Etiket arşivi: nefis terbiyesi

RAMAZAN AYININ MANA VE ÖNEMİ

Ramazan Kelimesinin Anlamı

Ramazan Arapça bir kelimedir. Kamerî aylardan dokuzuncusunun ismidir. Ramazan kelimesinin manası ve bu mübarek aya Ramazan isminin verilmesindeki hikmet şöyle belirtilmiştir: Ramazan, yaz sonunda güz mevsiminin evvelinde yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur manasına “ramdâ” kelimesinden alınmıştır. Bu yağmur genellikle yeryüzünü temizler. Bunun gibi Ramazan da Müminleri günah kirlerinden temizler, kalplerini pak eder.

Başka bir görüşe göre güneşin şiddetli hararetinden taşların yanıp kızması anlamına olan “ramad” kelimesinden alınmıştır. Böyle kızgın yerde yürüyen kimsenin ayakları yanar, zahmet ve meşakkat çeker. Bunun gibi oruç tutan kimse de açlık ve susuzluğun hararetine katlanır, zahmet ve meşakkat çeker, içi yanar demektir. Yâhut kızgın yer, ayakları yaktığı gibi Ramazan da müminlerin günahlarını yakar, yok eder.
Nitekim Enes b. Mâlik (r.a.)´dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber: “Bu aya ramazan isminin verilmesi günahları yaktığı içindir.” buyurmuştur. Şu halde mübarek Ramazan ayında oruç tutan ve ihlasla tövbe eden Müminlerin günahları yanar, böylece günah kirlerinden arınırlar, tertemiz olurlar.

Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nurlarda Ramazan ayının önem ve hikmetini çok daha kapsamlı bir şekilde şöyle tarif ediyor:

Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var. Yirmi Dokuzuncu Mektup

Ramazan Orucunun Şiar Olması

Bizim bu kuşatıcı ve özet tariften ilk anladığımız mana Ramazan ayının ve bu ayda tutulan orucun İslam aleminde önemli bir sembol ve tesirli bir şiar olduğudur. Nasıl bir ülkeye girdiğimizde ilk olarak o ülkenin sembolü olan bayrağı ile karşılaşıyor isek, Ramazan ayı da aynı derecede İslam aleminin önemli ve cazip bir bayrağı, bir sembolü gibidir. Ramazan ayı İslam sembolleri ve şiarları içinde en belirgin ve muazzam olanlarındandır. Üstad Hazretlerinin  Ramazana dair risalesinin ilk başında meseleye şiarla başlaması meselenin önemine işaret ediyor.

Modern çağın insanı, kimlik bunalımı yaşıyor. İletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesi ile dünya adeta küçük bir köy şeklini alıyor. Bugünün ifadesi ile insanlık küreselleşme sürecini yaşıyor. Küreselleşme sayesinde medeniyetler kendi kimliği ile beraber diğer medeniyetler ile iç içe girift bir hayat tarzına girmiştir. Bu da ister istemez medeniyetler arasında bir etkileşimi ve karşılıklı bir kültür alış verişini netice vermektedir. Şayet medeniyetlerin güçlü ve cazip bir kimlik ve  sembolü olmaz ise diğer medeniyetler içinde asimile olup giderler. Bu sebeple İslam dini Müslüman medeniyetinin kimliğine ve şiarına çok önem vermiş ve bu noktada çok güçlü argümanlar ve semboller üretmiştir. Ezan, selam vermek , hilal, tesettür, oruç, namaz gibi hem ibadet yönü hem de şiar yönü kuvvetli olan semboller, bu küreselleşme ortamında hem İslam kimliğini muhafaza ediyor, hem de başka zayıf medeniyetleri etkileyerek kendi içinde dönüştürüyor. İslam dininde şiar ve sembollerin şahsi farzlardan daha önemli olması bu sırdandır. Ramazan orucu da bu noktada güçlü ve etkili bir şiar ve semboldür.

Üstad Hazretleri devamla Ramazan orucunun hikmet ve faydalarını birkaç başlıkta özetleyip toparladıktan sonra, bu özetlerin açılımını ve izahatını geniş bir şekilde risalesinde beyan ediyor. Biz bu açılım ve izahlardan bazılarının üstünde duralım.

