Etiket arşivi: niyazi Beki

İstikbal İslam’ındır-3 : Risale-i Nur’dan Müjdeler

1-Bediüzzaman’ın Müdellel Ümidi:

Bediüzzaman hazretleri, (31 Mart hadisesinden bir müddet sonra)Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır. Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te,Şeyh San’an Tepesi’ne çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

-Niye böyle dikkat ediyorsun?

-Bedîüzzaman der: Medresemin plânını yapıyorum.

-O der: Nerelisin?

-Bedîüzzaman: Bitlis’liyim.

-Rus polisi: Burası Tiflis’tir!

-Bedîüzzaman: Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.

-Rus polisi: Ne demek?

-Bedîüzzaman: Asya’da âlem-i İslâm’da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişa’a başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.

-Rus polisi: Heyhat! Şaşarım senin ümidine.

-Bedîüzzaman: Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.

-Rus polisi: İslâm parça parça olmuş?

-Bedîüzzaman: Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir… Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını âfâk-ı kemalâttatemevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev’-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.”(1)

2) Ümitsizlik Müslümanların kalbine saplanan bir hançerdir

Ümitsizliğin nasıl bir ölüm fermanı hükmünde olduğunu görmek için Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki tespitlerine kulak vermek yeterlidir:

“İkinci Kelime ki; müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş.

Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me’yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş.

Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu kendi tenbelliğine özür zannedip “Neme lâzım” der, “Herkes benim gibi berbaddır” diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ(Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin)kılıncı ile o yeisin(ümitisizliğin) başını parçalayacağız.”(2)

3)Âhirzamandan haber veren mühim bir hadîs:

لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهِ

Ramazan-ı şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadîs-i şerif hatırıma geldi. Belki Risale-i Nur şakirdlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi. لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى (şedde sayılır, tenvin sayılmaz) fıkrasının makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırk iki (1542) ederek nihayet-i devamına îma eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz altı (1506) edip, bu tarihe kadar zahir ve aşikârane, belki galibane; sonra tâ kırk ikiye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın îma eder. وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

حَتَّى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهِ (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırk beş (1545) olup, kâfirin başında kıyamet kopmasına îma eder.

لاَ يَعْلَمُالْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰه

Fatiha’da “sırat-ı müstakim” ashabının taife-i kübrasını tarif eden اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ fıkrası, şeddesiz bin beşyüz altı veya yedi (1506-1507) ederek tam tamına ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ fıkrasının makamına tevafuku ve manasına tetabuku …bu hadîsin îmasını teyid edip remz derecesine çıkarıyor.(3)

“…aynen bu اَلَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ bin beşyüz altmış bir (1561) makamıyla, hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ bin beşyüz altmış (1560) makamıyla iştirak edip, o taife-i azîmenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mana-yı işarî ve cifrî ile gösterirler. Ve Fatiha ve hadîsinirae ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrüb edip, farklı bir derece tevafuk ederler ve manalarıyla da tam tetabuk ederek, parlak bir lem’a-i i’caz-ı gaybiyeyi gösteriyorlar”(4)

4)İslam medeniyetinin hâkim olması bir zarurettir.

“Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisad ve kanaat esasını bozup, israf ve hırs ve tama’ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zayi’ ediyor. Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû’-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla; intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü i’dam-ı ebedî suretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi cehennem azabı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’an-ı Hakîm’indörtyüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üçyüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dörtyüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü, i’dam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi; dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi rahmet-i İlahiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.”(5)

5) Rus da dinsiz kalamaz

İki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz, geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikatadayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna’ eden Kur’an ile bir musalaha veya tâbi’ olabilir. O vakit dörtyüz milyon ehl-i Kur’an’a kılınç çekemez.”(6)

Son olarak âlem-i misalde o meclis-i münevverin asrın müceddidine verdiği müjdeyi Risale-i Nur’dan okuyalım;

“Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır!.” (7)

Doç. Dr. Niyazi Beki – Nurdan Haber

Dipnotlar

1-Tarihçe-i Hayat, 78-79

2-Hutbe-i Şamiye, 43-44

3-Kastamonu Lahikası, 27-28

4-Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 54

5- Emirdağ Lahikası-2, 100-101

6-Emirdağ Lahikası-2, 72

7-Sünuhat-Tuluat-İşarat, 50

İstikbal İslamındır 2: Hz. Peygamberden Beşaretler

Aşağıdaki hadis rivayetlerinde bazı beşaretleri görüyoruz:

a)Ahir zamandaki ceberutlar yıkılacak, barış gelecek

تكون النبوة فيكم ما شاء الله أن تكون ثم يرفعها إذا شاء أن يرفعها ثم تكون خلافة على منهاج النبوة فتكون ما شاء الله أن تكون ثم يرفعها إذا شاء الله أن يرفعها ثم تكون ملكا عاضّاً فيكون ما شاء الله أن يكون ثم يرفعها إذا شاء أن يرفعها ثم تكون ملكا جبريا فتكون ما شاء الله أن تكون ثم يرفعها إذا شاء أن يرفعها ثم تكون خلافة على منهاج النبوة

(أخرجه أحمد (30/355 حديث 18406)، والبزار والطبراني في الأوسط (6577) ، ورواه أيضًا الطيالسي والبيهقي في منهاج النبوة، والطبري ، و صححه الألباني في السلسلة الصحيحة، وحسنه الأرناؤوط)

