Etiket arşivi: namaz

Ruhlara vurulan pranga Ayasofya

Ruhlara vurulan pranga Ayasofya

Ayasofya, yüce bilgi manasına gelmektedir. Tarih boyunca siyasi idarelerce el üstünde tutulmuştur. 1453’te Sultan Mehmet Han, İstanbul’u fethettiğinde kendi parasıyla burayı satın aldı, cami olarak vakfetti ve vakfiyesini yazdı miras olarak.

Asırlarca tilavet-i Kur’an ve Münacaat-ı Rahmanlara ev sahibi oldu. 1934 tarihinde bu vazifesine pranga vuruldu.

Ayasofya, Müslümanların hak ve hakikati tebliğ ve yaşamasının mücessem bir abidesidir. Kapılarının ibadete kapanıp, turizme açılmasıyla Müslümanların cihat ve say u gayret ruhuna pranga vuruldu. Adeta onlarca sene boyunca sesi soluğu, tebliğ enerjisi inkıtaa uğradı.

Ayasofya Camii Kebiri’nin ibadete açılması, Müslümanlar arasında ittihad, ittifak ruhunun dirildiği, Ayasofya’ya her yerden akın etdilmesi bile isbat etmektedir. 350.000 Müslümanın ilk Cuma namazında orada namaz için hazır olması da başka bir isbatıdır.

Müslümanlar adeta tekbirlerle tarihi yarım adaya çıkartma yaptı ve yeni bir fetih oldu. Müsbet insanların gönülleri ittihad ile kalbleri toplu vurdu ve Ayasofya’nın prangalarını kırdı.

Ayasofya elbette ki, manevi mimarlarımızın içinde kalan bir uktedir. Hiç şüphesiz ki, Ayasofya’yı bir dava haline getiren mimarlarımız arasında Bediüzzaman Said Nursi gelmektedir. Ayasofya edebiyatı değil manevi bir mesuliyet olarak eserlerinde zikretmiş, hükümetlere de Ayasofya ruhunu aşılamıştır.

Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi öyle de Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilan etmelidirler. Tâ bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zalimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.” [1]

“Hem Demokrat’a ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etmek için Ayasofya’yı muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır.”[2]

1 – Ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek

2 – Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak

3 – Âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etmek için Ayasofya’yı muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmak.

Ezan-ı Muhammedi’yi aslına çevirmek Üstâd Bediüzzaman Hazretleri döneminde gerçekleştirildi. Ama diğer 2 madde sonraki döneme kalmış vazifelerdendir. Kısmen Diyanet eliyle Risale-i Nurun neşri de yapıldı ama inkıtaa uğradı.

Avrupa ikidir sözüne istinaden, Ayasofya’nın müze yerine ibadethane olmasını bazı Avrupalı devletler, hükümetler destekledi ve Ayasofya’nın asli haline dönmesinden memnun oldular diye tahmin ediyorum.

Dr. Tahsin Tola’nın Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Ayasofya’nın camiye çevrilmesi’ ile ilgili bir hatırası şöyledir;

Üstâd çok telaşlı idi. Gelen bir musibeti, bir felâketi önlemek istiyordu. Daha sonra şu haberi gönderdi;
“Ayasofya’yı tekrar camiye çeviriniz! Risale-i Nur’un serbestiyetini resmen ilân ediniz! Eğer bunları yaparsanız, biz de sizlere ismen dua etmeye karar vereceğiz.”[3]

Hatıralara baktığımızda ise,

“Üstad’ı ziyaretimin birinde Ayasofya hakkında düşüncelerini sormuştum. ‘Keçeli, keçeli’ diye güldü. Sonra birden ciddileşerek ‘Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.’ dedi.” [4]

“Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Zübeyir Gündüzalp Ağabey ve diğer Ağabeylere bir gün şöyle demişti; ‘Ayasofya mutlaka açılacak inşaallah. Onun açıldığı gün Masonların Türkiye’de mağlub olduklarını anlayacaksınız.’”[5]

Ayasofya sadece taştan bir bina olsa elbetteki manevi mimarlarımız üzerine bu kadar düşmezdi bu konunun sadece edebiyatını yapar veya gerek bile görmezlerdi.

Ayasofya açılışı ile inşallah maddi ve manevi fereçler olacaktır.

Cihat ruhunun kırılmasını, tebliğ faaliyetlerinin inkişafı ile rahmet-i ilahiyeyi celbedebilmek duasıyla

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 163-164

[2] Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 235

[3] Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 3, s. 2007; Son Şahitler, c. 4, Dr. Tahsin Tola Hatıralarından

[4] Son Şahitler, c. 2, Selahaddin Çelebi Hatıralarından

[5] Hatırayı 1990’da Rüştü Tafralı Ağabey’den bizzat Ali Kemal Pekkendir Ağabey dinlemiştir.

Kaynak: RisaleHaber

 

www.NurNet.org

FERT, AİLE VE TOPLUMDA BİR İNKILAP : NAMAZ

Namaz, küllî ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Küllî ve umumî bir şükrün mükafatı olarak da Cenâb-ı Hak, kemal-i kereminden cennetini kullarına ihsan ediyor. “Cennetin anahtarı namazdır, namazın anahtarı ise abdesttir.” (1) hadîs-i serîfi de bu noktaya bakmaktadır.

اَلصَّلَاةُ عِمَادُ الدّ۪ينِ şeklinde yaygın olarak bilinen hadîs-i şerifte ise meâlen Fahr-i Âlem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz “Namaz dinin direğidir.” (2) buyurarak, namazın ehemmiyetine işaret etmiştir.

Namaz, İslâm dininde bir kıstas hükmündedir. Dinin sağlamlığı konusunda namaz bir ölçü ve mizandır. “Namaz kılmayanın dini sağlam değildir. Dinde namazın yeri, vücutta başın yeri gibidir.” (3) hadîs-i şerîfi konumuza bakmaktadır. Başsız vücut düşünülemeyeceği gibi, namazsız bir dinî yaşayış da düşünelemez.

Namazın bir boyutu da vardır ki mânen yükselme, urûc etme gibi anlamlara gelen “mi’rac” kelimesi ile de tavsif edilmiştir, yani vasıflandırılmıştır. “Namaz, mü’minin mi’racıdır” (4) şeklindeki rivâyet bu hakikate bakmaktadır. “Bir nevi mi’rac hükmünde olan namaz” (5) diyerek de Bediüzzaman, bu rivâyete atıf yapmaktadır.

Şimdi de İslâm dininin üzerinde hassasiyetle durduğu namazın; fert, aile ve toplum üzerindeki maddî ve mânevî faydaları üzerinde duralım.

Namazın Fert Üzerindeki Faydaları

Cenâb-ı Hak, “yüzer âyât-ı Kur’âniyede Müslümanlar için en büyük hakikat, îmândan sonra namaz olduğunu mükerreren emrediyor.” (6) Yani; “İslâmiyet’te îmândan sonra en yüksek hakikat namazdır.” (7) Elbette ki, böyle yüksek bir hakikat olan namazın; fert üzerinde faydaları vardır.