Ramazan orucunun Allah’ın Rububiyet’ini bize hissettirmesi ve idrak ettirmesi

Kainat, bütün nimetleri içinde barındıran ve bütün lezzetleri bünyesinde taşıyan büyük bir sofradır. Aynı zamanda insanın bütün maddi ve manevi duygu ve cihazlarına hitap eden mükellef bir sofradır. Hem sofralar içinde sofralar açılmış büyük bir sofradır. Her canlı bu sofradan hissedar ve pay sahibidir. Bu sofrada küçük bir karıncadan tut, ta büyük bir file kadar her canlının ihtiyaç ve rızkı hazırlanmıştır.

Bu sofranın baş misafiri ise insandır. Diğer canlılar dar ve sınırlı kabiliyeti nispetinde bu sofradan faydalanırken, insan geniş kabiliyet ve cami fıtratı sayesinde adeta bütün sofrayı ihata edecek bir tarzda faydalanıyor.
Bütün bu sofraların mükemmel bir şekilde tanzim ve tefriş edilmesinde, Allah’ın Rububiyet sıfatı baş aktördür. Yani O’nun tedbir ve terbiye vasfı olan Rububiyet sıfatı, en küçük karıncadan ta en büyük file kadar, her canlının rızkı ve terbiyesi ile alakadardır ve onların en basit ihtiyacını dahi tedarik ediyor.

Bu kainat sofrasında, Allah şefkat ve terbiyesini şiddetli bir şekilde ilan ve izhar ettiği halde, maalesef insanlar birtakım felsefi fikirlerin ve gaflet sayesinde sofranın ve terbiyenin farkında değiller. İşte Ramazan bu gafleti kırmak ve dağıtmak için, bütün Müslümanları muazzam bir ordu hükmüne geçirip, her gün özgürce yediği içtiği şeyleri yasak ederek, insanları yemek için buyurun emrini beklemek şekline sokunca, sofranın ve sofra üstünde parlayan tedbir ve terbiyenin bir anda farkına vardırıyor. Ve her şeyin tedbir ve terbiyesinin Allah’ın elinde bulunduğunu idrak ettiriyor. Bu idrak ve şuurun etkisi ile insanın  külli bir kulluk ve şükürde bulunmasına vasıta oluyor. Oruç bir nevi bu büyük sofranın dellalı ve hissettiricisi hükmündedir.

Ramazan Orucunun toplumsal hayata katkıları

İnsanlık en büyük musibetleri ekonomik sebeplerden dolayı görmüştür. Birinci ve ikinci dünya savaşlarının temelinde sınıf kavgaları yatmaktadır. Yani emek ve sermaye çarpışması birinci ve ikinci dünya savaşlarını netice vermiştir. Sınıf kavgalarının temelinde de bölüşüm ve paylaşım dengesizliği vardır. Dünyanın kaynakları belli zümrelerin elinde toplanırken, insanların ekserisi açlık ve sefalet içinde yaşamışlar. Bu dengesizliği gidermek ya çatışma yolu ile olacak ki bunun bedeli çok ağırdır, birinci ve ikinci dünya savaşları bunu ispat eder, ya da adil ve şefkatli bir şekilde zengin ve fakir sınıfı arasında bir köprü kurmak ile mümkündür.
İslam dini bu iki sınıfı çarpıştırmak yerine, iki sınıf arasına köprü kurarak, toplumsal dengeyi sağlıyor. Yani zekat ve yardımlaşma köprüleri ile zengin ve fakir sınıflarını kaynaştırıyor. Zengine helalden kazan, işçinin hakkını ver, zekat ile fakir fukarayı gözet diyerek, onu murakabe ederken; fakire de ona itaat ve hürmet et diyerek, iki sınıf arasında karşılıklı rıza ve hoşgörüye dayalı sağlam bir ilişki oluşturuyor. Bu ilişkilerin hakim olduğu bir toplum, hem siyasi hem de iktisadi açıdan üretken ve verimli bir toplum olur. Zira iktisat, güven ve asayiş ile terakki eder. Güven ve asayişin olmadığı yerde meşru iktisat değil, sömürü ve haksız kazanç hakim olur. Bu da haramzade zenginlerin zenginliğine zenginlik katar, fakir ise iyice sefilleşir.

