Etiket arşivi: mutluluk

Yeşil ve Gri

Beş altı haftadır Aybuder’de Bağımlılıklar ile ilgili eğitimlere katılıyorum. Bu konuda hem bir anne olarak hem de yazı yazan biri olarak çok fazla şey söylemek gerektiğinin her eğitimde daha bir farkına varıyorum.

Mutlaka paylaşmalıyım dediğim hikayeler, öneriler ve süreçlere şahitlik ediyoruz.Zaman zaman yazacağım inşallah her birini.

Aldığımız eğitimlerden biri de psikodrama eğitimi.

Bu eğitimlerden birinde hocamız Odise Vuçinas öğrencileri yeşil ve gri olarak iki gruba ayırarak, yeşil gruba iyiliğin ve güzelliğin gri gruba kötülüğün ve zorluğun olduğu rolllere bürünmelerini istedi.

Ben gri grubundaydım. Her iki grupta önce ne yapacağına dair istişareler etti, rolleri belirledi ve verilen süre sonunda drama eşliğinde grubun başlığı altında rollerini sergiledi.

Gri grubunda biz, bağımlı eşinden şiddet gören bir kadını, maddeyi temin etmek için kızını satan babayı, torbacıları, maddi zorluklarla çocuğunu üniversiteye gönderemeyen bir maden işçisini canlandırdık.

Yeşil grupsa bir düğün organize etmişti, herkes düğünde eğlendi ve çok mutluydular da. Roller bitince hocamız, her eğitimin sonunda olduğu gibi neler hissettiğimizi, gözlemlerimizi, o role bürünürkenki hallerimizi sordu.

Herkes hissettiklerini söyledi. Gri de yer almak zordu bizim için. Pek çoğumuzun tanık olmadığı hayatlardı. Ama vardılar. Üstelik eğitimdeki arkadaşlardan birkaç tanesi de iyileşmekte olan bağımlılardan. Onlar içinde durum zordu. Çünkü geçmişe dönmeleri ve yeniden yüzleşmeleri gerekiyordu yaşadıklarıyla.

Yeşil ve mutlu grupsa, her şeyin kendiler için iyi olduğunu ve mutlu olduklarını söylediler.

Ben hislerimi anlattıktan sonra bir gözlemim olduğundan bahsettim. Yeşillerin ya da iyilerin kendi dünyasında ne kadar iyi ve mutlu olduklarından ama hiç griye ya da zor hayatlara dokunmadan bu iyiliği götürdüklerimi gözlemlediğimi söyledim.

Hoca sonra yeşil ve grinin ortak bir hikaye bulmasını ve birbirine karışmasını istedi. Yeşiller grileri düğünlerine davet etti, bir diğerini bağımlılıktan kurtardı… Velhasıl hikaye güzel bitti.

O gün eğitim çıkışında ve sonrasında steril bir dünyanın içinde iyi kalmayı fazilet saydığımızı düşündüm. Bizden başka hayatlara temas etmeden, onların dertlerini dinlemeden, gri hayatlarını yeşile dönüştürmeye eşlik etmeden, salt iyiliğimizin ne faydası vardı ki?

Kendi dünyası içinde tıpkı bir düğünde gibi kendi gibileri ve de yakınlarını gören bir mutluluk anlayışı ile yaşıyoruz pek çoğumuz.

**

Yine geçtiğimiz haftalarda dahil olduğum bir çocuk edebiyatı okumaları grubunda Behiş Ak’ın Bebek Annem kitabını okuduk. Kitap, paralarını denkleştirerek ultra lüks ve güvenlikli bir sitede daire alan bir ailenin yalnızlığı ile başlıyordu. Örgü kursu veren başka bir site sakini sebebiyle, aslında gerçek güvenliğin insanın insana güvenmesi olduğu mesajını veriyordu kitabın akışında yazar çocuklara.

Eğitimde dinlediğim bağımlılık iyileşmeleri de, drama da çıkan sonuçta, kitaplar da, insanın iyiyle temas ederek, kendini değerli hissederek, eksik kalan yanlarını tamamlayarak, konuşarak, paylaşarak iyileşebildiğini söylüyor.

Hazır Ramazan’da geliyorken düşünelim derim;

Gri hayatları ne kadar gören bir yeşilin içindeyiz ve

Ne kadar yeşile dönüşmek isteyen griyiz diye?

Tuğba Akbey İnan / cocukaile.net

Aileyi Fark Etmek Huzurun Ön Şartıdır

“Dış dünyada yani iş hayatında başarıyı yakalamak için önce iç dünyada yani ailede başarılı olmak gerekiyor. Kişi kendi içerisinde derinleşmeyi ne kadar çok başarabilirse dış dünyada da o oranda başarılı olur. Çünkü huzurludur, çünkü dirençlidir, çünkü mutludur, çünkü hayata pozitif bakıyordur… Aile, huzurlu bir hayatın ön şartıdır.”

