Etiket arşivi: nurcu

Dini sadece Diyanet İşleri anlatırsa ne olur?

Daniel Quinn‘in İsmail’de ‘çeşitlilik’ ve ‘hayat’ ilişkisi üzerine söylediği kıymetli birşey var. Diyor ki Quinn: “Çeşitlilik topluluğun kendisi için bir hayatta kalma faktörüdür. Yüz milyon türün meydana getirdiği bir topluluk, küresel bir felaket dışında, neredeyse herşeyden sağ çıkabilir. Bu yüz milyonun içerisinde dünya ikliminde yirmi santigrat derecelik bir düşüşten sağ çıkabilecek binlercesi olacaktır ki, bu değişiklik, kulağa geldiğinden çok daha yıkıcıdır. Bu yüz milyonun içerisinde dünya ikliminde yirmi santigrat derecelik bir artıştan sağ çıkabilecek binlercesi olacaktır. Ancak (daha başlangıçta) yüz veya bin türden oluşan bir topluluğun (böyle bir değişimde) hayatta kalma niteliği yok gibidir.” (Parantez içi açıklamalar bana aittir.)

Geçenlerde şahit olduğum bir tartışma nedeniyle bu ifadeler ister-istemez hatırıma geldi. Başlarken azıcık da ondan bahsedeyim: Taraflardan birisi diyordu ki: “Bu hoca eflasyonuna bir son verilmeli! İslam’ı sadece Diyanet İşleri personeli anlatmalı. Her isteyen hocalık yapmamalı!” Doğrusu bu işe taaccüp ettim. Çünkü aynı kişinin cuma hutbelerinden de şekva ettiğini hatırlamaktaydım. Neden mi şikayet ediyordu? Üslûbundan. Tesirsizliğinden. Sıkıcılığından. Suya sabuna dokunmayan mahiyetinden. Evet. Bu yönde şikayetlerini duymuştum. 

Muhatabı ise ‘otorite eleştirisi’ üzerinden farklı bir yöne gitmişti. Dini anlatacakları kontrol etmenin dolaylı yoldan ‘dini kontrol etmek’ anlamına geleceğini söylüyordu. Haklıydı. Fakat, yola aşk-ı tenkit ile çıktığı için, haklı bir çerçevede kalamıyordu. Büsbütün ‘kontrolsüzlüğü’ istiyordu. Bilimsel gelişmenin yegane kardeşi olarak hürriyeti tanıdığından (seküler ihtisası ona böyle öğretmişti) din konusunda da çözümü ‘özgürce tartışmakta’ görüyordu. 

Ona göre dinî konulardaki tartışmaların artması iyiye gidişti. Böylelikle din gelişiyordu(!) Ne enteresan değil mi? Fakat ben buna da taaccüp ettim. Çünkü o arkadaşın da kimi hocaların yaptığı açıklamaları (söyledikleri fıkhın en sarih/sıradan meselelerini tekrar etmekten ibaret olmasına rağmen) ‘bağnazlık’ olarak görerek öfkeyle yakındığını hatırlıyordum. Demek elinden gelse o da kontrol edecekti. Kontrolsüzlük arzusu katıldığı isimlere dairdi.

Buralardan da zihnim Münazarat‘ta denk geldiğim birşeye kaydı. Medrese, mektep ve tekkenin Medresetü’z-Zehra denilen bir yapıda birleştirilmesi gerektiğini ifade ettikten sonra diyordu ki mürşidim: 

“Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı dîdar edecektir. Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehra dahi o kasr-ı İlâhîyi haricen temsil edecektir.” Bir sayfa öncesindeyse bu ‘birleştirmenin’ ilk faydası olarak şunu zikrediyordu: “Medârisin tevhid ve ıslâhı…”

Sanıyorum ‘birleştirme/tevhid’ kelimesinin gelebildiği birkaç anlam var. Anlaşmazlıklar da en çok buradan çıkıyor. Bunlardan ilkinde ‘birleştirme’ aslında bir ‘tekilleştirme’ manası içeriyor. Yani norm alınan ‘bir’ haricinde geri kalan herşey eleniyor. Dışlanıyor. Sistem dışına atılıyor. Budanıyor. ‘Anormal’ ilan ediliyor. Bu tür bir birleştirme ‘kendinden gayrı herşeyi dışlayan’ bir birleştirme. Tahtie. Aslında bir tekilleştirme. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile edindiğimiz bugünkü eğitim sistemi kelimenin daha çok bu anlamına bakıyor.

