Etiket arşivi: Mustafa İslamoğlu

İslamoğlu Kur’an’ı Bu Kafayla Anlıyor!

Yazar Ümit Şimşek, Risale Haber yazarı Şahin Doğan’ın ortaya çıkardığı Mustafa İslamoğlu’nun “Kur’an’ı Anlama Yöntemi” isimli kitabında çok büyük yanlış anlamalara yol açacak Risale-i Nurda geçen bir sözü tahrif etmesinin üzerine kendi kişisel web sitesinden konu ile ilgili şu sözleri sarfetti.

Mustafa İslamoğlu Kur’an’ı bu kafayla anlıyor!

Risale-i Nur Külliyatının Müellifi allame Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine saldıran Mustafa İslamoğlu’nun iftirada hiçbir sınır tanımadığı ortaya çıktı. Mustafa İslamoğlu’nun “Kur’an’ı Anlama Yöntemi”adlı kitabında, Bediüzzaman Said Nursi’nin Kur’an hakkındaki tarifine akıl almayacak bir ilave yaparak Üstad’ı suçladığı ap açık gözükmektedir.

Mustafa İslamoğlu’nun kitabında, Bediüzzaman Said Nursi’ye ait olduğu iddia edilen ifade şöyle:

“…En sonunda iş risaleleri Kur’an ile eşdeğer vahiy ilan etmeye gelip dayanıyor. Said Nursi şöyle der: Kur’an ve Risale-i Nur, arşı azamdan, ismi azamdan ve her ismin azamlık mertebesinden nüzul ile ezel ve ebed ve şu anı ve bütün gaybi alemi ve bütün beşeri ve kevni hadiseleri kuşatan ve tasarrufu altına alan kelimetillahtır ve semavidir. (25.Söz)” (Bkz: M. İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi, s. 342, 99. Dipnot, Denge yay, 2014).

Tahrif edilen 25. Sözdeki ifadenin aslı ise aynen şöyle:

Kur’an Arş-ı Azamdan, İsm-i Azamdan, her ismin mertebe-i azamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi, Kur’an,
bütün alemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelamıdır;
hem bütün mevcudatın İlahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır;
hem bütün semavat ve arzın Halıkı namına bir hitaptır;
hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükalemedir;
hem saltanat-ı amme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir;
hem rahmet-i vasia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir;
hem Uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır;
hem İsm-i Azamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Azamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki, “Kelamullah” ünvanı, kemal-i liyakatle Kur’an’a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’an’dan sonra sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimat-ı İlahiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’i bir ünvanla, hususi bir tecelliyle, cüz’i bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususi bir rahmetle zahir olan ilhamat suretinde bir mükalemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.

Burada cevap aranması gereken üç tane soru var:

Bütünüyle Kur’an’ı tarif eden bu ifadeyi bozarak araya bir de “Risale-i Nur” ekleyip kitabına alan İslamoğlu, gerçekten Üstad’ın yazdığını bu şekilde mi anlamıştır, yoksa bile bile mi bu ilaveyi yapmıştır?
Eğer Üstad’ın “Kur’an” yazdığını “Risale-i Nur” diye anlıyorsa, böyle bir zat Kur’an’ı nasıl anlayacak ve insanlara “Kur’an’ı anlama yöntemi” dersini verecektir?
Bilerek bu ilaveyi yaptıysa, herkesin gözü önünde olan ve milyonlarca kişi tarafından okunmakta olan bir kitap üzerinde bu kadar aşikar bir tahrifatı yaptıktan sonra bu kabahatinin gizli kalacağını sanmak, kişinin idrak yoksunluğundan başka neyi gösterir?

Bir özür

Bu kadar aşikar bir idrak yoksunluğunu sergileyen bir davranışa karşı, ne yazık ki, biz de tepkimizi zevi’l-idrake mahsus hitap cümleleriyle değil, zişuur olsun olmasın herkesçe manası bir defada anlaşılan bir kelime ile dile getirmek zorunda kaldık; okuyucularımız, fasih kelamın “manası zihne hemen mütebadir olan kelam” olduğunu ve belagatin de “fasih kelamı mukteza-yı hale mutabık şekilde irad etmek” manasına geldiğini dikkate alsınlar ve bizi bu defalık mazur görsünler.