Günümüzde huzurlu bir hayat için gerekli şartların başında “çok çalışmak, çok kazanmak, çok harcamak” gibi kriterler sunulur. Huzuru yakalamak için de çok çalışılır, hatta bu uğurda aileler, eşler, çocuklar ihmal edilir. Bahane de hazırdır: “İşimde başarılı olup çok kazanayım ki size daha fazla vakit ayırabileyim…”

Uzman Pedagog Dr Adem Güneş ise bunun tam tersini söylüyor. Güneş, dış dünyada yani iş hayatında başarıyı yakalamak için önce iç dünyada yani ailede başarılı olmak gerektiğine vurgu yaparak “Kişi kendi içerisinde derinleşmeyi ne kadar çok başarabilirse dış dünyada da o oranda başarılı olur. Kişi kendi içerisine ne kadar derinleşirse ve orayı tamamlarsa farkına varmadan dış dünyada da başarıları arka arkaya gelir. Çünkü huzurludur, çünkü dirençlidir, çünkü mutludur, çünkü hayata pozitif bakıyordur… Onun yanında güç veren bir çocuğu, yanında güç veren bir eşi vardır. Dolayısıyla o kişi tek başına değil üç-dört kişinin gücüyle birlikte farkına varmadan bir yücelik içerisindedir. Onun karşılığını da mutlaka bulur. Aile, huzurlu bir hayatın ön şartıdır” diyor.

Güneş, kendisiyle yaptığımız söyleşide huzurlu bir hayat için öne sürülen gerekli kriterleri yeniden gözden geçirmemiz gereken bilgiler verdi.

Günümüzde modern hayat adı verilen yaşam tarzı, yani sürekli bir yerlere yetişme, sürekli bir yerlere koşturma, sürekli bir şeyler yetiştirme, şehrin kargaşası içinde kaybolma aile hayatımızı ve çocuklarla olan irtibatımızı nasıl etkiliyor?

Modern hayat hızlı akıyor. Bir taraftan belli kazanımları oluşturma çabası, bir taraftan kariyer oluşturma çabası, bir taraftan hayatın belli yerlerine tutunabilme ve orada kalabilme çabası var. Ayrıca modern hayatın bizim kültürümüzün dışında tanımladığı başarı kriterleri var. Bunlar hem bizim kültürümüzün dışında hem de insan ruhunun huzuru ve mutluluğunun dışında olan şeyler. Kim ne kadar iyi bir makam sahibi ise başarılı olarak adlandırılıyor, kim ne kadar çok sosyal itibarı yüksek olan mesleğe sahipse başarılı olarak algılanıyor, kimin ne kadar parası çoksa o kadar kaliteli olarak algılanıyor.

Modern hayatın başarı kriterleri insan ruhunu huzursuzluğa götüren ve belki de başardım zannettiği zaman içerisindeki huzursuzluğu artıran kriterler. Halbuki biz insanı psikolojik olarak ele alacak olursak insan kendi fıtratına, kendi doğasına uygun bir yaşam içerisindeyse, kendi fıtratına, kendi doğasına uygun bir meslek içerisindeyse, kendi fıtratına, kendi doğasına uygun bir evlilik içerisindeyse, kendisinin doyabileceği noktada durabilen bir ekonomik büyüyüş içerisindeyse, belli bir noktadan sonra burada yeter diyebilecek bir kariyer yükselişinin içerisindeyse, sosyal alandaki kazanımlarını belli bir noktada durdurabilecek bir güce sahip ve bununla birlikte kendi içine derinleşecek bir başarıyı elde etmişse onun adına psikolojik olarak bu kişi başarmıştır diyebiliriz. Ama sanayi toplumunun ve dijital çağın getirdiği hız insanı huzurlu etmekten daha çok, bir hedef belirleyip o hedefe ulaştırıp daha sonra bir sonraki hedefi gösterip sürekli bir tatminsizlik içine sürüklüyor.

Sanayi toplumu, aslında bir bakıma insana kazanımlar elde ettiren ama bir bakıma mutsuz eden serüvenin adı olmuş oluyor.

Peki bütün bu koşturmaca içerisinde kişi ailesini, eşini ve çocuklarını fark edebiliyor mu yoksa tamamen unutuyor mu?

