Etiket arşivi: Mustafa Sungur

Bediüzzaman Camii İbadete Açıldı

Yıllardan beri yapılmasına başlanmış olan Hz. Bediüzzaman Camii Şerifi bu Ramazan-ı Şerifin ilk teravih gecesi olan 31 Temmuz 2011 Pazar gününü Pazartesiye bağlayan gece Ankara’da ibadete açıldı.

Bu mekan yıllarca Risale-i Nurların okunduğu ve Kur’ân hizmetinin yapıldığı ve binlerce nur talebelerinin buraya uğrayıp Kur’ân hakikatlerinden istifade ettikleri ve buradan defalarca hapislere gidildiği bir Medrese-i Nuriye idi.

27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan inkılab ile Risale-i Nurların okunması ve neşr edilmesi yasaklandı. Fakat nur talebeleri durmadılar hizmeti Kur’âniye’ye devam ettiler. Bu cami yerindeki medresede kalan nur talebeleri 1960’dan 1983’e kadar emniyet tarafından kontrol ve baskı altına alındı, 12-15 defa medrese basılarak topluca tevkif edilip, yıllarca hapislerde yattılar. Bediüzzaman hazretlerine hayatta iken hizmet eden ağabeylerden;

Tahiri Mutlu, Zübeyr Gündüzalp, Bayram Yüksel, Mustafa Sungur ağabeyler, Bediüzzaman Hazretlerinin vefatından sonra burada yıllarca kaldılar ve burada kalan sair ağabey ve kardeşler ile beraber hapislere gittiler. Zübeyr Ağabeyin hususi odası vardı yıllarca orada kaldı. Bir zamanlar Ankara’da yegane dersane burasıydı ve Türkiye’nin muhtelif yerlerinden Ankara’ya gelenlerden bazıları birkaç gün bazıları birkaç ay burada kalırlardı.

Onlardan bazıları:

Molla Hamid Ekinci, Sıddık Süleyman(Kervancı), İbrahim Hulusi Yahyagil, İbrahim Fakazlı, Hasan Atıf Egemen, Mehmed Çalışkan, Mustafa Acet, Mehmed Kayalar, Re’fet Kavukçu, Salih Özcan….vs

1960 senesinde Risale-i Nurlar yasaklanınca, Türkiye’nin her tarafında 1000’den fazla mahkemeler açıldı. Kimi mahkemeler beraatle, kimisi de mahkumiyetle neticelendir. 1964’de Türkiye’de 360 yerde mahkememiz vardı. Said Özdemir hakkında yirmi beş mahkeme açıldı sekiz on sefer hapse girdi. Büyük Tarihçeden dolayı bir buçuk sene verdiler. Mustafa Sungur ve Tahsin Tola ile beraber yattılar.

O zamanki Nur Talebeleri 1960’tan 1983 tarihine kadar 23 sene hapis, tevkif, eza ve vazifeden atılma gibi sıkıntılar çektiler. Fakat Allah-u Teala’ya binlerce şükür ve hapisler ve vazifeden atılma gibi sıkıntılara rağmen en şiddetli zamanlarda dahi Nur Derslerine ve neşriyata devam edildi. Hak bilinen yoldan, müsbet iman ve Kur’ân hizmetinden vazgeçilmedi. Nihayet İnayet-i İlahiye tecelli etti. Risale-i Nurların bütün kitapları hakkında yargıtayca tasdik edilmiş 700 kadar beraat kararları İçişleri Bakanlığına götürüldü. O günkü İçişleri Bakanı dirayetli ve adil bir zat idi. Türk Hakiminin Türk Milleti adına verdiği kararların tatbikini istiyorduk. (Bir mahkeme beraat veriyor, başka yerde başka mahkeme aynı kitaba aynı maddeden tekrar mahkeme açıyordu. Böylece mahkeme senelerce sürüp gidiyordu. Bu usülsüz tatbikata son verilsin denildi.) kararlar tedkik edildi, kararların hukuka uygun ve müsbet olduğu kanaatine varıldı. Bütün Türkiye’deki Emniyet müdürlüklerine:

– Bu kitaplar (Risale-i Nurlar) hakkında hiçbir adli tâkîbat yapılmayacaktır. diye ta’mim yazıldı.

Bediüzzaman Hazretlerini Ankara’ya iki def’a davet ettik, kendilerine Denizciler caddesinde Beyrut Palas Otelinde yer ayrıldı. Aynı zamanda caminin olduğu yerdeki evde Bedîüzzaman Hazretlerine iki oda tahsis ettik, Said Özdemir Üstad Hazretlerine dediki:

– Üstadım siz burada otelde, kimsesi yok garipler gibi kalmayın bizim evin yanında sizin rahat edebileceğiniz bir yer hazırladık, sizi oraya götürelim.

Üstad cevaben:

Kardeşim ben hep otellerde kalmışım. Doktor Tahsin Beyinde Çankaya’da evi var benim evde kalsaydı diye belki gıpta olur. Hazırladığınız evdeki yorganı getiriniz. O yorganda yatayım. Sizin orada yatmış gibi olayım. Orası benim evim gibi olsun…dediler.

Hazırladığımız yorganı götürdük. Ankara’da kaldığı müddetçe o yorganda yattılar. Teberrüken bir hatıra olarak o yarganın yüzünü saklıyoruz.

Cenâb-ı Hak bizi o Üstada hakiki talebe eylesin. Kur’âna ve Risale-i Nura hakiki, sadık, halis, şakird eylesin. Âmin, âmin, âmin..

Kaynak: Nur.gen.tr Foto: Risale Haber

Hristiyanların da Bediüzzaman’ı olsaydı!

Bediüzzaman’a göre eğitim, eğitici, öğretici, ufuk acıçı, yol gösterici, imanı hisleri kuvvetlendirici, dünya ve ukbayı birleştirici, madde ve manayı buluşturan, kucaklayan karakterde olursa hedefine ulaşmış sayılır.

Önceki akşam İstanbul İlim ve Kültür Vakfının “uluslararası genç akademisyenler” onuruna düzenlediği yemekteydik. Salonda dünyanın dört bir yanında bulunan çeşitli üniversitelerde görev yapan genç akademisyenler bulunuyordu. Hepsinin ortak özelliği “Bediüzzaman” hakkında akademik çalışmalar yapmasıydı.

Benim oturduğum masada oturan hanımların tümü de yabancı idi ve hepsi de Bediüzzaman hakkında çalışmalar yapan ve hayranlık duyan kimselerdi. Bu güler yüzlü hanımlarla önce selamlaştık ve sonra ortak dil İngilizce ile tanıştık. Biri Nijeryalı, birisi Arap, birisi Mısırlı ve hemen yanımda oturan ise Ugandalı bir siyahî hanımdı.

Adı Haniya idi.

Haniya masadaki yemeklerden yemediği gibi mahzun bir şekilde dalıp dalıp gidiyordu ve onun bu hali beni daha da kendisine yaklaştırdı, yakınlaştırdı.

Bu arada masasında duran cep telefonları dikkatimi çekti. Sanırım ti Türkiye’de arasak bu kadar eski model bir cep telefonu bulamayız herhalde. Ancak Ugandalı o hanımın elindeki cep telefonu bu ülkelerin ekonomik durumları hakkında da ipucu verdi bana.

İçimden kendi kendime sorup duruyordum.

Uganda neresi, Türkiye neresi diye soruyor ve Bediüzzaman gibi kendi ülkesinde sürgünden sürgüne gönderilmiş, neredeyse ömrünü sıkıntılarla geçirmiş bir din âliminin böyle dünyaya seslenmesine hayret ediyordum içten içe.

Japonyalı genç kadın akademisyenin Bediüzzaman çalışması ne kadar hayrette bıraktıysa beni, Amerikalı rektör profesörün ona yakın kitabını Bediüzzaman üzerine yazıp bir de “Keşke Hristiyanların da Bir Bediüzzaman’ı olsaydı” diye duygularını samimi olarak salondakilere anlatması açıkçası beni çok duygulandırdı.

Hıristiyan dünyasından birçok ilim adamı vardı salonda ve hepsinin ortak düşüncesi de bu yöndeydi. Bir de Birleşik Arap Emirliklerinden gelen bir Profesörün konuşması vardı ki çok ilginçti: Diyordu ki Arap profesör:

Bediüzzaman evlenmemiştir ve çocuk sahibi olmamıştır ama işte bakın görün artık dünyada milyonlarca evladı var onun, keşke bu günleri görseydi, keşke artık Risalelerin dünyada okunduğunu bilseydi. Bediüzzaman bütün çağların din âlimidir.

Değerli ağabey Mustafa Çalışan’nın sunuculuğunu yaptığı gecede konuşan İlim ve Kültür Vakfı Başkanı Prof.Dr. Faris Kaya Hoca, Bediüzzaman gibi bir dehanın bütün dünya üniversitelerinde tez konusu yapılmasının bir tesadüf olmadığını, Bediüzzaman’ın dünyada da artık fikirleriyle, eserleriyle bir rol model olarak tanınıp benimsendiğini ve hayranlık duyulduğunu ifade etti.

Bu galada yabancı akademisyenlerin yanı sıra iş, sanat, medya ve siyaset dünyasından birçok tanınmış isim vardı. Özellikle Bediüzzaman’ın talebeleri Mustafa Sungur ve Mehmet Fırıncı hem yerli hem yabancı konukların büyük ilgisini topladı.

Sanatçı Erkan Mutlu’nun söylediği ilahilere yabancı akademisyenlerin büyük bir coşkuyla katılmaları yarının dünyada islamın olacağını düşündürdü.

Bu dev organizasyonda hem yabancı akademisyenlerin bulunması, hem de haftaya hanımlara yapılacak panelde konuşma konum olması hasebiyle sürekli olarak Bediüzzaman’ın eğitim anlayışını düşündüm. Bu nasıl bir eğitim idi ki Barla’da başlayan halk eğitimi bütün engellere ve baskılara rağmen ülke coğrafyasını da aşıp uluslararası arenaya ulaşıyordu. Bu eğitim anlayışında doğru okunan ve insanı merkeze alan bir yaklaşımın olduğu kesindi ama yabancılar neden ilgi duymaya başlamıştı acaba?

Sorma, düşünme, itaat et!

Doğu düşüncesinin bu geleneksel düşünce kalıbına Bediüzzaman gibi ilham ve tefekkürünü Kuran’dan alan bir din âlimi itiraz eder ve “Sorgulayan, özgür düşünen, bağımsız davranan bireylerin insanların geleceğinde yer alacağı” tezini savunur.

Bediüzzaman’ın eğitim anlayışında bireyi Allah’a yaklaştırıp, muhatap olmayı, bireye ahiret ve dünyada saadet ve cefanın sebeb ve sonuçlarını öğretmek, müslümanlar arasında vahdet, uhuvvet, tesanüt ve muhabbetin tesisini ve teminini gaye almak esastır.

Bediüzzaman, eğitimde fen ve imanın bir arada verilmesini ülkenin madden ve manen kalkınmasının buna bağlı olduğunu ifade eder ve şöyle der:

“Vicdanın ziyası dini ilimlerdir, aklın nuru fen ilimleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder(kanatlanır). İftirak ettikleri (ayrıldıkları)vakit birincisinde taassup, ikincisinde ise hile ve şüphe tevellüd eder(doğar).”

Nitekim sadece fen ve teknik ve felsefe derslerinin okunduğu okullarda manevi yönün zayıfladığını ve bunun da karakter ve irfanı sorunlu bireylerin neşetine zemin hazırladığını savunur.

Bediüzzaman’a göre eğitim, eğitici, öğretici, ufuk acıçı, yol gösterici, imanı hisleri kuvvetlendirici, dünya ve ukbayı birleştirici, madde ve manayı buluşturan, kucaklayan karakterde olursa hedefine ulaşmış sayılır.

Eğitim tek yönlü, tek hayatlı, sadece dünyevi mutluluğu esas alıyorsa, menfi ve yıkıcı tarafı varsa, insanın iç coğrafyasına sirayet etmiyorsa, hedef sadece meslek sahibi olup para kazanmak ise, sorunludur ve ıslaha muhtaçtır!

Zira hangi maddi, akli ve modern eğitim nazariyesi olursa olsun insanın metafizik tarafını tatmin etmeye yetmemiştir ve derin ihtiyaçların karşılığı olamamıştır. Bu da buhranlı, bunalımlı bir aydın portresinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Bediüzzaman bir felaket asrının adamı olarak bu coğrafyadaki bütün felaketlerin kaynağı olarak cehalet ve dinsizliği gösterir ve ilahi terbiyenin önemine dikkat çeker.

Bütün bu düşünceler kafamda uçuşurken yanımdaki Ugandalı Haniya’ya bakıyorum, o hala mahzun, düşünceli ve dalgın. Ama karpuzu çok seviyor, bütün gece sadece karpuz yiyor!

Gülümsüyorum. Bu siyahî kadını neden bu kadar sevdim acaba?

Bilmiyorum.

İlim ve Kültür Vakfının bu organizasyonu muhteşem bir geceye dönüşüyor. Bir Bediüzzaman gecesine dönüşüyor. Zaman akıyor. Salondan ayrılırken bir daha salona göz atıyorum ve rengârenk kıyafetleri içindeki dünyanın genç akademisyenlerine hayranlıkla bakıyorum. Bu kültür adamları büyük bir alkışı hak ediyorlar bana göre.

Muhabbetle Efendim.

Meryem Aybike Sinan / Haber7

Nûr Kahramanları

Gençlik yıllarımdan başlayarak Nur hizmeti içinde şahit olduğum bazı hususları okurlarla paylaşmak istedim. Tarih sırasına göre anlatacağım. Hatıra kahramanları, hayatları ibretlerle dolu şahsiyetlerdir.

Şehit MEHMET OĞUZ

Din düşmanı bir komiserin karakola çağırıp kafasını duvara vura vura ve insafsızca döverek öldürdüğü Nazilli’nin hizmet şehidi, ihlâs sembolü, Nûr ağabeylerden Mehmet Oğuz’u ilkokul yıllarımda tanımıştım. İşte gözümün önünde canlanan örnek bir davranışı:

Nazilli’nin merkez camii olan Koca Cami’ye namaza geldiği zamanlarda, ezana biraz vakit var ise, elinde küçük bir Risale olduğu halde cami avlusunda bir ileri bir geri yürüyerek okumakla vaktini değerlendirir, gören cemaate örnek olurdu. Tepeden tırnağa nur gibi bir şahsiyetti…

Hastane morgundan çıkarıldığı zaman birkaç ağabeyle birlikte ben de oradaydım. Yüzündeki örtüyü açtıklarında, hafif çiseleyen yağmur nur yüzünü okşuyor, şehadetini ağlayarak tebrik ediyor gibiydi… Öyle bir yüz ki; tebessüm eden, canlı ve pırıl pırıl aydınlık. Şehadet şerbetini içtiği belli oluyordu. Allah rahmet eylesin!

AHMET FEYZİ KUL

Ortaokul ve lise yıllarımda Üstad Bediüzzaman’ın değerli ve yakın talebelerinden Ahmet Feyzi Ağabey ara sıra Nazilli’ye uğradığında akşam derslerinde görürdüm. Hattâ bir gece evimizde misafir kalmıştı.

İşte bu büyük insan, akşam sohbetlerine şeref verdiği zamanlarda kendi mahallî konuşma tarzı ile ders yapar, açıklamalarda bulunur ve fakat –ilginçtir- bazen konuşurken uyur kalırdı… Yaşlı haliyle hizmetin çile ve yorgunluklarını sırtlamış ve belki birkaç gündür uykuya hasret bir mübarek halin tezahürüdür diye düşünürdük ve onu rahatsız etmezdik. Zaten kısa süre sonra kendisi uyanırdı.

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP

Sanırım 1970 yılıydı. Beşiktaş dershanesinde topluluğa ders yapıyordum. Dersin yarısında, muhterem büyük insan, Zübeyir Ağabey geldiler. yorgun ve bitkin görünüyordu. Hemen kapı girişine diz çöküp oturdular. Ben; “Ağabey böyle buyurun!” dedimse de, “Hayır kardeşim, devam edin” demişti.

Aman yâ Rabbi! Bundan güzel mahviyet, ihlas ve hizmet dersi olur mu?

Fazla durmadılar, Herhalde başka bir dersi de ziyaret etmek üzere ayrıldılar.

Üstadın pervanesi olarak, hizmetin en ağır ve çileli yükünü çeken “Nur’un büyük kumandanı” Zübeyir Gündüzalp’in ortalıkta pek görünmeyişi, hastalıkların ızdırabıyla hemhal olmasındandı. Hizmet şehidi olarak 51 yaşında vefat etti. Ruhu şâd olsun !

TAHİRÎ MUTLU

Tahirî Ağabey, Üstad Bediüzzaman’ın yakın hizmetinde ve ondan tam ders almış “Saff-ı evvel”lerdendir. Üstadın; “kırk evliya kuvvetinde” sözü bu değerli şahsiyet için büyük bir bahtiyarlıktır…

İstanbul’da bulunduğu 70’li yıllarda, Nûr derslerinde diz çökmüş vaziyette, başı daima öne eğik, iki büklüm oturur, lüzum gördüğü an mahalli şivesiyle, kısa açıklamalar yapardı.

Şahsımla ilgili olsa da, şahit olduğum bir kerametini söylemeden geçemeyeceğim:

Şehremini Dershanesinde cemaatle akşam namazı kılacağız. O sırada Tahirî Ağabey de orada bulunuyormuş. Kardeşler, kıraatım düzgün diye hep beni imamete geçirirlerdi. Yine öyle oldu. Ben seccadeye doğru yürürken – herhalde Üstadın talebesi var diye – acaba Üstad Hazretleri nasıl bir tarz ve üslupla Kur’an okurdu veya nasıl bir okuyuşu tasvip ederdi? gibi düşüncelerle namaza durdum. Namazın bitiminde cemaate karşı dönüp oturdum. Tahiri Ağabey hemen arkamda olduğu için yüz yüzeyiz. Tesbihatlar yapıldıktan sonra “Lâ yestevî”yi okuyup Fatiha’yı çektim. Mübarek ağabey sağ elinin şehadet parmağını bana doğru hareket ettirerek; “Hah, hah kardeşim! Üstad hazretleri aynen böyle okuyuştan hoşlanırdı.” demez mi ?

Allah Allah! Çok müstesnâ bir duygu seline kapılmam bir yana, kalbimi okuyan bir kerametini apaçık görmüştüm…

MUSTAFA SUNGUR

Üstadımızın yakın hizmetinde bulunmuş, O’ndan dersler almış bir müstesna şahsiyet de Sungur Ağabeyimizdir.

İlk öğretmenliğinin menfilik yıllarında mandolin çalıp ders verdiğinden midir, duygu ve heyecan yüklü bir fıtrata sahip olduğundan mıdır? Bilemiyorum, marş söylemeyi çok severdi. Nûr marşlarını… Gerek Av. Bekir Berk’in yazıhanesinde ve gerekse otobüsle İstanbul dışına seyahatlerde, kardeşlerle birlikte marşlar söyler ve bundan da büyük haz duyardı.

Derslerdeki konuşmalarını ve okuyuşunu zor anlardık. Meğer sonra öğrendim ki; hapiste gördüğü işkenceler yüzünden imiş!

BAYRAM YÜKSEL

Sebat ve sadakat örneği, ihlas sembolü merhum Bayram Ağabey, hizmetlerin her işinde canla başla koşturur, gurur ve enaniyetin zerresi bile üzerinde görülemezdi… Ankara Hacı Bayram Medresesinde kalırlarken, bir iki arkadaşımla bana Üstad Hazretlerinin cübbesini teberrüken giydirmişlerdi. Bu işin fayda ve maslahatını zaman içerisinde anladım…

Kore gazisi bu büyük insan, Nûr hizmetinin prensiplerine harfiyen ve âzam mertebede uymakla mükemmel ve örnek bir talebeliği yansıtıyordu…

Av. BEKİR BERK

Av. Bekir Berk, Sungur Ağabey gibi heyecanlı ve duygulu fıtratıyla marş söylemesini çok severdi! Belki de yorgunluğu böyle izale oluyor ve moral buluyordu…

Bir gün yazıhanesinde, bize bir çeyrek altını göstererek; “Bakın gençler bu, Üstadımızın gaybî altınıdır.” demişti…

Yılmamayı, yorulmamayı azim ve iradeyi ondan öğrendik. Sanki Türkiye kazan Bekir Ağabey kepçe.. Dur-durak ve yorgunluk bilmeden koşturan muhteşem bir nur avukatı. Akıllı, dirayetli, cesur, çalışkan ve prensipli…

Dr. SADULLAH NUTKU

Tevazunun zirve şahsiyetlerinden birisi de, Bediüzzaman’ın doktoru Sadullah ağabeydir. Yeni Asya gazetesinin “doktorunuz” köşesinde hasta okuyucularına verdiği cevaplarda maddi ilacın yanı sıra “Hastalar Risalesi”nden devalar da yazardı. Belediye otobüslerinde zamanını boş geçirmez, cebinden çıkardığı küçük bir risaleyi okuyarak yolculuk yapar; sarığı belinde kuşak gibi kullanır ve camide başına sararak öyle namaz kılardı… Üstad ile ilgili hatıralarını anlatırken, ya da ders okunurken çok büyük bir haz duyar, adeta kendinden geçerdi.

Merhum Sadullah ağabey de ehl-i keramet, veli bir zat idi.

Mehmet Gürler

www.cevaplar.org

Bediüzzaman Said Nursi ve Süleyman Hilmi Tunahan

Süleyman Hilmi Tunahan’ın yakın talebelerinden Mehmed Emre Hocaefendi anlatıyor:

“Sivrihisar’da vazifeye başladığım sırada ziyaretime gelen Emirdağ Müftüsü Mehmet Oral’a iade-i ziyarette bulunmak üzere Emirdağ’a gitmiştim. Bahsi geçen zat beni birkaç gün misafir etti.

“Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bu ilçede bulunduğunu öğrenince Kur’an Kursu öğreticisi Hafız İbrahim ile birlikte Üstad’ı ziyarete gittik. Bu muhterem zatın ikamet ettiği ev, Kur’an Kursu’nun tam karşısındaydı. Sokak kapısından içeri girince elle yazılmış bir kağıdın kapısının arkasına raptedildiğini gördüm. Ve merak saikasıyla yaklaşıp okudum.

“Üstad’ın ifadesiyle kaleme alınmış bulunan yazıda şöyle deniyordu: “Ben yaşlı ve hasta bir Said’im. Beni ziyaret etmek isteyenler kitaplarımı okusunlar. Böylece daha çok istifade ederler.

“Üstad Hazretlerinin hizmetinde bulunan Zübeyir, bizi görünce aşağı indi ve maksadımızı öğrenince kapının arasındaki kağıdı gösterdi. Ben “O yazıyı siz gelmeden önce okudum. Buna rağmen ziyaret etmek istiyorum. Kabul etmezlerse geri gideriz.” dedim. Yukarıya gidip geldi ve Üstad’ın huzuruna kabul edileceğimizi haber verdi, sevindim.

“Odadan içeri girdiğimizde Üstad, oturmakta bulunduğu karyolanın üzerinde iki dizi üzerine gelerek boynuma sarıldı. Ben de elini öpüp oturdum. Said Nursi Hazretleri kendine mahsus şivesiyle;
“Müftü deyince yaşlı, ihtiyar bir kimse tasavvur ediyordum. Sen gençmişsin. Kimde okudun?” dedi. Ben: “Süleyman Efendi hazretlerinde” cevabını verdim. Bunun üzerine; Üstad, “Ben kendini görmemişem. Fakat manen tanırım. Ulema-i su İslam dininin şerefini ayak altına düşürdüler. Fakat o bunu minarenin şerefesi gibi yükseltti. Onu ve talebelerini okuduğum evradın sevabına ortak kılıyorum.” dedi.

“Pırıl pırıl parlayan gözleri, zekasındaki fevkaladeliği yansıtmaktaydı. Bakışlarındaki maveralara uzanan bir ruh hasleti müşahede olunuyordu. Kemalatını aynelyakin müşahede ederek yarım saat kadar huzurunda bulunduktan sonra duasını ve müsaadesini talep ederek ayrıldım.”
(Mehmed Emre-Hatıralarım.s:55-56-Erhan yay.)

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur şöyle bir hatıra nakletmektedir:

“16 Eylül 1959 tarihiydi. Bediüzzaman Hazretleri aniden şiddetli rahatsız oldu. Bu rahatsızlığı üç gün devam etti. Gazete okumadığından ve radyo dinlemediğinden hâl-i âlemden haberi yoktu. Üç gün sonra İstanbul’dan Rüşdü Bey isimli talebesi geldi. Onu görünce hemen ahvâl-i âlemden ve İstanbul’da ne olup bittiğinden sordu. O da “Üstadım, Süleyman Efendi vefat etti” deyince, Üstad birden kalkarak “Kardeşim, Şeyh Süleyman mı? Şeyh Süleyman mı?” diyerek dikkatle sordu. “Evet üstadım, Şeyh Süleyman” deyince Bediüzzaman şöyle dedi: “Kardeşim ne zaman vefat etti?” Bu soruya verilen cevap bizi daha da hayrete düşürmüştü. Zira tam vefat ettiği saat Bediüzzaman hastalanmış ve bu manevi elemi hissetmişti. Bediüzzaman, devamla “Kardeşim, Allah rahmet eylesin, Allah rahmet eylesin, mübarek veli bir zattı, mühim hizmetler ifa etti. Allah rahmet eylesin.
(Prof.Ahmed Akgündüz-Arşiv belgeleri ışığında Süleyman Hilmi Tunahan-Osav yay.)

Süleyman Hilmi Tunahan’ın bendelerinden Arif Hikmet Köklü Beyefendi 14.09.2001’de şu enteresan hatırayı anlatmışlardır;

“Bazı kimseler Bediüzzaman Said Nursi aleyhinde neşriyatta bulunuyorlardı. Onların tesirinde kalarak Şeyh Süleyman Efendi hazretlerine “Biz Said Nursi’yi nasıl bileceğiz?” diye sordum. “Bediüzzaman hazretleri Türkiye’de en sevdiğim zattır” dediler. Yanından bir zat çıkıyordu, onu kast ederek “Siz gelmeden önce bir zat gelmişti. Said Nursi hazretlerinin yanından gelmiş ve sohbetinde bulunmuş. Sohbette bizim bahsimiz olmuş. Ayağa kalkarak: “Ne kadar sevap kazanmışsam yarısını Şeyh Süleyman efendiye veriyorum” dediğini bize nakletti. Biz de o zata dedik: “Biz de bu güne kadar sevap ve hayır namına ne kazandı isek hepsini Said Nursi hazretlerine hediye ediyoruz. Bunu kendisine bildirirsiniz.

…Yine Arif beyin nakline göre Süleyman efendi şöyle buyurmuş: “Said Nursi’ye makamını bizzat Resulullah vermiştir. En yüksek dereceye çıkmıştır. Hz. Allah’ın ilham ettiği şekilde yazacak, onun hizmeti de öyle…”

…Halen Hollanda’da bulunan Abdullah Tekin Hocaefendi de şöyle bir hatıra naklediyor: ‘Risale-i Nurları okumakla birlikte çeşitli hocaefendilerimizden dersler de alıyorduk. Hacı Süleyman efendiden de uzun zaman ders aldık. Merhum bizim Nurlarla irtibatımızı biliyordu. Bir gün yakın talebelerine; “Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleriyle aranızda zerre miktar bir ihtilaf çıkarırsanız huzur-u ilahide iki elim yakanızdadır… Abdullah evladımız iki yerden feyiz alıyor. Bediüzzaman hazretleri o vazife ile tavzif edilmiş, biz de bu vazife ile tavzif edilmişiz.” buyurdu.

Kaynak: cevaplar.org

Hür Adam’la ilgili eleştirilerin kiritiği (1)

Hür Adam’la ilgili eleştirilerin kiritiği (1)

Hür Adam filmi ile ilgili fikirlerini beyan ederek, Bediüzzaman’a ve davasına büyük hizmet eden aşağıya yazılarının bir eleştirel kritiğini koyduğumuz şahısları ve gazetelerini tebrik ediyoruz.

Bu tebrik hepimiz adınadır. Mehmet Fırıncı, Mehmet Kırkıncı, Abdullah Yeğin, Mustafa Sungur, Sait Özdemir adınadır. Hepsinden önemlisi Bediüzzaman hesabınadır. Tebrik ediyoruz sağ olsunlar, kalemlerine sağlık diyoruz.

AKBIYIK NE DİYOR?
Hür Adam, gösterime girmeden ve girdikten sonra Türk basınında ve televizyonlarında film ve Bediüzzaman ile ilgili muhtelif yazılar yazıldı.

Akbıyık, Bediüzzaman ile Atatürk arasındaki ilişkiyi irdeler. “Atatürk’ün ona saygı duyduğu Bediüzzaman’ın da zamanında onu desteklediği bilinir. Sonra bu ülkenin şekillenmesinde yapılan devrimler ilişkiyi çatallaştırmıştır” Mehmet Tanrısever’in oğlu Tarık Tanrısever’in Bediüzzaman’ın en yakın kâtibi olan Şamlı Hafız Tevfik’i canlandırmasını çarpıcı buluyor Akbıyık. Yazar, eleştiri adabına uygun olarak Tanrısever’in filminin gerçekliğini falanını eleştirmeye kalkmaz, bu tür yapımların çoğalmasını ister. Mürşit Ağa Bağ’ı takdir ederken onun “Bediüzzaman karakterini inanılmaz bir özümsemeyle perdeye taşımasını” beğenir.

TARİHÇİ MUSTAFA ARMAĞAN NE DİYOR?

Zaman gazetesinde Mustafa Armağan, filmin odağındaki Atatürk Bediüzzaman karşılamasını yorumlar.

O Hem Bediüzzaman, hem de Atatürk’ün biyografilerinin tam olarak ele alınmadığını, eğer alınsa bu tür yanlış yorumlar olmayacağını söyler. Armağan Bediüzzaman’ın meclise geldiğini, dua ettiğini ve beş ay kadar Ankara’da kalıp sonra oradan ayrıldığını belgeli olarak ortaya koyar. Ama benim gördüğüm bizzat Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya çağrılan bir insanın onunla bir defacık görüşmesi çağırmanın beyhudeliğini ortaya koyar, resmi belgelere yansımamış veya açılmamış çok görüşmeler olmuştur. Çünkü Bediüzzaman bu konuşmalardan sonra “benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi” diyerek ayrılış gerekçesini en hafif şekilde ortaya koyar. Bu onun tekniğidir, ihtilafları büyütmemek. Çünkü gerek Atatürkçüler, gerekse Bediüzzaman’ın talebeleri iki ağaç gibi devam edip gideceklerdi, bu yüzden iki grubun gelecekteki ilişkilerini bozacak cümleler kullanmaz, o büyük bir stratejisttir. Bugün talebeleri onun sustuğu noktalarda o kadar konuşuyor ki, sanki ondan haberleri ve tekniğinden bilgileri yok gibi. Bugün elem verici olan yan Bediüzzaman’ın stratejisine, sosyal ve siyasi mimari anlayışına uygun düşünmemektir.

Armağan Bediüzzaman’ın biyografisine göre Ankara’ya çağrılma hadisesini anlatır.

Bediüzzaman namaz konusunda bir risalecik yayınlar, bunu Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’e okur. Zannımca o risalecik bir namaz bahsi değil, Bediüzzaman kafasında yeni Cumhuriyetin nasıl olması lazım geldiğini, dinin direği olan namazın, sistemin de Cumhuriyetin de direği olduğu yollu fikrini gerçekleştirmek için namazın penceresinden sisteme ve milletvekillerine girer. Orada büyük bir sosyolojik vesika yayınlar, batı ile bizim devlet anlayışlarımızın farkını anlatır, felsefe ve İslam dininin farklı bakış açılarını, bize yakışanın kendi dinimize göre bir yapılanma olduğunu söyler. Metinin dört başı mamur tahlili hala yapılmamıştır. Çünkü o metnin tahlili birçok sosyal bilimle misafireten yapılabilir

Atatürk’ün karşısında Cumhuriyet tarihinde kimse oturup da sistemin nasıl olması lazım geldiğini konuşan bir babayiğit yok.

Bediüzzaman görünmediği bir makama göre gelip Mustafa Kemal ile görüşmüştür. Basının kralcı tavrı tarihsel realiteyi görmek istememesindendir, İstanbul’da İngilizleri yazdığı eseri ile hizaya getiren adam, Mustafa Kemal nezdinde dikkat edilmesi lazım gelen bir insandır. Bu yüzden çağrılmıştır, iki şahsın birbirine denk olup olmadığına değil, çağıran tarafın onun fikirlerinden istifade için çağırmasıdır. Böylece Cumhuriyet tarihinin iki büyük aktörü bir araya gelmiştir.

Armağan, görüşmenin ayrıntısının olmadığını teessüfle ifade eder. Ama Kazım Karabekir’in Ankara’ya hâkim havanın İslamın terakkiye mani olduğu fikrini öne sürmesi Bediüzzaman’ın neden onlarla yollarının ayrıldığının bir gerekçesidir.

Kaderin hissesine gelince Bediüzzaman’ın ayrılması daha isabetli olmuş, çünkü o kurulan cumhuriyetin din açısından boşluğunu görmüş, onu doldurmak için Ankara’dan ayrılmıştır. Eğer verilen makamları kabul etseydi ne bir Bediüzzaman vardı, ne de eserleri.

GEL BERABER ÇALIŞALIM

Sibel Oral ile yaptığı konuşmada Tanrısever, yirmi yıl önce film yapmak istediğini ama olmadığını anlatır.

Filminin bir siyaset filmi değil, dindar cumhuriyetçi bir mücadele adamının hayatı olduğunu söylüyor.

Tanrısever, “sistemi birlikte kuralım” anlamına gelen “gel beraber çalışalım” dediği şahsın ayak ayaküstüne atmasını, basının karşılaşmanın yorumunu yapamamasından ileri geldiğini belirtiyor.

Tanrısever yaptığı işin tamamen kendi imkânları ile olduğunu söylüyor. “Arkasında birileri var gibi yazıldı ama hiç kimseden destek almadım. Said Nursi’nin ölüsünden bile korktular.”

Tanrısever, yüz yıldır Bediüzzaman’ın arkasından gidenlerin yapamadığı bu işi yaptığı için hayatından ve işinden memnundur. “Ben bu filmi yapmakla şeref duyuyorum. Bunu ister kabul etsinler, ister etmesinler. Gerçekleri yansıttığım kadar, eleştirilere de açık bir insanım. Daha iyisini yapabilen varsa yapsın. Ben paramı, yüreğimi koydum bu işe, eleştirilere kızmam, iltifatlara da sevinmem.”

Tanrısever acı bir söz söyler: “Ona inanan insanlar da korkuyor. Ne korkuyorsunuz? Türkan Saylan vardı, o da bir kahraman değil mi? Geçtiğimiz yıllarda vefat etti, hemen dizi filimi yapıldı.”

Haber Türk Bediüzzaman’ın Atatürk’e gönderdiği mektuba ulaşır.

Güntay Şimşek mektubu Cumhurbaşkanlığı arşivinden çıkarmıştır.

Mektup İslam Âlemi kahramanı Paşa Hazretleri diye başlar. Bediüzzaman Mustafa Kemal’e sunduğu fikirleri önemser, hayatı boyunca kendini hiç önemsememiş, her zaman savunduğu fikirleri önemsemiştir.

Yeni Türkiye Cumhuriyetinin oluşturulma safhasında gerekli olduğu için mektuptaki fikirleri ona ulaştırmıştır.

Belgeye göre 9 Kasım 1922’de ziyaret ettiği Mecliste Bitlis Mebusu Arif Bey ve arkadaşlarının Meclis Başkanlığına yaptıkları başvuruyla kürsüye davet edilir. Tebrik eder, dua eder, gelişmeler zabıt ceridesinde yayınlanır.

Daha sonra Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde haber olur.

ALLAH’IN VERDİĞİ OLAĞANÜSTÜ BAŞARILAR

Mektupta milli mücadelecilerin başarısını Bediüzzaman “Allah’ın verdiği olağanüstü başarılar” olarak yorumlar.

Ancak verene en iyi teşekkürün namaz olduğu vurgulanır. Bediüzzaman eserlerinde de bütün akaidi ve amali hükümlerin namaz üzerinde durduğunu, namazın onların direği olduğunu vurgular ve vurgular. Öldükten sonra dirilmeye inanmak namazsız olmaz, kelime-i şahadet namazsız olmaz, meleklere iman namazsız olmaz, Allah’ın varlığı namazsız olmaz, Allah’a hamd etmek namazsız olmaz yani bütün hükümler ancak namaz olduğu sürece bir anlam ifade eder. İnsan hayatının ve dininin direği namaz ise o kişinin inşa ettiği sistemin de direği namazdır. Bu zorunluluk çok ciddi bir zorunluluktur.

YIKILMAYAN İSLAM MEDENİYETİ

Toplumun namaza bakışını anlatır, namazsız insanlara iyi bakmayan Müslümanları anlatır.

Peygamberlerin doğudan, filozofların batıdan çıkmasından hareketle yeni sistemin filozoflara göre değil, batı felsefesine göre değil, dine ve Peygamberlere göre kurulmasını salık verir.

Daha sonra Hasan Ali Yücel’in çıkardığı klasikler külliyatında batı felsefesine ağırlık verilmesi bunu gösterir.

Düşmanlarımız dini tahrib ederken, Müslümanların özellikle yönetici olan milletvekillerinin onu koruması ve yaşaması gerektiğini anlatır.

Küfür her şeyi ile İslam medeniyetini yıkamamışken laubalilikle onlara yardım etmek iyi olmaz.

Avrupa medeniyeti Bediüzzaman’a göre tıkanmıştır, bu daha sonra net olarak ortaya çıkmıştır, böyle bir zamanda İslamı geriye itmenin yersizliğini anlatır.

Daha sonra Garody’in batı medeniyetinin nerede olduğu konusundaki fikirleri bunları teyid eder.

Napolyon’u değil, Selahattin Eyyübi’yi örnek almak gerektiğini söylerken de ne dediğini ben henüz anlamadım.

Bediüzzaman hem İslam medeniyeti, hem de batının nerede olduğunu o gün hiç kimsenin bilmediği kadar biliyordu.

Namaz kılarak hem Allah’ın, hem de Müslümanların gönül rızasını alacağını söyler.

Gaflet ve tembellik saikasıyla namazı terk etmenin, kurtuluş savaşını kazanmış kişilerin ahiretini kurtarmayacağını, safsata ve nefsin vesvesesi ile dinin ve ulemanın teyid ettiği bir emri terk etmenin yersizliğini anlatır. Dinde gösterilen tembelliğin milliyeti geliştirmeyeceğini söyler.

İLK CİDDİ ELEŞTİRİ

Bu mektup yayımlandıktan sonra ilk ciddi eleştirisini Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemil Koçak yapar.

Bediüzzaman dehaca öngörüsü ile Meclisteki gelenek tarafları ile modern tarafları arasındaki çekişmeyi hissetmiş, Cemil Koçak buna vurgu yapar. “Anlaşılıyor ki Ankara’ya geldiği zaman tam o dönemde yeni sürecin başlangıcı ve o yeni süreç öncesindeki tartışmalar ve çatışmalar olduğu noktayı hemen fark etmiş olmalı. Birinci Mecliste biliyorsunuz ki iki farklı grup var ve bu iki grubun birbiriyle olan siyasi ve ideolojik mücadelesi söz konusu.- Ve bu iki grup arasındaki önemli farklardan bir tanesi, yeni Türkiye’nin nasıl formüle edilmesi gerektiği konusu.- Modernizasyon projesi yeni Türkiye’de uygulanacak ama ne kadar ve nasıl uygulanacak?”

Koçak, Bediüzzaman’ın Atatürk çevresindeki grubun ağır basabileceğini hissettiğinden bu mektupta Atatürk’ü etkilemek istemiş, ona tavsiyelerde bulunmuştur.

Koçak zamanın Said Nursi’yi haklı çıkardığını söyler. “Said Nursi ve bütün muhaliflerin söyledikleri bir anlamda doğru çıkıyor. Bu şekilde yapılan bir devrimden toplumun alacakları kalıcı olmayabilir. Bu görülüyor.”

Koçak, “Meclis’in açılışının Cuma günü yapıldığını, dua ile açıldığını ve bu yönü ile Osmanlı meclislerinden daha fazla dini karakterliği olduğunu söylüyor.

Türk milliyetçiliği üzerine kurulursa arkasından gelenlerin çok sınırlı olacağını belirtir. Mücadele daha başlamadan biter.

Mücadeleyi buraya kadar getiren isimler daha sonra yoktur.

Nakşibendî Şeyhi Fevzi Efendi,

Halvetiye Şeyhleri Abdullah Sabri Aytaç, Yahya Galip Kargı Bey,

Nakşi Özbekler Tekkesi Şeyhi Mehmet Ata Efendi,

bir Kadiriye dergahı olan Hatuniye Tekkesi şeyhi Sadrettin Ceylan Efendi,

Nakşi Şeyhi Şerafettin Dağistani,

Hacı Bektaşi Veli Dergahının Nakşi Şeyhi Hacı Hasan Efendi.

Savaşa katılanların hepsi bir din savaşına katıldığını, gâvurlara karşı bir İslam mücadelesine katıldığını bilerek katılıyorlar.”

Cemil Koçak, Mete Tunçay’ın alıntılarını nakleder ve Mustafa Kemal’in yeni yüzünü ortaya koyar.

“Rıdvan Memi, bu durumun 9 Eylül’e kadar devam ettiğini söylüyor, şu anekdotu aktarıyor.

“İzmir’in kurtuluşundan sonra maiyeti Mustafa Kemal’e Hacı Bayram’a gidelim ve şükür duası edelim” diyorlar. Atatürk, “Benim böyle bir borcum yok” diyor. O nokta itibariyle Atatürk’ün İslam tutkalına ihtiyacı kalmadı mı?

Cemil Koçak, Evet yavaş yavaş o süreçten ayrılık başlıyor. Said-i Nursi’nin on maddelik mektubunda yapılmasını istediği şeyler ve tavsiyeleri okunduğu zaman Atatürk muhtemelen Said-i Nursi ile hiçbir şekilde politik olarak bir ilerleme sağlayamayacağını anlamıştır, muhtemelen bunu da okuduğu zaman.”

Cemil Koçak değişimi başkalarının da fark ettiğini söylüyor.

Tarihin ve edebiyat tarihinin gösterdiği nedenler bu konuda belirsiz. “Atatürk’ün dine genel yaklaşımını ortaya koyan pek çok cümlesi var, fakat esas itibariyle olan şey bu. Atatürk’ün gideceği yolu, yazdığı mektup dolayısıyla sadece Said Nursi değil, silah arkadaşları da fark ediyorlar, muhalefete geçmelerinin esas nedeni de bu sezgileri ve anlayışlarıdır.

Karabekir paşa, Cebesoy Paşa, Refet Bele Paşa, Halide Edip ve Eşi, Milli Mücadele’nin önde gelen isimleri bu duruma karşı çıkıyorlar” Tarihin gerçekleri ne kadar ters yüz edilmiş, bunları okuyunca ne kadar içimize yutturulmuş, doğru olmayan malumatın doldurulmuş olduğunu görüyoruz.

Cemil Koçak Bediüzzaman’ın mektubunu devrinin siyasi ve fikri cereyanları içine yerleştirerek büyük ve önemli bir eleştiri ortaya çıkarmıştır. Hür adam münasebetiyle gördüklerimizin arka yüzü ile karşılaşmış oluyoruz. Mektup da ilahi bir tasarımla tam zamanında ve yerinde ortaya çıkmıştır. Kim ne derse desin Bediüzzaman mânen işinin başında ve denetleme görevi ile çalışıyor.

Tarihçi Mustafa Armağan,

Atatürk’le Said Nursi’nin 25 Kasım 1922’de görüştüklerini söylüyor, görüşme Meclisteki Başkanlık odasında olmuştur. Birinci ve İkinci Meclis üyelerinden Ali Süruri Bey’in hatıralarından alıntılarla konuşur. Hatıraların Osmanlıca bir bendini de verir. Ali Süruri Bey adı geçen tarihte Atatürk ile Bediüzzaman’ın tartıştıklarını, kapının açık olan aralığından duyduğunu söyler. Buradaki konuşmalar meclise sunulan ve Atatürk’e gönderilen mektubun muhtevası doğrultusundadır.

Samet Altıntaş’ın Bediüzzaman’ın yaşayan talebelerinden nakillerle verdiği haberde onların da

Atatürk’le Bediüzzaman’ın görüştüğünü ancak ayak ayaküstüne atma olayının “olayın senaryolaştırmasıyla ilgili olduğu” belirtilir. Mehmet Fırıncı, Abdullah Yeğin, olayı doğrularlar ama ayak ayaküstüne atma hadisesi konusunda bir şey söylemezler. Abdülkadir Badıllı ise Üstadın parmaklarının dilini kullandığını, bunun dışında bir şey olmadığını söyler. Necmettin Şahiner de Milletvekili Hüseyin Aksu’dan aldıkları ile anlatır. Onun nakilleri de öncekiler doğrultusundadır.

Konuyla ilgili bir başka haber de yine o dönem milletvekillerinden Abdülgani Ensari’nin oğlu Nezihi Ensari’nin naklettikleridir.

Atatürk Bediüzzaman ile Abdülgani Ensari vasıtasıyla görüşmüş, Abdülgani Ensari ve Bediüzzaman Hacı Bayram’dan yürüyerek Meclise giderler, Atatürk Bediüzzaman’ı kapıda, “Hocam neredesiniz? Bizi tamamen bıraktınız. Biz neden görüşemiyoruz?” sözleriyle karşılar. Daha önce dediğim gibi bizzat Mustafa Kemal tarafından çağrılan Bediüzzaman’ın farklı kaynaklardan görüşmesi doğaldır. Çünkü Bediüzzaman hem İstanbul’da, hem Anadolu’da, hem Bitlis savunmasında, hem aşiretler içindeki Üstatlığı ve Seyda tutumu ile doğu ve güneydoğunun milletvekilleri arasında büyük nüfuza sahipti.- Üstelik diyalog adamı idi. Görüşmelerinin birçok olması mümkün.-Nezihi Ensari’nin naklettikleri mektuptakilerin başka bir ifade ile tekrarıdır. Atatürk Bediüzzaman’a bazı makamlar teklif etmişse de Bediüzzaman bunlara yanaşmamıştır. Atatürk, Bediüzzaman’ın din konusundaki yorum ve bakış açısının farkını görmüş, çünkü Bediüzzaman dönemin önce ve sonrasındaki bütün olaylarda hep ön saftadır.- Onu tanımaması imkânsız.- Ama birçok noktada birlikte oldukları halde batı ve İslam dini konusundaki sentezleri uzlaşması imkânsızdır. Asıl ayrılık nedeni budur.

Bediüzzaman’ın Meclise gelişi ve dinleyici locasında görüşmeleri dinlemesi konusunda Meclis zabıt ceridelerinden alınan bilgiler ile teyid edilir.

Bu haber de 07.01.2011 tarihli Sabah gazetesinde yer alır. Riyaset makamı Bediüzzaman’a resmi olarak “hoş geldin – hoş amedi” eder.

Yeni Şafak gazetesi Mustafa Armağan’ın naklettiği Ali Süruri Bey’in hatıralarındaki bilgileri tekrar eder. Metni İlhan Toprak kaleme almıştır.

Mehmet Tanrısever, bir televizyon programında konuşur.

Atatürk ile Bediüzzaman arasında cereyan eden sahne için harika bir cümle kullanır. “Sadece iki dehanın karşı karşıya gelmesi” olarak niteler. “Siyasi bir deha Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Üstadımız da bir dini dehadır. Üstad değişimin Kur’an ahlakı boyutunda olmasını istiyor, ben de Hür Adam da yansıttım. İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır. Tabularımızdan kurtulmalıyız.”

EN ZOR OLAY
Filmin gösterimi sırasında pankart açan kadın için ağlamıştır. Tanrısever olayı demokratik olarak yorumlar. “Ne kadar güzel bir iş yapmışım ki, yaptığımız iş bu kadar gündeme geldi. Çünkü insanlar cesurca tepkilerini de ortaya koyabilme fırsatı buldular. Keşke o hanımefendi filmi seyrettikten sonra tepki gösterseydi”

Tanrısever, filminin dünya tarihinde ilk elliye gireceğini söyler. Devam eder: “Sürükleyici bir anlatımı var Hür Adam’ın. Bir insanın hayatını, çilesini anlatıyorsunuz bu konuyu bir kere film yapmak zor. Bırakın film yapmayı anlatmak zor.”

Doğru, Tanrısever’in dediği sinema tarihinin en zor olayı, fikri sahneye yansıtmaktır.

Devam edecek….

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer
www.risaleakademi.com