Hz. Peygamber şöyle buyurdu:“Sizde nübüvvet Allah’ın dilediği kadar kalır sonrasında kaldırılır. Sonra peygamberlik metodu üzerine hilafet dönemi gerçekleşir ve o da Allah’ın dilediği kadar kalır sonra kaldırılır.  Sonra ısırıcı bir saltanat dönemi zuhur eder ve bu dönem de Allah’ın dilediği kadar ayakta kalır ve Allah dilediğinde onu da kaldırır.  Ardından eşedd-i zulüm ve isitbdad dönemi ( totaliter rejimler dönemi) baş gösterir ve o da Allah’ın dilediği kadar kalır ve Allah dilediğinde onu da kaldırır. Sonra peygamberlik metodu üzerine hilafet dönemi gelir ve Allah dilediği kadar onu ayakta tutar …”(bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 30/355, h.no: 18406; Taberani – Evsat- h.no: 6577).

Bu hadisi Bezzar, Tayalisi, Beyhaki ve Taberi de rivayet etmiştir. Nasirüddin Elbani de “Silsiletü Sahiha”sında bu hadisin sahih olduğunu bildirmiş ve kitabın tahkikini yapan El-Arnavud da bunu benimsemiştir.

b)İsrail Devleti hezimete uğrayacak

” لَا تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى يُقَاتِلَ الْمُسْلِمُونَ الْيَهُودَ، فَيَقْتُلُهُمُ الْمُسْلِمُونَ حَتَّى يَخْتَبِئَ الْيَهُودِيُّ مِنْ وَرَاءِ الْحَجَرِ وَالشَّجَرِ، فَيَقُولُ الْحَجَرُ أَوِ الشَّجَرُ: يَا مُسْلِمُ يَا عَبْدَ اللهِ هَذَا يَهُودِيٌّ خَلْفِي، فَتَعَالَ فَاقْتُلْهُ، إِلَّا الْغَرْقَدَ، فَإِنَّهُ مِنْ شَجَرِ الْيَهُودِ )رواه الشيخان وذكره السيوطي في صحيح الجامع الصغير-2977(

“Müslümanlar Yahudilerle savaşmadan kıyamet kopmaz. (Bu savaşta)Müslümanlar Yahudileri öyle öldürecekler ki Yahudi taşları/ kayaların ve ağaçların ardına saklanacaktır. Fakat -Bir Yahudi ağaca olan Ğarkad dışındaki- taşlar ve ağaçlar(bir mucize eseri olarak) : ‘Ey Müslüman! Ey Allah’ın kulu! Arkamda Yahudi var, gel onu öldür!’ diyecektir.”(bk.Buhari, h.no:2925; Müslim, h.no:82; Suyuti, el-Cami’s Sagir, h.no: 2977.)

c)Ahir zamanda müminler bozulmuş düzenleri ıslah edecek

بَدَأَ الإِسْلامُ غَرِيبًا ، وَسَيَعُودُ كَمَا بَدَأَ غَرِيبًا ، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاء) رواه مسلم في صحيحه وأحمد في مسنده وزاد فيه  قيل يارسول الله من الغرباء؟ قال: (الذين يصلحون ما أفسد الناس

“İslam garip olarak zuhur etmiş ve başladığı gibi yine garip olarak dönecektir. Gariplere müjdeler olsun.  ‘Onlar kimdir ya Resûlullah?’ sualine karşı da Efendimiz : “İnsanların bozduklarını düzelten, ıslah eden kimselerdir’ buyurmuşlardır.  (Ahmed Bin Hanbel, Müsned, 2/389)

Merhum allame Elmalılı Hamdi Yazır Efendi, Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirinde, Neml suresi, 93. ayet-i kerimesini tefsir ederken bu hadisi nakledip, hadisten anlaşılması gereken manayı şöyle izah eder; “Bu âyetin işaretine göre İslâm’ın istikbali gece değil, gündüzdür; sönük değil, parlaktır. Arasıra basan gece karanlıkları, onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu mânâ, bilinen bir hadis-i şerif ile şöyle açıklanmıştır: Bu h a disteki fiilini birçok kimseler mânâsına nakıs fiil kabul ederek: “İslâm garib olarak başladı (veya zuhûr etti), yine başladığı gibi garib olacak.” diye yalnız korkutma şeklinde anlamış, bundan ise hep ümitsizlik, yayılmıştır. Halbuki Kâmus’ta gösterildiği üzere “âde” fiili de olduğu gibi dönüp yeniden başlamak mânâsına da gelir.

Bu hadiste de böyledir. Yani “İslâm garib olarak başladı (veya ortaya çıktı) ileride yine başladığı gibi garib olarak tekrar başlayacak (yahud yeniden doğacak) ne mutlu o gariblere” demektir. Hadisin sonundaki “fetûbâ” onun korkutmak için değil, müjdelemek için olduğunu gösterir, gerçi bunda da dönüp garib olma korkusu yok değil, fakat sönmeyip yeniden başlaması müjdesi vardır.

İşte “fetûbâ lilgurabâ” müjdesi de bunun içindir. Çünkü onlar “önce geçenler” gibidirler. Bundan dolayı hadis de ümitsizliği değil müjdeyi ifade eder.”

-devam edecek-

Doç. Dr. Niyazi Beki – Nurdan Haber

Bediüzzaman’ın gözüyle ANALİTİK DÜŞÜNCENİN ANALİZİ

Herhangi bir konuyu doğru bir şekilde ortaya çıkarmak için analitik bir düşünceye başvurmak gerekir. Çünkü araştırmaya muhtaç olan bir meselenin doğruluğu ancak objektif bir analizle mümkündür. Ancak bu analizin doğru yapılması, analitik düşüncenin doğru kullanılması da büyük önem arz etmektedir.

Tetkik ve tahkik edilen konu ister dinle alakalı olsun, ister sosyal içerikli olaylarla ilgili olsun fark etmez.

Bediüzzaman hazretlerine göre,  analitik düşünce tarzı iki şekilde cereyan edebilir.

Birincisi: herhangi bir konunun gerçekliğini ortaya çıkarmak için yukarıdan aşağıya/ana kaynaktan tali derecedeki şubelere doğru bir inceleme metodunu kullanmaktır. Bu tarz bir araştırma ve inceleme esnasında hakikatler gittikçe parlamaya ve kesin hatlarıyla ortaya çıkmaya başlar.

İkincisi: herhangi bir konuyu aşağıdan yukarıya/tali yollardan ana caddeye, dağınık şubelerden ana kaynağa doğru bir metot takip etmektir. Bu metotla işin gerçek yüzünü bulmak zorlaşacağı gibi, farklı detayların ortaya çıkardığı değişik şekiller gittikçe hakikatin yüzünü karanlığa gömmeye başlar(bk. Asar-ı Bediiye, 589).

Meselâ: Tatlı leziz bir su var. Onun da bir menbâı, bir ana kaynağı var. O menba’dan ise, bin­ler cetveller, arklar, pınarlar çıkar. Şubeleri çok yerlerde dolaşır ve bu şubelere, bu arklara bazen ana kaynağında olmayan bazı pis maddeler bulaşabilir.

İşte eğer bir adam, bu suyun durumunu tetkik ederken, öncelikle onun asıl menbâ’ına gitse, onun su­yunu tatsa ve tatlılı olduğunu damak ve dimağının gözleriyle görse, bu kaynaktan çıkan su cetvellerinin de aynı tatlı suyu taşıdığına kesin kanaat getirir. Aksi bir delil olmadığı sürece, ilgili su arklarının temizliğine inanmaya devam eder.

Şayet kaynağının tatlı olduğunu gördüğü bir su cetvelinde, bir arkında, bir şubesinde bir farklılık/tatsızlık görse, buraya daha sonra bazı yabancı maddelerin karıştığına hükmeder. Ve bu cetvelin, bu şubenin bulanık olması asıl kaynağının temizliği konusunda zihnini bulandırmaz ve aklını vesveseler yoluyla şüpheye düşürmez.

Buna mukabil, şayet bir kimse bu su hakkında analiz yaparken, ana kaynaktan değil de, tali derecedeki şubelerden, arklardan başlasa, bu takdirde bu cetvellerden birinde bulanık veya tatsız bir su görse, suyun kaynağının da böyle olduğuna dair zihninde tereddütler belirmeye başlar. Bir de eğer birden fazla arklarda temiz su bulamazsa, tamamen zihni bulanmaya başlar ve menba’daki suyun da bu türden olduğuna kanaat getirir.

İşte bu misal gibi, İslam’ın temel kaynağı Kur’an’dır. Kur’an’ın kaynağındaki temel unsurlar ise, tevhit, nübüvvet ve haşirin ispatı ile adaletin tesis edilmesidir. Bu dört temel unsurun ispat ve tespiti ise, Kur’an’ın semavi kimliğinin ispatına bağlıdır. Eğer bir kimse İslam hakkında samimi olarak bir araştırmada, onun hak ve hakikat olduğuna dair bir incelemede bulunurken, işi kaynağından, yani İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an-ı Hakîmden başlasa, kırk yönden mucize olduğunu, altı yönden de  kutsi, ilahi bir kitap olduğunu idrak etse, kuvvetli bir imana sahip olur, kalbi inşirah eder, gönlü hakikatlere açılır.  Bundan sonra, feri meselelerden birini veya bir kaçının hikmetini kavramazsa, yine imanında tereddüt yaşamaz.

Buna mukabil, şayet bu adam İslam havuzunun kaynağı olan Kur’an’ın mahiyetini, semavi kimliğini öğrenmeden, detaylara dalsa, hikmetini bilmediği her mesele, kendisine şüphe yolunu açar ve imanını sarsar. Bundan sonra, İslam kaynağının şubeleri olan o feri meselelerin hikmetini öğrenmek her zaman mümkün olmayabilir. Burhan/delil her zaman kolay ele gelmez. Cahil nefsin, kör hissiyatın bu yanlışını pekiştirmek için şeytan da boş durmaz. Bu kişinin kafasını tamamen bulandırmak için ikide bir onu hikmetini bilmediği konularla yüzleştirir ve cehaletinden istifade ederek onu şüpheye düşürür. (krş. Lemaat).

Bu konuda Bediüzzaman hazretlerinin verdiği bir misali hatırlamakta fayda vardır:

“Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez. İşte hakaik-i imaniye(ve bunların temel kaynağı olan Kur’an-ı hakîm) o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. “İşte, bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde bir şey yoktur.” der kandırır”(Lemalar, 89).

-Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, bir kimse –mesela-: Kur’an’da bildirildiği gibi, Allah’ın sonsuz merhamet ve adalet sahibi olduğunu tam öğrenip hazmetmeden, feri meselelere dalıp bu sıfatları orada –örneğin: İslam’da kölelerin durumunu, recim konusunu, Afrika’daki açların durumunu nazara alarak bu sonsuz merhamet ve adaleti arayıp bulmaya çalışması çok yanlış bir metottur. Çünkü herkesin aklı, bilgisi, feraseti her şeyin hikmetini kavramaya izin vermez. Hikmetini kavramadığı için de Allah’ın adaleti ve merhameti konusunda şüpheye düşer, imanı sarsılır. Halbuki bir insan eğer bu sıfatları Kur’an’a olan imanı çerçevesinde değerlendirip bu kaynağa bağlı olarak düşünce dünyasına yerleştirirse, sosyal olayları bu imanına göre değerlendirecek, hikmetini bilmediği hususları Allah’ın ilmine havale edecektir. Bununla beraber, sağlam bir imana sahip olan kimsenin Allah’a karşı beslediği müspet duyguları kolay kolay tersine dönmeyecektir. Çünkü kaynağa bağlı olarak gelişen iman-ı tahkiki tereddütlere mahal bırakmayacaktır.

-Son olarak Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadelerine yer vermekte fayda mülahaza ediyoruz:

“Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selamet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir. Çünkü bunlar, Risale-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkiki derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemal-i hikmetini, cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemal-i teslimiyet ve rızayla, rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler. İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risale-i Nur’un imanî ve Kur’ani derslerinde bulabilirler ve buluyorlar”(Kastamonu, 123).

Doç. Dr. Niyazi Beki

nurdanhaber.com

Kur’an Bize Yeter Mi? – II

Aslında bu konuda fazla söze hacet yok; aşağıda mealleri verilen ayetlerde “Hz. Peygamberin sünnetinin” önemine işaret eden ifadelere bakmak yeterlidir.

“Hakikaten, Allah’ın Resulünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir numune/örneklik vardır.” (Ahzab, 33/21) mealindeki ayette Hz. Peygamberin hayatı nazara verilmektedir. Hayatı ise özellikle sünnetin kaynağı ve hadislerin konusudur.

“Peygamber size her ne getirirse onu alın, sizi neden menederse ondan da sakının.” (Ahzab, 33/21) mealindeki ayette, Kur’an’ın dışında Hz. Peygamberin emir ve yasaklarının da bir teşri kaynağı olduğuna işaret edilmiştir.

“Kim Resûlullah’a itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 4/80) mealindeki ayette, Hz. Peygamberin emir ve yasaklarına riayet etmenin gereğine, onun emir ve yasaklarına riayet etmek Allah’a itaat etmekle eşdeğer olduğuna dikkat çekilmiştir.

“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Kur’ân’ı ve Resûlullah’ın öğütlerini işitip durduğunuz halde ondan/peygamberden yüz çevirmeyin!”(Enfâl, 8/20)mealindeki ayette Allah’a itaat etmekle resulullah’a itaat etmenin aynı değerde olduğuna işaret edilmiştir. Nitekim: Allah ve resulüne itaat emredildiği halde, daha sonra “ondan yüz çevirmeyin” mealindeki ifadede yalnız Hz. Peygamber nazara verilmiştir. Bu da peygambere itaat etmek, Allah’a itaat etmek olduğunu göstermektedir.

“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve salihlerle birliktedir. İşte bunlar ne güzel arkadaştır!”( Nisâ, 4/69) mealindeki ayette de Allah’a ve peygambere itaat konusu aynı kefeye konulmuştur.

“Allah ve Resûlü, herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”(Ahzab,33/36) mealindeki ayette -meal olarak- yer alan “Allah ve resulünün verdiği hüküm” ifadesi, Hz. Peygamberin sünnetinin de bir teşri kaynağı olduğunu göstermektedir.

“Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.”(Nisâ, 4/65) mealindeki ayette ise, sünnetin ikinci teşri kaynağı olduğunu tereddüde mahal bırakmayacak kadar açık ifadeler kullanılmıştır.

Bütün bu ayetlerin ifadelerinde vurgulanan “resule itaat” hususu, sünnetin teşri kaynağı olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamberin söz, fiil ve takririnden(bir şeyi açıkça veya zımnen tasdik etmesinden) ibaret olan sünnetini bize kadara taşıyan kaynak ise hadislerdir. Hadisleri inkâr etmek dinin üçte birini inkâr etmek anlamına gelir.

Aşağıdaki hadislerde de sünnetin dindeki yeri ve önemi vurgulanmıştır.

“Sözlerin en hayırlısı, Allah’ın kitabı Kur’ân’dır; tutulup gidilecek yolların en hayırlısı da Muhammed’in (a.s.m) yoludur, sünnetidir. İşlerin en şerlisi de, sünnete muhalif olarak, sonradan ortaya çıkarılan bid’atlardır. Her bid’at da dalâlettir.”( Müslim, Cuma 43).

“Benim sözlerimi işitip, iyice belledikten sonra başkalarına ulaştıran kimselerin Allah yüzlerini ak etsin.”(Ebu Davud, ilim, 10; Tirmizî, ilim, 7).

