Etiket arşivi: namaz

Adaletsiz takvâ mümkün müdür?

Din ile hayatı birbirinden ayrı düşünmenin sekülerlere mahsus bir tutum olduğu zannedilir. Halbuki, aynı şeyi yapan garip ve epeyce yaygın bir ‘dindarlık’ türü de mevcut. Bu garip dindarlık tasavvuru ‘ibadetler’e dönük bir vurguyla öne çıkarken, bu ibadetlerle gündelik hayat arasında bir tutarlığın izini sürmeyi ihmal eder, dolayısıyla gündelik hayatı sözümona kendi akışına bırakır. Namazını kıldığı halde yalan söyleyebilen, namazını aksatmadığı halde faizle sınanabilen, oruç tuttuğu halde işçisinin hakkından kısabilen, orucunu tuttuğu halde dilini tutamayan, yemeğini sağ elle yediği halde haram da yiyebilen, suyu çömelerek üç yudumda içtiği halde gözünü kırpmadan cana kıyabilen.. diye uzayıp giden her türden arızalı ‘dindar’ figürü, din ile hayatı, ibadetin vakti ile vaktin bütününü ayrı düşünebilen işte bu zeminde büyür, beslenir.

Oysa Kur’ân’ın en başta peygamberler örneğinde bize verdiği en önemli derslerden biri, dinin hayatın bir alanına dair olmadığı, bilakis tamamını kuşattığıdır.

Şuayb aleyhisselam, harikulâde bir örneğidir bunun. O, ölçüde, tartıda hile yapan, hak yemeyi, adaleti gözetmemeyi itiyad edinmiş kavmi Medyen’i hakka davetle emrolunmuş, “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin ve yeryüzünde fesatçılık yaparak fenalık yapmayın” (Hûd, 11:85) cümlelerini de içeren davetine karşılık kavmini temerrüd halinde bulmuştur. Kavmi bildiği şekilde hak yiyerek yaşamakta kararlıdır. Şuayb aleyhisselama ise sorarlar: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terketmemizi ve mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” (Hûd, 11:87)

Kavminin Şuayb aleyhisselama yönelik bu tepkisi, iki şeyi birden gösterir. Hz. Şuayb’ın namazı, namazın vakti dışındaki zamanları da Allah’ın emrine uygun şekilde, hakkâniyet ve adaleti gözeterek yaşama idrakini ona nasip etmektedir; ve kavmi de, onun namazı ile bu tutumu arasındaki birebir ilişkinin farkındadır. Kendi ifadeleriyle ‘yumuşak huylu ve aklı başında’ bildikleri Şuayb’ı kendilerini haksızlıkları karşısında net biçimde uyarma cesareti veren sırrı, onun namazında bulmuşlardır.

Şuayb aleyhisselamdan hakikat dersi almış Hz. Musa’nın, Medyen topraklarından Mısır’a dönerken Tuvâ vadisinde peygamberlik görevi kendisine verildiğinde aldığı sorumluluk da bu çift boyutluluğu içerir. Firavun, kavmine kendisini ‘Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?’ diye sunacak kadar azmış biridir ve Hz. Musa gidip Rabbü’l-âlemîn adına ona iki şeyi birden tebliğ edecektir: (1) Uluhiyet iddiandan vazgeç, Rabbini tanı ve kulluğunu kabul et; (2) Kula kulluğa izin verme, köleleştirdiğin Benî İsrail’i serbest bırak. Burada da, imanın en merkezî esası olarak tevhid davetine, adalet ve hürriyet daveti eşlik etmektedir. İkincisi, birincisinin hem tamamlayıcısı, hem sınanması niteliğindedir.

Bütün kıssalarda bu dersin izleri olduğu gibi, aynı bütünlük Beled sûresinde ‘sarp yokuş’ tarifi üzerinden çıkar karşımıza. Sarp yokuşu aşabilenlerin sûredeki sıralamayla üçüncü vasfı iman edenlerden olmak ise, birinci vasfı boyunduruğu kırmak (köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, kula kulluğa son vermek), ikincisi ise salgın bir açlık gününde yetimi ve yoksulu doyurmaktır. Burada da, iman ile gündelik hayatın siyasete ve ekonomiye bakan veçhelerine dair tutumlar arasında bir bağ çıkar karşımıza.

Bu örneklerin de gösterdiği üzere, iman, kalbde başlayıp sadece orada kalan birşey olmadığı gibi, din de hayatın içinde alanlardan bir alan değildir; hayatın tamamını kuşatır ve içerir.

Bu çerçevede, ibadetler, esasen hayatın bütün alanlarının bir ubudiyet şuuruyla yaşanması içindir. Her bir ibadetten bir ubudiyet şuurunun hâsıl olması beklenir. Meselâ namazın gün içinde beş vakte hapsolması değil, beş sembol vakit üzerinden günün tamamını namazın kuşatması ve yönetmesi beklenir. Orucun yıl içinde bir ayda hapsolması değil, bütün yılı biçimlendirmesi beklenir.

Gelin görün ki, sözkonusu ettiğimiz garip ‘dindarlık’ tasavvurları içinde, namaz vardır, ama ‘Şuayb’ın namazı’nda mânâ ve ruhun bir hayli uzağındadır. Sarp yokuşu aşmada iman ve ibadetin vazgeçilmezliğini görür, ama onların siyasî veya iktisadî düzlemdeki adaletsizliklere karşı tavır koyup sorumluluk almakla irtibatını veyahut sûrenin devamındaki merhamet çağrısıyla da irtibatını gözardı eder.

Aynı durumu, ‘takvâ’ algısında da görürüz. Takvâ, bu anlayış dahilinde, farzların yanısıra kılınan nâfile namazlar, farz olan Ramazan orucu dışında tutulan nafile oruçlar, okunan cüz, edilen zikr ekseninde anlaşılır genellikle. Bütün bunlar, takvâ tanımının elbette dışında değildir, ama ne takvâ onlara indirgenebilir, ne de onlar hayatın bütün alanlarına dair tazammun ve derslerinden olarak görülebilir. Ne var ki, kılınan nafile namaz veya tutulan nafile oruç miktarıyla takvâ ölçen dindarlığımız, meselâ adaletle takva ölçmeyi neredeyse hep ihmal eder.