Kelimenin ikinci anlamıysa ‘buluşturma’ mahiyetinde. Yani biz ‘farklılıkların buluşturulmasına’ da bir tür ‘birleştirme’ diyoruz. Buradaki birlik ‘aynılık’ değil ‘beraberlik.’ Tekillik değil de ittihad. Veya ittifak. Veya kardeşlik. Veya musavvibe. Herhangi bir zeminde buluşan, ortak bir ‘paydaya’ veya ‘faydaya’ veya ‘tanıma’ veya ‘amaca’ sahip olan şeylerin beraberliği ile oluşan bir beraberlik. Mürşidimin ‘Medârisin tevhidi’ tâbiri de sanki böyle bir bağlama bakıyor.

Yani Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehra projesinde, herbirisi İslam emanetinin bir parçasını omuzuna almış ‘ekollerin beraberliğini’ hayal ediyor. Ne için? Elbette yoketmek için değil. Teke indirmek için değil. Arkadaşımın tabiriyle ‘hoca eflasyonuna son vermek için’ değil. Ya? Dengemizi bulmamız için. Şikayet ettiğimiz ölçüsüzlüklerden kurtulmak için. Birbirimizi daha fazla anlamaya çalışmamız için. Tek tek çiçekler yerine bir buket olabilmek için. Ve beraberce İslam emanetini layık olduğu şekilde ayakta tutmak için.

Çünkü (tıpkı İsmail’de Daniel Quinn’in dikkatimizi çektiği gibi) hayatta kalmanın bir yüzü de ‘çeşitliliğe’ bakıyor. Evet. Çeşitlilik! Çeşitlilik, ism-i Kayyum’un bir tecellisi olarak, varlığa dahil oluyor. Nasıl? Belki biraz şöyle: ‘Yaşam şartları’ değiştiği zaman bu türlerden bazıları diğer bazılarına göre daha ‘elverişli bir fonksiyon’ icra ediyor ve ‘canlılığın sürmesine’ vesile oluyor. Buğday bitmeyen tarlaya arpa ekiliyor. Zeytin olmayan toprakta kaysı oluyor. Muz yetişmeyen dağlardan elma fışkırıyor. Her farklı zemin, şartlarına uygun yaşam türleriyle, ism-i Kayyum’un bir tecelli rengini bize haber veriyor.

Evet. Şu yazılana dikkat et arkadaşım. Kayyum ism-i şerifinin bir tezahürü de farklılıklarımızdır. Çünkü ancak farklılıklarımız sayesinde hayatlarımız bereketlenir. Ayakta kalır. Dayanır. Farklılaşan şartlara karşı uyum gösterir. Hatta genetikte akraba evliliklerinin yoğunluğu hastalıklı genlerin ortaya çıkması riskini arttırıp nesli zayıflatırken karışmaksa nesli sağlamlaştırır.

Kavgada celal gerekir. Barışta cemal gerekir. Panikte soğukkanlılık gerekir. Hayırda acelecilik gerekir. Annede şefkat gerekir. Babada disiplin gerekir. Atada korumacılık gerekir. Evlatta saygı gerekir. Bu binlerce renk güzelliğimiz içinde biz de insanlığın hayatta kalmasını sağlarız. Her dönemde bir tabiat öne çıkar. Günü kurtarır. Ve onun vesilesiyle insanlık da kurtulur. Hayat devam eder.

Bu iş insanlıkta böyledir de ‘insaniyet-i kübra olan İslamiyet’te nasıldır? Bence hiç farkı yoktur. Tıpkı orada olduğu gibi burada da dinin hayatı ‘farklılıklara’ bağlıdır. Ama neredeki farklılıklara? İstikamet içi farklılıklara. Cadde-i Kübra içi sokaklara. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat içinde kalmaya ahdetmiş, Sünnet-i Seniyyeyi amel edişinin merkezine koymuş, Dört Mezheb’i kıblesi yapmış farklılıklara. Bunların dışında meydana gelen ayrışmalar fıtrî farklılıklar değil kanserlerdir. Kimliğimizi değiştirirler. Tanımlarımızı yokederler. Bizi öldürürler. Ancak Ehl-i Sünnet mabeyninde meydana gelen renklenmeler bizi hayatta tutarlar. Zenginleştirirler. Çünkü ‘çerçevesizlik’ bir açıdan ‘tanımsızlıktır.’ Her anlama gelebilenler aslında hiçbir anlama gelmezler. Ehl-i Sünnetse bizim çerçevemizdir.

Hepiniz az-çok yaşamışsınızdır. Bir Nurcu olarak yakınınızdaki bir gencin dünyasına ulaşamazsınız. Bir Nakşibendî mübarek ulaşır. Bir Nakşibendî mübarek bir başkasının dünyasına ulaşamamıştır. Tarikatlarla hiçbir bağı olmayan bir mübarek hoca ulaşır. Bir mübarek hoca onun dünyasına girememiştir. Bir Kadirînin nasihati tesir eder. Bir Kadirînin nasihati tesir edemiyordur. Bir başka ekolün mensubunun sözü dokunur. Allah insanı renk renk, huy huy, kabiliyet kabiliyet yarattığı gibi mürşid dillerini de aynen bu şekilde usûl usûl, metod metod, tesir tesir yaratmıştır. Birisinden nasibini alamayan arı ötekine konar. Harun’dan ders alamayan Musa’ya gider. Hidayet balı yaratılmaya, elhamdülillah, bu şekilde devam eder.

Özetle şunu söylemek istiyorum: Canlılıklarımızı ‘tekilleştirmeye’ kasteden canımıza kastetmiştir. Ama ‘buluşturmaya’ kasteden gözümüzün bebeğidir. Amacı mübarektir. “Allah onun yardımcısı olsun!” diye dua ederiz. Zira bizi buluşturmak aynı zamanda silahlarımızı/yöntemlerimizi buluşturmaktır. Küçük küçük taburlardan ‘her bölüğü ayrı bir savaş sanatında mahir’ kocaman bir tebliğ ordusu kurmaktır. Bu ordunun neticesi her cephede zaferdir. 

Lakin bizi (olumsuzladığım anlamda) ‘tekilleştirmek’ her gün yeni bir saldırı şekliyle maneviyatımıza kasteden şeytanlara karşı tek bir taburu veya tek silah türünü veya tek stratejiyi hayatta bırakmaktır. Gerisini ise dağıtmaktır. Halbuki, oynayanlar bilirler, satrançta her taşın ayrı önemi vardır. At ayrı kıymetlidir. Kale ayrı önemlidir. Fil ayrı ehemmiyetlidir. Her taşın hareket tarzı sayesinde yeni bir strateji sahibi olursunuz. Yeni savunmalar yaparsınız. Taşları tekilleştirmek, sadece fili veya kaleyi veya atı bırakmak, geri kalanı yoketmek, ehl-i İslam’a yardım değil düşmanlıktır. Allah böyle bir düşmanlığa niyet edenleri kem niyetlerinden döndürsün. Ehl-i Sünnet’in herbir parçasını ‘hikmetle okumayı’ bize öğretsin. Mabeynimizdeki ihtilafları da sulh ile çözmek nasip etsin. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com

“OY”larımız, Sorumluluğumuzdur. Kime Oy Vermeli? Seçim Kriterleri Nelerdir?

Bu hassas konuda hem çok temkinliyim, hem de çok müsterihim. Çünkü bu konuda çok ciddi araştırmalar yaptım ve ‘Sempozyum Tebliği’ hazırlayarak, K. Üniversitesinde Rektör ve akademisyenler huzurunda bu tebliğimi sundum. Sizler de müsterih olunuz…

Bediüzzaman Hz. R. Nur talebelerini, “İman ve Kur’an hizmetleri adına” siyasetten men ediyor. Ancak, seçimden seçime ‘bir nebzecik ilgilenmekle bile doğru karar verebilmemiz’ için, bize ŞABLON hükmünde prensipler veriyor. İşte ilki; Münazarat eseri, 51 ve 52. Sayfalar:

– “Muhali taleb etmek, (olmayacak bir şeyi istemek) kendine fenalık (kötülük)etmektir. Zerratı günahkarlardan mürekkeb bir hükumet, (her bir ferdi günahlarla karışık bir hükümet,) tamamıyla masum (günahsız-kusursuz) olamaz. Demek, nokta-i nazar, (bakış açımız) hükumetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur.

(..yani tercih sebebiniz, hükümetin iyi işlerinin ve icraatlarının, kötü işlerinden fazla olmasıdır.) Yoksa seyyiesiz (günahsız-kusursuz) hükumet, muhal-i adidir.(Az düşünenlerin de bile bileceği, asla mümkün olmayan bir hükümettir.) Ben öyle (düşünen) adamlara, ANARŞİST nazarıyla bakıyorum.

Zira onlardan birisi -Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, adeta mümkün hükumetin hangi suretini görse, (her türlü hükümeti denese) hülya (tatlı düş, hayal, kuruntu) ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meyl-üt tahrib (kırıp, döküp, tahrip etmek eğilimi) ile o sureti (mevcut gidişatı) bozmağa çalışacaktır…”   Bediüzzaman

Şimdi şu paragrafın, mesaj yani şablon yönünü özetleyelim: “Kusursuz bir hükümet bulmak imkansızdır. Oy vermedeki bakış açımız; mevcut hükümetlerin iyi işlerinin ve icraatlarının, var olan kusur ve günahlarından fazlalığına bakmakolmalıdır. Eğer iyi işleri, günah ve kusurlarından fazla ise o hükümete zarar vermeye çalışmak, bir nevi ANARŞİSTLİKTİR, bozgunculuktur.

Artısı, eksisinden fazla olan hükumetleri beğenmeyenlere, ANARŞİST nazarıyla bakılabilir. Çünkü her fert kusurlarla dolu olduğu için, fertlerden müteşekkil hükümetin kusursuz olmasını beklemek, tatlı bir hayaldir ve imkansızdır. Böyle davrananlar ise bozgunculuklarıyla, öncelikle kendilerine kötülük etmiş olurlar…”

Bugün; özellikle iç ve dış mukaddesat düşmanlarının, ülkemizin “İslam alemine lider olmasından ürktükleri için”, kurdukları haçlı seferleri gibi sinsi tuzaklara karşı, hareket tarzımızı belirlemek maksadıyla, Bediüzzaman Hz.’nin bu konudaki engin ilmine müracaat ettik. Onun müthiş ve anlamlı cevabı işte böyleydi! Aksi halde her kafadan farklı sesler çıkacağı için, bu bölünme ve parçalanmadan, sürekli ŞER GÜÇLER istifade edecekler…

· Suriye, Mısır, Filistin ve diğer kan ağlayan İslam ülkelerinin ahvali, işte böyle sinsi planlarla “bölünerek”, o tuzaklara düşmelerinin bir neticesidir. 57 İslam ülkelerinin tamamının, şer güçler tarafından işgali de, o İslam ülkelerinin ümit bağladıkları Türkiye’nin de güçsüzleştirilerek, pasifize edilmesine bağlıdır.

Bu nedenle ülkemizde estirilen şu fırtınalar, kara bulutlar, sinsi oyunlar, gezi olayları, 17 ve 25 Aralık darbe girişimleri, vb. olaylar, hep bu sinsi planın sahnelenmiş halleridir. Bazı figüranlar; ablalarımız, abilerimiz veya kardeşlerimiz (!) de olsa, durum maalesef böyledir!…

İşte bu gerçekler ışığında, 7 Haziran seçimleri çok büyük önem arz etmektedir. İç ve dış tüm şer güçlerin ve İslam düşmanlarının hedefi; elli küsur İslam ülkelerinin ümidi olan Türkiye’nin gücünü kırmaktır. Ülkemizi koalisyonlara sürükleyerek, emir verebilmektir…

Bu gücü kırdıktan sonra, gerisi çorap söküğü gibi ‘emir altına alınacağı’ planlanmış olup; haram-helal, yalan-iftira, doğru-yanlış, hak-hukuk tanımadan, sınırsız YALAN VAADLERLE, icraatlara KÖR, habbe kusurları-KUBBE göstermeler, sınırsız iftiralarla, her türlü saldırılara geçilmiştir. Hatta Paralel-PKK arasında bile gizli anlaşmalar ifşa olmuştur. Dış tüm ŞER güçler tarafından verilen emir ve talimatlar da bu doğrultudadır…

· Bu tablo karşısında her aklıselimin, mutlaka SAVUNMASI gereken son ve TEK KALE, Türkiye’dir ve ürktükleri ve korktukları bugünkü istikrar ve iktidardır…

Evet, Bediüzzaman Hz.’nin buyurduğu gibi bu iktidarın da birçok kusurlarının ve yanlışlarının olduğunu da kabul edeceğiz. Bütün bunlara rağmen; İslam’a, Kur’ana, Ülke kalkınmasına, sağlık reformlarına, ekonomiye, dev ulaşım yatırımlarına bakacak ve diğer yüzlerce önemli icraatlarını da dikkate alacağız.

Diğer partiler içinde, güven verebilen tek bir alternatifinin dahi olmadığını da düşüneceğiz. Şimdi bu duygularla Bediüzzaman Hz.’nin, bu konudaki diğer sözlerine de, dikkatlice kulak vererek konumuzu noktalayalım:

“..Hayat-ı içtimaiyeye (sosyal hayatımıza) ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin (CHP’NİN) iktidara gelmemesi için, (o günkü-1950-60) Demokrat Parti’yi, Kur’an-ı Kerim, vatan ve İslamiyet namına muhafazaya çalışıyorum.” (Emirdağ Lhk.-2.)

Bediüzzaman Hz.’nin oy verme konusundaki şablonu çok nettir: “Yüce Dinimizin men ve reddettiği Irkçılığı savunmayan (!), İslam’a müsamahakar olan, muhafazakar, KİTLE ve SAĞ bir partiye, tereddütsüz OY verilmelidir.”

Bu günkü AKP bu şablona, o günkü DP’den çok çok daha uygun olduğu, çok net ortadadır. (İsimler değişebilir fakat bu şablon değişmez.)

KİTLE’den maksat: Küçük partilere oy vermek, hükümet olacak KİTLEYİ zayıflatarak, koalisyonlara veya güçsüz iktidarlara sebep olacağı için, hükümetleri ‘baronların oyuncağı’ yapacağı ve ‘ülkeyi dış ve iç ŞER GÜÇLERE PEŞKEŞ ÇEKMEK’ olacağından, bunlara da asla itibar edilmemesidir.

Merhum Lider Muhsin Yazıcıoğlu’nun önceki seçimlerde, “Bu kritik dönemde İktidarın %2 oy kaybı olmaması için İTTİFAK yapmadığı” çok anlamlıdır. Halkta da var olan bu akıllı ve ferasetli anlayış, bugünkü egoist ve cüce başkanlardamaalesef yok.

(NOT: Küçük parti, kötü parti demek değildir. Çok ‘ehl-i takva’ da olabilirler. Mesela, o gün “İttihad-ı İSLAM Partisi” vardı. Küçük parti; Halk çoğunluğundan rağbet görmeyen parti demektir.)

NETİCE: Seçim sandığı önümüze her konduğunda OY VERMEK, askerlikteki NÖBET kadar kutsaldır ve araştırılıp, ölçülüp, tartılıp, DOĞRU KARAR verilmesi gereken bir vatan borcudur. İşte bu nedenlerle çok ciddi araştırmalar yaparak,araştırma fırsatı olmayanlara yardımcı olmak istedik. Böylesine sağlam belgelere göre hareket eden kişiler yanılmaz. Yanlış yapmaz ve yapamaz. Neticeden de mes’ul ve sorumlu olmazlar. Çünkü bu tespitler, çok ciddi istişarelerin neticesidir. MÜSTERİH OLUNUZ… Vesselam.

EK: Benim bu konuda yazı yazmamın sebebini merak ederlere, BediüzzamanHz.’den bir hatıra ile cevap vermek istiyorum. M. Fırıncı Ağabey anlatıyor: Bediüzzaman’ın o günkü Demokrat Parti LEHİNDE açıkça tavır almasını, muhalif basın diline dolayınca, talebelerinden birisi bundan tedirgin olmuştu. Üstad da ona şu cevabı vermişti: “Ne var bunda? Demokratlar dine yardım etti, din de Demokratlara yardım ediyor.”.. Bizler de Yüce dinimize, vatanımıza, milletimize böylesine müthiş imkanlar sunan bir iktidarı takdir ediyor, Allah cc rızası için destekliyoruz…

A. Raif Öztürk

Rüştü Tafral Ağabey Vefat Etti

İnna lillah ve inna ileyhi raciun.

Tahiri ve Zübeyir Ağabeylerle beraber bulunmuş Rüşdü Tafral Ağabey hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Allah rahmet eylesin.

imageCenaze namazı pazartesi (1 Haziran 2015) ikindi Namazını Müteakiben Eyüb Sultan camiinde kılınacak ve Eyüb Sultan mezarlığına defnedilecektir.

Ehli Tahkik Rüşdü Tafral Ağabey Kimdir?

Rüştü Tafralı Ağabey Rize doğumludur. Zübeyr, Tahiri gibi Nurun Saffı Evveli Varisi Mutlakı Ağabeylerin yıllarca hizmetin de bulunmuş iki ağabeyimizin vefatlarına kadar yanlarında hizmet etmiştir, Zübeyir Ağabeyimizin Sır Katibi lakabıyla da anılmaktadır.

Envar Neşriyat kurulurken Ahmed Aytimur Ağabeye destekleri olmuştur. Risale-i Nurun Neşrine Sadık kalmış ve intibahına  teşvik etmiştir. Hiçbir Şekilde ayrı baş çekmemiş ihtilaf çıkarmamıştır.

Sohbetlerde Risale-i Nurları konularına ve harflerine göre kısımlara ayırıp ilk kez ders şekline getiren Rüşdü Ağabeyimizdir.

Zeytinburnu İstanbul (merkezli) senelerce yurt içi yurt dışı hizmetlerde bulunmuştur. Ağabeyler ve Nurcular içinde ilk kez Gülene karşı sert bir duruş sergileyen Rüşdü Ağabeydir.

Hizmet Vakfı Osmanlıca Lügatin hazırlanışında Abdullah Yeğin Ağabeye katkısı olmuştur.

40 yakın derleme eseri ve İslam ansiklopedisi Ciltli bulunmaktadır. Bu eserleri İttihad Yayınları‘ndan temin edebilirsiniz.

Uzun zamandır rahatsızlıkları nedeniyle genellikle İstanbul’da Büyükçekmece’de medresede istirahat etmekte idi.

Rüştü Tafral Ağabeyimize Cenab-ı Allah yüzbin Rahmet eylesin. Amin.

www.NurNet.Org

Aziz Üstadım!

Senin bizi terk etmenin üzerinden 55 yıl geçti. Bizler seni yaşarken göremedik, bazılarımız daha dünyaya gelmemişti, bazılarımız da benim gibi çocuktu o zamanlar. Hem o günlerde sen zaten ziyaretçilerle görüşmüyordun ki. Çok nadiren görüştüklerinin de gidiş dönüş yol masraflarını onlara ödüyordun. Bugün bütün talebelerinle görüşsen, aynı kaideyi uygulasan onlara paran da yetmez ki.

 “Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân mâni olmaz; manevi radyo hükmünde biri şarkta, biri garpta, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıta-i Kur’aniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.”  diyordun ya, bu yüzden seninle aramızdaki irtibat hiç kopmadı, Sen alem-i ervahta, bizler, alem-i şahadet’teyiz ama,  aramızda ki ”müfritane irtibat” yine eserlerin sayesinde imani bağlarla devam ediyor.

Aziz Üstadım! Talebelerin çoğaldı, dünyanın dört bir tarafına dağıldılar, Risale-i Nur’lar bugün 50 den fazla dile çevrildi. Sen1925 yılında Van’daki Medresenden ve talebelerinden koparılarak getirildiğin Burdur, Isparta, Barla, Kastamonu ve Emirdağ’dan bugünleri görüp öyle yazıyordun, her çileye bugünler için katlanıyordun, “ Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” diyordun ama, kızma Üstadım! bizler ancak şimdi anlayabiliyoruz. Bizim akıl fenerimiz yakınları görüyor, uzaklara bakamıyor ki. Ama bizler senin fenerinin ışığıyla elde ettiğimiz talebelikle iftihar ediyoruz. Sen bizi kardeş, talebe kabul ettin ya, o bizlere yeter.

Aziz Üstadım! Sen,” Risale-i Nurlar Kur’anın malıdır” diyordun, onları Diyanet işleri başkanlığı bassın diye ta o zamanlar Ahmed Hamdi Akseki’ye talebelerini göndermiştin ya, o isteğin bugünlerde kabul oldu. Onun halefi Diyanet işleri başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez beyefendi, hükümetin kararlı desteğiyle ” İşarat-ül İcaz” isimli kitabını bastırdı, ardından diğerleri de gelecek diye müjdeler verdi. Bu bizler için de çok önemliydi. 28 yıl seni sürgünden sürgüne gönderenler, 163. Madde ile seni ve talebelerini hukuksuz yere hapislere attıranlar gitmiş, çoktan toprak olmuş, çürümüşler, şimdilerde tanıyanları bile kalmamışken Risale-i Nurlar’ın devlet eliyle bastırılması, “Devlet-millet barışması” adına ne güzel bir örnek oldu değil mi?

Aziz Üstadım! Senin Risale-i Nurlarla hem dilimizi bozmak isteyenlere karşı dilimizi, hem de dinimizi koruduğunu yeni anladık. Talebelerin dimdik ayakta kaldılar, dillerini de dinlerini de korudular. Osmanlı Türkçesiyle de bağlarımız kopmadı. Kur’an öğrenmenin yasak olduğu yıllarda “Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslâmın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhafaza etmek” dir diyerek eserlerini çok uzun yıllar Arap harfleriyle elle yazdırdın, zaman geldi teksirle bastırdın, 1956 yılından sonra da yeni nesilleri Risale-i Nurlardan mahrum etmemek adına yeni harflerle onların hepsini bastırmaya izin verdin.

Aziz üstadım! Sen Risale-i Nurlar’ın sadeleştirmesine sağlığında karşıydın. Sen hakkını helal etmedin için, sana rağmen senin eserlerine sadeleştirme zulmünü yapanlar, halkın çoğunluğunun demokratik yolla seçtiği siyasetçileri ve siyaseti başka ülkelerden idare etmeye kalkışınca, anlamsız bir savaş başlattılar. Ateşi söndürmek için çok talebelerin eski günlerin hatırına araya girdiler, ama kimselere dinletemediler. Görüşme talepleri kabul görmedi. Sen, bir defa daha haklı çıktın ..husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz.” demiştin ama, onlar seni anlamak istemediler. Sen şahsını, hayatın boyunca hep geri plana çekip Risale-i Nurlar’ı ön plana getirdin, kitap eksenli, Kur’an eksenli iman hizmetini esas yaptın ve her zaman tek aklı değil, meşvereti, şahs-ı maneviyi önerdin talebelerine. Kendinle özel görüşmeye sınırlar koydun, zahmete gerek yok Risale-i Nurları okuyun dedin. Şimdi bunun ne demek olduğunu daha iyi anladık. Keşke oradaki samimi kardeşlerimiz de anlasa, akıllarını ve iradelerini esir vermekten, kendilerini çoban ile koyun ikilemine girmekten kurtarsalar, yine Risale-i Nurlara dönseler, onun hizmet prensiplerini esas alsalar… Sen çok şefkatlisin Üstadım, hayatında sana zulmedenlere bile hiç beddua etmedin, oradaki samimi kardeşlerimiz için bir seferlik dua etsen kabul olur inşallah, belki kurtulurlar. Kurtulmak istemezlerse, kendileri bilir artık.

Aziz Üstadım! Sen aramızda iken bugünleri görüp sanki öyle yazıyordun, şimdi de oradan bakıp ben bunları yazdım ama sizler beni anlayamadınız demiyorsun, demezsin de. Ve bizleri asla utandırmazsın. Mesela 1910 yılında Tiflis’de Şeyh San’an tepesinde Rus polisiyle konuşurken,”Niye böyle dikkatle bakıyorsun sorusuna “Medresemin planını yapıyorum” deyince seni o zaman ne o Rus polisi anladı ne de bizler anladık, ta ki Tiflis’te 1991 yılında Risale-i Nur dershanesi açılıncaya kadar.

Bugün Rusya’dan, Tayland’a, Afrika’ya, Avrupa’ya, Amerika’ya ve Kanada’ya kadar her yerde Nur dershanelerin, talebelerin var. Hani Sen üç dilde eğitim vermesini istediğin, din ilimleriyle pozitif ilimlerin birlikte okutulacağı “Medreset’üz Zehra” Üniversitesi, 2.Abdülhamid’ten istediğin ama 1913 de Sultan Reşat’ın gayretiyle Van/Edremit’te temelleri atılan o Üniversitenin devamı, 1.Dünya savaşı çıkınca olmamıştı. Daha sonra Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1922 de sürdürdüğün azmine rağmen, yine nasip olmamıştı. Bugün Türkiye’nin her ilinde, Üniversitelerde okuyan binlerce genç, onun manasını yerine getiren Nur dershanelerinde kalıyorlar. Hem oralarda Risale-i Nurları okuyarak din dersi alıyorlar hem de Üniversitelerde pozitif ilimleri okuyorlar. Her yeni açılan dershaneden benden önce senin haberin olur ya, ben yine de söylemiş olayım.

Aziz Üstadım! . Sen, bir gün insanoğlunun Ay’a ineceğini bizlere gizli bir şekilde haber verdin. Aynen Kur’an’daki gib,i sen de bu müjdeyi eserlerinin satırları içinde sakladın, bizim bulmamızı istedin, ama bizler bu misalleri anlamadık ki. Ta 20 Temmuz 1969 da N.Armstrong bize 380 bin km uzaklıkta olan Ay’a ilk ayak basan kişi olarak karşımıza çıkıncaya kadar.

Sen Sözler’de,  Mektubat’ta ve Mesnevi-i Nuriye’de “ Evet, beşer, Kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki; biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer.”

“eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin.”

*Kamerin ahvaline veya istikbalin hakikatine dair ita-i malumat eden adama, bütün mamelekini ona feda etmeye hazırsın.  “ diye yazdın, ama bizler anlamadık.

Aziz Üstadım! Sen bir müjde daha veriyorsun, birisi gelecek Müşteri’den (Jüpiter, Erendiz) sana ne var ne yok, haber getirecek, diyorsun. 1972 de gönderilen ilk uydudan sonra da çeşitli uydular fırlattılar, oradan bazı haberler geldi ama henüz insanlar oraya ayak basamadılar. Çünkü o gezegenin Dünya’ya uzaklığı 620 milyon km, yüzey sıcaklığı ise -147 °C kadar. Müşteri, gaz bir gezegen olduğundan bilim dünyası henüz oraya gidip gelecek ve yüzeyine inip Ay’daki gibi gezinti yapacak şartlara ulaşamadı.  Ama ben inanıyorum ki burada da bize gizli bir müjde var, zamanı gelince oraya gidilecek, oradan birileri haberler getirecek, ama ben göremeyeceğim herhalde.

Aziz Üstadım! Senden affımı diliyorum, sana bu mektubu yazarken Risale-i Nurlardaki kelimelerle yazmadım, bu mektup herkese açık olacağından, gençler de okusun anlasınlar ki Risale-i Nurlar’ı okuyanlar hem geçmişle bağlarını korurlar, kültürlerini muhafaza ederler, dinlerini öğrenerek yaşarlar, hem de şimdiki nesillerle iletişimlerini devam ettirirler. Çünkü onların kelime dağarcığı çok geniştir, öyle 300-500 kelime ile konuşup yazmazlar ki.

Aziz Üstadım! Bizi talebeliğine kabul ettiğin için Allah(C.C) senden razı olsun. Yarın mahşerde de Peygamberimizin sancağı altında seninle birlikte talebelerin olarak toplanmak ümidiyle, alem-i ervahtaki bütün kardeşlerimize, başta Peygamberimiz olmak üzere bütün Peygamberlere, evliyalara, asfiyalara ve anneme babama sizin aracılığınızla eğer kabul ederseniz selamlarımı göndermek isterim.

Aziz Üstadım! Benim de buralarda çok vaktim kalmadı, yaşım 64, emr-i hak ne gün gelir bilinmez. “Rüyada bir hitabe”de yazdığın  “Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir “ziya gördüm.” sözlerinle ve  “Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et!” diye davet edildiğin o meclis var ya, yine öyle meclislere katıldığında beni de bir defa olsun “o, Benim talebem” diye yanında götürür müsün? Hani talebelerin çok ya, şimdiden adımı yazdırmak için izin istedim de. Ama yine de sen bilirsen, münasip ve layık görürsen, götürürsün belki Üstadım…

Öğrenmeye hala muhtaç, kusurlu 47 yıldır devamlı talebeniz

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org