“Ümmetimden herkes Cennet’e girecektir, girmemekte direten müstesna.” Ashab, “Girmemekte direten kimdir yâ Resûlallah?” diye sordular. Allah Resulü de şu cevabı verdi: “Bana itaat eden Cennet’e girer; bana isyan edense Cennet’e girmemek için ayak diretmiş demektir.”( Buhârî, İ’tisâm 2).

-Dinlediğim televizyondaki zatlar, özetle dediler ki; Sünnet Hz. Peygamberin vefatından 200-250 sene sonra –yazıyla kaydedilip-tedvin edilmiştir. Delil olarak da Buhari  gibi muhaddislerin vefat tarihlerini gösterdiler.

Cevabımız:

-Bu düşüncenin yanlışlığı izaha muhtaç olmayacak kadar açıktır. Yukarıda hadislerin yazılması konusunda ifade edildiği üzere, Hadisin yazılması Hz. Peygamberin hayatında başlamıştır.

Nitekim Buharî aşağıdaki hadisi “Takyidu’l-ilm=ilmi yazıya geçirme” başlığı altında vermiştir.

“Ebû Hureyre’den rivayet edildiğine göre;

Mekke’nin fethedildiği yıl Huzaa kabilesi, öldürülen bir adamlarına karşılık olarak Benî Leys kabilesinden bir adamı öldürdüler. Bu, Hz. Peygamber’e bildirilince o bineğine bindi ve şu konuşmayı yaptı:

“Allah Mekke’den öldürülmeyi (yahut fili) alıkoydu, onlara Allah’ın elçisini ve müminleri musallat etti. Dikkat edin! Mekke benden önce hiç kimseye helal kılınmamıştır, benden sonra da hiç kimseye helal kılınmamıştır. Dikkat edin! Mekke bana da yalnızca gündüzün bir anında helal kılınmıştır. Dikkat edin! İçinde bulunduğum şu anda Mekke haramdır. Onun dikeni kesilmez, ağacına balta vurulmaz. Yitiğini, sahibini aramak maksadı dışında kimse alamaz. Bir kimse Öldürüldüğünde (onun velisi) şu iki şeyden birini seçme hakkına sahiptir: Ya kendisine diyet ödenir, ya da öldürülenin yakınları kısas yaptırır”

Bunun üzerine Yemenli bir adam gelerek: Ey Allah’ın elçisi bunu (bu konuşmayı) benim için yazınız” dedi. Hz. Peygamber de “Bunu falan kimse(Ebu Şah) için yazınız” buyurdu(Buharî, ilim, 112). Bu sahih hadis rivayeti bizzat Hz. Peygamber tarafından hadislerin yazdırıldığının en açık delilidir.

– Daha önce de ifade edildiği gibi, Hadislerin hıfz edilmesi ve yazılması Hz. Peygamber zamanında başlamıştı. Ancak ezber ve dağınık yazıların bir araya getirilip kitap halinde düzenlenmesinin adı olan “Tedvin” işi daha sonra olmuştur. Bu işlem bile –iddia edildiği gibi, Hz. Peygamberin vefatından sonra 200-250 senelerinde değil, hicri birinci asırda (Hz. Peygamberin vefatından yaklaşık 80-90 yıl sonra)başlamıştır. Nitekim İslam kaynaklarının bildirdiğine göre, bu işi ilk defa Ömer b. Abdulaziz (ö.101/719) düşünmüş ve bütün vâli ve âlimlere mektup göndererek hadislerin yazıya geçirilmesini emretmiştir. Emrin gereğini ilk gerçekleştiren ünlü alim imam Zührî (ö.124/741) olmuştur(İbn Hacer, Fethu’l-Barî, 1/208).

-Dediler ki, “Sünneti Kur’an’a arz edin…” manasında bir hadis vardır. Yani bir hadisin ifadesinin kabul edilmesi için mutlaka aynı şeyin/veya bir benzerinin Kur’an’da olması gerekir.

Cevabımız:

Alimler bu hadis rivayetinin sahih olmadığını, hatta uydurma olduğunu belirtmişlerdir:

Bu hadis rivayetinin tamamı şöyledir: “Benden size gelen şeyi, Allah’ın Kitab’ına arzedin  Ona uygunsa, onu ben söylemişimdir  Ona uygun değilse, ben onu söylemedim ”

-Beyhakî, “el-Medhal ilâ Delâili’n Nübüvve” adlı eserinde şöyle der: 
“Hadisin Kur’an’a arz edilmesinin gereğine işaret eden hadis rivayeti sahih değildir, batıldır.  Batıl olduğu, hadisin kendisinden ortaya çıkmaktadır  Çünkü Kur’an’da, sünnetin Kur’an’a arz edilmesine dair hiç bir ayet yoktur ”( bk. Suyûtî, Miftahu’l Cenne fi’l İhticâc bi’s-Sünne,1/10).

  -İmam Şafiî  konuyla ilgili şöyle der: Rasûlullah’tan (a.s.m) gelen bazı hadisleri reddeden bir kimse bana şu hadisi delil olarak gösterdi: “Benden size gelen haberi Kur’an’a arz edin  Ona uyuyorsa, onu ben demişimdir  Uymuyorsa onu ben dememişimdir.”  O kimseye şöyle dedim: “Az çok rivayeti sahîh olan (muhaddislerden) hiçbir kimse bunu rivayet etmemiştir. Bu, meçhul bir kimseden gelen munkatı’ (senedi kopuk) bir rivayettir.  Biz ise böyle rivayetleri her hangi bir konuda delil olarak kabul etmeyiz” (Şafii, er-Risale, s.224-225).