***

Bu arada, bahsi geçen zatın karşısında süt dökmüş kedi görüntüsü veren ve onun işlediklerine bir yandan mecburen tepki verir görünürken bir yandan da hakperestlik taklidi yaparak onu savunmak için debelenenlerin bundan sonraki tavırlarını da merak ediyoruz:

Hiç değilse kendilerinin zevi’l-idrakten ma’dud olduklarını gösterebilecekler mi?

yazarumitsimsek.com

Mustafa İslamoğlu Risaleye Alçakça Bir İlave Yapmış

Mustafa İslamoğlu’nun “Kur’an’ı Anlama Yöntemi” isimli kitabında, Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin sözlerini çarpıtmaya yönelik alçakça yaptığı bir ilave neticesinde Mustafa İslamoğlu’na tepkiler gelmeye devam ediyor. İşte bu tepki verenlerden biri de Yazar Metin Karabaşoğlu, Karabaşoğlu Twitter hesabından bu konu ile ilgili şu tweetleri attı.

Şimdi önce Risale-i Nur’dan, Kuran’ın i’cazına, yani Allah kelamı olarak mucizeliğini ispata adanmış bir cümlecik aktaracağım: “Kur’an, arş-ı azamdan, ism-i azamdan, her ismin mertebe-i azamından geldiği için, bütün alemlerin rabbi itibariyle allah’ın kelamıdır.”

Bu cümle Kur’an’a adanmış bir hayat yaşayan Bediüzzaman’ın Kur’an’ın mucizeliğini ispata adadığı “Yirmi beşinci söz”ünde geçiyor. Ama Mustafa İslamoğlu’nun son kitabında, bu ifadeye alçakça bir ilave yapılmış, “Kur’an’dan sonra ” “ve Risale-i Nur” diye ekleme yapılmış. 25. söze atıfla hem de !. Yirmi beşinci sözde asla böyle bir ifade yok. Ama risale düşmanı bir iftira torbasının kitabında bu ekleme var.

O da, muhtemelen ilim adamı kılıklı başka bir iftira torbasının 1960’ta yazdığı bir makaleden, üstelik o ifadeyi dahi çarpıtarak almış. Mustafa İslamoğlu, Yirmi beşinci sözden ifadenin aslını tahkik etmek internet ortamında bir tık kolaylığında iken, üşenmiş. Büyük alim çünkü !

Ama tahkik etmediği o tahrifatı olduğu gibi kitabına koymaktan üşenmediği gibi, utanmadan, arsızca şunu da diyebilmiş: “en sonunda iş risaleleri Kur’an ile eşdeğer vahiy ilan etmeye gelip dayanıyor.” güya, “risaleleri okuduktan sonra” diye de kayıt düşmüş!

Şimdi Risale’de olmayanı Risale’ye ekleyen, söylemediği şeyi Bediüzzaman’a söyleten Mustafa İslamoğlu’nda ‘ilim namusu’ varsa, yapacağı şey:

O kitabı piyasadan toplatmak,
Tahkiksizce giriştiği tahrifat, iftira ve tekfirden dolayı tevilsiz, dolaysız, açık bir helallik!

Sonrasında biz nur talebeleri hakkımızı helal eder miyiz, o bize kalmış. Bediüzzaman’la olan hesaplaşması ise hesap gününde olacak!

Hayat böyledir: dürüst olacaksın, hesap yapmayacak, kendine konum biçmeyecek, aklını sevmeyecek, haddini bileceksin. Ümmetin takdirine mazhar kişiler ve eserler hakkında konuşmadan önce, dönüp kendine bakacak, ben mi yanlış gördüm diye soracaksın.

Risale Ajans

Bediüzzamanı Eleştirmekteki Amaç Ne?