Oysa Maide sûresinin mü’minlere tekrar ve tekrar adaleti emreden meşhur âyeti, bu emre riayeti takvânın bir teyidi olarak da resmeder: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olun. Sakın bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir. Allah karşısında takvâ üzere olun. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mâide, 5:8)

Bu âyet-i kübrâda âlemlerin Rabbi, bizi hakkı ayakta tutan adil şahitler olmaya davet ederken, bu halden bizi alıkoyan en büyük tehlike olarak ‘bir topluluğa yönelik kinimiz’e karşı uyarır ve bir kez daha “Adil olun!” diye açık ve kesin biçimde emreder. Sosyal hayata dair hükümler içermekle birlikte tekrar tekrar takvâya dair vurguda bulunan Hucurât sûresinin bildirdiği üzere insanların Allah katında en değerlisi ‘en ziyade takvâ üzere olanı’dır ve Allah katında en değerli olabilmesi için kulun ‘takvâya en yakın olan şey’i yapması, yani adil olması, adaletten sapmaması gerekmektedir. Adalet, takvânın tanım kümesi içindeki vazgeçilemez, ihmal edilemez, görmezden gelinemez bir değerdir; ve âlemler Rabbinin takvâ üzere olun emri, adil olun emrini kesin biçimde içermektedir.

Büyük müfessir Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr olarak da bilinen Mefâtîhu’l-Gayb’ında bu âyeti tefsir ederken söz âyetin “Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir” mealindeki cümlesine geldiğinde şöyle der: “Bu ifadede, Allah düşmanı kâfirlere karşı adaletle davranmanın vacip olduğu hususunda önemli bir uyarı vardır. “Binaenaleyh, Allah dostu ve sevgilisi mü’minlere karşı adaletle davranmanın vacip oluşunun derecesi artık buna kıyas edilmelidir.”

Demek ki, zihnimize yerleştirmemiz gereken bir ders var. Madem ki adil olmak takvâya en yakın şeydir; kişinin takvâsını, adaletinden anlarsınız. Kıldığı namazların sayısından değil, kıldığı namazların Şuayb-misali onu adalet timsali kılmasından anlarsınız. Okuduğu cüzlerin sayısından veya işittirdiği Kur’ân kıraatinden değil, okuduğu Kur’ân’ın adalet davetine ne derece riayet ettiğinden anlarsınız.

O halde, en başta nefsimize bir büyük ders olmak üzere, dikkat gerek…

Metin KARABAŞOĞLU – Risale Haber

Yusuflara kaçması öğretilir

Depresyona girenlerin çok uyuması başka birşeyin arzusu gibi geliyor bana. Onlar rüya istiyorlar. Uyku bunun duası. Rüyayı da Cenab-ı Hakkın büyük bir ihsanı olarak görüyorum. Bu çok sınırlı dünyanın cenderesinde, daha bir üst âlem için yaratılmış olan ruhum ve kalbim sıkıldığında, rüyalar bana bir nefes aldırıyor. “Bak!” diyorlar. “Varlık yaşadığından/daraldığından ibaret değil. Ötesi de var.”

Bir başka varlık âlemi, fakat yüzü daha misalî, bana göz kırpıyor. Canının  ‘dünyada olmaz’lara da inanma ihtiyacı var. İhtimal hassas ruhların hayatta kalmasını sağlar. Gerçeğin elinde solacak güller hayalle sulanır. “Sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister…” diyor ya mürşidim, işte böyle böyle anlıyorum, hayalgücüm de midem gibi bir rızık istiyor. Çünkü o da hayatıma dahildir. O da benim parçamdır. O da biraz ‘ben’dir. Ve benim hayatım bu dünyaya sığabilecek gibi değildir.

Akletmek hayal etmek gibi değildir. Hayal ettiğimiz şeyler hakkında duygulanırız. Duygulanmak da bir dahil olma şeklidir. Duygulandığımız şeylerin rengine bulanırız. Biraz ‘o’ oluruz. O da biraz ‘biz.’ Onun gibi hissederiz (veya bunu deneriz). Bizi dönüştürür. Hakkında duygulandığımız herşey dönüştürücüdür.

Daru’l-Erkam günleri, ambargo yılları, Hz. Hatice annemizin ve Ebu Talib’in vefatları, hüzün yılı, sonra Taif’te yaşananlar… Kaç kere baştan sona okuduğunuz veya dinlediğiniz halde her defasında aynı hüznü gönlünüze taşıyan hayatlar…

İnsan alınmadan/aldırmadan edemiyor. Çünkü, dedim ya, duygulanmak bir dahil olma şeklidir. Orada varolmak, onun sende varolması, varlığını varlığına katmak veya en azından haberdar olduğunu göstermek, bunlar hep duygulanmayla oluyor. Yine annemin yüreğine döneyim: Belki güleceksiniz. Fakat gerçek. Hz. Vahşi (r.a.) hakkında kötü sözler söylemesini engellemek için Hz. Hamza’nın şehit olduğu sahneyi izletmiyoruz. Orası gelince hemen başka kanala geçiyoruz. Kendisini tutamıyor çünkü.

Bir kitapta da (kaynağını bilmem) Hz. Ömer’in (r.a.) de, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kıraat eylediği Hz. Musa kıssasında Firavun’a hiddetlenip, namazda konuştuğunu okumuştum: “Ben olsaydım başını keserdim.”

Bunlar güzel hassasiyetler. Razı olmalıyız. Kalbinin ne tarafta olduğunu da gösteriyor. Kime dahil oluyorsun? Kimle beraber olmak istiyorsun? Kimliğin, mahallen, kıyafetin, sözünden önce duyguların haber verir bunu. Hadis-i şerifin ifade buyurduğu gibi: “Kişi ‘sevdiğiyle’ beraberdir.” Kişi hakkında duygulandığı şeyle beraberdir.

Kötülüğe karşı elle, dille veya en azından kalben buğzetmeyi emreden hadis-i şerifte de hissediliyor bu. En azından buğzedecek kadar bu tarafta olmalısın. O da yoksa, bedenen ha buradasın, ha orada! Cisminin bir yerde olması kalbinin de orada olmasını gerektirmez. Şaşırma! Yalnız kaldığında aklına ilk gelen kişinin yanındasın.