Buradaki mana, Ramazan orucunun bu sosyal ilişkilerdeki rolü, iki sınıf arasında empati kurdurmasıdır. Yani oruç öyle bir ibadettir ki, bütün sosyal tabakaları bir aylığına eşitliyor, şartları aynı kılıyor ki, diğer tabakaların halleri tam anlaşılsın. Yani zengin ve refah seviyesi yüksek olan tabakalar, senenin bir ayında oruç vasıtası ile fakir ve aç kalarak tabaka değiştiriyor. Yoksa başka türlü empati kurması pek mümkün değildir.

İşte ramazan ayı zekat ibadetinin dolayısı ile sosyal tabakaların arasında sağlam bir empati aracı oluyor. İnsanlar birbirinin halinden ve sıkıntılarından haberdar oluyorlar. Haberdar olan zengin Müminlerin, fakir fukaraya kayıtsız ve ilgisiz kalması düşünülemeyeceğine göre, elbette aralarında sıkı bir dostluk ve bağ oluşacaktır. Bu bağ büyük musibetlerin önünde bir set teşkil edecektir. Yani sermaye ve emek çatışmasının önünü alacaktır.

İşte ramazan ve zekatın, bu muazzam toplumsal faydası, insanlığın tek kurtuluş yolu ve reçetesidir. Yoksa sınıf çatışmasını ve düşmanlığını körükleyen felsefi doktrinler, insanlığa mutluluktan çok azap ve sıkıntı getirir, nitekim geçmişte de getirdiğini bütün insanlık acı bir şekilde tecrübe etmiştir.

Özet olarak oruç; zengin ile fakir arasında kuvvetli bir köprü ve tesirli bir empati kurma aracıdır. Zengin oruçtaki açlıkla fakirin haline intikal eder ve onunla hemhal olur, onun derdine ve yardımına koşar. Böyle bir ramazan başka hiçbir dinde ve ideolojide yoktur.

Ramazan Orucunun Nefis terbiyesindeki  Rolü

Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatları, mutlak ve ezeli olmasından, tam manası ile idrak ve ihata edilmesi imkansızdır. Bu yüzden insana birtakım nisbi ve farazi hisler takılmıştır. Bu hislerin veriliş gayesi ise; Allah’ın, mutlak ve mücerred olan isim ve sıfatlarının bir derece anlaşılması ve kıyaslanarak bilinmesi içindir. Yoksa bu nisbi ve cüz’i olan duygular, sahiplenilip, Yaratıcıya karşı meydan okuma aracı haline getirmek için verilmemiştir.

Bu manayı bir temsil ile izah edecek olursak: Çok zengin ve muktedir bir zat, emrinde çalışan iki işçiye, servet idare etmenin meşakkatini, tasarrufunun büyüklüğünü, zenginliğin birtakım lezzetlerini kendi haşmet ve ihtişamını anlatmak için, çok tesis ve fabrikalarından ikisinin idare ve gelirini, bir yıllığına emaneten onlara verir. Şart olarak da fabrikanın mülkiyeti, içindeki makinelerin eksiksiz geri verilmesi, kendi namına işlettirilmesi ve kendi ahlaki prensiplerine göre idare edilmesi gibi şeyleri o iki işçiye tembih eder.

İki işçiden birincisi, fabrikanın idaresini alır ve aynen O zatın direktifine göre hareket eder ve onun çok vasıflarını kıyas yolu ile anlar. Mesela der, “ben şu küçük tesisi idare ediyorum, şu zat ise binlercesini idare ediyor. Ben, şu kadar insanla uğraşıyorum, O binlercesi ile alakadardır. Şu tesisin gelirindeki zenginlik, şu onun mülkünün zenginliği, baş döndürür” der. o Zat’a olan sevgi ve saygısı artar ve hiçbir zaman da orada geçici ve emaneten bulunduğunu unutmaz.

Bu davranışı ile onun teveccühünü kazanır.  O zat da, onu çok büyük bir mükafatla ödüllendirir.
Diğer işçi ise, fabrikaya girer girmez, vaziyetini ve vazifesini unutur. Hemen fabrikanın isim tabelasını indirir, kendi ismini takar. İdarede O zatın ahlakına uymaz. Demirbaş olan makineleri haraç merac satar. Emanetçi ve geçici olduğunu hiç hatırlamaz. Asıl fabrika sahibini inkar eder ve ona meydan okur. Haddini aşarak temellük davasına sapar. Ayna olduğunu inkar eder. Mevhum olan, yani farazi olan hallerini gerçek telakki eder. Asıl fabrika sahibi olan zat da ona layık bir ceza ile onu cezalandırır.