Son günlerde Mustafa İslamoğlu’nun bir televizyon programında yaptığı eleştiriler üzerine başlayan Bediüzzaman Said Nursi hazretleri ve Risale-i Nur üzerine tartışmalara Yazar Mehmet Ali Bulutta katıldı. Haber 7’de ki köşesinde bu konuya değindi.Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini eleştirenleri dört grupta topladı ve bu konudaki tespitlerini söyledi. Mehmet Ali Bulut’un yazısı şöyle ;Teorik olarak evet, peygamberler dışındaki her insan eleştirilebilirdir ve eleştirilebilir olmalıdır.
Ben şahsen Bediüzzaman Sid Nursi’nin ‘müsbet eleştiri’ye kapalı olabileceğini düşünmüyorum iki sebeple. Birincisi; yazdıklarının “meşhudatı” olması, ikincisi; söylediklerinin eşyanın hakikati ile mutabık ve makul olması.
Esasında o, akıl ve bilim çağının müçtehidi olduğu için eleştirilmekten çekinmez. Zira ortaya koyduğu mahsulatın farkındadır ve o yüzden de her pazarda mahsulatını rahatlıkla rekabete koyabilecek cesarettedir. Her kesin her fikri kabul edebilecek kamet, keyfiyet ve mertebede olmadığını da bilir.  Eleştiriye de o yüzden açıktır. Zaten eserlerinde kendisi de sık sık fikirlerinin hemen kabul edilmemesi, bir müddet hayalen ilende tutulup akıl süzgecinden geçirildikten sonra alınmasını tavsiye eder.
Bu hem mahsulatına güvenmesini gösterir hem de eleştirilebilir olduğunu bir tür kabuldür. Dolayısıyla eleştirilebilirdir.
Tabii bir fikrin veya şahsın eleştirilmesi, birkaç sebeple olur. Ya ona muhalifsiniz, ya anlamamışsınız, ya daha üstün bir bilgiye sahip olduğunuza inanıyorsunuz, ya da kıskançsınız.
MUHALEFETTEN KAYNAKLANAN ELEŞTİRİ
Muhalefetten kaynaklanan eleştiri de iki çeşittir. Ya fikre muhalifsiniz ya söyleyene. Fikre muhalif olursanız, itirazlarınız çürütüldüğünde taraf olmanız gerekir. İkna olmak niyeti yoksa bu garazdır. Eğer fikir sahibinin şahsına muhalifseniz, o da iki kısımdır. Ya sıfatlarına muhalifsiniz, ya şahsına. Sıfatlarına muhalifseniz onun halinin şeriatın zahirine muhalif olduğunu ispat etmelisiniz. Yok, eğer doğrudan şahsına muhalifseniz bu husumettir, ciddiye alınmaz…
Muhalif haysiyetli olmalı. Aksi takdirde ya tard edilir ya tektir! Çünkü edepsizdir.  Maksadı tahkirdir. Selman Rüşdi gibi!
Anlayamamaktan kaynaklanan muhalefet ve eleştiri; kişinin kametini gösterdiğinden ona kızılmaz. Meseleler, onun seviyesinde anlatılır itiraz da biter. Yine de itiraz ediyorsa, o konuda itibar edilebilir olmadığını sergilemiş olur.
Mesela, Abdülhakim Arvasi hazretleri, dinin ve imanın, Risale-i Nur tarzında anlatılmasını –eskilerde görülmemiş bir usul olduğu için- bidat kabul eder ve hatta kitapların yakılmasını söyler.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri onun bu yaklaşımını haber alınca, “iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkar etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hatası zahir bir ictihad ile hareket edilmiş ola” (Kastamonu Lahikası, 195) diyerek hem hasmını yüceltir hem de uygun bir lisan ile “senin veli olman her şeyi anlamanı gerektirmez” demeye getirir. Örnek olarak da cennetle müjdelenmiş sahabeler arasında yaşanan savaşı gösterir…
BEDİÜZZAMAN HAKLI ÇIKMIŞTIR
Sonuçta hadiseler, Bediüzzaman Said Nursi’yi haklı çıkarmıştır. Çünkü bu zaman ispat ve akıl çağıdır. Fikrin, her şeyden önce akla kabul ettirilmesi gerekiyor.
Bir fikri veya şahsı eleştirmenin bir diğer kaynağı da, insanın, kendini daha üstün görmesidir. Eğer eleştiren hakiki manada üstün ise, küstah bir dil kullanmaya gerek duymaz. Tezyif etmez. Hatayı gösterir ve geçer. Yok, eğer bu bir tasannudan kaynaklanıyorsa, kişi sadece kametini göstermiş olur.