Cenâb-ı Allah, kendisinden nasıl yardım talep edilmesini meâlen şöyle belirtmiştir; “Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile (Allah’dan) yardım isteyin! Muhakkak ki Allah, sabredenlerle berâberdir.” (8) İnsan fıtraten aciz ve zayıf yaratılmıştır. Ve İlâhî bir kudrete istinad edip dayanmak ve O’na güvenmek fıtratında yani yaratılışında vardır. O insana mânevî bir kuvvet ise ancak her şeye kuvveti yeten bir Ezelî Allah’ın emirlerini yerine getirmekle olur. Yani namaz, mânevî kuvvet vermesi ile o insana mânen fayda sağlamaktadır.

Bahsi geçen âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde şunlar belirtilmektedir; “Âyette hangi konuda sabırlı olmak gerektiği belirtilmemiştir. Bu sebeple ibadetleri yerine getirmek, haramlardan kaçınmak, her türlü düşmanca hareketlere karşı direnmek, musibet ve acılara katlanmak gibi dayanıklılığı gerektiren her durumda sabretmek bu buyruğun kapsamına girer. Bunun yanında, kıble değişikliğinden sonra vuku bulan olaylar dikkate alındığında, burada özellikle İslâm’ın varlığına son verme kararında olan düşmanlara karşı verilecek mücadelelerde sabır ve metanet göstermenin kastedildiği de anlaşılmaktadır. Nitekim kıble değişikliğinden yaklaşık iki ay sonra Bedir Gazvesi vuku bulmuş, sonraki dönemlerde de müşriklere ve diğer gayri müslim unsurlara karşı silâhlı mücadeleler devam etmiştir. 153 ve devamındaki âyetler bir bakıma, müslümanları böyle bir sıkıntılı döneme hazırlıyor; bu dönemlerde sabır ve sebat göstererek, Allah’ın divanına durup namaz kılarak O’ndan yardım dilemelerini istiyor; Allah’ın sabredenlerin yanında olduğu müjdesini veriyor. Sabır, insanın bir amaç için ortaya koyduğu özverinin, kararlılığın, güçlü azim ve iradenin ürünüdür; dolayısıyla sabır, insanın kendi benliğiyle ilgili tavrıdır. Namaz ise onun bedeni, dili ve kalbiyle kısaca bütün varlığıyla Allah’a yönelmesi halidir; şu halde namaz da müminin Allah ile ilgili tutumudur. Böylece sabırla benliğini güçlendiren, namazla da Allah ile birliktelik kuran insan, başarının psikolojik şartlarını tamamlamış olur.” (9) Buradan da anlaşıldığı üzere insanın ibadetleri yapması, hususen namaz kılması; haramlardan kaçınma iradesi, her türlü düşmanca hareketlere karşı direnme gayreti, musibet ve acılara tahammül etme iktidarını da sağlamaktadır.

Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’de namaz için “Allah’ı anma” ifadesi de yer almaktadır. Yani namaz, zikrin bir çeşididir. Onun içindir ki âyet-i celîlede “Şübhe yok ki ben, (evet) ancak ben Allah’ım; benden başka ilâh yoktur; öyle ise bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl!” (10) buyurulmaktadır. Bir diğer âyet-i kerimede ise meâlen “Onlar, îmân edenler ve kalbleri
Allah’ın zikri ile mutmain olan kimselerdir. Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.” (11) buyurulur. Bu iki âyet-i kerîmeyi beraber düşününce namazın bir diğer faydası da, kalpleri mutmain ettiğidir. Mutmain etmek; yani yatıştırmak, tam bir kanaatle inanmak, kalbini ferahlandırmaktadır.

Namaz kılmakta insana herhangi bir meşakkat de bulunmamaktadır. Aksine “namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.” (12) Namaz; ruha, kalbe, akla büyük bir rahatlık verir. Aynı zamanda namaz sayesinde insanın diğer haram olmayan gündelik işlerini yapması ona, ibadet sevabını vermektedir. Bu şekilde bütün ömür sermayesini âhirete mal ederek, fâni örünü bir yönüyle ebedîleştirir. Namazın mânevî faydalarının yanında maddî faydaları da vardır. Konuyla ilgili bir âyet-i kerîme meâlen şöyle buyurulur; “(Ey Resûlüm!) Kitab’dan sana vahyedileni oku ve namazı hakkıyla edâ et! Şübhe yok ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden (insanı) alıkoyar. (Namaz kılarak) Allah’ı zikretmek ise, elbette (her şeyden) en büyük olandır. Ve Allah, ne yaparsanız bilir.” (13) Namazın çirkin işlerden ve kötülüklerden insanı alıkoyması buna misaldir. Fert bazında kişiyi kötülüklerden de muhafazayı sağlayan yine namazdır. “Muhakkak ki namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirli (bir farz) olarak yazılıdır.” (14) şeklinde meâl verilen âyet-i celîlenin tefsirine dair Bediüzzaman Sözler eserinde şunları belirtmiştir;
“Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.Evet, her bir namazın vakti, mühim bir inkılab başı olduğu gibi azîm bir tasarruf-u İlahînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlahiyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelal’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnüne karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.” (15) Namazın belli vakitlerde farz kılınması ve bu farzı îfa ederken, ruh mânen teneffüs etmekte yani nefes almaktadır. Ruha nefes aldıran bir ibadet elbetteki faydasız değildir ve olamaz!

Namazın her gün her gün beşer defa kılınmasından dolayı usanç verdiğini söyleyen ve yaş olarak, bedenen ve rütbe itibariyle büyük bir adamın sözü ve o söze Üstâd Bediüzzaman Hazretleri tarafından verilen cevaplar da mânevî faydaları içerisinde değerlendirilebilir; «Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.” O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım o zat o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: “Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.”
Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil beş ikazı benden işit.» (16) Burada geçen beş ikazdan iki tanesini misal olarak verebiliriz. Şöyle ki;
“BİRİNCİ İKAZ Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki ömrün azdır hem faydasız gidiyor. Elbette onun yirmi dörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.” (17) Burada da namazın insanı, ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olduğu belirtilmiştir. Çünkü o namaz ki insanın hayat-ı ebediyesinin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmettir. Bunlar insanın mânen ve ruhen faydasına olan şeylerdendir.

“İKİNCİ İKAZ Ey şikem-perver nefsim! Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbaniyemin hava-yı nesîmini cezb ve celbeden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.
Evet, nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve müptela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pür-sevda bir kalbin kut ve kuvveti, her şeye kàdir bir Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.
Evet, şu fâni dünyada kemal-i süratle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise her şeye bedel bir Mabud-u Bâki’nin, bir Mahbub-u Sermedî’nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.
Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir zatın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latîfe-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.” (18) Burada da insanın namaz vasıtasıyla şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde ancak namazın penceresiyle nefes alabileceği belirtilmiştir. Namaz ruhun penceresi vazifesini görmektedir.

İbn-i Mes’ud Radıyallâḥu Anh’tan rivâyet edildiğine göre, bir adam Rasûlullah Sallâllâhu Aleyhi Vesellem’e: “Amellerin/ibadetlerin en faziletlisi hangisidir?” diye sordu.
Rasûlullah (asm) Efendimiz: “Vaktinde kılınan namazdır.” buyurdu. (19) Bu hadîs-i şerîften anlaşılacağı üzere “vaktinde kılınan namaz” vesilesi ile kişi “en faziletli ameli” yapmış ve sevabına nail olmuş olacaktır. Bu da namazın kişiye sağladığı bir diğer mânevî faydasıdır.