Sanayi toplumuna bakıldığında aile şu anda çok da öyle hedefe konmuş bir yer değil. Batı’da çok defa bireysellik ön planda tutuluyor. Sanayi toplumu reprezentatif insan öngürüyor. Bir insan konferans salonunda yüzlerce kişinin karşısında ellerini açıp konuşabiliyorsa, bir şirketi yönetebiliyorsa, televizyonlara çıkabiliyorsa yani dış dünyaya hitap edebiliyorsa kişiyi başarılı olarak tanımlıyor. Oysa sizin söylediğiniz aile, çocuk vs. şeyler içe dönük başarının birer karşılığı. Aile kurabilmek dışa dönük bir şey değildir. Kendi içerisinde yeterliliği hissedebilen, kendi içerisinde huzuru bulan, kendi içerisinde sadakati olan, kendi içerisinde duyularıyla, hisleriyle var olan bir kişi aile kurabilir. Modern dünya ise daha çok dışa dönük insanı tercih ediyor. Dış dünyada birçok kişi var ki çok başarılı ancak içe dönük yaşama baktığınız zaman huzursuzluklar, gerginlikler, öfke bozuklukları, duygu durum bozuklukları, narsist bozukluklar, eşiyle anlaşamama, çocuklarıyla anlaşamama ve hayatın birçok noktalarında huzursuzluklar içerisindedir.

Dış dünyaya karşı konuşabilen, televizyona çıkabilen, konferanslar verebilen insanın iç dünyasında yani aile yaşamında da başarılı olması gerekmez mi?

Kişi dış dünyada var olduğu zaman onun duygu dünyasından istekleri olan kişiler yok. Dış dünyada kendisinden sevgi isteyen, kalıcı sevgi isteyen bir kişi yok karşısında. Dış dünyada daha çok yüzeysel bir iletişim içerisinde olunduğu için çok da problem değil dış dünyayla iletişim içerisinde olmak… Ancak çocukla iletişime geçmek, eş ile iletişime geçmek daha derin, daha uzun süreli karşılığı olan şeyler. Bir televizyon konuşması içerisinde kişi o sırada konuştuğu kadar konuşur, ancak mesela çocuklarla iletişimde güven ister, sakinlik ister, babalık ister, dokunmak ister, göz göze gelip kahvaltı yapmak ister çocuk… Tüm bunlar televizyondaki konuşmada veya salonlarda konuşmada ya da bir siyasi partinin lideri olmak gibi şeyler değil.

Dış dünyada başarılı bir insanın iç dünyasında da başarılı olabilmesi için daha doğrusu dış dünyayı fark ettiği gibi ailesini de fark edebilmesi için, her iki tarafı da başarıyla götürebilmesi için neler yapması gerekir?

Aslında dış dünyada yani iş hayatında başarıyı yakalamak için önce iç dünyada yani ailede başarılı olmak gerekiyor. Kişi kendi içerisinde derinleşmeyi ne kadar çok başarabilirse dış dünyada da o oranda başarılı olur. Kişi kendi içerisine ne kadar derinleşirse ve orayı tamamlarsa farkına varmadan dış dünyada da başarıları arka arkaya gelir. Çünkü huzurludur, çünkü dirençlidir, çünkü mutludur, çünkü hayata pozitif bakıyordur… Onun yanında güç veren bir çocuğu, yanında güç veren bir eşi vardır. Dolayısıyla o kişi tek başına değil üç-dört kişinin gücüyle birlikte farkına varmadan bir yücelik içerisindedir. Onun karşılığını da mutlaka bulur. Aile, huzurlu bir hayatın ön şartıdır.

Kişi her hâlükârda dışarıda başarılı oldu ama içeriyi çok defa ihmal ettiyse o zaman klasik tanımıyla kişinin kendi eliyle zaman planlaması yaparak kaliteli iletişim halinde olması lazım. Eğer böyle bir şeyi başarabilirse dışarıda başarılı olmayı yakalayan kişi, içeriden de destek alırsa başarısı iki kat, üç kat artar. Yapılan çalışmalar da onu gösteriyor. Bunu bilen şirketler çalışanlarının aile yaşamını, aile içi iletişimini desteklemek üzere seminerler ve kurslar düzenliyorlar. Kişinin aile içindeki iletişimini düzenli hale getirdikten sonra şirketin performansı da artıyor.

Formül aslında tersten işliyor yani. Önce aileni fark et ki iş hayatında da başarılı olabilesin. Fakat günümüzdeyse tam tersi gibi düşünülüyor, “Ben ne kadar çok çalışırsam, ne kadar kendimi işime adarsam o kadar çok başarılı olurum” deniliyor.

Günümüzde bir yanılgı sonucu kişi dışarıda başarıyı elde etmek istiyor, bunun için de aileyi ihmal ediyor. Şu anda zaten ailelerin yaşadığı temel problem bu… Yani “Birazcık daha kazanayım sizle ilgileneyim, daha yukarıya çıkayım sizle ilgileneyim, milletin meselesini halledeyim sizle ilgileneyim…” Oysa kişi çocuklarını, eşini, evini ihmal ettiği için aile problem haline gelmiş. Kişilerin önce kendi ailesini kurgulaması lazım. Gençlere büyük büyük hedefler göstermeden önce bunun anlatılması gerekir. Kişinin bir numaralı hedefi ailesini kurgulaması, aile sistemini nasıl yükselteceğini düşünmesi, eşiyle muhabbetini nasıl arttıracağını, çocuğuyla birlikte nasıl bir birliktelik içerisinde olması gerektiğini düşünmek olmalıdır. Gençlere bunlar anlatılmalı, bu bilinç kazandırılmalıdır. Bir delikanlı eşiyle birlikte dirilmeye başlayınca gözleri çakmak çakmak olur. O kişi hangi işi yapıyorsa zaten başarılı olur.