Her fikrin bir kamet aynası vardır. Eğer boyunuz, aynada kendinizi rahat izlemenize yetiyorsa eğilip bükülmeye, parmaklarınızın ucuna dikilmeye (yani böbürlenmeye) gerek duymazsınız. Eğer o boy aynası kametinizi aşıyorsa, eleştirmekle küçüklüğünüzü göstermiş olursunuz.
Bir zaman Commodore denilen 65 kilobaytlık bilgisayarlar vardı. Bir gün onunla program yazma gafletine kalkıştım. Baktım her satırda, ‘syntaks error” (yanlış yazdın) diyor. Ertesi gün hocaya sordum. “Basic ile yazılmış bir bilgisayar neden basic komotlarına itiraz ediyor?” diye sordum. Güldü. Dedi ki, onun kapasitesi düşük, senin yazmak istediğin komutları tanımıyor. Ben de dedim ki “o zaman, ben anlamıyorum” desin, neden ‘yanlış yazdın’ diyor. “Kapasitesi, ancak o kadar ifade etmeye yetiyor” deyip geçti.
İmdi eğer sizin karihanız, karşınızdakini anlama kapasitesinden mahrumsa –ki kelamcılar ile mutasavvıflar arasında bu tartışmalar hep olagelmiştir. Çünkü birinin bilgisi tahlildir, diğerininki hem tahlil hem keşiftir- onu eleştirirsiniz. Bunu yaparken de sadece cehaletinizi sergilemiş olursunuz.
CÜBBELİ AHMET HOCA MESELESİ
Cüppeli Hoca Efendi, bir seferinde, tv’de “Risale-i Nur’da, şeriata muhalif 20 yer var” demişti. Ben de ona tv’den cevap verdim; “hoca bunu ispat etmeli, aksi, ona yakışmaz” dedim. Ertesi gün bir gurup nur talebesi kendisini ziyarete gittiler ve o yerlerin neler olduğunu göstermesini istediler. O da itiraf etti ki “ben bilmiyorum, bana öyle söylediler, ben de öyle dedim.” Bunun üzerine ona bir külliyat verdiler okuması için ve sonra kendisi ikna oldu ki, yanlış bir şey yok.
Haa, meşrebiniz uymayabilir. Normaldir. Ama bu, çamur atmanıza sebep olmamalı. Siz kalkıp, edep ve tevazu ile müsemma olmuş iki Anka’yı, iki müçtehidi, (Mevlana ve Bediuzzaman’ı) halkların onlara taktığı isimlerden dolayı,  kibir ve gurur ile itham ederseniz, inanın sadece kendi kibrinizi açık etmiş olursunuz. Yahut da, sizin fikri mahsulatınız, onlarınki kadar ilgi görmediği için kıskanıyor durumuna düşersiniz.
Kıskançlıktan kaynaklanan eleştiriye gelince… İnadın gözü meleği şeytan görür. Kimse bir şey diyemez. Kıskançlığında vaz geç diyemezsiniz. Nefsin tezkiyesi olmadan onu nasıl söküp atarsınız içinizden…BEDİÜZZAMANA İTİRAZ
EDENLER DÖRT GURUP
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerine  – ilginçtir her dönemde- itiraz edenler olmuştur. Muterizleri birkaç grupta toplamak mümkündür:
Birinci grup; devletin kendisidir. Devlet, uzun bir süre bütün kurumlarıyla; MİT’, asker, polisi ve benzeri teşkilatlarıyla Bediüzzaman  karşı mücedele etmiştir. Onu yok etmek, etkisini azaltmak için onu Kürtçülükle, laik düzeni yıkıp şeriat devleti kurmakla ve tarikatçılıkla suçlamışlardır.  Geride bıraktığımız 80 yıl bu iddiaların tamamının asılsız birer iftira olduğunu ortaya koydu. Öyle olsaydı bu geçen sür eiçinde bunların herhangi birinin bir tezahürü görülecekti. Halbuki bu gün devlet, milletin selameti için onun eserlerini resmen bastırmak noktasına gelmiştir.
İkinci grup; devletin şu veya bu şekilde beslediği “borazanları” bazı bilim adamlarıdır ki sonradan bu tipler ulusalcılıkta karar kılmışlardır. Bunların arpası kesilince sesleri de kesildi. Bir kısım insanlar da dinsizlik namına ona muhalefet ettiler, itiraz ettiler.