Muaz bin Cebel (ra) anlatıyor: Rasûlullah (asm) ile birlikte bir yolculukta idim. O şöyle buyurdu:
“Dinin başı İslâm (kelime-i şehadet getirerek Allâh’a teslim olmak), direği ise namazdır.” (20) Demek ki namazını kılan kimse din çadırının direğini kurmuş demektir.

Nitekim bir diğer rivâyette ise Abdullah bin Mes’ud (ra) tarafından nakledildiğine göre, Rasûlullah (asm) şöyle buyurdu:
“(Kıyamet gününde) kulun ilk önce hesaba çekileceği şey, namazdır.” (21) Bu mânâyı da içinde barındıran bir diğer hadîs-i şerîf ise şudur;
Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (asm) şöyle buyurmuştur:
“(Kıyamet günü) kulun ilk hesaba çekileceği şey, namazıdır. Eğer bunu tam olarak yapmışsa (ne âlâ!) Ama (farz namazları tamam) değilse, Allah Teâlâ: «Kulumun nâfilelerine bakın!» buyurur. Eğer nâfile namazı bulunursa, «Onunla farz namazları tamamlayın.» buyurur.” (22) Namazı kılan kişi hesaba çekileceği ilk şeyi ifa etmiş oluyor ki; bu da onun mânevî kazançlarındandır.

Namazın Aile Üzerindeki Faydaları

Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Azîm’de meâlen; “(Ey Resûlüm!) Âilene namazı emret, (kendin de) ona sabırla devâm et! Senden rızık istemiyoruz. (Bil’akis) seni biz rızıklandırıyoruz. (Güzel) âkıbet, takvâ (sâhibleri) içindir.” (23) buyuruyor. Namazı kendimiz kıldığımız gibi, ailemize namazı emretmemiz bize emredilmektedir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede Rabbimiz (cc) şöyle buyurmaktadır; “Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun!” (24) Namaz demek ki sadece şahsî olarak yapıldıktan sonra bir mes’uliyeti olmayan bir ibadet değil; aynı zamanda aile halkına da emretmemiz gereken bir ibadettir.

Unutmamak gerekir ki; “her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir.” (25) Bu “küçük cennetimizi” mânen huzur ile doldurmaya vesile olabiliriz. Bu vesileler ise başta namaz olarak diğer ibadetleri ailece îfa etmek ile olur.

“Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cem’iyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce, bir tahassungâh ise aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır.” (26) Aile hayatı “dünyevî saadet için bir cennet” olmasının yanında “bir melce” yani sığınak ve “bir tahassungâh” yani sağlam korunulacak yerdir. Aile hayatında namazı bir rükün haline getirmek; bütün aile bireylerini ruhen ve mânen ferahlandırır.

Cemaatle namazın faziletine dair şu hadîs-i şerîf aile ile de cemaat yapıp namaz kılmaya teşvik mahiyetindedir; “Kişinin bir başka kişi ile birlikte kıldığı namaz, tek başına kıldığı namazdan, iki kişi ile birlikte kıldığı namaz bir kişi ile birlikte kıldığı namazdan daha sevaptır. Cemaat ne kadar çok olursa bu namaz Allah’a o nispette sevimlidir.” (27)

Resulullah’a (asm) ‘namazın çocuğa ne zaman emredileceği’ sorulmuştu: “Çocuk sağını solundan ayırmasını bildi mi ona namazı emredin” buyurdu.” (28) Bu hadîs-i şerîfte anne babalara düşen bir vazifeyi belirtmektedir. Toplumun en küçük yapı taşı olan ailede dinî eğitimini alan bir çocuk, topluma da faydalı olacaktır. Aileler toplumu oluşturur, çünkü “memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir.” (29) Aile içinde cemaatle namaz kılınması ve çocuğa da namaz öğretilmesi; hem o aileyi hem de çocukları mânen yetiştirir ve dinî hayatlarına olumlu etkiler yapar.

Şu âyet-i kerîmede ise çocuklarımıza nasıl öğüt vermemeiz bize misalen gösterilmiştir;
«Kendine câhilce kötülük edenden başka kim İbrâhim’in inanç sistemini [*âyet-i kerimenin Arapçasında “milleti ibrâhîme” şeklinde geçmektedir. “İbrahim’in dinini” diye de meâl verilmiştir.] reddeder? Oysa biz, gerçekten onu dünyada seçkin kıldık; şüphesiz ki o, âhirette de iyiler arasında yer alacaktır. Çünkü rabbi ona, “Bana teslim ol” buyurmuş; o da,
“Âlemlerin rabbine teslim oldum” demişti. İbrâhim de bu dini oğullarına vasiyet etti, Ya‘kub da. “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti; öyleyse yalnız O’na teslim olmuş müminler olarak can verin!” (dediler).» (30) Ya’kub (as) nasıl ki oğullarına “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti; öyleyse yalnız O’na teslim olmuş müminler olarak can verin!” demiş ise bizlerin de dil ile bunu söylememiz gerektiği gibi; halimiz ve fiillerimiz ile de bunu göstermeliyiz.

Namazın Toplum Üzerindeki Faydaları

Namazın toplumsal faydalarından bir kaçına değineceğiz.

Namazın fert üzerindeki faydalarına da misal verdiğimiz; “(Ey Resûlüm!) Kitab’dan sana vahyedileni oku ve namazı hakkıyla edâ et! Şübhe yok ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden (insanı) alıkoyar. (Namaz kılarak) Allah’ı zikretmek ise, elbette (her şeyden) en büyük olandır. Ve Allah, ne yaparsanız bilir.” (31) şu âyet-i kerîme, aynı zamanda toplumsal bir faydayı da beraberinde getirmektedir. Günah olan şeyler aynı zamanda suç olan şeylerdir. Suç oranının düşmesi toplumun da, devletin de faydasına olur. Namaz; hem mânen refah, huzur ve sürûr kalplere verirken aynı zamanda da suç oranlarının düşmesini sağlayıp maddî olarak da fayda sağlamaktadır.

Mâun Sûresi’nde ise meâlen şöyle buyurulur; “Artık vay o namaz kılanların hâline! Ki onlar, namazlarından gaflet edenlerdir (ona ehemmiyet vermezler)! Onlar ki, riyâkârlık (gösteriş için ibâdet) ederler! Ve mâûn’u (zekâtı) men‘ ederler!” (32) فَوَيْلٌ لِلْمُصَلّ۪ينَۙ şeklinde geçen âyet-i kerîmeye şu şekilde mânâlar da vermişlerdir;
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki…” (33)
“Fakat veyl o namaz kılanlara ki…” (34)
“İşte (bu vasıflarla beraber) namaz kılan (münafık) ların vay haaline ki…” (35)
Aynı zamanda âyet-i kerimede geçen “veyl” kelimesinin diğer anlamları ise şunlardır; “Cehennem’de bir çukurun ismi veya Cehennem’in bir kapısının ismi.” (36)

Aynı zamanda âyet-i kerimede geçen “(Maûn) zekât, sadaka, itâat, ihtiyaç maddeleri ma‘nâlarını taşır.” (37)