Aileyi fark etmek, hissetmek diğer başarıların da tetikleyicisi bir anlamda…

İçte kendi derinliğini elde etmeden dışarıya doğru yönelmiş olan kişilere baktığımızda ham olduklarını, çiğ olduklarını, söylediklerinin aksine davrandıklarını, güven oluşturamadıklarını görüyoruz. Dışarıda bir şekilde başarıyı elde etmiş ama kendi içsel derinliği olmayan böyle kişiler aslında topluma da zarar veriyor. Çünkü elde etmiş oldukları başarı başkalarına da örnek oluyor. “Falancanın ailesi yok, falanca zaten iki kere üç kere ayrılmış dördüncüsüyle birlikteymiş, falanca zaten eşini dövüyormuş” gibi şeyler gençlerin “Demek ki aile olmadan da olabiliyor, sevgi olmadan da olabiliyor, sadakat olmadan da olabiliyor” diye düşünmelerine yol açıyor.

Amerikan ve Avrupa filmlerinin bazılarında şöyle sahneler vardır: Patron, çalışanını daha iyi tanıma adına onun evine akşam yemeğine giderek çalışanın aile hayatını tanımak ister. Aslında bu film sahnesi Batı yaşantısında bir gerçektir. Aile hayatında başarı o kültürlerde özellikle yüksek düzeyde yöneticilerde aranan bir şeydir. “Aile hayatı zayıf olan kişinin işteki verimliliği de sadakati de o kadar zayıf olacak” diye kişiyi ailesiyle birlikte tanımak ister patron.

Aileyi fark etmenin en temel unsuru nedir peki?

Bir beyefendi, bir hanımefendi ailesini kurgulamak istiyor ve yaşamı gerçekten yaşamak istiyorsa eşiyle birlikte çocuklarıyla birlikte yaşamak istiyorsa yapacağı en önemli şey ailedeki hayatı yavaşlatmak olacaktır.

Mesela peşi sıra planlanmış 3-4 tane günlük etkinlik yerine sadece bir tane etkinlik yapmak… “Sabah 8’de kalktık, çocuk okula gitti, saat 12’de geldi, saat 13’te şunu yapacağız, saat 14’te şuraya gidelim, saat 15’te arkadaş gelecek, saat 17’de şu olacak, saat 19’da şu yapılacak…” Kişi bu kadar enerjiyi taşıyamaz. Dolayısıyla yapabildiği kadarına razı olmak gerekir. Özellikle akşam saat 6’dan sonrasını, 7’den sonrasını aile dışında başka şeylere planlamamak gerekli. Eşi eve geldiği zaman bir kadın hâlâ telefonla konuşuyorsa, eşi varken internetin arkasındaysa bu kişi yaşamı yavaşlatamaz. Çünkü zaten zihnen bir sonrakine ya da aklının kaldığı yere odaklı olduğundan dolayı yavaşlayamaz.

Pedagog Dr. Adem Güneş

Zeka, Akıl ve Mutluluk Bağlantısı

Doktor genç kız, doktor nişanlısından ayrılma sebebini şöyle anlattı: “Beni doktor olduğum için tercih etti; fakat benden beklentisi hem mesleğimi yapıp hem de bir ev hanımı gibi olmamdı. Bana hiç bir zaman evimize bir yardımcı almayacağımızı çünkü annesinin bugüne kadar evlerine hiç yardımcı almadığını bütün işi annesinin yaptığını kendisinin de eve yardımcı alırsa bunun annesini inciteceğini söylemiş. Annesi her sabah kapıda oğlunun ayakkabılarını çevirir ve onu dua ile uğurlarmış, eşinden de böyle hizmet beklermiş.”

Genç kız da bütün bu beklentileri karşılayamayacağını anlayınca ayrılmış.

Doktor beyin hanımı da kendi ile aynı mesleği yapacak fakat akşam eve gelince o yorgunum diye ayağını uzatıp yatacak karısı da; yemek, bulaşık, çamaşır, ütü, temizlik gibi evin bütün ihtiyaçlarını yapacak ve ayrıca bütün akşam onun etrafında pervane olacak.

zekaŞimdi bu doktor bey, tıp fakültesini başarılı bir şekilde bitirdiğine göre zekasından bir şüphemiz yok fakat belli ki aklı yeterince gelişmemiş. Ev hanımı annenle, akşama kadar dışarıda çalışan bir kadını nasıl kıyaslayabilirsin! İnsan hiç düşünmez mi bu kadın robot mu, akşama kadar dışarıda çalışacak fakat evde de bir ev hanımı gibi her şeye yetişip hiç bir işi aksatmayacak. Git fabrikaya robot siparişi ver! Ev işlerinde düzen istiyorsan bir ev hanımı ile evlen. İnsan bu kadar aklını kullanabilmeli.

