Etiket arşivi: muslumananneler.net

Mahrumiyetten Mahrum Çocuklarımız

Hani çook eskiden ailesinin durumu iyi olmayan çocukların gözlerinde bir “mazlumiyet” vardı.. Bu mazlumiyet onların kıyafetlerine, duruşlarına, bakışlarına, konuşmalarına ve dahi her şeylerine sinmişti..

Bu fakir ve fakat erdemli ailelerin çocukları, muhtemelen “özgüven” denilen o çok albenili şeyden mahrumdular.. Yani bencillikten, kendine her şeyden fazla değer atfetmekten, narsistlikten..

Bu çocuklar “yokluk” görmüş, başkalarının da “acılarının” olabileceğini yakinen öğrenmiş, mızmızlıktan ârî, kendilerini aşmış, fedakar çocuklardı..

“Yok” denildiğinde anlar, “Bitti” denildiğinde susar, “Sonra” denildiğinde sabreder, “Ama” denildiğinde hak verirlerdi..

Tarih boyunca nefsani düşünen insanların köşe bucak kendisinden kaçtığı “mahrumiyet”  “erdem” ile birleştiğinde tam bir rahmetti aslında..

Mahrumiyet, bugün bizim ve çocuklarımızın mahrum olduğu yegane şeydi..

“Benim çocuğum hiçbir şeyden mahrum olmamalıydı” elbette.. Çünkü bizler görmüştük, geçirmiştik, gün olmuş ezilmiş, gün olmuş yutkunmuş ve hayallerimize dokunamamıştık..

Onun için modern zamanlarda anne-babalık çok zordu.. Çünkü sürekli çalışmayı, çabalamayı ve vermeyi gerektiriyordu.. Anne-baba istekleri karşıladıkça, daha çok aldıkça, daha çok çırpındıkça “mutlu etmeyi” umuyor ve fakat tam tersine çabaları değersiz bulunan, gayreti takdir edilmeyen, bir parça hürmet görmeyen, yetmeyen, yetişemeyen yine kendisi oluyordu..

Borçlarımızın olduğu çocuklara söylenmemeliydi, bu ayı zor çıkaracak olmamız çocukların rutin eğlencelerini ve harcama alışkanlıklarını hiçbir şekilde etkilememeliydi, Allah korusun kazara evin çalışan bireylerinden biri işten çıkarılacak olsa, açık bir şekilde kapatılmalı ve çocuklara fark ettirilmemeliydi..

Yeter ki onlar mahrum olmasındı..

Yeter ki hayatlarında “yokluk, darlık, bitmek, beklemek, sabretmek, vazgeçmek, feragat etmek, destek olmak, fedakar olmak” gibi bir kavram ve eylem olmasındı..

Tamam, belki İslamî esaslar doğrultusunda hayatını inşa etmeyen modern insan için durum böyle olabilirdi..

Ama “Allah’ım beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür, miskinlerle birlikte haşret” diye dua eden, dünya ayaklarının altına serilmesine rağmen “sade bir kul” olarak yaşamayı tercih eden Peygamberin (s) ümmeti nasıl böyle olabilirdi?

Önüne birkaç çeşit yemek konulduğunda, “Bu halimizle nasıl bizden önce gidenlere kavuşabiliriz?” diye gözyaşı döken, “Darlıkla denendik sabrettik, fakat bollukla denendik sabredemedik” diye eseflenen ashabın yolunun yolcusu müslümanlar nasıl böyle olabilirlerdi?

Oysa bizler Şehid Abdullah Azzam’ın şu çağrısına muhatap olmuştuk:

“Müslüman kadınlar! Sakın rahat ve lüks düşkünü olmayınız. Çünkü rahat ve lüks cihadın düşmanıdır. Çünkü rahat ve lüks beşerin ruhunu telef eder. Temel ihtiyaçlarınızdan fazla şeylerden uzak durunuz. Zaruri şeylerle yetininiz. Çocuklarınızı ağır şartlara, yiğitliğe, kahramanlığa ve cihada alıştırınız. Bu esaslar üzere eğitiniz. Evleriniz aslan inlerini andırsın. 