Böyle keder keder üstüne, acı acı üstüne, hüzün hüzün üstüne geçen yıllar ve ardından miraç. Allah’ı kadar insanı kim anlayabilir? Hayatın bu dünyadan ibaret olmadığını göstermekle müşriklerin Mekke’deki tazyikatından Nebîsini kurtaran O’dur. Mülkünün başka köşelerini göstermekle bir köşesinde yaşadığı sıkıntılardan ferahlık veren O’dur. Bütüne bakmak parçayı rahatlatır. Keder ‘bir öpmekte batanların’ memleketidir.

Hz. Yusuf’a (a.s.) rüya tabirini öğreten Rabbi onu da bu şekilde zindandan kurtarmamış mıydı? Sakın aziz olduğu dönemi kastettiğim sanma. Bence rüyalarıyla barışık olan hiçbir zindanda sıkılmaz. Ruhunun pencereleri açıktır çünkü. Onu, Allah, rüya ilmini öğretmesiyle ferahlatmıştı. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı da bedeni ve ruhuyla âlemleri gezdirerek ferahlattı. Bizi de namazlarımızda ferahlatıyor.

“Namaz mü’minin miracıdır…” buyuruyor ya Efendimiz, hakikaten de öyledir, ne zaman namaza dursan âlemin bu dünyadan ibaret olmadığını anlarsın. İşin bölünür. Hayatın bölünür. Günün bölünür. Telaşın bölünür. Kesrette boğulmaların tevhidî nefeslerle bölünür. Onlar, gün içine bırakılmış beş panik odası, beş kaçış noktası, beş ferah. Onlar, uyanıkken ve iradeyle görülebilen beş rüya. Şu kesif gerçekliği yaşamaya mecbur musun?

Ahmet AY – risalehaber

Bor’un Pazarı Toplanmadan

Atalarımızın söylediği en meşhur sözlerden biridir: “Bugünün işini yarına bırakma!”

Dünyada başarılı olmuş kişilerin hayatına baktığımız zaman da büyük çoğunluğunun, hayatlarını disiplin altına almış, bilerek veya bilmeyerek bu atasözünü hayatlarına geçirmiş kişiler olduklarını görebiliyoruz.

Hayatlarının tamamına uygulayamayanların bile çok istedikleri, hedefledikleri bir konuda başarıya ulaşmak için, geçici de olsa bu kuralı uyguladıklarını hepimiz biliriz. Ertelenen işlerin çoğu zaman başarısızlıkla sonuçlanması bunu kaçınılmaz kılmaktadır.

Süresi belirsiz olsa da sonunun geleceği kesin olan bu dünya hayatına ait bir konuda başarılı olmak için bugünün işini yarına bırakmazken, acaba ahirete yönelik, daha doğrusu Rabbimize yönelik işlerde bu atasözünü hayata geçirebiliyor muyuz?

Yoksa “Bugünün işini yarına bırakma!” atasözü, konu uhrevi işler olduğu zaman “Yarına bırakabileceğin işe bugün bulaşma!” şekline mi dönüşüveriyor?

Başta namaz olmak üzere vakitli ibadetleri kazaya bırakıyor muyuz meselâ?

İlahiyatçı değilim, fakat zamanında kaza namazı ile ilgili kapsamlı bir site hazırladığım için çok araştırma yapmıştım. Oradan edindiğim bilgilere istinaden söylüyorum: Namazı kaza etmek asla vaktinde kılmakla aynı değil. Bir defa sevap anlamında bütün kazançtan vazgeçmiş olunuyor. Bunun dışında çok sağlam gerekçe olsa bile kaza edilen namazın borçtan düşüp düşmeyeceği kesin değil. Oruç için Kur’an-ı Kerim’de tarif edilen kaza mekanizmasının namaz için de geçerli olacağı umuduyla yapılan bir özür beyanıdır sadece kaza namazı. Fakat elde olmayan sebeplerle vaktinde kılınamamış bir namazı da tamamen bırakmaktansa, Rabbimizin rahmet ve mağfiretine güvenip affetmesini umarak kaza etmek, son çare olarak yapılması gereken şeydir.

Şeytan’ın mesajlarını alıp alıp ruhumuza doğru seslendiren nefis, hacca gitmeyi yaşlanıp birilerinin sırtında tavaf edecek hale gelinceye, zekât vermeyi üçüncü dairenin tapusunu aldıktan sonraya, oruç tutmayı doktorun “artık oruç tutamazsın” diyeceği günlere erteletmek istediği gibi, namaz kılmayı da emeklilikten sonraya bıraktırmaya çalışır.

Bu noktada “Yarına bırakabileceğin işe bugün bulaşma!” felsefesinin insana en büyük zararı verdiği durumlardan biri ortaya çıkar.

Bir defa bu emeklilik hangi yaşa tekabül eder? Meselâ benim için bu yaş 52. Bunu baz alarak konuşursak; acaba o yaşa geldiğimizde çalışmayı bırakacak mıyız? Veya bırakabilecek miyiz? Yoksa emeklilik yaşımız gelse de çalışmaya devam edebilecek miyiz?

Gücümüz ve çalışma imkânımız varsa kaç yaşına kadar çalışmaya devam etmeyi planlıyoruz? Çalışmaya gücümüzün yetmeyeceği halde namazları nasıl kaza edeceğimiz sorusunu bir kenarda bekletiyoruz.

İyimser bir tahminle 52 yaşında tüm dünyalığımızı toplayıp inzivaya çekildiğimizi ve kendimizi uhrevi işlere verdiğimizi düşünelim.

Namaz kılmakla mükellef olduğumuz yaşı da sınır değer olan 15 olarak alalım. Elli ikiden on beşi çıkardığımızda, namaza emekliliğinde başlayan bir insanın en az 37 yıl namazı kazaya kalmış demektir.

Burada nefis ve Şeytan devreye girer ve der ki: Her gün bir haftalık kaza namazı kılsan beş buçuk senede bitirirsin namaz borcunu.

Fakat kazın ayağı öyle değil maalesef. Bir günlük kaza namazı yirmi rekâttır. Bir haftalık kaza 140 rekât yapar. 40 da günün namazları, eder 180 rekât. O yaşa kadar namaza alıştırılmamış mafsallara ve kaslara bu yükü yüklemek imkânsızdır. Beş buçuk yıl değil beş buçuk gün için bile sürdürülebilir bir program değildir bu.

Tecrübelerimiz bu işin yılmadan sürdürülebilecek miktarının her güne bir günlük kaza namazı olduğunu göstermiştir. Ara sıra bu miktar artırılabilmekle birlikte her gün vakit namazlarına ilave olarak bir günlük kaza namazı kılmak, bünyenin tahammül sınırları içinde kalan bir ölçüdür.

Örnek vakamıza dönersek, 37 yıllık namazı her gün 1, ara sıra kendini güçlü hissettiği günlerde de iki üç günlük kaza kılmak suretiyle 30 yılda bitirdiğini varsayalım. Haydi, daha iyimser (bu kadar iyimserlik Polyanna’yı bile aşar aslında) düşünüp 25 yıla düşürelim. Elli iki yaşında namaza başlayan bir kişinin insanüstü bir çaba gösterse bile kaza namazı borcunu bitirmesi (52+25=) 77 yaşında olacaktır.

77 yaşına kadar yaşama ihtimalimiz acaba yüzde kaçtır? Zaten 52 yaşını görme ihtimalimiz yüzde kaçtır ki?

Özetle: Uhrevi işleri dünyanın bizi bıraktığı zamana ertelemek büyük ihtimalle onları yapamadan dünyayı bırakmamız demektir.

Pazar henüz Bor’da kuruluyken yetişip erzakımızı temin edelim. Bor’daki pazara yetişemeyip Niğde yollarına düşmeyelim sonra.

Muhiddin Yenigün

Yeni Toplumun İnşasında Adalet Ve İbadetin Birlikteliği

I. Yeni topluma doğru

Çağın seküler dünyasında “kirlenmiş devlet, kirlenmiş toplum” çevresinde şikayetlerin tahammül sınırlarını zorlayan boyutlarda olduğu görülüyor. Bunun karşılığında “temiz devlet” ve “temiz toplum” üzerine birçok görüşler ileri sürülmekte; varolan dengesizliğe çözüm yolları aranmaktadır. E. Fromm’a göre yeni bir toplumun doğuşu, ancak kendi gelişmesi ile birlikte yeni bir insan geliştirdiği zaman gerçeklik kazanabilir. Hatta bugünün insanlarının temel değerlerinde ve düşünce biçimlerinde rastlanılan karakter yapısının tümden değişmesi tek çıkar yoldur. Bu ise yeni bir ahlâkın doğmasına ve tabiata karşı yeni tavır almasına bağlıdır.1 Böyle olmadığı takdirde, insanlar eski şartlara (moderniteye) uygun değerler ve davranış biçimleri ile yeni şartlara tepki gösterdikleri sürece, sürekli artan şok dalgaları, kirlenmeler ve sürprizlerle yüz yüze gelmek zorunda kalacaklardır.2 Böylece aranan yeni oluşumların gerçekleşmesi diye bir şey olmayacaktır.

Toplum düzeninin sağlanmasında temel değer “adalet”tir. Kirlilik denilen şeyin gerçekte adaletsizlik olduğu genel kabul gören bir husustur. Global bir hastalık olan “kirlilik” veya adaletsizlik-dengesizlik kendi devlet ve toplumumuzda diğer toplumlardan geri değildir. Bu kirli ve adaletsiz arenada, Bediüzzaman’ın 1922’de milletvekillerine yönelik kaleme aldığı “Namaz Beyannamesi”ni3 hatırlatmamak mümkün mü? Cumhuriyetin arifesinde “Ankara Hükûmeti”nin davetine icabet eden Bediüzzaman’ın öncelikle ibadet çevresinde hakim değerleri nazara vermesinin manidarlığı şimdi anlaşılıyor. Bediüzzaman ilgili namaz beyannamesinde, inanç-ibadet ve bunların dayandığı dinamiklere itimat edilmesi gereğine; buna dayanmayanların “safsata-i nefs ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul” edeceklerine işaret eder ve bu tip insanlarla “hakiki ve ciddi iş görülmez” hükmü üzerinde durur. Özellikle Anadolu insanının, yöneticilerinde itimat unsuru olarak aradıkları ilk şartın namaz kılıp kılmamaları olduğu örneğini veren Bediüzzaman; “Namaz kılarlarsa mutlak emniyet ederler” der. Yok eğer kılmıyorlarsa, “Öylelerine nasıl itaat edeceğiz?” sorusunu aynı insanların ağzından nakleder. O bu suretle öncelikle fert fert insanların “ben”lerine gönderme yapmaktadır.

Said Nursî, idarecilerin adalet hissine sahip olmalarının, bunun ise ibadet ve onun insan üzerindeki müsbet tesiri ile yakından ilişkili olduğunu biliyordu. Konuya sosyal psikolojik yaklaşımda bulunarak yöneticilerin yönetilenler tarafından “taklid” edildiğini de hatırlatarak, işgal edilen statünün önemine dikkat çekiyordu. Yine vurguladığı gibi, “hukukullah, hukuk-u ibadı tazammun ediyor”du. Özellikle yöneticilerin sorumlulukları bu noktada yoğunluk kazanmaktadır.

Konuyu Gazalî’nin ilgili yaklaşımıyla daha netleştirebiliriz. Gazalî’ye göre muamelattaki ve siyasetteki adalet nefsin ahlâkına bağlıdır. Yani insanlar nefislerinde ne derece adaletli iseler siyaset ve muamelatta da o derece adaletli olurlar. İnsanlar ferdî olarak nefislerinde adaleti kurmadıkça cemiyette adalet kurmak mümkün değildir. Adaleti nefislerde, muamelatta ve siyasette olmak üzere üç sahada kurmak lazımdır.4 Kısaca, üstümüze düşen vazifeyi gereği gibi yapmıyorsak, kendimize karşı dürüst olmamız da imkânsız hale gelecektir ki, bu, topluma karşı da adil olunamayacağının işareti olmaktadır.

Burada görülen, hayata yansıyan ahlâkî, adil, kısaca faziletli yapıp etmelerde insanın duygularının ve değerlerinin kaynağının sıhhatliliği ve insanın ilgili değerleri içselleştirmiş olmasının önemidir. İnsanın müsbet tavır ve davranış sergileyebilmesi için büyük ölçüde bu yönle ilgili tutumlara sahip olması gerekir. Yani ferdin şeylere, durumlara, insanlara karşı tepkileri üzerinde, yönetici ve dinamik etki yapan ve geçirilen tecrübelerle donatılmış ruhî ve zihnî istidat ya da eğilimlerinin varlığı şarttır. Bu yöndeki tutumların esas unsuru inançtır. Sağlam bilgi ve inanç ve aynı temelden kaynaklanan değerlerin talimi ve yaptırımı sonucu olarak insandan ancak ve ancak müsbet eğilimler ve davranışlar beklenir. Bu bakımdan, gerçekte olumlu keyfiyetler insanın içinde olup biten fenomenlerdir. Diğer bir ifadeyle, insanın iç dünyasına ait temel duygular, değerler sistemi ve bu değerler sistemiyle ilgili duyguların eğitimi ile ilgili bir durumdur. Bu olgular sağlam bir değer ölçüsünün direktifiyle ve bu değerlerin içselleştirilmesi sonucu dışa olumlu davranışla yansıması suretiyle karşımıza çıkarlar.

Sosyolojik olarak bilinmektedir ki, beşerî varoluş, insan ile bedeni ve insan ile dünyası arasında durmadan bir ‘denge kurma faaliyeti’dir. Diğer ifadeyle, insan sürekli bir ‘kendine hakim olma’ süreci içerisindedir. Ancak bu süreç içerisinde insan bir beşerî dünya üretir.5 Bu anlamda beşerî bir ürün olarak devlet, fertlerin toplamından müteşekkil toplumun siyasal örgütlenmesidir. Amacı ise, fertlerin temel ve ortak yararlarını, toplumsal alanda en temel değer olan ‘adalet’le ‘dengede’ koruması olmaktadır. O vakit devlet ‘adaletli devlet’ veya ‘adalet devleti’ sıfatını taşır. Bunun dışında ‘kirlilik’ denilen olgu gerçekte dengesizliğin, yani adaletsizliğin kendisidir. Mesele sadece devlet meselesi de olmayıp, ‘tüm toplum’ gerçeğini içeren muhtevaya sahiptir.

Fert-toplum ve devlet arasında doğru orantılı bir ilişkiden söz edilebilir. Büyük ölçüde toplum fertlerin, devlet toplumun tabiî göstergesidir. Şayet ‘adaletli devlet’ten bahsedilecekse, bu, bir ön şart olarak insanı ele almayı gerekli kılar. Devlet toplumun, toplum ferdin keyfiyetine göre renk ve şekil alır. Fert olarak ne iseniz toplum olarak o olduğunuz gibi, toplum olarak nasılsanız devlet olarak da o’sunuz demektir. Topluma davranış olarak yansıyan iş ve oluşların niteliği bizim keyfiyetimizin somutlaşmış simgeleridir. Güzellikler ve kemaller insanın tutum ve eylemleriyle anlamlı hale gelir. Tutum ve davranışların dayandığı değerler sisteminin keyfiyeti temel öneme sahiptir. Ancak fazilet değerlerine sahip bir ahlâktan adalet beklenebilinir. Hakkın rızası ve bu dairede ferdin ve toplumun yararına olan tüm faydalı eylemler, faziletler olarak karşımıza çıkar. Bu şekilde, güzellik ve kemal (fazilet) değerlerini içselleştirmiş fert, ‘insan-ı kâmil’ mânâsını taşır. Kâmil insanların oluşturduğu toplum ‘fazilet toplumu’ olarak karşımıza çıkar. Böyle bir toplum ‘adalet devleti’ni netice verir. Şüphesiz burada önemli problem toplumu oluşturan fertlerin istenilen nitelikte var kılınmasının, adaletin fert ve toplum hayatında inşasının zorluğudur. Bu açıdan bakılınca, yeni beşerî dünyanın oluşmasında temel iki değer olan adalet ve ibadet ile bu iki değerin ilişki niteliğinin bilinmesi, değerlendirilmesi ister istemez gündeme gelme durumundadır.

II. Adalet ve ibadetin birlikteliği

Adalet, ahlâkî bir kavram olarak düşünüldüğünde, ‘davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak’ anlamlarına gelir.6 Ayrıca ‘orta yol, istikamet, denge’ anlamlarını da taşır. Bilinen örfî anlamının dışında adalet ‘yalanı olmayan, diyaneti tam, akide yönüyle Ehl-i Sünnete mensup, her çeşit fısk ve fücurdan uzak olan kimse’nin vasfını ifade eder.7 Böyle kimselere adil veya adalet sahibi denir.

Adaletin anlamında daha kapsamlı yaklaşımlar da vardır. Nitekim Kınalızade, Ahlâk-ı Alâî kitabında adaletin nevilerini on iki noktada toplamaktadır. Kısaca belirtirsek, bunlar, sadakat (saf dostluk), ülfet (karşılıklı uyum ve sevişme), vefa (hakka bağlılık), şefkat (başkalarının dertlerini paylaşmak), sıla-i rahim (akrabalarıyla ilgilenme), mükâfat (iyiliğe fazlasıyla karşılık verme), hüsn-i şirket (müşterek işlerde iyi davranmak), hüsn-i kada (herkese karşı dürüst davranmak), teveddüd (akraba ve dostlarının sevgisini kazanmak), teslim (her şeyi ile ilahî iradeye dayanmak), tevekkül (Allah’a güvenmek) ve son olarak ibadet (kulluk etmek)’tir.8 Görüldüğü gibi, bir denge kavramı olan adalet, ibadetle içiçe yer alan değerler bütünü olarak, bir ayrılmazlık taşıyor. İslâm değerler sisteminde ‘din,’ güzel ahlâk olma mânâsında, aynı zamanda hak ve adalettir. İnsan için, ahlâklı olmak adil olmanın diğer bir ifadesidir. En genel ifadesiyle ibadet ‘Allah’ın emirlerini yapmak ve nehiylerinden sakınmak’tır.9 İslâm, ibadete kapsamlı bir bakış açısı getirmiştir. İslâm’da ibadet, namaz gibi belirli ibadetlerin yanında ve bunun ötesinde ihlasla yapılan ve Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve rızasını kazanmak amacını taşıyan her türlü faydalı (hayır) amelini, insanın karşılığını görecek bir ibadet hareketi olarak kabul etmektedir.10

Gerçekte, ibadet ve adalet, iç içe, biri diğerinin lazımı olarak gelişmektedir. Konumuz şayet adalet ise ve bu bir ‘hak’ temeline dayanan ‘ihkak-ı hak’ın tahakkukuna bakıyorsa, insan ibadet yapmakla Yaratıcıya karşı olan hakkını yerine getiriyor, adaletli davranıyor demektir. Eylemin özü itibarıyla, adalet ve ibadet, hakkın ifasıdır. İnsanın yoktan varlığa çıkarılarak binbir ihtimaller içerisinde mahlukatın en eşrefi statüsünde yeryüzünün halifesi olarak yaratılıp mikrokozmos ve makrokozmos kâinatın nimetlerinde tasarruf etmeye yetkili kılınmasının bir hak ve sorumluluğu da beraberinde getirdiği unutulmamalıdır. Bediüzzaman’ın deyimiyle “ibadet abdin Allah’a karşı bir hizmetidir.”11 Açıktır ki, inkârı mümkün olmayan ‘hukukullah’ı ihmal eden kişi, bu en büyük adaletsizliği işleyebildiğine göre, çevreye ve diğer insanlara karşı hakkaniyetli davranmama konusunda da en küçük bir tereddüdü olmayacaktır. Bu bakımdan, denilebilir ki, adalet Allah’a ibadetle başlar.

Daha sonra insan ve çevre hakkı gelir. İnsanlık tarihine eğildiğimiz zaman, şunu görüyoruz: İnsan, ‘hukukullah’a riayet etme, O’na ibadet etme, kul olma keyfiyetine göre, insan ve çevre haklarına saygılı olur. Tersinden düşünüldüğünde, Allah’ı tanımayana her şey meşru olacaktır.

Burada ibadetin temel dinamiği olan manevî inancı, bu inancın insan üzerindeki potansiyel yaptırımını öncelikle hatırlamak gerekir. Öldükten sonra bir Mahkeme-i Kübra’da her şeyin hesabını vereceğine inanan insan, hakkı olmayan iş ve oluşlardan uzak durur. Bir bakıma, inancın gereğinin yaşanması ibadet olmaktadır. İnsan, hukukun emredici ve yasaklayıcı esasını ibadet ile, bir gönül eğitimi şeklinde içselleştirip hayata yansıtmış oluyor.

İslâm düşünürleri, insanla ilgili (nefs, kalb ve akla ait) üç kuvvetin vasat mertebede tezahürünü adaletle açıklar ve ‘adalet’le ‘sırat-ı müstakîm’i birbiriyle ilişkili biçimde izah ederler. Kur’ân’ın anahatlarıyla üzerinde durduğu dört unsuru sıralarken, bunlardan ‘adalet ve ibadet’i birlikte tek şık halinde belirten12 Bediüzzaman da, aynı yaklaşımda bulunur. Ona göre, “Sırat-ı müstakîm; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir.”13 Tüm sapma ihtimallerine rağmen ilgili temel duyguların denge düzleminde yer alması, bu suretle adaletin gerçekleşmesi için ibadetin yaptırımına ihtiyaç vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi (Fâtiha), ‘sırat-ı müstakîm’in ahlâkî değerler dizisinin, insan-Yaratıcı ilişkisi ile subjektif düzeyde gerçekleştiğini, bir ‘dua’ ile belirtir. “Bizi doğru yola ilet!” Bu dua, doğru yol bizim dışımızda nesnel olarak belirtilmiş olsa bile, iç âlemimizde bu huzur ve düzeni gerçekleştirmemizin ancak Yaratıcı ile ‘dua’ (ibadet) ilişkisini korumamız, ilahî sevgiyi gönlümüzde duymamız ile mümkün olacağını gösterir.14

Yine Bediüzzaman, ibadetin insanın tüm derunî duygu, kabiliyet ve eğilimleri üzerindeki yaptırımını şu şekilde belirtir: İnsanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren ibadettir; istidatlarını inkişaf ettiren, meyillerini temyiz ve amellerini tahakkuk ettiren ibadettir; fikirlerini tevsi ve intizam altına alan ibadettir; şeheviyye ve gadabiyye kuvvelerini had altına alan, zahirî ve batınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden ibadettir; insanı mukadder olan kemalatına yetiştiren ibadettir; abd ile Mâbud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet ancak ibadettir.15 İbadet insanın varlık yapısındaki taşkınlığa eğilimli temel duygularını terbiye etmekle adaletin oluştuğu ortamı ona müsait hale getiriyor. İbadetin yaptırımıyla temel duygular sapmaya (adaletsizliğe) gitmeden, denge noktasında ‘adalet’in potansiyel gücünü oluşturur.

Konu, farklı ve daha teknik bir söylemle de açıklanabilir. Kâinattaki her bir varlık ve elbette insan, kemal değerini Allah’ın isim ve sıfatlarına âyine olma keyfiyetine göre kazanır. İradesiyle ubudiyet dairesine giren kişi, bu noktada ‘Rububiyet dairesi’ ile karşılıklı iletişim içerisinde olur. Rububiyet, Allah’ın ‘terbiye ve tedbir etmesi’ olduğundan, bunun bir gereği olarak ibadet eden kişinin içsel alanı, ‘rububiyet’ gereğince ‘terbiye’ olur. İlahî varlığın iradesine uygun olarak kişiyi gelişmeye zorlayan, ‘ben’likten daha geniş bir alana yayılan bir keyfiyettir bu. Hatta, ibadetin bir iç boyutunu ifade eden tasavvufun, fazilet değerlerinin içselleştirilmesiyle insanın disiplinize edilmesinde etkin bir disiplin dalı olması, bu bakımdan ayrıca hatırlanmalıdır. Böylece, kulluk görevini ve ‘hukukullah’ı yerine getirmek için ibadetle Rabbine yönelen kişinin Rububiyet hakikatı ile bütün aşırılıklarının terbiye olması sonucu, bu keyfiyet onu (insanı) sosyal hayatta ‘adil’ davranmaya ve adaletin gerçekleşmesine yöneltir.

Burada bellibaşlı farz ibadetlerin, fert ve toplum hayatına kazandırdığı faziletlerden bazı örnekler sunmak mümkündür. Meselâ namaz, inancın pratiğe dökülmesiyle ‘eylemin anlamlılığını’ insana talim ettirir. Namaz inanılanın yapılmasını, değerin yaşanmasını, sözün yerine getirilmesini, muhataba teşekkürü, tatbikî olarak insana öğretir. Namaz, aynı zamanda, meşru olana yönelmenin gerekliliğinin ve meşru olmayana karşı ‘red’ tavrı alınmasının ifadesidir. İnsanın kendini vakte ayarlamasıyla ‘zaman bilinci’ni, grup halinde yaşamanın gerekliliğini, ‘birlik ruhu’nu, yaşatarak öğretir. Namazın istenilen şekilde yerine getirilmesi, iyi eylemlerde bulunma ve eylemi iyi yapma gibi iş-görev şuurunu yerleştirir.

Rabbanî terbiye metodu olan oruç ibadeti ise, insandaki aşırı duyguları en etkili şekilde disipline etmenin ifadesidir. Özellikle Ramazan’daki oruçlu hayat, nefse ait aşırı duyguları dengeleyen ve ruhu tekamül ettiren tasavvuf eksenli hayattır. Görmediği Rabbini görmüş gibi inanan, inancının gereği hiç kimsenin olmadığı yerde ‘yemeyip’ oruç tutan bir insan, benzer konumda, kendisine ait olmayan bir dalı da aynı inançla ‘haram’ diye yemeyecektir. Hayatın yemek içmekten ibaret olmadığını ve şehevî arzuların istenildiğinde kontrol edilebileceğini, oruç, çarpıcı biçimde yansıtır. Oruç yasağı, haramı ve ona karşı takınılacak tavrı, yani ‘iffet’i öğretir. Helâl bile olsa her şeyin bir zamanının olduğu ‘iftar’ bekleyişlerinde talim olunur ve bu doğrultuda sabır kuvvetini kullanma eğitimi de yaşanır. Kişi, “Tok açın halinden anlamaz”lığını, ‘yaşanmadan bilinmez’i bizzat yaşayarak öğrenir. Bu, ona, toplumsal yaşantıda ‘sosyal empati’ kazandırır. Birlikte çekilen açlığın birlikte çekilecek zorlukları yenmede nasıl etkili olduğu, yine orucun kazandırdıkları arasındadır. Kişi, gerektiğinde bir mânâ ve ideal uğruna bütün eşyayı elinin tersiyle itebileceği izzetli halin psikolojisini oruç tutarak çok canlı yaşar.

Kısaca, insan, ibadetin sağladığı iç disiplin ile iffetli, hikmetli, şecaatkâr, yani ahlâklı ve adaletli davranış sergilemeye yönelir. İslâm’ın ibadet anlayışı çok yönlü gönüllü eğitim ile insanın duygularını terbiye edip müsbet yöne eğilimli kılarak, olabilecek kötü davranışlara önceden mani olur. Haksız davranışlarda bulunan, suç ve günah işleyenleri manevî bir rehabilitasyon ile tekrar topluma kazandırır.

Sonuç olarak, içinde yaşadığımız çağın önemli problemleri, aslî kaynağından koparılmış ruhun kirlenmesinin sonucundan başkası değildir. Bu, bir anlamda, “Testinin içinde ne varsa dışına o sızar” özdeyişinin ifadesidir. Dışa sızan kezzap, testinin içinden haber verir. Aynı şekilde, modern toplumda zulüm, tecavüz, vb. davranış bozukluklarının insanın iç dünyasının hasta ve bozuk yapısından haber verdiğini bilmeliyiz. Günümüzde şayet adalet, dostluk ve kardeşliğin yerine zulüm, düşmanlık gibi kirlilikler hüküm sürüyorsa, bu, öncelikle insanın kendisiyle, inanç, düşünce ve dayandığı değerler sisteminin kaynağı ve bu kaynakla olan ilişkilerin boyutu ile ilgili bir problemi haber vermektedir. İnancın ‘tevhid’ karakterine, ibadetin ‘ihlas’ ruhuna, eğitimin ‘manevî terbiye’ boyutuna ihtiyaç duyulduğunu anlamamız gerekir. Toplumdaki adaletsizlik fertteki adaletsizlikten, bu ise iç disiplinsizlikten kaynaklanır. Dış disiplinin iç disiplinin, iç disiplinin ise ibadetin eseri olduğunu söylemenin tek orijinalliği, yitirilmiş bir değerin yeniden hatırlatılmış olmasıdır.

risaleinurenstitusu.org

Dipnotlar:

1. Erich Fromm, Sahip Olmak ya da Olmamak, çev. A. Arıtan, 6. baskı, İstanbul: Arıtan, 1995, s. 34-35.

2. Ervin Laszlo, Evrensel Düşünmek, çev. İbrahim Serhat, İstanbul: İşaret, 1992, s. 97.

3. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, İstanbul: Sözler, 1976, s. 126-127.

4. İmam Gazalî, Hakikat Bilgisine Yükseliş, çev. Serkan Özburun, İstanbul: İnsan, 1995, s. 91.

5. Peter L. Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, çev. Ali Coşkun, İstanbul: İnsan, 1993, s. 32.

6. Mustafa Çağrıcı, “Adalet,” İslam Ansiklopedisi, C. 1, Türkiye Diyanet Vakfı, s. 341.

7. İbrahim Canan, İslam Işığında Anarşi, 2. baskı, İstanbul: Cihan, 1984, s. 419.

8. Kınalızade A. Efendi, Ahlâk-ı Alâî, İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser, s. 111.

9. Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, çev. Abdülmecid Nursî, İstanbul: Sözler, s. 24.

10. M. Ahmed ez-Zerka, “İslâm’da İbadet Anlayışı,” Makaleler, der. Hurşid Ahmed, Konya: Selam, ty, s. 156.

11. İşârâtü’l-İ’caz, s. 22.

12. a.g.e., s. 11.

13. a.g.e., s.24.

14. Hüseyin Hatemi, Batılılaşma, İstanbul: Bir, 1987, s. 206.

15. İşârâtü’l-İ’caz, s. 24, 94.

Kulluğun Sembolü: Namaz

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Kulu olduğumuz Allah’a hamd; ümmeti olduğumuz Resulullah’a, onun âl ve ashabına salat-u selam olsun.

Namaz bütün ibadetlerin bir hülasası, bir fihristi, bir özeti mahiyetindedir. İbadet ve kulluktan söz edildiği vakit ilk akla gelen namaz ibadetidir. Namazın genel ibadetlerle olan ilişkisini görmek ve kulluğun sembolü olan namazın ehemmiyetini yakından müşahede etmek için ibadetin/ubudiyetin/kulluğun ne anlama geldiğini bilmek gerekir. İslam dininin üzerine kurulduğu beş temel esas, dindeki kulluğun dışa yansıyan tezahürleri ve ana ilkeleridir. Buna göre, “Kulluğun Sembolü: Namaz” dediğimizde, namazın kulluk listesindeki yeri ve önemini anlamak gerekir. Namaz kılan kimse, hem kâinatın bir bütün halinde yaptığı ibadet ve tesbihlerine,  hem de şuurlu varlıklardan meleklerin ve şuursuz diğer canlıların hal diliyle ve sözlü olarak yaptığı ibadet ve tesbihlerine iştirak etmiş olur.

“Bilmez misin ki göklerde ve yerde bulunan kimseler, hatta güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar bütün canlılar ve insanların da birçoğu Allah’ın yüceliğine secde ediyorlar. İnsanların çoğu hakkında ise azap hükmü kesinleşmiştir. Allah’ın zelil kıldığını aziz edecek kuvvet yoktur. Şüphesiz ki Allah ne dilerse yapar”[1] mealindeki ayette, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, gökteki meleklerden balıklara, gezegenlerden atomlara kadar her şeyin Cenab-ı Hakk’a secde ve ibadet ve hamd ve tesbih ettiklerine, özetle; bütün varlıkların Allah’a ibadet ederek kulluk şerefine nail olduklarına işaret edilmiş ve  bu kulluk görevini yerine getirmeyen bir kısım insanların ise bu şereften mahrum kaldıkları gibi, kendilerine emanet edilen bu göreve yaptıkları hıyanetin bedelini de ağır ödeyeceklerine vurgu yapılmıştır.

İnsanların ibadeti, diğer varlıkların, özellikle cansızların yaptıkları ibadetin sözlü bir neşidesi, bir kasidesi hükmündedir. Bu açıdan bakıldığı zaman, insan, bütün varlıkları temsilen öten bir bülbül mesabesindedir. Bilindiği üzere, bülbülün sürekli olarak güllere karşı ilan-ı aşk ederek terennüm ettiği nağmelerinin önemli beş hikmeti vardır. Yüce yaratıcı bu gibi hikmetler için onu görevlendirmiştir.

Birincisi: Canlıların kabileleri namına, bitkiler türüne karşı pek kuvvetli olan münasebetlerini ilân etmek.

 İkincisi: Rahman’ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan canlılar tarafından Rabbanî bir hatip olarak, Rezzak-ı Kerim tarafından gönderilen nimet hediyelerini alkışlamak ve sevinçlerini ortaya koymak.

 Üçüncüsü: Bülbül, kendi Ebna-yı cinsine/canlılara yardım için gönderilen bitkiler âlemine karşı hüsn-ü istikbal etmek ve bunu bitkiler adına seçtiği güllerin başında göstermektir.

Dördüncüsü: Bütün canlıların bitkilere karşı aşk derecesine ulaşan şiddetli ihtiyaçlarını onların güzel yüzlerine karşı mübarek başları üstünde beyan etmek.

Beşincisi:  Celal ve cemal sıfatların kaynağı,  varlık mülkünün tek maliki, bütün lütufların, ihsan ve ikramların yegâne sahibi olan Allah’ın sonsuz rahmetinin dergâhına teşekkür ve tesbihatını en latif bir şevk içinde, gül gibi en latif bir yüzde takdim etmektir.[2]

İşte insan olan bir insanın bir hayvan olan bülbülden daha aşağı düşmemesi gerekir. O da bülbül gibi, sonsuz lütuf ve ihsanların, nihayetsiz nimet hediyelerinin sahibi olan Allah’a karşı yapması gereken teşekkürlerini ve kulluk kasidesini terennüm etmelidir.  Bir mescit veya bir seccadenin gülistanında bütün varlıkların değişik ibadetlerini içine alan geniş bir kulluk nişanesi olan namaz kılmalı ve bu umumi ubudiyet armonisine iştirak etmelidir.  Böylece insanlık şerefinin zirvesine çıkıp hakiki bir bülbül olmaya çalışmalıdır. Ve olması da şarttır. Çünkü insan kulluk yaparak insanlık şerefesinin zirvesine çıkabildiği gibi, kulluktan uzaklaştığı takdirde onursuzluk çukuruna düşmeye mahkûm olur.

Zira eğer insan,  en güzel kıvamda yaratılmış olmasının nişanesi olarak kendisine verilen manevi cihazlarını ve  insanlık fidanlığına aday olan istidat ve kabiliyet çekirdeğini şu fani ve geçici olan dünya hayatının toprağı altında, nefsin hava ve heveslerine sarf etse; bozulan çekirdek gibi bir cüz’î lezzet için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp gidecek ve üstelik manevi mesuliyeti de o bedbaht ruhuna yükleyerek, şu dünyadan göçüp gidecektir.

Buna mukabil,  eğer insan söz konusu istidat ve kabiliyet çekirdeğini İslâmiyet suyu ile imanın ışığıyla ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, Kur’an’ın emirlerine uyar ve manevi donanımını hakikî gayelerine yöneltse elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecektir.  Bunun neticesinde de âlem-i âhirette ve Cennet’te hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacaktır.  Aynı zamanda bu insan, baki bir hayatın ve parlak bir hakikatin cihazlarına sahip kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu kâinat ağacının mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

Evet, hakikî terakki/gerçek ilerleme; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hatta hayal ve diğer melekelerin yüzlerini ebedi hayata çevirmek ve her biri kendine lâyık hususî bir kulluk vazifesi ile meşgul olmasını sağlamaktır. Yoksa ehl-i dalaletin ilerleme zannettikleri, dünya hayatının bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşidini, hatta en aşağısını tatmak için bütün latifeleri, kalbi ve aklı nefs-i emmarenin emrine vermek, bir ilerleme değil, tam bir gerileme, bir alçalmadır.[3]

Doç. Dr. Niyazi Beki


[1] Hac, 22/18.

[2] Bk. Bediüzzaman said Nursi, Sözler, Söz yayınları, İstanbul, 2013, 474-475.

[3] Bk. Nursi, Sözler,  431.