Çalışan hanım istiyorsan da ihtiyaç olduğunda yardımcı tutacaksın, yardım edeceksin ve aksayan işleri görmezden geleceksin. Nasıl onun kazancı evin geçimine destek oluyorsa sen de onun işlerine destek olacaksın.

Maalesef ki çok zeki insanlar çok da akıllı olmayabiliyorlar. Akıl düşünme kabiliyetidir. Çocukken düşünme yeteneği geliştirilmeyen kişiler, aklını yeterince kullanmayı öğrenemiyorlar. Doğruyu ve yanlışı ayırt etmek, insanları ve olayları değerlendirip analiz etmek ve ona göre davranabilmek ancak akıl ile mümkündür.

Mesela; akıllı insan kıyas yapmaz.  Her durumu kendi gerçekliği içinde değerlendirir. Baştaki misalden hareketle, çalışan hanımı, ev hanımı ile kıyaslamak yanlış; fakat çalışan hanımla kıyaslamak da yanlış. Hem çalışıp hem de bir ev hanımı gibi her işini yapan hanımlar da var. Onlara bakıp “benim hanım da yapsın” demek çok mantıksız. Zira herkesin taşıyabileceği yük farklıdır. Bekarken ev işi yapmaya alışmış bir hanım, bütün işlerin rahatça üstesinden gelebilecekken, sadece ders çalışmış ya da ailesinin maddi imkanı iyi olduğu için evlerine sürekli yardımcı almaya alışmış birinin ev işlerinde zorlanmamasını beklemek ahmaklık olur.

Yüksek zeka, kişinin mutluluğunun önünde en büyük engel olabiliyor. Kişi zekayı ve başarıyı kendinden bilirse, Allah’ın ikramı olduğunu gözden kaçırırsa kibre düşer. Kibir ise aklın önünde en büyük engeldir. Kişi kibirlendiğinde doğru düşünme yeteneğini kaybeder.

Muhammed İbni Hüseyin: “Az ya da çok insanın kalbine kibir girdiğinde o miktar da aklından noksanlaşır.” demiş.
Kibir, kişiyi bencilleştirir; bencillik de zalimleştirir. Kendini çok değerli gören, başkalarını değersiz görmeye başlar, bu da adalet terazisini bozar.

Hz. Peygamber: “Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zâlimler gürûhuna kaydedilir. Böylece zalimlere verilen ceza ona da verilir.” buyuruyor. Rabbim korusun.

Maalesef günümüz eğitim sistemi zekayı putlaştırıyor. Okulda başarı tamamen not odaklı. Ne kadar bilirsen, ne kadar çok test çözersen, ne kadar başkalarını geride bırakırsan o kadar başarılı sayılıyorsun. Çocukların gençlerin düşünme yetenekleri hiç geliştirilmiyor.  Okul başarısı düşük olan kendini aptal sanıyor; çünkü öyle zannettiriliyor. Oysa öğrencinin zihin başarısı düşük olabilir; fakat merhametli, insanlığı yüksek, akıllı biri olabilir.

Zekaya tapan bir sistemde, kibri köpürtülen ve bireysellik gazı ile benliği putlaştırılan insanların evlilik gibi bencillikten arınarak yürütülebilecek bir sistemi başarı ile götürmelerini beklemek zaten safdillik olur.

Ki dini eğitimler bile, maalesef sadece zihin odaklı ve ezber üzerine. Aklı geliştirme üzerine bir eğitim yok, bilgi yükü var. Bir Kur’an Kursu hocası hanım ile kocası, boşanma aşamasında bana danışmışlardı. Kocanın dini eğitimi yoktu, sadece ibadetlerini yapacak kadar dini bilgi sahibi idi. Erkek aralarındaki problemi şöyle özetlemişti: “Beni cahilsin diye hor görüyor, kendi ilim sahibi olduğunu söylüyor da şeytan da ilim sahibi idi fakat ona bir faydası olmamıştı.” Erkek karısından daha az bilgi sahibi olmasına rağmen, aklını karısından daha iyi kullanıyordu. Ayrıca adam onu ilim sahibiyim diye kandırmamıştı. Her ne olursa olsun evlilik öncesi kabul ettiğin şeyi, sonradan başa kakmak çok ayıp zaten.