Tağutlar tarafından boğazlansın diye, yeyip semiren tavukların kümesi olmasın. Çocukların kalbine cihad sevgisini, cihad tohumlarını ekiniz. Yiğitlerin meydanlarında at koşturmak, savaş alanlarında at koşturmak arzularını, aşkını yerleştiriniz.

Müslümanların problemlerini yaşayınız. Haftada en az bir gün mücahidlerin, muhacirlerin hayatlarına benzeyen bir gününüz olsun. O gün kuru bir ekmek ve buna bir kaç damlayı geçmeyen azıcık çayı katık yapın.”

Bu çağrıya kulak veren gençler, umut neslinin ebeveynleri olacaktı..

O gençler ki, Zühd’ü baş tacı ettiler..

Ellerinden geldiğince dünyaya ve dünyalıklara sırt çevirdiler..

Nefislerine muhalefet etmeyi iyi bilirdi onlar, kendilerini mahrum etmeyi, mecbur etmeyi, zorluğa göğüs germeyi..

Fakat bazen kurban olarak “İsmail” istenirdi, “Yusuf” feda edilirdi..

Kendine sözü geçenlerden, bu defa kalplerine söz geçirmeleri beklenirdi..

İmtihanları sevdiklerinden yana gelirdi..

Bir yanda; elinde imkan olmasına rağmen daima sadeliği tercih eden ve lüksten kaçınan bir Peygamber (s), O’nu adım adım takip eden ashabı, gelmiş-geçmiş alimlerimiz, evliyalarımız, şehidlerimiz, mücahidlerimiz..

Diğer yanda ise çocuklarımız..

Mahrumiyetten mahrum ettiklerimiz..

Zühd’ü, kanaati, sabrı, ezayı, cefayı, kendileri için gereksiz gördüklerimiz..

Daha onlar istemeden, ihtiyaç hissetmeden dünyanın tüm nimetlerini ayaklarının altına serdiklerimiz..

Hesap ortada.. Bu böyle nasıl olacak hiç bilmiyorum..

Annelerimiz bize; “Siz bizden daha iyi olacaksınız. Çünkü bizler hidayetle şereflendiğimizde çocukluk devrimizi çoktan geçmiştik. Ama siz tertemiz bir sayfa olarak başladınız” derlerdi..

Peki, o temiz sayfaların bugünkü sahipleri olan biz anne-babalar, aynı cümleleri kurabilecek miyiz çocuklarımızın gözlerinin içine bakıp?..

Umutlanabilecek miyiz?..

Ummu Reyhane 

muslumananneler.net

Gençliğimin Telaşeleri

Akşam oldu.. Gün yavaş yavaş çekildi pencerelerden.. Adettendir, şimdi kalkıp çekmeli perdeleri, “bir can var” niyetine ışık yakmalı..

Akşam..

İçimde hala gençliğimin telaşeleri, kulaklarımda çocuk sesleri..

Nerden bilecektim oysa anne olunca bir kadın, gözlerinden telaşenin bir daha hiç eksilmeyeceğini..

Akşam..

Durgun su misali bekleyişlerim.. Bir kapı tıkırtısı, bir telefon çalışı, tahta merdivende bir ayak gıcırtısı, yanı başımda bir çocuk cıvıltısı..

Ama işte arka bahçedeki ayva çiçek açmış, balkona yuva yapan güvercin iki yumurta bırakmış, şu ayağı kırık kedi vardı ya, yavaş yavaş adımlıyor şimdi..

Bakalım bu sene bahar erken gelecek gibi..

Vakti geldi, Hüseyinimin toprağına bolca nergis ekmeli.. İyi ki o bari kaldı anacığının yanında.. Bir de can yoldaşım.. Rahmetli, “Haticem, aman fidelerin can suyunu besmeleyle vermeyi unutma” diye tembih ederdi..