Üçüncü Grup; makam ve unvan elde etmek için gayret gösteren bazı bilim ve din adamlarıdır. Bunlara örnek göstermek istemiyoruz. Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin ilmi şahsiyeti, İslam aleminde ve Türkiye dışında bütün dünyada tam olarak takdir edildiği halde, Türkiye’de özellikle ilim adamları çevresinde yeterince tanınmamıştır. Bunda, yapılan menfi propagandaların tesiri büyüktür. Bir zamanlar, ilahiyat öğretim üyelerinin Doç. yahut Prof. olabilmeleri için, Bediüzzaman Said Nursi hazretleri ve Risale-i Nur aleyhinde konferans yahut makale yazmış olması şartı bile aranmıştır.
Dördüncü grup; Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin ifadesiyle “meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgam bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulamayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak’tır. Bediüzzaman Said Nursi hazretlerine en çok bu kesimden itiraz geliyor. Kendi fikri mahsulatı yeterince ilgi görmeyen, televizyonlarına, tarikatlarına, çevrelerimdekileri ellerinde tutmak için her türlü imkan asahip oldukları halde eserleri Risaleler kadar itibar görmeyen zevat, onun bazı izahlarını akıllarına sığdıramadıkları için ona itiraz etmişlerdir. Daha da edeceklerdir. Bu da normaldir. Buna kırılmaya gücenmeye gerek yoktur.
ONA İTİRAZ EDENLER UNUTULUP GİTTİ
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri ve eserlerinin bu tür eleştirilerle cerh edilebileceğini sanmıyorum. O yüzden alınganlık yapmaya gerek yok. Zira o hakikaten beklenen zattır. Vazifesini de yapmıştır. Onu anlayıp anlamamak nasip meselesidir.
İşte bakın Abdülkadir-i Geylani hazretleri yaşıyor. Onun, zikirde tef çaldırmasını küfrüne delil sayanların hapsi unutulup gittiler.
Hz. Mevlana yaşıyor. Ona türlü türlü çamur atanlar, iftira edenler yok oldular. Bugün Mevlana’yı isminden dolayı Allaha karşı haddini bilmez olarak yad edenler bakalım ne kadar anılacaklar?
Zaman gösterdi ki Bediüzzaman Said Nursi hazretleride yaşıyor ve manevi hayatı her geçen gün daha da güçleniyor. Ona itiraz edenler ise kısa zamanda unutulup gittiler.
Bugün bütün sermayesi Risalelere saldırmak olan meşrep ve cemaatler var. Ben onların varlığını bir rahmet vesilesi biliyorum. Çünkü onların o itiraz ve eleştirileri, nur cemaatlerine eksikliklerini hatırlatıyor. Çizgileri muhafaza etmelerini sağlıyor. Teyakkuzda kalmalarına hizmet ediyor. Risaleleri, şahsi ve siyasi çıkarlarına alet etmelerini önlüyor.
Elbette ki herkesin tam da bizim gibi Bediüzzaman Said Nursi hazretlerini benimseyip sevmesini bekleyemeyiz. Biz onu en yüksek mertebede ve hatta ahir zamanda Ali Beytten çıkacak zat kabul edebiliriz. Öbürü de buna itiraz eder. Çünkü sizin baktığınız zaviyeden bakmıyordur. Lalettayin bir alim gibi görüyor o yüzden de eleştiriyor. Onun hakikati ona zahir olmamışsa bırakınız eleştirsin. Bu onu dinden çıkarmaz. Sadece kendisini nasipsiz bırakmış olur. Bu da insanlığın yazgılarındandır.
NUR TALEBELERİNE DÜŞEN NE ?
Eleştirilebilmek hakikaten güzeldir ve lazımdır. Kızmayın. Ama davanızı yetirince anlatamadığınıza üzülün. “Cihana Risale-i nurları anlatabildik de içerdeki insanlarımıza –fıtri muhalifler hariç- anlatamadık” diye hayıflanmalısınız. Demek ki, risaleleri yeterince temsil edememişiz diye kendinizi kınayabilirsiniz. Fakat Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi hazretleri hakkında telaş etmeyin. Onların ikisi de kendilerini ‘munsif’ eleştirilere karşı savunurlar.
Siz halinizi savunabilecek durumda olun yeter. O da risalelerdeki sıbga kumaşından yapılmış elbiseyi  –ki önü ve arkası müspet hareket ve fedakarlıktır- giymekle olur.
Risale Ajans

Bediüzzaman Konusunda Prof. Dr. Ahmed Akgündüz’den Mustafa İslamoğlu’na Cevap!

Evvela şunu ifade edelim ki, Mustafa İslamoğlu bir İslam âlimi değildir. Kur’an Meali ile hüküm çıkaracak kadar perişan eserleri vardır. En büyük özelliği selef-i sâlihîn dediğimiz eski büyük müçtehitlere ve âlimlere (Kadı Iyaz ve İmam Süyuti gibi) dil uzatmak ve imanın altı rüknünden biri olan kaderi inkâr edecek şekilde fütursuz açıklamalar yapmaktır. Son zamanlarda cehlini gösterir derecede Bediüzzaman’a ve onun eserlerine çatmaya başlamış ve baltayı taşa vurmuştur. Biz bazı iddialarına cevap vereceğiz.

1.       BEDÎÜZZAMAN ÜNVANI

Evvela İslamoğlu, Allah’ın hangi isimlerinin sadece Allah için (Allah ve Rahman gibi) ve hangi isimlerinin hem kullar ve hem de Allah için ama farklı manalarda kullanıldığını bilmemektedir. Zira ehl-i sünnetin kelam derslerini okumadığını tahmin ediyoruz. Yahut okuyup da ona itibar etmediğini zannediyoruz. Bedîüzzaman kelimesinin ma’nâsı şudur;

1. Zamanın harikası.

2. Asrın mükemmel insanı.

Yani insanlar için kullanıldığında, lûgat ma’nâsı itibariyle, kendi zamanının eşsiz şahsiyeti, benzeri görülmemiş garîbi, emsâli olmayan hârikası ve saire demektir. Terim olarak ise, Bedîüzzaman ünvânı, insanlar arasında emsâli bulunmaz derecede zeki ve kuvve i hafızası şaşılacak derecede yüksek olan kimselere verilmiştir. Bedîüzzaman i Hemedanî,  Bedîüzzaman-ı Cezerî  de tarihde bu ünvanı alanlardandır. Tarihde bir kaç Bedîüzzaman gelmiş geçmiş. Fakat hem zekâ ve hıfzda, hem idrak ve kavrayışta, hem hal ve davranışta, hem kıyafet ve harekette, hem tarz ı beyân ve üslub cihetlerinde hiç birisi Bedîüzzaman Sa’îd i Nursî’ye benzememektedir. Yani Sa’îd i Nursî gerçekten ve vakı’a olarak herşeyi ile zamanın Bedi’idir. Hatta meslek ve meşrebi de, davası ve mücahadesi de bambaşkadır, garibtir, bedi’dir.

Bedîüzzaman Hazretleri, kendisine zamanın din Âlimlerinin büyükleri, hatta ehl i siyâset ve mekteb muallimleri bile “Bedîüzzaman” ünvânını verdikten sonra, kendisi de bazen te’lifatında bu ünvânı imza yerinde kullanmasına bazı itirazlar geldiği zaman, şöyle izah edip cevab vermiştir:

Sual: Sen imzanı bazen Bedîüzzaman yazıyorsun. Lâkab medhi imâ eder?

Cevab: Medih için değildir. Kusurlarımın sened i özürünü bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi’, garîb demektir:

Benim ahlâkım suretim gibi, üslûb u beyânım elbisem gibi garîbtir, muhâliftir. Görenekle revaçta olan muhâkemât ve esalibi, üslûb ve muhâkemâtıma mikyas ve mihenk i itibar yapmamayı bu ünvânın lisân ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım Bedi’, acîb demektir.

الَىَّ لَعَمْرِى قَصْدُ كُلِّ عَجِيبَةٍ * كَاَنِّى عَجِيبٌ فِى عُيُونِ الْعَجَائِبِ (Acayip varlıkların nazarında ben bir garip varlığım. Ömrüme yemin ederim ki, benim de tek gayem garip şeylerdir) beytine mâsadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul’a geldim, yüz senenin inkılâbatını gördüm. 

Yine bu ma’na için başka bir eserinde şöyle demiştir:

Şimdi anlıyorum ki: Eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bedîüzzaman lakabı benim değildir. Belki Risâle i Nur’un manevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş.

2. MEVLÂNÂ ÜNVANI

İslamoğlu sadece kelam ilmini değil İslam tarihini de bilmemektedir. Zira Mevlânâ ünvanı başta Mevlânâ Celaleddin olmak üzere büyük âlim ve kutuplar için hep kullanılagelmiştir. Kaldı ki, Bediüzzaman bu ünvanı pek kullanmamıştır. Kullar için kullanılan Mevlânâ tabiri ile Allah için kullanılan Mevlânâ tabiri mana itibariyle farklıdır. Bu iftirasıyla, hem eski âlimler, kutuplara ve hem de İslam tarihine hakaret etmekte ve kendi cehaletini ispat eylemektedir.

Mevlânâ ünvanı, efendimiz anlamına gelen ve bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesidir. Daha çok, Hâlid-i Bağdâdî, Celaleddin-i Rumî, Abdürrahman-ı Cami gibi bazı âlimler için kullanılmaktadır.

3. CİFİR İLMİ VE İŞÂRÎ TEFSİR MESELESİ

Bu konuda İslamoğlu’nun tamamen cahil olduğu ve iddiasının aksine Nurları anlayarak okuyamadığı, ithamlarından hemen anlaşılmaktadır. Bu iddiayı evvela Albdülhakim Arvâsî diline dolamış ve ehl-i ilimden cevabını almıştır. Biz konuyu, Bilinmeyen Bir Dâhî Bediüzzaman Said Nursî adlı eserimiz ile Bediüzzaman ile alakalı kitabımızın III. Ciltte de ayrıntılarıyla açıkladık. Ayrıntıları bu iki kitaba bırakarak neticeyi aktarıyoruz:

Bedîüzzaman, cifri kullandığı yerlerde hiç bir zaman “Âyetin açık mânâsı budur.” dememiştir. Söylediği şudur: “Ayetin sarîh manasının altında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da, İşârî ve remzî manadır. İşârî mana da bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları bulunur.” Ve devam ediyor: “İşte mâdem bu tevâfuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usûl-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette menba-ı ulûm ve mâden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekvîniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrâsı ve lisan-ül-gayb olan Kur’ân-ı Mu’ciz-ül-Beyan, o kanun-u tevâfukîyi, işârâtında istihdam, istimal etmesi i’cazının muktezasıdır.

Tekrar da olsa şu üç hakikatı buraya almak istiyoruz:

Evvelâ; Resûlullah’ın da beyânına göre, Kur’an âyetle¬rinin zahirî, bâtınî, İşârî, sarih ve remzî çok mânâları ve her asra hitab eden hakikatları vardır. “Her âyetin dalı var, budağı var; her dalın da başı var, sonu var, çetikleri var” şeklindeki hadis, bu mânâya işaret etmektedir. Zira Kur’ân’ın muhatabı bütün insanlardır. Kur’ân, kâinat kitabının tercümesidir. Kâinatın rengini değiştiren her meseleyi vuzuha kavuşturmuştur. Hâdiselerin satırları altında gizlenen hakikatları ortaya çıkaracak olan da yine Kur’ân’dır. Dolayısıyla İslâm ittihadını yakından ilgilendiren Risale-i Nur’a da, İstanbul’un fethine de ve Mısır fethine de herhalde işaret edecektir. Ancak sarâhat demiyoruz, işâret diyoruz. Bu ifadeye dikkat etmek gerekir.

İkincisi: Bütün ilim tarihçilerinin -özellikle müslüman âlimlerin- ilimlerin tasnifinde kendisinden bahsettikleri “cifir ve câmia ilmi” diye bir ilim vardır. Bu ilim, bazı câhiller tara-fından suiistimal edilmiş olsa bile, tamamen inkârı da mümkün değildir. Cifir, kaza levhası; câmia ise kader levhası demektir. Kısaca Allah’ın kader ve kazâ levhlerinde olmuş yahut olacak bazı şeyleri, yine Allah’ın koyduğu işaret ve gösterdiği yollarla ortaya çıkarma ilmine cifir ilmi denir. Bu ilmin nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. Çünkü İmâm-ı Gazâlî ve İbn-i Kemâl gibi bu ilmi hakkıyla bilen zatlar tarafından da kullanılmıştır. Hz. Ali’nin, bu ilmi Resûlullah’dan öğrendiği nakledilmektedir. Son asırda bu ilmi hakkıyla kullananlardan biri de, Bedîüzzaman’dır. Kur’ân, “Beldetün Tayyibetün” ifadesiyle İstanbul’un fethine işaret ettiği gibi, Mu’avvizeteyn sûresiyle de 1971 hâdiselerine işaret etmiştir. Birinciyi ilim, ikinciyi ilmin dışında kabul etmek, bir başka câhilliktir. Konuyu fazla uzatmak istemiyoruz .

Üçüncüsü: İbn-i Kemâl bu ilmin ehemmiyetini “Er-Risâlet’ül-Münîre” adlı eserinde şöyle belirtmektedir: “Büyük evliyâların kerametleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihrâcı gibi. Yani evliyâlar, Kur’ân âyetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resûlullah’ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihrâç etmişler¬dir. Bu onlara ilhâm nuruyla müyesser olur (sh.8)”.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduztwitter.com/AhmetAkgunduz

“Kadının adı yok”, peki ya değeri?

“Kadının Adı Yok” diyerek, kadının değerini yok eden malum zihniyete bir nazire olsun diye koydum bu başlığı.

Modernler kadını evden çıkartıp, evini yıktılar. Kadını ikna etmek için, evini ona “Bu senin zindanın” diye tanıttılar. Bu şeytani telkine aldanan modern kadın evi terk etti.

Modern kadına ev yerine önerdikleri şey ne? Sokak, cadde, süpermarket, kulüp, dernek, fabrika, daire, dükkân, ofis vesaire vesaire… Ama bunların hiç biri evin yerine geçmedi. Kadın eve düşman dışarıya hayran edildi. Fakat dışarı onu korumadı. Koruyamazdı da. Onu dışarı çağıranlar zaten korumasız kalsın, savunmasız kalsın diye çağırmıştı. Onu dışarı çağıranlar, onu metalaştırmaya can atanlardı.

Kadın onlar için süslendi, boyandı, pudralandı. Onlar için harcadı parasını, zamanını, hayatını. Onlar, içerden çıkarıp dışarının malı ettikleri her kadını yağlı ve bağımlı bir müşteri olarak alkışladılar. Nitekim öyleydi de. Kadın artık kazanmak için harcıyor, harcamak için kazanıyordu.

