bir musibetten dolayı kazaya rıza göstermeli, Allah’ın her hükmüne razı olmalıdır ve o belanın izalesi için de O’na iltica etmelidir. Zaten kula bela gelmesinin bir hikmeti de, onun, Cenab- Hakk’a iltica etmesi içindir.

Sabredenler Allah’ın “Sabur” ismine mazhar olurlar. Allah’ın bir ismi olan “Sabur”, O’nun acele etmekten münezzeh olduğu anlamındadır. İnsanın fazileti, şu fani alemde necatına vesile ve hakkında hayırlı olacak şeyleri acele etmeden istemesidir. Demek ki, acele etmek, bir şeyi vaktinden evvel istemek, şeytanın vesvesesinden ileri gelir. Sabır ve teenni ile hareket etmek ise Tevfik-i ilahinin eseridir.

İnsan, fıtratının gereği olarak çok acelecidir, her hatırına geleni hemen elde etmek ister. Arzu ettiği şeylerin akibetini pek düşünmez. Ahiret nimetlerini bile dünyada görmek ister. Halbuki dünyadaki bütün nimetler ahiret nimetlerinin bir gölgesi hükmündedir. İnsan bundan gafil olarak gölgeyi asıl zanneder, ona çalışır, onun olması için dua eder ve bunda da aceleci davranır.

Nitekim Cenab-ı Hak, bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “İnsan, bazen şerri, tıpkı hayrı istercesine ister. Pek acelecidir bu insan.” Bu ayetten de anlaşıldığı gibi insan, kısa aklıyla, hak ile batılı tefrik edemediğinden, çoğu zaman nefsine tabi olarak fani zevklerin peşine düşer ve onları talep eder. Bir dirhem hazır lezzeti, ebedi hayattaki batmanlarca lezzete tercih eder. Maksuduna sabır ile ulaşması lazım gelirken, acele ettiğinden dolayı ondan mahrum kalır.

Cenab-ı Hak, bu kâinatı bir anda değil, altı günde yani altı devrede yaratmıştır. Kâinatın meyvesi olan insanlar, hayvanlar ve bütün nebatatlarda da bu tedriç kanunu cereyan etmektedir. İnsan vücudu bir anda kemale ermediği gibi, bir çekirdek de bir anda ağaç olmaz. Bu bakımdan insan, bu fıtrat kanununa riayet ederek, her şeyin bir anda olmayacağını düşünmeli, işlerinde acele etmek yerine sebeplere riayetten sonra neticeyi Allah’tan beklemelidir.

Sabır ve teenni ile hareket etmeyip, acele edenler maksuduna ulaşamazlar. İnsan birçok belâ ve musibeti sabır ile aştığı gibi, meşru arzu ve isteklerine de ancak sabır ile nail olur. Hususan en şerli ve en zalim insanların taarruzlarına maruz kalan büyük zatlar, o eza ve cefanın altında “kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri”ni ve inayetin iltifatını görmüş, kemal-i sabır ile tahammül etmiş ve maksutlarına ulaşmışlardır.

Zira, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfıki sabırlı insanların üzerinedir.

Mehmet KIRKINCI

İnsanın başına gelen sıkıntılar

Bela ve musibetlerden korunmak için Peygamberimiz sadaka vermemizi tavsiye etmektedir. Ayrıca müminin başına gelen sıkıntıların bir sebebi de işlediği günahlardır. Çünkü Allahu Teala müminin günahlarını bu dünyadaki musibetlerle temizler ki ahirette hesabı kolay olsun. Bu bakımdan günahlara girmemek de musibetlerin gelmemesine vesiledir. Ayrıca dua etmek de insanı musibetlerden korur.

İnsanın başına gelen musibetler günahların affına vesile olduğu için bir nevi rahmettir. Musibet geldiği zaman sabredip şükretmek kulluğun gereğidir.

Her musibet kahır değildir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

“Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.”

Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.

Konuyla ilgili harika bir tespit:

“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.”
(Sözler)

İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.

İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel… Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.

Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.

“Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir.” hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

•••
Nur Küllayatında, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.

İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir: “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” ( Bakara Sûresi, 216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî: “Rahmetim gazabımı geçti.”

Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir: “Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret…

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek: Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.

Alaattin Başar

Selam ve dua ile…
Sorularla İslamiyet