Ayşemle Ahmedim de gurbet ellerde kayboldu gitti.. Ondan beri bilirim, takvimde yaz tatilinin nerede başlayıp nerede bittiğini..

Akşam oldu..

Ömrümün kıyısında ölümün sessizliği.. Gözlerimde sönmeye yüz tutan telaşelerim.. Toprağı özleyişim.. Keşke’lerim,

Kadifemsi tenleri, minicik elleri, reyhan kokuları, cennetlerim.. Ah bilsem bekler miydim böyle çarçabuk büyümelerini..

Ummu Reyhane

muslumananneler.net

Bir Çocuğa Ölüm Haberi Nasıl Verilmez?

Altı yaşındayım. Annem, ben üç yaşındayken vefat etmiş. Annemin annesi bakıyor bana. Yaramazlığımdan köylü yakınınca,  anneannem beni biraz özletmek için ilçeye, teyzeme gönderiyor.
 Bir akşam, kayınvalidesinin geleceği haberiyle teyzemin morali bozuluyor, bense seviniyorum. Misafir demek ikram demekti biz fukara aile çocukları için. Normalde eve girmeyen şeyler için bakkala koşmak demekti. Akşam çayında balkonda oturuyoruz.
Doğuyu bilen bilir, yazın gündüzleri kadar akşamları da sıcak geçer. Sıcak diyarbakır akşamı; evliler evlerine, köylüler köylerine döner. Elinde kalan karpuzlarıyla el arabasını evine doğru süren esnaf, Ozan Dino mırıldanır. Bilen bilir Doğu’dan, Güneydoğu’dan kasidelerin süpürülmesi epey oldu. Ben bir milletin, bir insanın ahlakının sanatına da işlediğini düşünürüm. Yine bilen bilir, eskiden sokak aralarında koşturan ilim talebelerinin yerini ideolojik sürüncemedeki gençler almıştır.
   Balkonda oturuyoruz. Canım teyzem davul fırında çörek yapmış, mis. Biten demliğin yerine taze çay demlemek için balkondan mutfağa geçmiş. Kayınvalidesi soruyor bana: “Ninen napıyor?” Ben ninem kim düşünüyorum. Anneannemi annem sanıp, anne dediğimden, ne dediğini anlamıyorum. “Annem mi? Köydeki?” “O senin annen değil ki. Senin annen öldü. O ninen.” diyor. Çocuk Gelişimi kuramcılarının kemikleri sızlıyor. Ben anlamıyorum. “Ama ölmedi ki o evde.” diyorum. “İşte o senin ninen. Annen öldü. ” diyor parmağıyla yıldızları işaret edip, “Annen orda. ölenlerin ruhu göğe yükselir.” diyor. Türk sinemasından fırlama bu repliği 20 yıla yakındır unutmadım. Bu repliği, ilk ezberlediğim sureleri,  gençliğe hitabeyi (lanet olsun),  bir de ninemin saçlarının kokusunu unutmam, Allah unutturmasa. “Neden benim annem öldü ama Arife’nin annesi ölmedi?” diye sordum saflıkla.  “Allah öyle istedi.” dedi. Allah niye öyle istemiş olabilirdi anlayamamıştım.
   Birkaç gün sonra köye gönderildim. İnanılmaz derecede hırçın ve yaramaz bir çocuk olmuştum. Sürekli ağlıyordum. Canım dedem (Allah ona rahmet etsin) beni mutlu etmek için yasakladığı ceviz ağacından cevizler getirmişti, onları yedim, ağlamaya devam ettim. Bir akşam yine ağlarken “Siz yalan söylüyorsunuz!” dedim. Nineme : “Sen benim annem değilsin biliyorum!” Ha söylemeyi unutmuşum, bir de ninemin ben böyle dedikten sonra ki ağlamasını unutmam. Gençliğe Hitabeyi unuturum ama bunu unutmam, Allah unutturmasa. Oturdu büyük balkonun küçük köşesine. Tülbentini ağzına kapayarak ağladı, “yavrum” diye. Anne acısından büyük evlat acısı vardır bilir misiniz, Allah bildirmesin.
    Dama çıktım ağlayarak. Küçük teyzem geldi arkamdan. Yatarken sokuldum ona, “Yıldızlara nasıl ulaşabilirim?” diye sordum. “Onlara ulaşamazsın.” dedi. Dünyam başıma yıkıldı. Allah hem annemi öldürmüş, hem de onu ulaşamayacağım biryere saklamıştı.  “Arifelerin merdivenini de alsam, bizimkinin üzerine koysam?” Güldü: ” Yine yetişemezsin. ” dedi. “Haticelerin, Meleklerinkini de alırım?!” “İstersen bütün köyün merdivenlerini topla yine de yetişemezsin, uyu hadi.”
“…”
Zeyneb Ubeyde / müslümananneler.net