İşte  bu misalde olduğu gibi; insanın vücudu bir fabrika gibidir. O zat ise; Cenab-ı Haktır. O iki işçi ise; biri mümin ve haddini bilen, temellük davasına sapmayan, benlik ve hislerini Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakta kullananları temsil eder. Diğeri ise; temellük davasına sapan, haddini aşan, kendine ait olmayan şeyleri kendine mal eden, firavun meşrep kafirleri temsil eder. O Zat’ın tembihleri ise; İslam’ın prensipleridir ve hakeza.

İşte oruç, insanın bu heva ve benliğini terbiye edip ıslah etmekte en önemli bir vasıtadır. İnsanı  firavunluğa götüren bu benlik ve hevanın, acizlik ve zayıflığını en güzel ihsas ettirecek şey oruçtur. Bu sebeple tasavvuf ve işrak felsefesinde, nefsin terbiye ve ıslahı sadedinde  riyazet, yani ağır perhiz önemli bir yer tutar. Bütün evliya ve asfiyalar da orucun kardeşi hükmünde olan riyazeti, nefsin ıslah ve terbiye edilmesinde kullanmışlardır.
Nefsin bu temellük (sahiplenme) ve benlik davasında, yılda hiç olmazsa bir ay oruç tutarak nefsin ıslah ve terbiyesinde gayret sarf etmemiz, kulluğumuzun ve Müslümanlığımızın bir gereği olarak üzerimize farz kılınmıştır.

Üstad Hazretlerinin, oruç ile nefis arasındaki münasebete işaret eden şu güzel ifadelerini de takdim ederek yazımıza son verelim:

Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

Hadisin rivayetlerinde vardır ki:

Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”

Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”

Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.

Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene? Ve mâ ente?”

Nefis demiş: “Ente Rabbiye’r-Rahîm., Ve ene abdüke’l-âciz.” Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim. Yirmi Dokuzuncu Mektup

Muaz İslam – sorularlarisale.com

İradeyi güçlendirmenin yolları nelerdir, Risalelerde bu konuda bilgi var mı?

Bir gemi için dümen ne ise, insan için irade odur. İnsan irade ile devamlı beyne mesajlar gönderir. Beyin net mesajlar ister. Kararsızlık insanı ruhen zayıflatır. Bir ordu komutanı askerlerine, “Şöyle yapsanız herhalde iyi olur.”; “Sanıyorum şöyle yapmanız gerekiyor” gibi ifadeler kullansa kimseyi harekete geçiremez. Başarılı bir komutan, net ifadelerle emir ve direktiflerini verir. Onun gibi, “Bugün şu kitabı okusam herhalde iyi olur.” “Sanıyorum ders çalışmam gerekiyor” tarzında kararlar alan birisi hedefe varamaz. “Mutlaka okumalıyım, çalışmalıyım” diyen birisi ise, adım adım hedefine ulaşır.

İnsanın fiilleri meyillerden doğar. Meyiller ise; akıl, duyu organları ve latifelerle beslenir. İnsandan güzel fiillerin meydana gelmesi, bütün bunların irade dümeni ile güzel şeylere yönlendirilmesiyle mümkündür. Mesela, diğer gün zor bir imtihanı olan talebe, “mutlaka başarmalıyım” diye başarıya doğru meyleder. Bu meyil, onu çalışmaya sevk eder. Kendisi ders çalışırken dışarıda oyun oynayan arkadaşlarını görse bile, iradesi buna engel olur, oyunu en azından imtihan sonrasına erteletir.

“Sabah saat beşte uyanmalıyım”
diyen birisi, saatini kurmasa bile o vakitte uyanır. Saatini sabah beşe kuran, fakat iradesini buna yönlendirmeyen ise, çalan saati duymayacaktır.

Kuvvetli bir evlenme isteği içinde olan bir genç, aklının öne sürdüğü “bak, daha okuyorsun. Bir ev geçindiremezsin” gibi gerekçeleri dinler, evliliğini tehir eder. İmanlı birisiyse, nefse hakimiyet için oruç tutar, hayalen dahi olsa, müstehcen görüntülerden kaçınır. Eğer dini bir terbiye almamışsa, o kuvvetli evlenme meyli, onu gayr-i meşru yollara sevk eder.