Mâun Sûresi’nde geçen bu âyet-i kerîmelerden hareketle namazın hakkını veren kişilerin; zekâtını, sadakasını veren ve ibadetini sırf Allah rızası için riyasız yapan kimseler olması gerekmektedir. Zekât bilindiği üzere toplumsal dayanışma ve yardımlaşma konusunda köprü vazifesi görmektedir. Bu konuya işaret olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz şöyle buyururlar; “Namaz dinin direği, zekât da köprüsüdür.” (38) Bir diğer hadîs-i şerîflerinde ise “Zekât, İslâm’ın köprüsüdür.” (39) buyuruyorlar. Namaz ve zekât ile ilgili bu hadîsleri Bediüzzaman, şu şekilde değerlendirir; “Namaz عِمَادُ الدّ۪ينِ yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi zekât da İslâm’ın kantarası yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.” (40) Bu sebeplere mebnidir ki, Cenâb-ı Allah da Kur’ân-ı Hakîm’de İslâm dinin bu iki esasını art arda zikretmiştir. “Namazı hakkıyla edin, zekâtı verin ve peygambere itâat edin ki merhamet olunasınız!” (41) Buradan çıkan sonuca göre de, namaz kılan kişi toplumsal bir köprü vazifesi gören zekâtı edâ ederek; toplum içinde dayanışma ve yardımlaşma bilincini arttırmaktadır. Bu durum da namazın hem maddî hem de mânevî faydaları arasında zikredilebilir.

Mâun Sûresi’ndeki iligili âyet-i kerîmelerin tefsiri sadedinde şunlar söylenmiştir, “Burada namaz kılmalarına rağmen kınananların olumsuz tutumlarına üç örnek sıralanmıştır: a) Namazlarının özünden uzak olmaları, b) İbadetlerinde halka gösteriş yapmaları, c) Hayra engel olmaları. “(Namazlarının) özünden uzaktırlar” diye çevirdiğimiz sâhûn kelimesinin sözlük anlamı “unutanlar” olup bu bağlamda, “namazlarını vaktinde kılmayanlar” şeklinde yorumlayanlar bulunmuşsa da Taberî, bizim de meâlde esas aldığımız yorumunda sâhûn kelimesini, “namazı ciddiye almayanlar, başka şeylerle meşgul olmayı namaz kılmaya tercih edenler” şeklinde anlamanın daha isabetli olduğunu, bunun vaktinde kılınmaması veya büsbütün terkedilmesiyle ilgili yorumu da kapsadığını belirtmiştir (XXX, 312). Bir kimsenin namazı ciddiye almamasının, namaz kılıyor görünse bile onun özünden uzak kalmasının önemli bir sebebi, 6. Âyette riyâ kavramıyla ifade edilen “halka gösteriş yapma” eğilimidir. Riyâ, özellikle dinî davranışlarla ilgili bir terim olup “bir kimsenin, kendisinde bulunmayan dinî ve ahlâkî bir meziyeti, bir erdemi varmış gibi göstermesi, iyilik yapıyormuş gibi görünmesine rağmen yaptıklarıyla –iyiliğin din ve ahlâktaki karşılığından öte– maddî veya manevî bir çıkar amaçlaması” anlamına gelir. İşte âyette bu tutum eleştirilmektedir.

“Hayır” diye çevirdiğimiz son âyetteki mâûn kelimesini Taberî, “insanın yararına olan her şey” şeklinde tanımlar ve kelimenin âyetteki anlamının “zekât, farz olan sadaka, diğer malî yükümlülükler, insanların kendi aralarında birbirine yararlandırmadıkları nimetler, hak, ödünç, mal” gibi anlamlara geldiğine dair görüşler naklettikten sonra kendisi mâûn kelimesinin bu bağlamda insanlara iyilik, hayır, nimetlerin paylaşılması gibi anlamları kuşatan genel bir ifade olduğunu belirtir (XXX, 313-320). Bu sebeple biz de meâlde mâûnu geniş bir kavram olan “hayır” kelimesiyle ifade etmeyi uygun bulduk.

Sûrede dikkati çeken önemli bir nokta şudur: İbadetlerde şekil şartları da vazgeçilmez olmakla birlikte, en az şekil kadar özen gösterilmesi gereken husus, imanla birlikte niyet, ihlâs, huşû, takvâ gibi kavramlarla ifade edilen öz ve içeriktir. Kur’an’a göre ibadetlerde niyet ve ihlâs, tevhid ilkesinin ibadetteki yansımasıdır (meselâ bk. Fâtiha 1/5; Âl-i İmrân3/64).
Bunu Hz. Peygamber, “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek” şeklinde belirtmiştir (Buhârî, “Îmân”, 37). İşte 4-6. Âyetlerde, “Vay haline o namaz kılanlara ki, onlar namazlarının özünden uzaktırlar; halka gösteriş yaparlar” meâlindeki eleştiriyle verilmek istenen mesaj budur.

Sûrede dikkati çeken diğer önemli bir nokta da Allah’a gönülden ibadet etmekle yardımlaşma ve dayanışmanın dindarlıkta birbirinden ayrılmazlığının vurgulanmış olmasıdır. Buna göre gerçekten dine inanan ve âhiret sorumluluğu taşıyan insan hem Allah’a hem de yaratılmışlara karşı ödevlerinin bilincinde olup bunları tam bir ihlâs ve samimiyetle yerine getiren, kendisi iyilikler yaptığı gibi herkesin de iyilik yapmasına ön ayak olan, yardımlaşma ve dayanışmanın önünü tıkayan değil, aksine gelişip yaygınlaşmasına, bireyselliği aşarak toplumsal ve kurumsal bir yapı kazanmasına katkıda bulunan insandır. İslâm’ın hâkim kılmak istediği gerçek ahlâk ve üstün insanlık işte budur.” (42)

Abdullah bin Ömer’den (r.anhüma) rivâyet edildiğine göre, Resûl-i Kibriya (asm);
“Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi kat daha faziletlidir.” buyurmuştur. (43) Cemaatle namaz kılmanın faziletine dair bu ve benzeri hadîs-i şerîfler toplumsal dayanışma ve uhuvvet yani kardeşlik ruhunu pekiştirmektedir.

Bu hadîs-i şerîfe bir şerh mahiyetinde Bediüzzaman şöyle demiştir; “Taat ise, cemaat ile daha efdal ve daha ahsendir.” (44) İslâm dininde ibadetleri cemaat halinde yapmak, her zaman için daha faziletli ve daha güzel kabul edilmiştir.

Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre, Fahr-i Kâinat (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse câmiye gitme niyetiyle evinden çıktığında, attığı (her) bir adımla kendisine bir sevap yazılır, diğer adımıyla bir günahı silinir.” (45) Bu hadîs-i şerîfte de Müslümanların bir araya gelip cemaatle kılmalarının yanı sıra camiye giderken attığı her adıma sevap verildiği ifade edilmiştir. Bu hadîs-i şerîfler teşvik bakımından mühimdir.