Çağımızda en büyük hadis otoritelerinden biri kabul edilen Ahmed Muhammed Şakir de  İmam Şafii’nin sözlerini teyit sadedinde  şu görüşlere yer vermiştir: “Böyle bir bilgi ne sahih ne de hasen olarak bilinen herhangi bir kaynakta yer almamıştır. Konuyla ilgili rivayetlerin hepsi ya çok zayıf veya tamamen uydurmadır”(er-Risale, a.g.y-ilgili dipnot).

Hafız Heysemî de Taberanî’nin –el-Kebir’de- konuyla ilgili sözkonusu ettiği rivayetinin münker/kabul edilemez olduğunu vurgulamıştır(Zevaid,1/170).

Aclunî de değişik hadis otoritelerinden naklen bu hadisin uydurma olduğunu belirtmiştir(Aclunî, 1/86).

Görüldüğü gibi, bir yandan “rivayetlerin sağlamlığına” çok önem verdiklerini seslendiren hadis münkirleri, diğer taraftan alimlerin ittifakıyla zayıf/veya uydurma olan bir hadisi işlerine geldiği için delil olarak göstermekten çekinmezler.. Bu çifte standart bu kimselere karşı güveni sarsmaktadır.

Nitekim Bediüzzaman hazretleri de bu kimselerin güvenilmez olduğuna işaret etmek üzere şu ifadelere yer vermiştir: “Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bazı a’malin fazilet ve sevablarından bahseden ehadîs-i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim onların bir kısmına zaîf veya mevzu demişler. İmanı zaîf veenaniyeti kavî bir kısım da, inkâra kadar gitmişler.” (Sözler, 341 )

Aşağıda mealleri verilmiş hadis-i şeriflerde -anlayanlar için- güzel bir cevap vardır:

“Haberiniz olsun! Bana Kitab(Kur’an) verildi ve onunla birlikte onun bir misli/gibisi(sünnet) dahi verildi”(Ebu Davud, Sünnet,6).

“ Sakın herhangi birinizi –karnı tok-, koltuğuna kurulmuş olup, kendisine emir veya nehiylerimden bir şey gelip de ‘Biz, onu bilmeyiz; Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız.’ derken görmüş olmayayım”(Ebû Dâvûd, Sünnet, 6).

“Sizden koltuğuna kurulup hadislerimi reddeden kimse, Allah’ın yalnız Kitabıyla mı haramlarını bildirdiğini zannediyor! Şunu dikkatle belleyin ki, benim- vallahi- size vaaz ve nasihat ettiğim, emrettiğim yahut yasakladığım şeyler de  Kur’ân kadardır veya daha fazladır”( Ebû Dâvûd, İmare, 33).

“Şunu iyice belleyin ki, muhakkak ki Allah’ın Resulü’nün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.”(Tirmizî, ilim, 10).

İmam Malik’e atılan iftira

-Televizyonda seyrettiğim kimseler dediler ki;  Halife Harun Reşid İmam malik’ten Muvatta adlı kitabını bütün ümmete tamim edilmesini istedi. İmam  Malik,  (özetle) “Kur’an’ın yanında benim kitabımın  lafı mı olur?” dedi. Bu da onun Kur’an’ın yanında başka bir kitabın kaynak olmasını istemediğini gösterir.

-Cevabımız:

Eğer İmam  malik, hadislerin/sünnetin Kur’an’ın  yanında bir değerinin olmadığı kanaatinde idiyse, neden Muvatta adlı hadis kitabını yazdı? Bunun cevabı şüphesiz havada kalır.

İmam Malik’in  sözleri de konuşanın iddiasını destekleyecek şekilde değiştirilmiştir:

Bu hikâyenin doğrusu şudur:  İmam malik kendisi anlatıyor: Abbasi  halifesi  Ebu Cafer el-Mensur, hac ziyareti münasebetiyle (Hicaz’a geldiğinde) beni çağırdı. Sohbet ettik, bazı sorularına cevap verdim. Sonra şunları söyledi: “Senin yazdığın kitabın(Muvatta) hakkında bir düşüncem var.  Onun çoğaltılacak nüshalarından, İslam âleminin her bir şehrine bir nüshasını  gönderip, bundan böyle Müslümanların –başka âlimlerin görüşleriyle değil- yalnız onunla amel etmelerini emretmeyi düşünüyorum, çünkü ilmin aslı ve  kaynağını Medine halkının rivayeti ve onların ilmi olduğunu görüyorum”.  Ben de (İmam Malik) cevap olarak; “Ya Emîre’l-müminin!  Böyle bir şey yapmayın. Çünkü insanlar şimdiye kadar değişik rivayetler duymuş, farklı sözler işitmiştir. Her topluluk doğruluğuna inandığı ve onunla amel ettiği bir ilim kaynağı vardır. İnsanları doğruluğuna inandığı eski itikatlarından ayırmak, farklı bir yöne sevk etmek zor ve sorunlu bir iştir” dedim. Bunun üzerine halife: “Eğer sen de razı olsaydın bu dediğimi kesin olarak yapardım” dedi”( el-Muvatta, mukaddime, 1/77).