Alışkanlıklar zamanla insan kalbinin derinliklerine kök salar. Öyle ki, kişi istese bile iradesini isteği dışında kullanır.

İlim zekâya, amel iradeye bakar. Sadece ilmî terbiye gören birisi, amelde çok falso yapabilir. Sözgelimi, sigara içen hemen herkes bunun zararlı olduğunu bilir. Fakat o sigarayı bırakmak, sadece ilim işi olmadığından, ancak kuvvetli bir irade gösterebilenler bırakmakta başarılı olurlar.

Kur’an-ı Kerim, sadece ilmin yetmediğini beyan sadedinde şunu ders verir:

“Onlara o herifin kıssasını oku ki, ona ayetlerimizi sunmuştuk da, o onlardan sıyrıldı çıktı. Derken onu şeytan arkasına taktı da, sapkınlardan oldu. Eğer dileseydik biz onu o ayetlerle yükseltirdik. Lakin o, yere (süfli şeylere) saplandı ve hevasının ardına düştü. Artık onun meseli, o köpeğin meseline benzer ki, üzerine varsan dilini sarkıtır solur, bıraksan yine dilini sarkıtır, solur. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan kimselerin meselidir.” (A’raf Suresi, 7/175,176)

Ayet, ilminin hilafına amel eden kötü alimi anlatmaktadır. Böylelerinin dalalete düşmesi bilmemekten değil, irade terbiyesinin olmayışındandır.

İslamiyet, insanları başıboş bırakmaz, onları yönlendirir. “Şu haramdır, uzak dur! Bu helaldir, istifade et!” der. Bu yönden baktığımızda, irade eğitiminin esasının dindarlık olduğunu söyleyebiliriz. Dine kuvvetli inanan birisi, iradesini dinin gösterdiği esaslar doğrultusunda kullanır, haramdan kaçar, helalden yararlanır. Dini bir terbiye almayan birisi ise, iradesinin dizginini nefis ve şeytana verir. Nefis ve şeytan, böyle kişilerin iradelerini şehvet tarlalarına, isyan bataklıklarına yönlendirir.

sorularlarisale.com

Sultan 2. Mahmud’un Aldığı Ders!

07Sultan Mahmud tebdil-i kıyafet yapıp gezerken tıkanan lağım kanalını açmakla uğraşan bir adamın konuşması dikkatini çeker. Adamın yaptığı iş çok müstekreh olduğu için Padişahın midesi bulanır.Tam bu esnada lağımcı küreği daldırır, çıkarır. Ortalığa fena bir koku yayılır. Bu kokudan lağımcı da etkilenerek seslenir: Yeter artık be kör nefis! Şimdi seni bu pislikten daha kötüsünün içerisine sokarım.”, der.

Sultan hayretle yanındaki adamına sorar:

Bu adamın söylediğini işittin mi?

İşittim efendim.

Kendisi dizlerine kadar pisliğin içerisinde olduğu halde kör nefsi daha hangi pisliğe sokabilir ki?

Adamın işinin bitmesinin ardından takip ederler. Evine girip temiz kıyafetlerle çıkan lağımcı, esnaf kahvesine oturarak okkalı bir kahve ısmarlar. Sultan Mahmud ile yaveri Sait Efendi usulca yaklaşıp selam verirler. Lağımcı Usta masaya davet eder. Konuşma başlar:

Merhaba ağa.

Merhaba, buyurun der, iki kahve daha söyler.

-Çalıştığın yerden beri seni takip ediyoruz.

-Hayrola! Yapılacak bir iş mi var? Herkese sorun, Sarı Mehmet dedin mi herkes tanır beni.

-Hayır, bir işimiz yok ancak çalışma esnasında bir sözünü çok merak ettik. Demiştin ki: “Yeter artık be kör nefis! Şimdi seni bu pisliğin içerisine sokarım.”Halbuki sen zaten pisliğin içerisinde idin. Nefsi daha nereye sokacaksın ki?

Lağımcı gülerek cevap vermiş:

Ben zenaatlerin en pisini yapıyorum ama alnımın teri ile hayatımı kazanıyorum. İşim bitince de yıkanıp ağa oluyorum, kendi saltanatımın padişahı oluyorum. Sultan Mahmut bile bana vız gelir. Kokudan tiksindiğim vakit nefsime “seni bu pislikten daha kötüsüne sokarım”, sözümden muradım, “bir yere uşaklığa girerim, seni emir altına aldırırım” demektir. Şimdi anladınız mı?