Resûl-i Sakkaleyn yani hem cinlerin hem de insanların Resûlü (asm), bir gün Ebu’d-Derdâ’ya (ra); bir yerde üç kişi bulunduğu hâlde cemaatle namaz kılmazlarsa, şeytanın onları kuşatıp yeneceğini söylemiş, ardından da şöyle buyurmuştur:
“Cemaate devam et. Çünkü kurt, sürüden ayrılanı yer!..” (46) Müslümanların topluluk halinde, birlik ve beraberlik içinde olması ve cemaat halinde bulunmalarına dikkat çeken bu hadîs, mühim bir hadîs-i şerîftir. Namaz konusunda cemaatle kılmaları onları şeytanın yenemeyeceğine de bir işarettir.

Mü’min ve Müslümanların cemaat olmaları ve birlik olmaları ile ilgili hadîsleri izah mahiyetinde Bediüzzaman şöyle demiştir; “Zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.” (47)

Bir başka hadîs-i şerîflerinde Habibullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur:“Eğer (insanlar) yatsı ve sabah namazlarındaki fazileti bilselerdi, sürünerek de olsa o ikisini cemaatle kılmaya gelirlerdi.” (48) Burada da cemaatle namaza dikkat çekilmiştir.

Yatsı ve sabah namazının faziletine dair ise şöyle buyurmuştur Seyyidü’l-Enbiya (asm) Efendimiz; “Yatsı namazını cemaatle kılan, gecenin yarısını, sabahı da cemaatle kılan, gecenin tamamını ibâdetle geçirmiş sayılır.” (49)

Camiye giderken atılan her bir adıma sevap verilmesi, cemaatle kılınan namaza yirmi yedi kat sevap verilmesi ve çeşitli faziletler ile ilgili hadîs-i şeriflerin yanı sıra camide veya mescidde ön safta bulunmanın ve ezan okumanın da faziletini beyan buyurmuşlardır Efendimiz (asm); “İnsanlar ezan okumanın ve namazda birinci safta bulunmanın ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, sonra bunları yapabilmek için kur’a çekmek zorunda kalsalardı kur’a çekerlerdi. Şayet camide cemaate erken yetişmenin ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, birbirleriyle yarışa girerlerdi. Eğer yatsı namazı ile sabah namazındaki fazileti bilselerdi, emekleyerek ve sürünerek de olsa bu iki namaza gelirlerdi.” (50)

Cemaatle namaza giden kişinin aldığı sevaba dair bir diğer hadîs-i şerîf ise şudur; “Bir kimse evinde güzelce temizlenir, sonra Allah’ın farzlarından bir farzı yerine getirmek için Allah’ın evlerinden birine giderse, attığı adımlardan her biri bir günahı silip yok eder; diğer adımı da onu bir derece yükseltir.” (51)

Ayet-i kerîmelerde de cem’ yani çoğul kullanım söz konusudur. Bu âyet-i kerîmelerden birirsi şudur; “Hem namazı hakkıyla edâ edin, zekâtı verin ve rükû’ edenlerle berâber rükû’ edin! Hem namazı hakkıyla edâ edin, zekâtı verin ve rükû’ edenlerle berâber rükû’ edin!” (52)

Ayetteki “Rükû edenlerle birlikte rükû edin” emri zorunluluk mu ifade eder? Başka bir ifade ile cemaatle namaz kılmanın hükmü nedir? Farz mı, vacip mi, sünnet mi? Beş vakit namazı cemaatle kılmanın, peygamberin emri, imanın alâmeti, İslâm’ın şiarı ve sembolü olduğu konusunda ittifak etmekle birlikte İslâm bilginleri, ayetteki emrin zorunluluk ifade edip etmediği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Cemaatle namaz kılmanın önemine dair hadislerden (53) hareketle Hanbelî âlimleri, cemaatle namaz kılmanın erkekler için “farz-ı ayn”, Şafiî âlimleri, “farz-ı kifâye”, Hanefî ve Malikî âlimleri ise “sünnet-i müekkede” olduğu içtihadında bulunmuşlardır. Şu hadîs-i şerîf, namazı camilerde cemaatle kılmanın sünnet olduğuna delâlet eder: “Ezan okunan camilerde namaz kılmak sünen-i hüdâdandır.” (54)

İslâm bilginleri namazı camilerde cemaatle kılmanın hükmü konusunda ihtilâf etmekle birlikte camilerin cemaatsiz bırakılmasının asla caiz olmadığı, namazların cemaatle kılınmasının daha sevap olduğu, mazeretsiz cemaatin terk edilmesinin doğru olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. (55)

İbadetin Faydaları ve Hikmetleri Tercih Ettiren Sebep Olabilirler, Asıl Sebep ve Maksad Olamazlar

Yanlış anlaşılmaması gereken nokta şudur ki; namazın maddî ve mânevî faydaları illet değildir ve olamaz. Yani asıl sebep ve maksad bu faydalar değildir. Namazın faydaları ve hikmetleri ancak müreccih yani tercih ettiren sebep olabilirler. Bu konuyu daha geniş ve kapsamlı bir şekilde “ibadet”lerin tamamına şamil olarak Bediüzzaman şu şekilde ele almıştır;
“İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.” (56)

Rıza-yı İlâhî’yi yani Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan ibadetler, ibadetlerin en kamili, en ihlaslısı ve yükseğidir. Lakin hubb-u cennet (cennet sevgisi) ya da havf-ı cahîm (cehennem korkusu) ile yapılan ibadetler de meşru sayılmıştır. İmanın kuvvet ve mertebesine göre kimisi sadece Allah’ın rızasını arar kimisi cennette girmek için kimisi de cehennemden kurtulmak için ibadet eder. Bu yüzden “Cennete gitmek için iyilik yapanlar veya ibadet edenler cennete gidemez.” diye bir hükme gidilemez. Böyle denilmesi yanlıştır.

İhlası kaçıran, ameli iptal eden, ibadeti bütünü ile değersizleştiren, hatta günaha dönüştüren hata ve hatta şirke kadar götüren dünyevi menfaatler ve kaygılar ile yapılan ibadetlerdir.

“Falanca kişi bana cömert desin.” diye zekât veren birisinin zekâtı, değil ibadet olmak insanı ateşe sürükleyen bir amele dönüşür. Bu durum darb-ı mesel yani atasözünde de geçtiği üzere “Dost pazarda görsün.” kabilindendir. Ama zekâtı cennete girmek ya da cehennemden kurtulmak için verse, bu düşüncesi uhrevi olduğundan meşru ve sevaplıdır.

Niyete dünyevi bir gaile girdi mi amel bütünü ile iptal olur. Hatta bunun yüzdesi bile olmaz, yani “Şu ibadetimin yüzde doksan dokuzunu Allah için, kalan yüzde birini de halk için yapıyorum.” dese, o ibadet batıl olur ve hiçbir değeri kalmaz.

İbadetler yüzde yüz uhrevî yani âhiret için olmalıdır. Uhrevî de ancak ya Allah’ın rızasını kazanmak ya cennete girmek ya da cehennemden kurtulmak için olur. Dördüncü bir ihtimal yoktur.

Netice olarak; Namazın maddî ve mânevî faydaları inkâr edilemez derecededir. Kat’îdir ve su götürmez bir gerçektir. Ama bu faydalar için o ibadetler yapılmaz. İbadetler yalnız ve yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsil için yapılır.

Namazlarını hakkıyla ifa eden kullardan olmak dua ve temennisiyle..
Vesselâm..

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar

1-Tabeanî, El-Mu’cemu’l-Evsat, 5/186, Hadîs no: 4361
2- Tirmizî, İmân: 8; İbni Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237; el-Hâkim, el-Müstedrek, II/76
3- Taberanî, Mu’cemu’s-Sağîr, Hadîs no: 107
4- El-Munavî, Feyzü’l-Kadir, 1/497; El-Alusî, 6/361; Râzî, 1/226
5- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 16. Söz, 4. Şua, s. 220
6- Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediîye, s. 702
7-Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 139
8- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 153. Âyet-i Kerîme
9- Kur’an Yolu Tefsiri, c. 1 s. 239-240
10- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Taha Sûresi, 14. Âyet-i Kerîme
11- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ra’d Sûresi, 28. Âyet-i Kerîme
12- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 4. Söz, s. 25
13- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ankebut Sûresi, 45. Âyet-i Kerîme
14- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Sûresi, 103. Âyet-i Kerîme
15- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 9. Söz, s. 46
16- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 21. Söz’ün 1. Makamı, s. 295
17- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 21. Söz’ün 1. Makamı, s. 295-296
18- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 21. Söz’ün 1. Makamı, s. 296
19- Buhârî, Tevhid, 48
20- Tirmizî, Îmân, 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 231
21- Nesâî, Muhârebe, 2
22- Nesâî, Salât, 9
23- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Taha Sûresi, 132. Âyet-i Kerîme
24- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Tahrim Sûresi, 6. Âyet-i Kerîme
25- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, 11. Şua, 8. Meselenin Bir Hülasası, s. 228
26- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 10. Söz, Mukaddime, 1. Nokta, 4. Delil, s. 109
27- Ebu Dâvûd, Salât, 47
28- Ebû Dâvûd, Salat 26, 497
29- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, 11. Şua, 8. Meselenin Bir Hülasası, s. 228
30- Diyanet İşleri Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara 130-132. Âyet-i Kerîmeler
31- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ankebut Sûresi, 45. Âyet-i Kerîme
32- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4-7. Âyet-i Kerîmeler
33- Diyanet İşleri Meâli Yeni, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4. Âyet-i Kerîme
34- Elmalılı Meâli Orijinal, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4. Âyet-i Kerîme
35- Hasan Basri Çantay Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4. Âyet-i Kerîme
36- bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügât, Veyl maddesi
37- İbn-i Kesîr, c. 3, s. 682
38- bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hâfâ, 1/530
39- Et-Terğîb ve’t-Terhîb, c.1, s.517
40- Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, s.48
41- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Nur Sûresi, 56. Âyet-i Kerîme
42- Kur’an Yolu Tefsiri, c. 5 s. 697-698
43- Buhârî, Ezan, 30; Müslim, Mesâcid, 249
44- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, 1. Makale 1. Mesele, s. 58
45- Nesâî, Mesâcid, 14; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 320
46- Ebû Dâvud, Salât, 46; Nesâî, İmamet, 48
47- Kastamonu Lâhikası, s. 11
48- Buhârî, Ezan, 9; Müslim, Salât, 129
49- Ebû Davûd, Salat, 45
50- Buhârî, Ezân 9, 32, Şehâdât 30; Müslim, Salât 129
51- Müslim, Mesâcid 282
52- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 43. Âyet-i Kerîme
53- Meselâ bkz. Ebu Dâvûd, Salât, 47–51, IV, 371–381
54- Müslim, Mesâcid, 256, I, 453
55- Kurtubî, I, 348
56- Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, s. 154

‘Hakikî Zaruret’ yoksa, ‘Sandalyede namaz’ olmaz!..

İslâm fıkhına göre kabul edilebilecek ‘Hakikî Zaruret’ olmadan sandalyede ayaklarını aşağı sarkıtarak oturmak suretiyle namaz kılanların artması ve camilerde böyle namaz kılmağa çalışmakta israr edenlerle cami görevlileri arasında çok sert tartışmaların olması üzerine, iki yıl önce Eylül ayında Mehmet Görmez’in Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde bu mevzuda ülkemizde en yetkili karar organı olan Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından alınan karar medyada şöyle bildirilmişti:

Diyanet’in ikazı

Son zamanlarda camilerde her geçen gün artan sandalye, tabure hatta özel banklar üzerinde namaz kılınması uygulamasına Diyanetten ikaz geldi. Din İşleri Yüksek Kurulu, “Namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan, namazını oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar” dedi.

İbadette samimiyet olmalı

Diyanet, değişik zamanlarda din görevlilerine yazılar göndererek, “Kul Rabbi’ne ibadet ederken hem özde samimi olmalı hem de dinin belirlediği şekil şartlarını tam olarak yerine getirmeye özen göstermelidir. Özen ve hassasiyet eksikliğinden dolayı Rabbine karşı sorumlu olacağı bilincinde olmalıdır. Bu sebeple namazını tabure, sandalye ve benzeri şeyler üzerinde kılan müminin ileri sürdüğü mazeretleri kendisini vicdanen rahatlatacak boyutta olmalıdır. Namazı aslî şekline uygun olarak kılmaya engel olmayacak hafif bedenî rahatsızlıklar bu konuda meşru mazeret olarak görülmemelidir” ikazında bulundu.

Namaz ibadetinin rükünlerinin neler olduğu, nasıl uygulanacağının da bizzat Peygamber Efendimiz tarafından sözlü ve pratik olarak ortaya konulduğunu hatırlatan Diyanet, “Peygamber Efendimiz de; namaz kılmayı öğrettiği bir sahabiye, sonunda nasıl teşehhüd yapacağını gösterdikten sonra ‘Bunu da yaptığında namazın tamam olur’ buyurmuştur. Peygamberimiz nasıl namaz kılacağını soran hasta bir sahabiye ‘Namazını ayakta kıl. Eğer gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan üzere kıl’ (Buhari, Taksiru’As-Salat, 19) buyurmuştur” sözlerinin altını çizdi.

Gücü yeten ayakta kılmalı

Namazın rükünlerden herhangi birinin mazeretsiz olarak terk edilmesi hâlinde o namazın sahih olmayacağını dile getiren Diyanet, namazın rükünlerinden herhangi birini yerine getirmeye engel olan rahatsızlıkların da kolaylaştırma sebebi sayıldığını kaydederek, “Buna göre;namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan yerde oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre yerde diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar” cümlelerine yer verdi.  

Diyanet son olarak, “Camilerde sandalyede namaz kılmak, göze hoş gelmeyen bir görüntü ortaya çıkarmakta ve cemaat arasında tartışmalara sebep olmaktadır. Özellikle üzerinde namaz kılmak amacı ile camilerde sıralar hâlinde sabit oturakların yapılması, cami doku ve kültürüyle bağdaşmamaktadır. Bu sebeple hastalık ve özürlülük gibi herhangi bir rahatsızlığı bulunan kimselerin, zorunlu olmadıkça namazlarını sandalyede değil, yere oturarak kılmaları uygundur” ifadelerini kullandı.

Eğilemiyor, ama yürüyor!

Camiye kadar yürüyerek gelebilen bazı kişiler, ısrarla sandalyede namaz kılıyor. Ne Diyanet’in tamimleri, ne de muteber eserler dikkate alınıyor; bazıları kendi aklını ölçü kabul ediyor! 

Peygamber efendimiz ikaz etti

Resulullah Efendimiz, bir hastayı ziyaret etti. Onun, eli ile yastık kaldırıp, üzerine secde ettiğini görünce, yastığı aldı. Hasta, odun kaldırarak bunun üstüne secde etti. Odunu da alarak, “Gücün yeterse, yere secde et! Yere eğilemezsen, yüzüne bir şey kaldırıp, bunun üzerine secde etme! İma ederek kıl ve secdede, rükûdan daha çok eğil!” buyurdu. (Kaynak: Fethu’l-Kadir, Merakı’l-Felah, Halebi, Mecmau’l-Enhür)

İlmihal kitaplarında namazın nasıl kılınacağı konusu anlatılırken, (sandalyede ayaklarını aşağı sarkıtıp) “oturarak namaz kılmak”, aslında “ayakta duramayanlar için” bildirilmiştir. 29.09.2016

O zaman, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez bu mevzudan bahsederken, kendi köyünün camisinde bile muhtemelen hakikî mazeretleri olmadan, sandalyede namaz kılan Müslümanların olduğundan bahsetmesi de medyada yer almıştı.

O tarihten şimdiye kadar geçen iki yıl esnasında Diyanet İşleri Başkanlığı, bazı camilerin girişinde nadiren rastlanan bu mevzudaki yazısı dışında, maalesef gerekli ve yeterli şekilde üzerine düşeni yapmadı. Bazı Müslümanlar kör cehaletleri ve inatları veya “gerçek ubûdiyetten istiğnâ” ile, hakikî mazeretleri olmadan sandalyede namaz kılmak isteklerinden vazgeçmedikleri için, “aslında namaz kılmamış” sayılabilecek hallerini maalesef “namaz kılmış” zannetmekte devamları ile bugüne kadar geldiler.

Cami ve mescit isimlerini de vererek buna dair rastladığım çeşitli misallerden bahsetmek istemiyorum; fakat İstanbul’daki “Türkiye Diyanet Vakfı İslâmî Araştırmalar Merkezi ve Kütüphanesi’’nin yüz metre kadar yakınındaki mescitte bile yer alan, tramvaylardaki gibi sabit çok sayıda oturma yerlerinin, bu mevzu ile ilgili benim en çok hayretime ve üzüntüme sebeb olan örneklerden biri olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

 
Sanki ‘kahvehaneye benzetecekler’

İki yıl önce bu konuyla ilgili değerlendirmelerde bulunan İlahiyatçı Yazar Osman Ünlü de, gerçek mazereti yokken sandalyede namaz kılmanın dinen uygun olmadığını, fıkıh kitaplarında namazın nasıl kılınacağının yeteri kadar anlatıldığını söylemişti. Kitaplarda yer alan namazı ayakta kılamayanlar için ‘oturarak kılın’ yazılarının yanlış yöne çekildiğini kaydetmiş olan Ünlü, “Oturarak kılın’ denilmesinden maksat, ‘yerde bağdaş kurarak namaz kılın’dır. Yerde bağdaş da kuramıyorsa, o zaman ayaklarını kıble istikametinde uzatmalı ve o şekilde namaz kılmalıdır. ‘Secdeye nasıl gitmeli?’ derseniz, ‘ayaklarını yerde kıble istikametine uzatmışken; tekbirini oturduğu yerde alır, ellerini bağlar, rükû için biraz eğilir, secde için de bundan biraz daha fazla eğilir’. Dinimizde, namazın nasıl kılınacağı konusu böyle anlatılırken, bunlar ayakta duramayanlar için bildirilmiştir” diye açıklamada bulunmuştu.

Osman Ünlü bu mevzuyla ilgili sözlerinin devamında “Dinî kitaplarımızda her şey çok açık ve net bir şekilde yazılmıştır; buna rağmen son zamanlarda bazı vatandaşlar kendi insiyatifleriyle sandalyelerde namaz kılıyorlar ve onların bu yanlışları çığırından çıkmış bir vaziyet alıyor; camilerde bunun için hususi yerler bile yapılıyor! Bu kişiler camilerimizi neredeyse kahvehaneye, kafeye benzetecekler!.. Bunun önüne geçmek için, Diyanet İşleri Başkanlığımız açıklamalarda bulundu. Dinî kitaplara bakılırsa, onların gerçek mazeretleri olmadan öyle namaz kılmalarına asla cevaz olmadığı açıkça görülebilir” demişti.

*

Bu mevzuda, ilgili her Müslümanın bilip uyması gerekenleri tekrar özetlersek:

SANDALYEDE NAMAZ KILINMASI, GERÇEK MAZERETİ YOKSA, ASLA CAİZ DEĞİLDİR!

 *Dizlerini bükemeyen hasta, yere oturarak veya yatağının içinde, ayaklarını kıbleye karşı uzatarak “ima ile” namaz kılabilir. Rükû için başını biraz öne eğer, secde için biraz daha fazla eğer. Koltuğa veya sandalyeye oturursa, ayaklarını sehpaya veya başka bir koltuğa koyarak kılabilir. Bunları da yapamayan hasta, yatarak ima ile namaz kılar.
*Ancak tekerlekli sandalyede oturan felçli hasta –ayaklarını önlerindeki bir sehpaya koyacak birisi olmazsa-  onları aşağı doğru sarkıtarak namaz kılabilir; ayaklarını sehpaya koyabilenlerin ise, namazları caiz olmaz!

*Dizlerini bükebilen hasta, yerde ayaklarını kıbleye doğru uzatamaz; kolayına geldiği gibi, mesela namazda oturur gibi oturur. Bu oturuş şekli onu rahatsız ederse, yerde bağdaş kurarak oturur.
*Yere oturunca kalkamayan, dizlerini de bükemeyen hasta, bir koltuğa veya sandalyeye oturup ayaklarını da başka bir koltuk veya sandalye üzerine uzatarak namazını kılar. 

                                              *

Bu gerçekler kendilerine tekrarlandığı halde yanlışlarında israr eden Müslümanları o yanlışlarında israrları ile “aslında namaz kılmadıkları halde, kendilerini namaz kılıyor zannetmek” hallerinden vazgeçirebilmek için ise, ekte verilen örnekteki gibi –kelimelerle söylenenleri renkli resimler lle de takviye ile- Diyanet İşleri Başkanlığı cami girişlerinde devamlı olarak asılmasını mecbur tutarak büyük afişler hazırlatmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’mızın renkli resimler diliyle de böyle bir irşad ve tebliği yapması, bu mevzuda mühim bir ihtiyaç halinde gözükmektedir.