Görüldüğü gibi, bu hikâyede hadis rivayetlerinin Kur’anla karşılaştırılmış durumundan hiç bahsedilmemiştir. Yani İmam malik, “Kur’an bize yeter” düşüncesinde olduğu için değil, -İlimde tekelcilik, başka âlimlerin hukukuna tecavüz, başka  yorum ve içtihatların hakkına saygısızlık olacağını düşündüğü için Kitabının tamimini istememiştir.

Sonuç:

Bütün bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, Sünnet teşriin ikinci kaynağıdır. Hadisler ise sünnetin birinci kaynağıdır. Hadisleri inkâr etmek, sünneti inkâr etmek anlamına gelir. Sünneti inkâr etmek ise, dinin üçte birini inkâr etmek manasına gelir. Rabbim bize hakkı hak olarak gösterip ona tabi olmayı; batılı da batıl olarak gösterip ondan uzak durmayı nasip müyesser eylesin. ÂMİN..!

Doç. Dr. Niyazi Beki

nurdanhaber.com

Kur’an Bize Yeter Mi? – I

(Sünnete/hadislere ihtiyaç yok mu?)

Bir televizyon kanalında seyrettiğimiz iki ilim adamının –hadisler konusunda yaptıkları- bazı değerlendirmelerini seyirciler adına tashih etmeyi uygun gördük. Maksadımız, bağcıyı dövmek değil, üzümü yemek olduğundan, ilgili kanal ve şahısların isimlerini açıklamakta bir maslahat görmemekteyiz.

Asıl konuya girmeden önce şunu belirtmeliyiz ki; bu zatların ifadelerinden şunu iyice anladık ki; insanlar kendi meşreplerinin taassubundan kurtulamazlar. Kendi görüşlerini destekleyen en ufak bir emareyi bile büyük bir delil gibi kabul edip yansıtabilirler. Buna mukabil, fikirlerine ters düşen çok kuvvetli delilleri göz ardı etmekte bir sakınca görmezler. Oysa böyle bir tutum ilmî objektifliğe taban tabana zıttır.

Hatta bazen ince bir kurnazlıkla bazı âlimlerin ifadelerini esneterek kendi lehlerine olacak bir renge büründürebilirler. Bu tavır gerçekten –sadakat şuuru bakımından- dehşet vericidir.

Bir de şunu gördük ki; sünnet/hadis konusunda müspet ve menfi iki tavır vardır. Müspet tavır takınanlar, öncelikle hadislerin sahihliğini esas alır, sonra zayıf, mevzu/uydurma olanların ayıklanmasının gereğine işaret ederler. Menfi tutum içine girenler ise, sünneti-hadisleri öncelikle deforme kabul ederler, sonra da “varsa şayet sahih olanları kabul edebileceklerini” söylerler. Bu ikinci tavır, yüzlerce ilim ve takva sahibi İslam büyüklerinin kemiklerini sızlatan bir kadirbilmezliktir.

Bu kısa girişten sonra artık o kanaldaki zatların görüşlerini ve cevaplarını arz edebiliriz.

Kur’an sünnete/hadislere işaret etmektedir:

Hz. Peygamberin Kur’an vahyi ile ilgili temel iki görevinin olduğu Kur’anda beyan edilmiştir. Bunlardan birincisi Tebliğ; ikincisi ise Tebyindir.

Tebliğ: Kur’an vahyini,-ne fazla ne eksik- aldığı gibi insanlara ulaştırmaktır.

Tebyin ise: Kur’an’ın mesajını sözlü ve fiili olarak insanlara açıklamaktır.

Örneğin: “Peygamberin görevi yalnız tebliğdir”(Miade:99) mealindeki ayette tebliğ görevine vurgu yapıldığı gibi, “(Resulüm!) Sana bu zikri/Kur’an’ı indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar”(Nahl:44) mealindeki ayette de tebyin görevine işaret edilmiştir. Ayetlerin açıklaması, ya sözlü, ya fiili ya da takriri olarak yapılır. Bunlar sünnetin ta kendisidir.

Hadislerin yazılması:

Özetle şöyle dediler: “Hz. Peygamber buyurdu ki, ‘Kur’an’dan başka kimse benden bir şey yazmasın. Benden bir şey yazan varsa onu imha etsin.’  Bu hadis, İslam’da dini kaynağın yalnız Kur’an olduğunu gösteriyor.”

Cevabımız:
Evvela, bu hadisin varlığı hadisleri devre dışı bırakma çabalarına manidar bir cevap teşkil etmektedir. Çünkü eğer hadislerin yazılması gerçekten -kayıtsız ve kesin olarak- yasaklandıysa bu hadis nereden çıktı? Bununla nasıl istidlal edilebilir, nasıl delil olarak kabul edilebilir?

Bununla beraber, Ebû Saîd el-Hudrî’den gelen “Benden [Kur’an’dan başka] bir şey yazmayınız! Kim benden Kur’an’dan başka bir şey yazmışsa onu imha etsin” (Müslim, Zuhd,72) mealindeki bu hadis rivayeti tartışmalı bir rivayettir. Başta Buhârî olmak üzere, bazı âlimlere göre bu hadis mevkuftur; Ebû Saîd’in kendi beyanıdır. (İbn Hacer, 1/208); dolayısıyla Peygamber’e yanlışlıkla atfedilmiştir. Fakat âlimlerin çoğunluğunun kanaati, bunun Rasûl-i Ekrem’den rivayet edilen bir hadis olduğu yönündedir.

Âlimler bu yasaklamayı ifade eden hadis rivayeti ile, hadislerin yazılmasına izin veren ve fiilen yazıldığını gösteren sahih hadis rivayetlerinin arasını bulmak için, yasak ve ruhsatın gerekçelerini şu birkaç ihtimale dayandırmışlardır:

Birincisi; yasak emri, Kur’an’ın nazil olduğu ilk döneme aittir.  Yazmaya verilen ruhsat ise, daha sonraki zamanlara aittir.

İkincisi;  Hz. Peygamberin bu yasak emri, Kur’an’la birebir aynı sahife ya da levha üzerine hiçbir şeyin yazılmamasını hedeflemektedir. Çünkü aynı sayfada satır aralarına veya kenarlara yazılacak kelime ve cümleler, insana Kur’ân-ı Kerîm’denmiş gibi bir yanlış bir algı meydana getirebilir. Ruhsat ise, Kur’an’la aynı sayfada yazılmama durumuyla ilgilidir.

Üçüncüsü; yasak, hadisleri ezberlemeden sadece yazıya dökenler içindir. O zaman hem yazı yazanlar az, hem doğru yazanlar nadir olduğu için hadisleri ezberlemeden sadece yazıyla kaydedenlerin yanlış yazacakları endişesiyle yasak konmuştur. Ruhsat ise, ezber ile yazmayı birlikte yapanlara yöneliktir.

Dördüncüsü, hikmeti ne olursa olsun, Hz. Peygamberin yasak emri önceki zamanlara aittir, daha sonra verilen ruhsatla yasak hükmü nesh edilmiş, ortadan kalkmıştır.

Şu aşağıdaki bilgiler asr-ı saadette hadislerin yazıldığının belgesidir:

İslâmî kaynakların verdiği bilgiye göre, hadisleri Hz. Peygamber’den ilk duyup hıfzeden sahâbe neslinin bir bir aradan çekildiğini ve yerlerine kendileri gibi sünneti bilen hafızların bırakılmadığını, ayrıca bid‘atlerin de yayılmaya başladığını gören halîfe Ömer b. Abdulaziz (ö.101/719), bütün vâli ve âlimlere mektup göndererek hadislerin yazıya geçirilmesini emretmiştir. Emrin gereğini ilk gerçekleştiren ünlü âlim imam Zührî (ö.124/741) olmuştur (İbn Hacer, Fethu’l-Barî, 1/208).

Burada altı çizilmesi gereken nokta şudur: Zührî’nin gerçekleştirdiği faaliyet –devlet eliyle yaptırılan- resmi tedvîndir; daha önceleri fertler bazında gayri resmi kitabet/hadisleri yazıyla kaydetme ve tedvin etme işi hep var ola gelmiştir. Örneğin Amr b. el-‘As’ın (ö.63/682) bin hadisi ihtiva eden “es-Sahifetu’s-sâdıka”sı ile Hemmâm b. Münebbih’in (ö.101/719), hocası Ebû Hureyre’den aldığı hadisleri içeren 138 hadislik sahifesi bunlar arasında en meşhur olanlarıdır. (bk. Çakan, İsmail Lütfü, Hadis Edebiyatı, s.12)

Kaldı ki, Hz. Peygamber tarafından bizzat yazdırılmış olan bazı vesikalar, mektupların varlığı, yine –yukarıda iki örnek verildiği üzere- onun zamanında bazı sahabilerce yazılmış hadis sahifelerinin bulunduğu bu gün ilmî olarak ispatlanmış ve neşredilmiş bulunmaktadır. (bk. M. Hamidullah, el-Vesaiku’s-siyasiye; Çakan, a.g.y)

Bin hadis ihtiva eden “es-Sahifetu’s-sâdıka” sahibi Abdullah b. Amr b. As’ın anlattığı şu olay hadislerin yazıya geçirilmesine dair verilen izin bakımından manidardır:

“Resulullah’dan duyduğum her şeyi ezberlemek maksadıyla yazıyordum. Kureyş beni bundan nehyetti ve ‘Resulullah (a.s.m) hem kızgınlık hem sükunet hallerinde konuşan bir insan iken, sen ondan duyduğun her şeyi nasıl yazarsın?’ dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Resulullah’a arz ettim. Eliyle ağzına işaret ederek; ‘Yaz; canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz’ buyurdu.”(Ebu Davud, ilim,3)

Hz. Ebu Hureyre’nin şu ifadeleri de Hz. Peygamber zamanında hadislerin ezberlenmesi yanında yazıldığını da göstermektedir: “Resulullah’ın ashabı içinde Abdullah b. Amr hariç, benden daha fazla hadis rivayet eden kimse yoktur, Abdullah yazar, ben yazmazdım.” (Buharî, ilim, 39)

Başlangıçta –hadisin yazılması ile ilgili- görülen bazı tereddütler neticede ortadan kalkmış ve hadislerin yazıya geçirilmesinin cevazına fikir birliği sağlanmıştır. (İbn Salah, Ulumu’l-Hadis, s.161)

(Devam edecek)

Doç. Dr. Niyazi Beki

nurdanhaber.com