Sultan, adamına işaret eder, o da bir kese altın uzatır, ama lağımcı itiraz eder,

Ben bir iş görmedim ki karşılığını alayım, der.

-Bu, iş karşılığı değil. Padişah ihsanıdır. Hani biraz önce Sultan Murad bile bana vız gelir demiştin ya, işte onun ihsanıdır.[1]

Nefsin firavunluğunu ve onun korktuğu tek noktayı anlatan bu hikayeyi manidar bulduğumuz için paylaşmak istedik. Emir altına girmek istemeyen nefsi, lağımcı Sarı Mehmet Usta, uşak olma, emir altına sokma tehdidi ile haddini bildirip, pisliğin içerisinde temizlenme dersi verir.

Fazla söze gerek var mı?

Mehmet Çetin

mehmetcetin.de

[1] Hilmi Yücebaş,  Ref’i Cevat Ulunay’ın Hayatı Hatıraları Eserleri, sh. 128, Arkın Dağıtım. 1968

Nefis Bir Diyet!

Bediüzzaman Hazretleri, Ramazan Risalesi’nde nefsin inatçılığıyla Allah’a itaatsizliğinin boyutundan ve orucun nefis üzerindeki etkisinden bahsederken, bir konuşmayı aktarır. Buna göre:

Rabbimiz (c.c.) nefse sorar:

  • Ben neyim, sen nesin?
  • Ben benim, sen de sensin.

Azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Cevap aynı:

  • Ene ene, ente ente.

Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azap vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene vema ente?” Nefis demiş:

  • Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben senin âciz bir abdinim.

Demek ki nefsimizi kontrol altına almanın yolu onu aç bırakmaktan geçiyor.

Bu konuşma Ramazan Risalesi’nde geçtiği için, buradaki “aç bırakma” ifadesi sadece “mide açlığı” olarak algılanabiliyor. Elbette ki bu doğrudur ama acaba bakış açımızı biraz genişletsek neler görürüz?

Meselâ şu soruyu sorsak: Nefis nelerden beslenir?

Bu sorunun cevabı, “Nefis nelerden hoşlanır?” sorusunun cevabı ile aynıdır:

Oyun, eğlence, israf, isyan, kibir, gurur, inat, haset, dedikodu, gıybet, aldatma, yalan, laf taşıma; insanları kusurlu, hor, hakir görme; mal, mülk, makam, mevki, itibar, şöhret…

Bunlara kendimizi kaptırdığımız takdirde, nefsimizi besliyoruz demektir.

Yalnız burada bir parantez açmak icap eder. Mal, itibar, şöhret vb. sahipleri nefislerini besler demiyoruz. Zira Allah (c.c.) bunları istediği kuluna verebilir ve bunlarla imtihan edebilir. Ancak bu imtihana tabi olan kimselerin, her zaman, “Bu nimetler, Rabbimin ihsanı ve lütfudur.” demeleri gerekir. Bunları hedef alıp, asli vazife olan kulluğu ihmal edecek derecede bunların peşinde koşmak, nefsin hoşuna giden işlerdir.


Kabaca nefsin bazı özelliklerine de bakacak olursak, görürüz ki:

Nefis, fıtratı gereği, o andaki bir gram lezzeti gelecekteki bir ton lezzete, gelecekteki bir ton sıkıntıyı da o andaki bir gram sıkıntıya tercih etme eğilimindedir. Bu nedenle ahirette vaat edilen bir ödül veya karşılaşacağı bir ceza, onun için çok uzaktadır.

Nefis, başına buyruk hareket etme eğilimindedir. Emir almaktan hoşlanmaz. İbadetler de emir sınıfından olduğu için, onlar da lezzet aldıkları arasında değildir.

Nefis için önce kendisi vardır. Paylaşımcı değildir.

Nefis arzuları ile hareket eder. Aklı ile değil keyfi ile karar verir.

Bu özellikleri ile bakıldığı zaman nefsi insanlara değil, daha aşağı bir hayat mertebesinde bulunan hayvanlara benzetmek daha uygun olur.

Bir kediyi veya köpeği beslenirken hiç gördünüz mü?

Peki, beslenirken rahatsız edildiklerinde verdikleri tepkiyi hiç gördünüz mü?