Evlilikte mutluluk için, yüksek zekaya değil (normal hayatını sürdürecek kadar zeka yeterlidir)  akla ihtiyaç vardır. Kendi hatalarını görmek, eşini tanımak, onun istek ve beklentilerini göz önünde tutmak, değer verdiğini göstermek, yaşanan tatsızlıklar üzerine düşünüp analiz yapıp kim neye çok sinirlendi bunun sebebini bulup aynı hataları yenilememek, hataları telefi etmeye çalışmak, eşini mutlu edecek şeyleri düşünüp yapmak…

Evlilik hayatında zeka ve tahsil eşe bir övünç sebebi olmamalı. Bir hanım “Eşim bana sürekli “Ben Boğaziçi Üniversitesini bitirdim’ deyip hava atmaya çalışıyor, bu beni çok sinirlendiriyor.” demişti. Kocasının hangi üniversiteyi bitirdiği değil, ne kadar iyi koca olduğu önemli kadın için.

Karı-kocanın zeka, bilgi ya da tahsil yarıştırması evlilik hayatını ciddi olarak zedeliyor. Evlilik bir yarışa, birbirini susturma ve kazanma savaşına dönüyor. Bilgi arttıkça geçinmek zorlaşıyor. Bakıyorsan yüksek tahsil yapmamış olanlar, birbiri ile daha iyi geçiniyor.

Tahsil yükseldikçe kibri yükseltmemek için tevazu elbisesini giymek lazım. Sonuçta bize verilen her şey emanet. Nice zeki insanların sonu akıl hastanesinde bitiyor. Emanet ile övünmek, hava atmak aptallıktan başka bir şey değildir. Şeytan da çok zeki ve bilgili idi fakat çok büyük aptallık etti. Zeki ve aptal olmak hem Allah’ın rahmetini kaybetmeye sebep olur, hem de sevdiklerimizi kaybetmeye sebep olur. 

Sema Maraşlı / Vahdet Gazetesi

Tuhaf Bir Doğu-Batı Sentezi Çabası: Kişisel Gelişim

Kişisel gelişim sektörünün dayandığı temel felsefeye bakıldığında batı paradigmasının (tanrı-evren-insan tasavvurunun) bir sonucu olarak ortaya çıktığı ve Batı düşüncesinin son yüzyıllarda içine düştüğü hümanist, sekülerist, pozitivist ve materyalist girdabın modern zamanlara mahsus bir yansıması olduğu görülür.

Öte yandan, bu tatsız ve lezzetsiz batı yemeğine kadim doğu bilgeliğinden bazı alıntıların ketçap, mayonez suretinde boca edildiği de dikkatlerden kaçmıyor.

Bizim lezzet anlayışımıza ve damak zevkimize hiç de uymayan kişisel gelişimi birkaç kelimeyle özetlemek gerekirse: modern zaman büyücülerinin göz boyayıcı dünyasının aldatıcı ışıkları altında yükselmek, zengin olmak, şöhret, kariyer, başarı, mutluluk merdivenine imaj, gösteriş, gevezelik, şarlatanlık, yalan, yapmacıklık vb. basamaklarla çıkma çabası. Derinleşme yok. Malumatfuruşluk ön planda.

İmana, dine, kalbe, ruha, manevi boyuta, seyr-i süluka, terbiyeye, nefis tezkiyesine, arınmaya, incelmeye, zerafete, yardımlaşmaya, diğergâmlığa kısaca insan olmaya sırt dönülürken nefsi azdırmaya, benlik ve enaniyeti ön plana çıkarmaya, yükselmek için her yolu mübah görmeye, ne pahasına olursa olsun kariyer yapmaya, yalana, aldatmaya pirim veriliyor.

Hak, hakikat, iyi, doğru ve güzelin yerini ne idüğü ve nasıl olacağı tanımlanamayan başarı, motivasyon, kariyer vb. kavramlar almış durumda. Ahiret yok. Her şey bu dünyada ve sadece maddi başarıya endeksli. Doğallık, güvenilirlik, dürüstlük, kişilik, şahsiyet, ehliyet, liyakat, ilke ve benzeri kavramlar “out”. Beden dili, imaj, demagoji, görünüş, prezantasyon “in”.

Kerameti kendinden menkul kişisel gelişim dünyası zaten yanılsamalar üzerinde yükseldiği için varlığını da yanılsamalarla devam ettirmeye çalışıyor. İnsanların önce kendilerini kötü hissetmeleri sağlanıyor, ardından buradan bir sektör oluşturuluyor. Sen başarısızsın, cahilsin, gelişmemişsin, eğitilmen lazım, şu konularda sertifikan olmalı, bunları elde edersen şöyle yükselirsin, herkesin gözbebeği olursun gibi kuruntularla aldatılan yığınlar ve bu yığınların “kişisel gelişimcilerin gelişmesine” aktardığı milyarlar.

Cahil, eğitimsiz, yeteneksiz, ehliyetsiz, yetersiz olduğunuzu kabul ediverin yeter! Nasıl olsa her köşe başında size neyi nasıl yapmanız gerektiğini söyleyecek uzmanlar var ve siz hayatınızı idame ettirebilmek için bu uzmanlardan destek almak zorundasınız.

Kendisi himmete muhtaç 25-30 yaşındaki dedelerden(!) bilgelik, yaşam tecrübeleri, öğütler, nasihatler, hayatın ve insanın derinliklerine dair engin tecrübeler dinlemelisiniz ki başarılı ve mutlu olabilesiniz. Aile kurumundan bihaber (ve bazen de bekar) aile koçlarına başvurmadan aile içi iletişim kuramazsınız. Eşinizle ve çocuklarınızla nasıl geçineceğinizi sizi ve ailenizi hiç de tanımayan bu uzmanlardan öğrenmelisiniz. Yaşam koçları olmadan yaşayamazsınız. Ne yiyeceğinizi, ne içeceğinizi, nasıl giyineceğinizi, ne şekilde davranacağınızı, nasıl mutlu olacağınızı mutlaka size birilerinin söylemesi lazım. Bu “üstün insanlar” olmasa zaten siz zavallı insancıklar başarı ve mutluluk yüzü göremezsiniz!

Bu sektörün gurularına inanıp, elinizde avucunuzda ne varsa kişisel gelişiminize yatırdınız. Tüm kitaplarını okudunuz, seminerlerini kaçırmadınız, elinizde onlarca sertifikanız var artık. Sonuçta ulaşılan ne?

Mutluluk mu?
Bilakis: hayal kırıklıkları, ümitsizlikler, aşırı yüklenme sonucu ortaya çıkan sağlık sorunları, büyük hedeflerin altında ezilmeler, beceriksizliğin kabullenilmesi ve içe kapanmalar.

Başarı mı?
Ne gezer! Alınan sertifikalara rağmen içi boş, derinliği olmayan, ne yapacağını bilemeyen, kişiliksiz, gelişememiş, tatmin olamayan bireyler. Başaracağına inandırılmış olmanın ama başaramamanın getireceği sıkıntılar da cabası.

Bir insan nasıl mutlu olur, ne zaman başarılı sayılır? Dinlerin ve kadim felsefelerin yüzyıllardan beri cevap vermeye çalıştığı ve insan hayatının tamamını kuşatan bir konuda üç-beş kitap okuyup, ezberlediği klişe cümlelerle show yapan şarlatanlar birkaç seminerle sizi mutlu ve başarılı kılabilir mi?

Bereketi, haramı helali, Allah rızasını, “hayırlısı ne ise o olsun” anlayışını, başarıyı Allah’tan bilmeyi, rızayı, tevekkülü görmezden gelen bir yaklaşımla kim, nereye gidebilir?

Tüm bunların yanında bu konuda belki de en çok düşünülmesi gereken nokta: klasiklerinin önsözleri daima “başarı Allah’tandır” ifadesiyle biten bir medeniyetin mensuplarının da maalesef yine “bunun da en iyisi bizde”, “yüzyıllar öncesinde bunlar zaten bizde vardı” mantığıyla hareket etme yanlışına düşmesi.

İçinde taşıdığı batıl itikatlar, yanlış felsefi telakkiler göz ardı edilerek kişisel gelişimi İslamîleştirme, yerlileştirme ve millîleştirme çabalarına dikkat edilmeli ve böylesi konularda “ince eleyip sık dokuyan” bir yaklaşım sergilenmelidir.

Daha ziyade olumsuz yönlerine işaret ederek bir tahlil denemesi yaptığımız kişisel gelişim alanıyla ilgili şöyle bir itiraz gelebilir: peki bu alanın hiç mi olumlu yönleri yok?
Kanaatimize göre zaten seyl-i huruşan halinde kapıp götüren bir sürecin zararlı boyutlarını nazara vermek, faydalı yönlerinden istifade edelim anlayışından önce gelir. Gerekli eleştirileri yapabilenler zaten istifade edilebilecek yönlerini de görüp değerlendirebilirler.

Veli Karataş / Zafer Dergisi

Yüksek Puanla Kendini Bulmak(!)

İki anne parkta ayakta konuşuyordu. Çocuklarının yüksek puan almaları gerektiğinden, bu yüzden onlara daha çok çalışmaları için baskı uygulamak zorunda kaldıklarından… Belli ki gergindiler, kaygılıydılar. Geçip gidemedim yanlarından, kulak misafiri olduğum konu derin bir anlam taşıyordu içimde. Özür dileyerek böldüm ve size kendimden bahsetmek istiyorum müsaade eder misiniz, dedim, gülümseyip dinlediler.

Şimdi size de kendimden bahsetmek istiyorum.

Ben ilkokul ve ortaokulu küçük bir ilçede okudum. Başarılı bir öğrenciydim. Beşlik sistemde tek bir dördüm bile yoktu. O yıllarım resim ve kompozisyon yarışmalarına katılmakla geçti, çok keyif alırdım renkleri ve kelimeleri kâğıda dökmekten. Bütün defterlerimin arkasına kız resimleri çizer, çeşit çeşit kıyafetler tasarlardım. Misafirliklerde bile en sevdiğim oyundu, kuzenimle farklı ve özgün kıyafetler çizmek. Şiirler yazardım ben, kuzenim benim şiirlerimi bestelerdi.  Arkadaşlarım bana konu söylerdi, ben o konuda şiirler yazardım, kimileri o satırlarla sevdiği kıza ilanı aşk ederdi.

Sonra bir başka şehirde fen lisesini kazandım.  Fen lisesinde son derece başarısız ve mutsuz oldum.  Adı üstünde “fen” lisesi ve ben “fen” derslerinden hiçbir şey anlamıyordum. Sabahlara kadar çalıştım. Daha doğrusu çalışmaya çalıştım.  Kaygılıydım, her dersten başarılı olmak zorundaydım çünkü. Çabaladıkça herşey sarpa sarıyor ve içinde ne yazdığını anlayamadığım kitaplarla bir girdapa sürükleniyordum sanki. Kaygılı bir beynin öğrenemediğini işte daha o yaşlarda tecrübe ettim.

Son sınıfta genel bir liseye geçtim. Artık yüksek notlar, yüksek puanlar almaya başladım. Ve büyük(!) sınavdan iyi bir puan alarak, yüzde 2’lik dilime girdim. Büyük bir başarıydı sanırım. En iyi üniversitelerde istediğim bölümü okuyabiliyordum. Tıp, mühendislik, mimarlık, öğretmenlik…

Ve o yüksek puanla, mühendisliği kazandım, beş yıl boyunca iyi bir üniversitede eğitim aldım.

22 yaşıma geldiğimde bir mühendistim artık. Ülkenin en önde gelen firmalarından birinde iyi bir maaşla “Mühendis” olarak işe başladım…

Peki mutlu muydum? Hayır!… Kocaman “hayır”… 6 yaşımda anaokuluyla başlayan eğitim sürecim, 16 yıl sonra tamamlanmıştı… Ama ben, mutlu değildim. Mizacıma uygun olmayan bir iş ortamındaydım, bulunduğum konumun gerektirdikleri iç dünyamda çatışmalara yol açıyordu. Yaptıklarım ve yapmak istediklerim arasında uçurum vardı sanki. Kendimi kaybolmuş hissediyordum. Yanlış yerde yanlış bir işle meşguldüm sanki ve bu içten içe huzursuz ediyordu beni. İşe giderken servisim kaza yapsa da gitmesem diye dua eder hale gelmiştim bir süre sonra.

Ne aldığım yüksek puan, ne okuduğum iyi üniversite, ne de iyi bir kariyer imkanı, beni mutlu etmeye yetemedi. Aldığım yüksek maaş da… Benim kendi seçimimdi hepsi, zorlama baskı ile almamıştım kararlarımı. Sonradan anlıyorum ki en büyük ihtiyacım, benim kendimi, ilgi alanlarımı ve potansiyelimi tanımama imkân verecek, doğru bir rehberlikti.

İşte bu yüzden “çocuğum yüksek puan almalı, iyi kariyer yapmalı, çok para kazanmalı” diye kendini ve çocuklarını paralayan anne babalara ve öğretmenlere seslenmek istiyorum şimdi:

Çocuğun aldığı ya da alacağı puanlar sadece bir sonuç. Çoğu zaman da kendini tanıyamamanın ya da  üzerinde hissettiği baskının bir sonucu.  Asıl önemli olan ise çocuğun neler yapmaktan keyif aldığı. Yüce Allah’ın bahşettiği her insana “özel” yetenekler var. Neden herkes Matematiği sevmek zorunda ya da Fen’i başarmak zorunda? Başarılı çocuk deyince fen liseleri akla geliyor da neden dil, spor, sanat gibi alanlara da yatkınlık önemsenmiyor?

Her çocuğun iç dünyasında şekillenen mizacı ile ortaya koyduğu “özel” yanları var. Evet, bu her çocukta var. Okul başarısı düşük olsa da, ilk bakışta görülmese de, keşfedilememiş olsa da… Büyükler olarak yapmamız gereken işte çocuklarımızın o yanlarını keşfetmelerine rehberlik etmek. “Daha çok soru çözsün”e değil de “ne yapmaktan mutlu oluyor”a kafa yormak…

İnanın çok çabuk geçip gidiyor çocukluk yılları.Elde kalan ise uzun bir zaman kaybının getirdiği derin mutsuzluk ve içsel çatışmalar oluyor.Sonra o mutsuzluktan nasibini alıp, yeni başlangıçlarda kendini bulmaya çalışıyor insan.  Bu 10’lu yaşlarda çok daha kolay oluyor da, 30’undan sonra gerçekten çok zor.

Gonca Anıl / www.cocukaile.net