Önce anneliğini unuttu. Zira kendine yabancılaştı. Zaten dışarlıklı bir hayatın yoğunluğunu hiçbir kadın annelikle birlikte kaldıramazdı. O nazenin omuzlara bu ağır gelirdi. Öyle de oldu. Yıktıkları evin yerine pansiyonu koydular. Yıktılar dedimse, damını duvarını yıktıklarını kastetmedim elbet. Bu mecazen bir yıkımdı. Evin misyonunu yıktılar, tıpkı kadının kadınlık misyonunu yıktıkları gibi.

Artık evler iki kişilik pansiyondu. Baba işe anne işe çocuk kreşe; oh ne ala memleket! Siz buna ev diyebilecek misiniz? Zaten olmadı da. Önce çocuk sayısını azaltmaya ikna ettiler. Zaten evinden çıkardıkları kadın, buna mecburen ikna olmak zorundaydı. Başka türlü yapamazdı. Kendisini dışarıdan koparak her şey ayak bağıydı. Bu çocuk için de, hatta eşinden “hanımlık” bekleyen koca için de geçerliydi.

Evsizliğin merkezi olan Batılı toplumlarda kadın doğurmuyor. Geçenlerde Kıbrıs Rum yönetimi her doğum için 60 bin dolar vereceğini açıkladı. Biliyorum yine ikna edemeyecekler. Çocuğu angarya gören bir kadını doğurmaya nasıl ikna edebilirsiniz. Dahası, “kamu malı” haline getirilmek için içindeki anne öldürülmüş olan modern kadın, fıtratın haykıran sesini, taş kesilmiş kalple nasıl duysun?

Eline köpeğin zincirini tutuşturdular ve “çocuk yok, köpek olsun” dediler. Modern kadın farkına varmadan köpeği çocuğun yerine koyuverdi. Çocuğun kahrına katlanmamak için evden kaçan modern kadın köpeğin kahrına katlandı. Tıpkı bir kocanın kahrına katlanmamak için evi gözden çıkaran modern kadının, kocalık sorumluluğunun hiç birini taşımayan bir sürü sorumsuz ve iffetsiz erkeğin kahrına katlandığı gibi.

Müslüman kadını önce birinci evi olan tesettürü, sonra ikinci tesettürü olan evi koruyor. Bu Allah’ın kendi talimatına uyan kadına bahşettiği bir lütuftur.

Evet, İslami tesettür birinci evdir. Bazıları İslami tesettüre “ikinci deri” gibi bakarlar. Bu ifrattır, aşırılıktır ve fıtrata aykırıdır. Tesettür mümin kadının sosyal ilişkilerini düzenleyen bir talimattır. Karşıt cinsle ilişki kurarken dişiliğini arka plana atar ve kişiliğini ön plana çıkarır. Bunu tesettür sayesinde yapar. Muhatabına “Benimle kişiliğim üzerinden ilişki kur” mesajı vermiş olur.

İlk ev olan İslami tesettür, Müslüman kadınla birlikte yürür. Müslüman kadın nereye giderse gitsin, o da oraya gider. İşte bu nedenle o “ev”lidir. Tesettürü alınarak dışarı salınmış bir kadın, bu yüzden evi başına yıkılmış bir kadındır.

“İlk evi” olan tesettürünü koruyamayan, “ikinci tesettürü” olan evini koruyamaz. Başta inşa edemez ki korusun. İşte bu yüzden, hakkı ifa edilen bir tesettür mucizedir.

Dünyanın kadın açısından gittiği yöne dikkatlice bakınız. Muceza derken ne kastettiğimi o zaman anlarsınız. Yine tesettürün hürriyetin sembolü olduğu gerçeği, özgürlük adı altında metalaştırılan modern kadının içinde bulunduğu sıkıntılı duruma bakınca daha iyi anlaşılmaktadır.

Kadın rahatsız olacaksa, değersizleştirme operasyonundan rahatsız olmalıdır. Kadının adı yoksa, ona bir ad konulur. Ama ya değeri yoksa ne yapılır? Değer isim gibi “koydum” demekle konulacak bir şey değil ki.

Kadını değerinden koparanlar, ona “fiyat” biçiyorlar. Zira kendilerinde değer yok, para çok. “Parayı bastırırız, alırız” diye düşünüyor olmalılar.

Kadın, değersizleştirme operasyonuna kurban gitmemek istiyorsa, euzü besmele çeksin. Çeksin de şeytanlar ondan elini çeksin.

Mustafa İslamoğlu