Allah (c.c.) bizi, hakkı “hak” bilip ona tabi olan ve bâtılı da “bâtıl” bilip ondan sakınanlardan eylesin.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Yaklaştıkça yaklaşası gelir insanın Rabbine, uzaklaştıkça uzaklaşası…

Uyudukça uyuyası gelir insanın. Yürüdükçe yürüyesi gelir. Yedikçe yiyesi, yemedikçe yemiyesi gelir. Okudukça okuyası, yazdıkça yazası gelir.
Evde oturmaya alışınca, dışarı çıkmaya zorlanır insan. Sık sık dışarı çıkan evde oturamaz olur.
Mal biriktirmeyi severse insan, biriktirdikçe biriktiresi gelir. İnfak etmeye alışınca da, verdikçe veresi gelir…
Katiller öldürmeye doymazken, kimileri hayvanların canını bile dert eder.
İman bir kuştur yürekte. Zikirle ibadetle beslenirse büyür, yüreğin tüm hücrelerine doğru kanat çırpar. Zikirle beslenmeyen kuşlar uçar gider yürekten. Hiç haber vermez. Zaten ilgilenilmediği için gidişi de fark edilmez…
Namazı daima kılan bir mümin için, bir vakti bırakmak fikri bile korkunçtur. Namaz kılmadıkça kılmayası gelir insanın. İlk bıraktığı zamanlarda duyduğu iç huzursuzluğu zamanla kaybolur.
Biz bir adım gidersek, on adım gelir ya Rabbimiz, bir yürürsek koşar ya; *Öyledir işte, yaklaştıkça yaklaşası gelir insanın Rabbine, uzaklaştıkça uzaklaşası…*
Kimileri namahremin elini tutamaz, gözüne bile bakamazken, kimisi zinaya alıştıkça gözünde normalleşir.
Açıldıkça açılası gelir kadının, kapandıkça kapanası gelir. 10 sene önce diz üstü giysi giyemeyen bir kadın, bir bakarsınız kısa şortlarla geziyor.  Bu yüzden deniz tatilinden dönen bir kadın daha açık kıyafetler giymeyi normal görür. Yırtıldıkça yırtılır haya perdesi. *Önemsenmedikçe kaybolur…*
Tesettür ayetlerini içselleştirmiş kadınlar, daima bir adım ileri gitmek isterler. Çünkü tesettür bazılarının sandığı gibi kadını tutsak değil, bilakis özgür kılar. Mümin kadın tesettürün içinde kendisini öyle huzurlu, öyle özgür hisseder ki, hep biraz daha kaliteli tesettürü arzular. “Ablacığım ellerimi, yüzümü bile yabancı erkekler görmesin istiyorum.” diyen kızı, ancak tesettür şuurunu yakalamış olanlar anlayabilir.
*Taviz verdikçe veresi gelir insanın. Dört parmak kısa pardesüden ne olur ki diye başlar, pardesü cekete, tuniğe döner…*
Peki bu nasıl olur?
Ra’d suresi 11. ayeti hatırlayın: “…Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.” buyuruyor Rabbimiz. Kim hangi yolu tercih ederse, hangi yola doğru adım atarsa Allah da onun istidadını o yöne doğru çevirir. Çünkü kişinin iyiye veya kötüye doğru attığı adım, o kişinin fiili duasıdır.
*Kötülüğe meyleden insana, şeytan yaptıklarını süslü gösterir.* (Ankebût:38)
İmanını artırmak için çaba gösteren insana ise Allah yardım eder. “Allah, iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür.” (Bakara:257)
“Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkar sakınırsanız; O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir kavrayış verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.”(Enfal:29)
*İşte bütün mesele bu. Hayırlı işler için gayret göstermek. Haramlardan sakınıp, helallere yönelmek.*
“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.”(Muhammed:7)
İslam adına kıllarını bile kıpırdatmayan, inanıyorum dediği halde hayatlarında Kur’an ve sünnetten bir iz bulunmayanlar, günahlardan zifte dönmüş kalplerini temiz sanırlar. Besleyemedikleri için yüreklerinden uçup giden iman kuşunun kendilerini terk ettiğini hiç anlamazlar…
Ömer Bitlis

İbadet Ve Aşk

Başlıktaki iki kelime 1920 yılında Said Nursi’nin yazdığı, “Şuaat-ı Marifetü’n Nebi” (Peygamber efendimizi tanıma, bilme, öğrenme ışıkları) adlı eserde geçiyor. Bu eserin başında Nursi “Marifetullahın bürhanları nefesler kadar hadsizdir.” diyor ve Peygamberimizi marifetullahın en büyük delillerinden biri olarak zikrediyor. Ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) i anlatırken bir yerde bu cümleyi kullanıyor: “O ibadete herkesten, herşeyden ziyade aşıktı.”

Bu cümleyi okuyunca bir türlü geçemedim. Adeta başıma bir topuz yemişçesine sersemledim. Üzüldüm, kendi halimi düşündüm. Ben şimdiye kadar bir insana, güzel bir manzaraya, güzel bir çiçeğe, güzel bahçeli bir eve, estetik bir arabaya aşık olmuştum. Ama bunca yıllık hayatımda ibadete aşık olduğumu hiç hatırlamıyordum.

Gençliğimden beri namaz kılar, oruç tutarım. Ama hiç de namaza, oruca aşık olduğumu hatırlamıyorum. Hatta çoğu zaman namazları iş yerinde, koşuşmalar arasında, aradan çıkarma endişesiyle kıldığımı hatırlıyorum. Oruçlarımı da hep kolayca geçiversin, açlığımı fark etmeyeyim, bana zahmet vermesin düşüncesiyle tutmuşumdur.

Biz Peygamber’i seven insanlarız. Bizim kalbimizde, ruhumuzda O’nun ayrı bir yeri vardır. Mevlitlerde gözlerimiz dolar, adı anıldığında salavatlar getiririz.

Peygamber bizim kalbimizde, ruhumuzda, sevgimizde var da hayatımızda, yaşadığımız dünyamızda ne kadar var acaba?

O adını duyduğumuzda heyecanlandığımız Peygamber, “Benim susmam fikir, konuşmam zikir, bakışım ise ibret bakışıdır.” buyurmuşlardı. Zaman zaman ortadan kaybolunca anlarlardı, O Eris adlı bir kuyunun bulunduğu bahçeye gider, bahçeyi seyreder ve tefekkür ederdi.

Hz. Aişe O’nun az uyku dışında gecelerini ibadet ve tefekkürle geçirdiğini söyler. Bazı geceler ay ışığında oturur, uzun uzun gökleri seyreder ve derdi:

“Şüphesiz, yerlerin ve göklerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbirini izlemesinde, derin kavrayış sahipleri için alınacak dersler vardır.Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni bütün noksanlardan tenzih ederiz. Bizi ateş azabından koru” (Âl-i İmran, 190/91) ayetlerini okuyup da  uzun uzun tefekkür etmeyenlerin vay haline.”

Peygamberin savaşlarını, fetihlerini okuyoruz. O’nu çok seviyoruz. Ama Nursi’nin bu cümlesini okuyunca bir defa daha anladım ki hayatımızda, dünyamızda, işlerimizde, evlerimizde Peygamber yok. Dünyamızda Peygamber’in bir kahramandan, bir film şahsiyetinden farkı yok. Ve bunu değiştirmek için Peygamber’in savaşlarından, fetihlerinden başka anladığımız, anlattığımız bir şey de yok.

Dini, imanı, Kur’an’ı içselleştirmediğimiz, ilimle onlara muhatap olmadığımız, Allah’ı, Peygamber’i hayatımızın aktif merkezine, hedefine oturtmadığımız müddetçe; din de iman da hayatımızda sadece bir süs ve kültür olarak kalmaya mahkûm olacaktır.

Sanırım bizim sakalını öpmeyi marifet saydığımız Peygamber ile gerçek Peygamber çok farklı.

Levent Bilgi – hicbisey.com