Görmediyseniz uyaralım. Araya aşamayacakları bir engel koymadan bunu denemeyin.

Nefis de beslenirken aynı durumda olur. Dikkat ederseniz yukarıda saydıklarımızdan bir veya birkaçıyla beslenen bir nefis, rahatsız edildiğinde, aynı yemek yerken rahatsız edilmiş kedi, köpek gibi saldırganlaşır, asabileşir. Kendisini rahatsız eden neyse, ondan kurtulmaya çalışır.

Oyun ve eğlencedeyken duyulan ezan,

tam ziynetler dişe dokunur miktara geldiğinde istenen, fakirlerin kırkta birlik payı,

tam da işimizi halledecek sözü söyleyecekken karşımıza çıkan “yalan haramdır” yasağı,

bir tanıdığımızın yeni aldığı ama kendisine hiç yakışmamış olan giysisini tam anlatacakken karşımıza çıkan “gıybet edilenin ölüsünün etini yeme” ikazı…

Bu gibi durumlar, nefsi beslenmekte iken rahatsız eden durumlardır ve nefis bu durumlardan hiç de hoşnut olmaz.

Şu örnek de beslenmiş bir nefsin ne kadar ileri gidebileceğini gösteren, yaşanmış muazzam bir olaydır:

Binlerce yıl melekler arasında bile itibar görmüştü İblis. Onlara hocalık yaptığı bile söylenir.

Gel gör ki, bir gün Rabbi ona, ondan daha üstün bir halife yaratacağını bildirip, yaratacağı bu halifeye secde etmesini emretti.

O noktada nefsi devreye girdi. O zamana kadar beslendiği gıdalar tehlikeye giriyordu. Artık en itibarlı o olmayacaktı. Belki eskisi gibi kendisine hürmet edilmeyecekti.

Böylece, yemekte rahatsız edilen bir köpek gibi saldırganlaştı. İşin sonunu isyana kadar da götürdü. Sonuçta, hem Rabbine asi hem de kıyamete kadar Halifesine düşman oldu.

Görüldüğü gibi, mal, şöhret, makam, itibar vb. nimetler, eğer gerçekten Allah’tan (c.c.) geldiklerine inanılmıyorsa, nefis için besin kaynağı oluyorlar. Bu nimetleri kendinden bilen bir nefis, zamanı geldiğinde bunlardan ayrılmayı reddediyor ve direniyor. Son örnekte görüldüğü gibi de, besili bir nefis için bu direncin bir sınırı yok.

Özetle:

Nefis ne kadar besiliyse, verdiği tepki de o derece büyük olmaktadır. Aza kanaat etmeye alıştırılmış bir nefis daha uysal olabilir, fakat obez bir nefis başa beladır.

Bu yüzden nefislerimizi obeziteden korumalı, -terbiye için beslenen vahşi hayvanlar gibi- sağlıklı beslenmesine dikkat etmeliyiz.

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr/

Cevherden Mücevhere..

Bir kuyumcu vitrinini süsleyen altın takıların nasıl yapıldığını, o güzel şekillere nasıl kavuştuklarını hiç düşündük mü?

En başta sadece kuyumcu ve cevher vardır. Sonra kuyumcu cevhere vereceği şekli belirler. Modele göre kullanılacak yöntem de farklılık gösterir. Bazı modeller için maden sıvı hale gelene kadar ateşle muamele edilip, yani eritilip kalıplara dökülür, bazı modeller için tabaka kesilip çekiç ve testere gibi aletlerle şekil verilir. Bazı modeller içinse altın haddeden geçirilip tel haline getirilir.

Bütün bu yöntemler cevhere zulümmüş gibi görünse de, neticede vitrinin önünden geçerken insanların (özellikle hanım kısmının) dönüp bakacağı bir mücevher olur.

Rabbimizin de bizim için belirlediği bir model var. Elimizdeki cevheri dönüştürmemizi istediği bir mücevher var.

Eninde sonunda da o şekle geleceğiz. Ya bu dünyada ya da öbüründe…

Önce, kendimizi biz şekillendirelim diye bizi bu dünyaya göndermiş. Nasıl bir şekil istediğini de 1400 yıl önce indirdiği kitapta tarif etmiş. Yetmemiş, örnek modelleri ve son mükemmel modeli de önümüze koymuş “buna benzeyeceksiniz” demiş.