Rekabetçi Bir Dünyada Çocuk Yetiştirmek

1971 yılında ilk okul karnemi eve getirdiğimde, her ne kadar annemin “Kızınız yaşına göre iyi okuyor” yorumundan hoşnut olduğundan emin olsam da, bunu asla üzerine alınmadığından da eminim.
Peki ama 35 yıl sonra, kızım Lily’nin ilk karnesini, titreyen ellerimle açarken neden bu kadar gergin hissediyorum?
Milyonlarca ebeveyn gibi nasıl oluyor da çocuğumun başarılı olup olmadığı konusunda kendimi tamamen sorumlu hissedebiliyorum?
Bugün, spermin yumurta ile karşılaştığı ilk andan itibaren ana rahmi, çocuklarımızın ilk sınıfı haline geliyor. Doğmamış çocuklar daha kulakları bile oluşmadan ana rahminde klasik müziğe mahkum birer dinleyiciye dönüştürülüyorlar. Doğduklarından sonra da onlara uygun bir müfredat devreye giriyor: Tam olarak görmemelerine rağmen önlerine resimli kartlar koyuluyor, henüz konuşamamalarına rağmen dil derslerine kayıtları yaptırılıyor ve henüz yürümeye başlamadan yüzme dersleri başlıyor.
Bir zamanlar bir çocuğun herhangi bir konuda yeteneği olduğunda, buna “Tanrı vergisi” denirdi. Ama sonra Sigmund Freud, anne babaların çocuklarının nasıl insanlara dönüştüğünden – en azından psikolojik olarak – neredeyse tamamen sorumlu olduğunu ileri sürdü. Bunun üzerine İsviçreli psikolog Jean Piaget, çocukların, gelişimin tanımlanan aşamalarından geçtiğini ve “küçük bilim insanları” olarak görülebilecekleri fikrini geliştirdi.
cocuk egitim“Çocuğumu nasıl daha zeki yapabilirim?” sorusu anne babalar üzerinde gittikçe baskı yaratmaya başladı ve ilk cevaplar minnetle karşılandı. Bu cevaplar adını muhtemelen hiç duymadığınız bir adamdan geldi, ama fikirleri yine de çocuklarınızı nasıl yetiştirmeniz gerektiği konusunda üzerinizde derin bir etki yarattı.
1963 yılında, Amerikalı fizik terapisti Glenn Doman, Teach Your Baby to Read / Bebeğinize Okumayı Öğretin kitabını yazdı. Beyni hasarlı bebeklerin rehabilitasyonuna dayanan Doman’ın teorileri, bir bebeğin beyninin ilk yılda diğer tüm zamanlardan çok daha fazla büyüdüğü gözlemine dayanıyordu. Doman’a göre beyin, büyümenin yavaşladığı üç yaşına kadar mümkün olduğu kadar fazla uyarılmalıydı.
Doman daha da ileri giderek, bebeklerin dünyaya bilgiye aşırı aç geldiklerini ve yemek yemektense öğrenmeyi tercih ettiklerini söyledi.
Başından beri çok az sayıda uzman Doman’ın bebeklerin okuyabildiklerine dair iddialarını destekledi. Ancak yine de çok geç kalınmıştı. Bebeğinize Okumayı Öğretin kitabı 5 milyon adet sattı ve 20′den fazla dile çevrildi.
Çok erken yaşta eğitim trendi herkesi ele geçirdi ve bu trend 70′li yıllar boyunca giderek büyüdü. Ancak 80′li yılların başında psikologlar aşırı stresli çocuklarla ilgili pek çok durum bildirisinde bulundu.
1983′te Newsweek dergisinin yayınlanan bir araştırmaya göre bebekliğin yeni ABC’si şunlardı: “Kaygı, İyileşme ve Rekabet.”
Ebeveynlik kitapları artık emzirmenin ve bebek bakımının temellerine odaklanmıyordu. Onun yerine sayfalarında IQ’yu yükseltmek gibi konulara yer veriyorlardı. Çok satan kitaplardan biri olanHow to Have a Smarter Baby/ Nasıl Daha Zeki Bir Çocuk Sahibi Olunur?”ebeveynlere eğer tavsiyelerini birebir uygularlarsa 30 puanlık bir IQ artışı vaat etti.
Doman bir bebek okuyucu jenerasyonu yaratma konusunda asla başarı kazanamamış olsa da, başka bir konuyu kanıtlamayı başardı. Anne babaların kendilerine güvensizliklerinden ciddi bir servet kazanılabileceğini gösterdi herkese.
Bu atmosferin hakim olduğu bir dönemde, ben de ilk bebeğimi Bebek Einstein videolarının önüne oturtmuştum bile. Bebeğimi; Mozart’ın ksilofon yorumlarıyla dans eden lava lambaları, kurmalı oyuncaklar ve el kuklalarının sürreal bir karışımına bakarken yapayalnız bırakmıştım.
Sağduyu bana, bunun sadece bebeğimin kafasını karıştıracağını ya da uyumasına sebep olacağını söylemeliydi. Ancak ben, milyonlarca ebeveyn gibi, kızımın hayata harika bir başlangıç yapmasına katkıda bulunduğuma inanarak bu satış taktiğini bir güzel yuttum. Bu arada Bebek Einstein’ın piyasaya çıktığı ilk beş sene içinde her dört Amerikan ailesinden birisi en az bir adet bebek eğitimi videosu satın aldı. 2006 yılında Bebek Einstein markası sadece Amerika’da 540 milyon dolarlık bir satışa ulaştı ve markanın sahibi olan firmayı Disney satın aldı.
Ama ufukta problemler belirmeye başladı. Bazı araştırmalar, bu tür eğitim videolarının bir bebeğin yeteneklerini geliştirmesini sağlamayı bırakın, onlara engel bile olabileceğini iddia etmeye başladı. Eleştiriler dağ gibi büyümeye başlayınca, Disney ailelere para iadeleri önermeye başladı ve satışları düşüşe geçti.
Yine de bugün İngiltere’nin en büyük oyuncak üreticisi olan Toys R us’ın koridorlarında kısa bir gezinti yapmak bile bir anne babayı, bebeğini cebir için hazırlamanın asla erken olmadığına inandırmak için yeterli.
Mozart etkisi de kontrolden çıkmış durumda. Henüz ayaklarının bile kendilerine ait olduğunun farkında olmayan yeni doğan bebekler, bebek oyun gruplarında ayaklarıyla dev piyanoları tekmeleyerek müzik yapmaları için cesaretlendiriliyor.
Her şeyin hızla takip edildiği bu dünyada, bir atlama ipi gibi basit bir şey bile zaman çizelgesini öğreten ve renkli ışıkların yanıp söndüğü bambaşka bir oyuncağa dönebiliyor.
Nörobilimcilerin çoğu, eğitimsel oyuncaklardan ve videolardan umduklarımızın aşırı abartıldığını ve bulduklarımızın ise bir felaket olduğunu söylüyor. Onlara göre laboratuar ile çocuk odası arasında bir yerde, bilim karmakarışık bir hale getirildi. Gerçekliğin zerreleri göklere çıkarılarak dev para tuzaklarına dönüştürüldü.
Üstelik sorun sadece eğitimsel oyuncakların işe yaramadığı gerçeği değil. Gittikçe artan sayıda uzman, bu oyuncakların çocukları, ucu açık ve hayali oyun sayesinde edinebilecekleri daha hayati becerileri kazanmak için ihtiyaç duydukları zamandan ve beyin alanından yoksun bıraktığı görüşünü benimsemeye başladı.
Bir çocuğu hiçbir uyaranın olmadığı karanlık bir odada bırakmanın beynini yeterince geliştirmeyeceği gerçeği doğru olsa da, madalyonun diğer yüzü onları ne kadar çok eğitimsel uyarıya maruz bırakırsanız o kadar zeki olurlar değil maalesef.
Beyin uzmanı ve moleküler biyolog John Medina şöyle diyor: “Ne yazık ki bilginin az olduğu yerde mitler hızla çoğalıyor. Ve mitlerin insanı tuzağa düşürmek gibi bir etkisi var. Onca yıldan sonra bile bu ürünler hala raflarda ve kendilerinden şüphelenmeyen anne babaların pek de kolay kazanılmayan paralarını hala tuzağına düşürüyor.”
Ama belki de anne babaların güvensizlikleri, hiçbir zaman özel ders kadar sömürülmedi. Bir jenerasyon önce özel ders, sınıftakilere yetişmeye çalışan ya da sınavlara hazırlanan az sayıda çocuk için koruyucu kalkan gibiydi.
Bugün ise yapılan araştırmalara göre İngiltere’de okula giden çocukların 4′te 1′i özel ders alıyor. Bu oran beş sene önce yüzde 18′di. Birebir dersten grup derslerine ve online hizmetlere kadar sadece İngiltere’deki pazar tahminen bir milyon çalışanı ile yılda 6 milyar dolara ulaşıyor.
Yine de pek çok anne baba özel dersin sihirli değnek olmadığını düşünüyor. Düşük özgüveni olan bir çocuğun, akademik özgüven olmamak gibi problemlerle nasıl baş edeceğini bilmeyen bir eğitmenle birebir ders yaptığını düşünün. Bu çocuk muhtemelen kendisiyle ilgili daha kötü hissedecek ve öğrenmeye karşı daha fazla direnç geliştirecektir.
Kusursuz bir “dahi çocukların cesur yeni dünyası”nı yaratmaktan oldukça uzak bir şekilde kaygılı ve depresif çocuklar üretiyoruz. Çocuklara, okulda kendilerini daha iyi hissetmelerine yardım etmek yerine, ödeve direnme, matematik kaygısı, okuma heyecanı eksikliği, düşük özgüven, uyku problemleri ve anne babalardan kopuş gibi riskli durumlara sebep olacak baskı dolu “kaplan ebeveynlik” rolünü seçiyoruz.
Pek çok anne baba hala şunu anlamayı reddediyor: Mücadele ettikleri bazı davranışsal problemler, pek çok çocuğun bugün hissettiği baskının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.
Pek çok çocuk ya başarılarına bağlı olarak sevgi gördüklerini düşünüyor ya da anne babalarını hayal kırıklığına uğrattıkları duygusundan kaçmak için onlardan kopuyorlar.
Ama bu sadece ebeveynlerin suçu değil. Onlar, hükümetler ve statü takıntılı okullar tarafından desteklenen rekabetçi bir kültürde çocuk yetiştiriyorlar. Yüksek eğitimin ve iş dünyasının bıçak sırtındaki dünyasında, çocuklarının başarılı olmalarına yardımcı olmak için asla yeteri kadar şey yapamadıkları konusunda sürekli korkutuluyorlar.
Ama artık ailelerin, çocukları için kaygısız bir çocukluğun geri gelmesini istemelerinin ve anne baba olmaktan tekrar zevk almalarının zamanı geldi. Sonuç olarak anne babalar, çocukları için ne istedikleri konusunda dikkatli olmalılar. Ebeveynlik başarısının gerçek ölçüsü sınav notları değil, mutluluk ve güven duygusu olmalıdır.
egitimpedia.com