Kuyumcuların altın cevherini şekillendirmekte kullandığı araçlar gibi araçları da ihmal etmemiş elbette.

Acaba içimizdeki cevheri bir mücevhere dönüştürmemizi sağlayacak bu araçlar neler olabilir?

Bu araçlar, başta nefsimiz ve tabi tutulduğumuz imtihanlardır.

Nefsimizle mücadelemizde başarılı olup imtihanları da geçebilir, sonunda kendimizi kuyumcuya beğendirebilirsek güzel ve değerli modellerin bulunduğu vitrin ve tezgâhlarda kendimize bir yer bulabileceğiz. Yalnız burada birinci şart kuyumcunun beğenmesi.

Ya model eğri, yamuk ve bozuk olursa?

O zaman, hurdaların arasında yeniden işleme tabi tutulmaya…

Ama bu defa kendini düzeltme şansı yok, o fırsat gitti. Düzeltme kuyumcunun yöntemleriyle…

Kâh potada erimeye kâh çekiçle ezilmeye kâh haddeden geçmeye. Ama sonuçta o şekle gelinecek. Cennete girecek olgunluğa ulaşmadan cennete giriş yok.

Cennetle ilgili düşünüp hayal kurarken çoğumuzun gözden kaçırdığımız bir nokta vardır. Bu dünyada yasak olan şeyleri orada serbestçe yapabileceğimizi düşünürüz. Hatta buradaki bazı hesaplarımızı, kinlerimizi oraya taşıyacağımızı zannederiz.

Düşünmeyiz ki bu dünyaya o kinleri, o kötü düşünceleri budamak için gelmişiz.

Düşünmeyiz ki o özellikler cennete lâyık özellikler değil ve cennete giremez.

Düşünmeyiz ki cennetin yolu onlardan kurtulmaktan geçiyor.

Düşünmeyiz ki o eğrilikler ya burada düzelecek ya da orada düzeltilip öyle gidilecek cennete.

Nasıl düzeltileceği de malûm. Ateşle, çekiçle, haddeyle.

Evet, çeşit çeşit azaplar var cehennemde. Hani herkes ateşini dünyadan kendisi getirir denir ya! Bazen dünyada düzeltilmeyen eğrilikler, orada bizatihi azap olur insana.

Meselâ, sadece cennetin varlığı bile cehennemdeki insan için azaptır. Cennet olmasa cehennem azap vermez (*)

Nasıl mı?

Bilir ki, kendisinin içinde bulunduğu sıkıntılı hâle karşılık bazıları cennette sefa sürmektedir. Bu dayanılacak bir şey değildir onun için. Hâlbuki bu haset düşünce cennette bulunamayacağı için belki sahibinin orada olma sebebidir. Dünyadayken kendinde olmayan şeylere sahip kimselere karşı sabır ve tevekkül yerine kin güttüğü için ve bu vasfını dünyada bırakmayıp ahirete taşıdığı için oraya atıldığını anlayana ve bundan vaz geçene kadar azap devam edecektir.

Ayrıca başka suçlardan orada olan için de cennetin varlığı azaptır. Orada olmasına sebep olan suçu neyse, eğer zamanında o suçu işlemese veya tövbe etse belki cennette olacağını bilmek ve bunun yol açtığı pişmanlık, insan için hafife alınamayacak bir azap olsa gerektir.

Yukarıda bahsettiklerimizden, eğrilikleri düzeltilen, suçlarının cezasını çeken insanın eninde sonunda cennete gideceği gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu sonuca şöyle bir düzeltme gerekir ki: Bu bahsettiğimiz durum dünyada iken doğru şekilde iman edenler için geçerlidir.

İmanı olmayanlar için maalesef cevherden bahsedemiyoruz. Dünyada oldukça gösterişli bir takıya dönüşseler bile kuyumcu vitrininde yer alamazlar. Çünkü orada ancak altın takılar sergilenir. Onların yeri seyyar tezgâhlar ve ucuz mal satan dükkânlar olabilir ancak. Yani bu güzel vasıflarından dolayı mutlaka bir karşılık elde etseler bile dünyada iken Allah’ı inkâr eden için dünya hayatı bittikten sonra hiçbir şekilde cennete giden bir yol yoktur.

Rabbimiz bizi ve sevdiklerimizi doğru ve kâmil imandan ayırmasın.

(*) Hutbe-i Şâmiye Hikmet Pırıltıları #78

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr/