Etiket arşivi: Nurcular

Dostu talebeye tercih etmek

Bizde bir hastalıktır şu. Ben de Rahman’ın rızası için yazacağım. “Bir dert görünürse devâsı âsândır!” sırrınca Şafî-i Hakiki olan Allah’tan cümlemize şifa vermesini dilerim. Yazacağım şeyin Nurcular tarafından acilen yüzleşilmesi gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum. Kendim de bu çamura vaktiyle battığım için, itiraf ile o derdi önce açık etmek, sonra istiğfar ile ondan soyunmak isterim. “Böyle şeyleri aramızda konuşmamız gerek…” diyen, fakat aslında “En iyi eleştiri mümkünse yapılmamış, yapılmışsa yayılmamış, yayılmışsa önemsenmemiş eleştiridir!” arzusunu yansıtan sözde tedbirci, özde statükocu yaklaşımlara kulağım kapalı. Onlar da isterlerse bu yazıya gözlerini kapayabilirler. Mürşidim gibi derim: “Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez, başkasına gece yapamaz.

Şu bir gerçek: Bediüzzaman’ın ismini yolundan daha fazla önemsiyoruz. İsmine edilmiş iltifatları çizgisi için atılmış adımlardan daha çok seviyoruz. Hatta gittiği yol nasıl bir yol olursa olsun, isterse ehl-i sünnet çizgisinden de çıksın, eğer Bediüzzaman’a muhabbeti (!) varsa bir adamın, o muhabbeti belirtir bir kelamına şıp diye tav oluyoruz. Sevgiyi dilden ‘Bediüzzaman’ adıyla çıkan cümlelerde arıyoruz sadece. Kalpte neler taşınıyor, elden nasıl ameller çıkıyor, dilden daha ne cümleler sâdır oluyor, hiç sormuyoruz. Yeter ki bir adam bir cümlecik olsun Bediüzzaman’a iltifat etsin! O bizim muteberimiz oluyor.

Daha sonra, isterse cemaatleri toptan tezyif etsin, bazılarımızdaki muhabbet gitmiyor. Direniyor! Ta ki Bediüzzaman’ın şahsına bir kem söz edene kadar. O zaman jetonumuz düşüyor. Daha tuhaf olansa: Bu tutumu sadece avamımız değil ‘aydın abilerimiz’ de sergiliyor. Birisi Bediüzzaman’ı mı övdü? Daha başka neler dediğine bakmadan onu sinemize basmaya çalışıyoruz. “Ondan başka neler demiştir? Ne kadar öğretisinde Bediüzzaman’ın yolunda, cadde-i kübrada veya ehl-i sünnetin çizgisinde kalmıştır? Anlattığı Bediüzzaman ne kadar hakiki Bediüzzaman’dır?” Bütün bu başlıklar silinip gidiyor. Neden? Çünkü o Bediüzzaman’ı övdü. Sarsıcı birşey ama söyleyeceğim: Bazı Alevilere lafz-ı Ali (r.a.) ne kadar yeterse bazı Nurculara da lafz-ı Bediüzzaman yetiyor.

Ben bu temayülün vaktiyle Ertuğrul Özkök’e, Caner Taslaman’a, Emre Dorman’a, Mustafa İslamoğlu’na veya Yaşar Nuri Öztürk‘e kadar uzandığına şahit oldum. O kadar Bediüzzaman’a mana-i ismi ile bakıyor ki bu arkadaşlar, bir kişinin Bediüzzaman’ı övmesiyle, ‘sanki ona bir paye daha katılacak’ gibi coşuyorlar. Zarar yalnız bu kadarla da kalmıyor: Bu isimlerin de Nurculuğun etki alanına sızabilmesine sebep oluyorlar. Hem de hiçbir uyarıda bulunmadan. Körkütük bir övgüyle… Ne için? Çünkü o Bediüzzaman’ı övdü. İyi de Bediüzzaman’ı ‘ismen’ övmek, yolunu tutmak veya endişelerini birebir taşımak mıdır? Bediüzzaman’ın yolunu tutmanın/taraftar olmanın (dostluğun) delili, ismini iltifatla beraber anmak, ‘sadece zatını beğenmek’ midir?

Hatırlayalım: “Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın. Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir. Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.

Bu tanımların hemen öncesinde ise şunun altını çiziyor Bediüzzaman: “Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.

Barla Lahikası’nda Refet abiye yazdığı bir mektubunda ise şöyle diyor mürşidim: Bir talebe yüz dosta müreccahtır. Fakat şimdilerde bir şekilde Risale-i Nur’la ilgili yapılarda üst kademeleri tutmuş kimi insanlar şu cümleye yukarıdakinden daha fazla inanıyorlar: “Bir dost yüz talebeye müreccahtır.” Tüm mesaisini Risale-i Nur hizmetine vermiş herhangi bir ismin, tüm bu mesai ve istikametine rağmen, beş paralık kıymeti olmazken; ehl-i sünnet çizgisinde kaldığı bile şüpheli kimi isimler, ağızlarının kenarıyla sırf Bediüzzaman’a iki iltifat ettikleri için, beşyüz altın kıymetinde fiyatla satılıyorlar. Ne dediği de çok önemli değil. İsterse Risale-i Nur’un ölçülerine uymayan yüz tane yanlışı anlatsın. Önemli olan Bediüzzaman’ı övmesi. Ha bir de tabii biraz şöhret bulmuş olması lazım.

Sormamız gerek: Şu an Nurcular içinde Risale-i Nur’dan alacakları bitmemiş kaç tane mütefekkirimiz var? Bakın daha ‘kaç tane gencimiz var’ bile demedim. “Kaç tane mütefekkirimiz var?” diye sordum. Bence, bu mütefekkir yokluğunun birinci sebebi cemaatler içindeki istibdatsa, ikinci sebebi de ‘talebenin dost kadar itibarlı olmaması’dır. “Evin danasından öküz olmaz!” atasözünün canlanmış hakikatini gören genç Nurcular, eğer kalplerinde bütün bunlara rağmen direnecek bir sebat yoksa, en nihayet ya Nurlar üzerine mesaiyi azaltıyorlar yahut da büsbütün başka alanlara geçiyorlar. Çünkü biz onların ‘söylediklerine’ bakmıyoruz. Cidden bakmıyoruz. Bizim gözümüz elin danasından öküz çıkarmakta.

Eğer hakikaten insan yetiştirmek gibi bir amacımız varsa, ki umarım vardır, o zaman bunun ilk adımı: Bu dairenin, ilgi de dahil, bütün kaynaklarını gayrın iltifatlarına kullandırmaktan öte talebe yetiştirmeye kullanmaktır. Talebe dostu ancak böyle bastırır. İki dakika Bediüzzaman’dan ya bahsedecek ya bahsetmeyecek, o bahsettiğinden de birşey ya anlaşılacak ya anlaşılmayacak isimlere bir sürü para, vakit, gayret vs. harcayıp sonra gençlerin yaptıkları en samimi çalışmalara bile burun kıvırmak… Feleğin ters döndüğünün resmidir. Buralardan birkaç günlük nümayişler dışında bir muvaffakiyet de çıkmayacaktır.

Ahmet AY

Neden Varis ve Vekil-i Bediüzzaman

Risale-i Nur hizmeti bu ülkenin Müslüman ve Ehl-i Sünnet kalmasının sebeplerinden birisidir. Çünkü Ahir zaman, Racül-ül kıtal haline gelmiş ve Müslüman kıyımının yaşandığı bir zamandır. Yani İslami kisve ve kimliğe sahip olan kimselerin tecrit, takip, tevkif, idam, mahkeme, sürgün metotlarıyla katledilmesi neticesinde bir nevi katliam yapıldı. Neticesinde racül-ül kıtal yaşanmıştır.

Bu ülke müslümaları -ister farkında olsun ister olmasın– adamın olmadığı zamanda adam gibi, İslamı müdafaa edip yaşattıkları için Risale-i Nur hizmeti ve müellifi Bediüzzaman Said Nursi’ye minnettar olup dostane bir tavır takınması boynuna borçtur. Çünkü kelle koltukta cihad meydanına atılmıştır Bediüzzaman ve talebeleri.

O günden bugüne baktığımızda hizmet hareketi yapabilmiş bir İslam mütefekkiri bir elin beş parmağını geçmemektedir. Sonra hizmet kolaylaşınca kolay zamanın adamları piyasada mantar gibi türedi. Bediüzzaman ve emsali ise bu mantar gibi türeyen kolay zaman mürşitleri (!), kutb-ul azamları (!), müceddidleri(!), mehdileri(!) tarafından adeta bir mürteci, bir softa ve tel’inle bahsedilir veya hakir görülür oldu.

Kıbrıs mezarlığına gidenler görmüştür ki; Osman veled-i Dimitri gibi kitabelerle karşılaşmıştır. Yani İslam evladı olan çocuk başka bir dini benimsemiştir ve çocuğunu da yeni din anlayışına göre büyütmüştür. Bunu Türkiye’den Almanya’ya giden vatandaşlarımıza “Bunlar Türk, bunlardan doğan ne Türk ne Alman; ama onlardan doğanlar Almandır” diyerek sistematik olarak asimile planlarını dillendirmiştir.

Bediüzzaman ve emsali zevat (R.A.) olmasaydı bu ülke de ya tanassur edecek veya La-dini olacak ve aslını inkar edecek münkir olacaktı.

Hizmet itibariyle üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin hizmet metodunu benimsemiş kimseler Risale-i Nur Külliyatına nasıl tefsir-i Kur’an olarak sahip çıkıyorsa Varis-i Bediüzzaman’a (R.A.) sahip çıkmalı ve onlarla beraber hizmet etmelidir.

Nasıl ki veda hutbesinde necatın iki şartı sayılıyor. Ki bunlar; “Kitabullah ve Sünnet-i Seniyye/Ehl-i Beytim”dir. Bu şart-ı necat hizmetimiz itibariyle Risale-i Nur’a ve onun naşirleri, varislerine sadakat ve alakadarlıktır. Bu sözüme kaşlarını çatan ya hizmetten inhiraf etmiş, sadakattan uzaklaşmış veya başka defterler sahibi olan veya onlara aldanan kimselerdir. Biz onlara şekli bir hürmet besleriz, kendi neşriyatımızı kurar ve kararlarımızı alırız gibi söylemlerde bulunanlar da ne kadar hata ettiklerini göremeyecek kadar gündüz ortasında güneşi göremeyecek kadar basar ve basireti kör olmuştur.

Üstadımızın varis ve naşirleri yakın bir zamana dek aramızdaydı. Onlar üzerinden rant kazanmak, post tutmak gibi bir emelimiz yok. Zaten ağabeylerimiz dar-ı mükafata irtihal ettiler. Onlar gitti şimdi hizmette bayram yarışında sıra bizlerde. Rabbim ihlas ve sadakatle hizmette ahir nefese dek kaim etsin. Nurcu olmak kolay amma kalmak ve ölmek müşküldür.

Peki neden bu kadar bu mesele üzerinde duruluyor ısrar ediliyor denilirse ki şunu ifade etmek isterim.

Vasiyetname-i Bediüzzaman([1])’a nazar edenler görür ki arkasında kendi hizmetini bir kadroya bırakmıştır. “Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört-beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tahirî, Sungur, Ceylan, Hüsnü ve bir-iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum.” [2] Hizmet tarzını yakından görenler ve bilenlerden olmasına dikkat etmiştir. Yoksa herkes, bu da hakka ve hakikata hizmettir deyip bir çığır açacaktı.

Merhum, meşhur ve küçük çapta bir meşrep teşkil etmiş nur talebelerinden birisi demiş; “Üstadın yanında bizim gibi ilim sahipleri olmalıydı. Ama bakıyoruz mesela falan falan ve Bayram. Köylü bunlar ama sonra anladım ki Üstadın yanında biz olsaydık kendimizden katardık ve Üstada muhalefet ederdik. Ama bunlar safi olduğu için Üstaddan ne işittiler onu yazmışlar. Safi oldukları için biz değil onlar kaldı” diyerek bu hususta haklı bir kelam etmiştir.

Bir heyet bırakmasının bir hikmeti de şudur Bediüzzaman Hazretlerinin: İnsanlar muhtelif efkar ve fıtrata malik olması sebebiyle kendi fıtratında olanlarla beraber hizmete devam etmesidir. Yoksa benden sonra falan yerime geçsin ve o sizin mürşidiniz olsun gibi bir ifade kullanmamıştır. Ama bu heyetin ağabeyleri olarak Hüsrev ve Tahiri ağabeyleri tayin etmiştir. Üstaddan sonra bu heyetin ağabeyleri olsunlar diye tayin edilmiştir.

Üstaddan sonra üstadlık payesi kimsenin hakkı değildir. Aksi halde silsile halinde “ondan sonra kim posta geçecek?” gibi meseleler çıkar ki bu Risale-i Nur Hizmetinin cemaatten tarikat sistemine dönüştürülmeye çalışmaktan öte değildir.

Her nur talebesine düşen şey hizmetin esasatını muhafaza etmektir. Unutulmamalıdır ki Bediüzzaman’ın hizmet metodunda Bediüzzaman’ın metoduyla hizmet edilir. Bu metod ise herhangi şahıs veya zümre kendilerine ne nam takarsa taksın belirleyemez. Lahika-i Nuriyede bu metodlar beyan edilmiştir.

Bediüzzaman’a sadakatin şartlarından birisi olan varisleriyle beraber hareket etmektir. Bu hususta ısrar etmemiz tarz-ı Bediüzzaman’ı yakından görmüş olmalarıdır.

Bir çok meşrep teşekkül etmiştir. Birbirleriyle irtibatlı olmaları ve aleyhtarlık yapmamak ve esasattan taviz vermemek şartıyla kötü bir şey değildir. Kalbleri bir olduktan sonra medreseleri ayrı olması ayrılık değildir. Mesele sırr-ı uhuvvet, sırr-ı muhabbet, sırr-ı ihlasa malik olmaktır.

Bunlara malik olduktan sonra medreselerin taayyün etmesi ayrılık değil rahmettir. İhtilaf değil ittihada hizmettir.

Varis ağabeyler üzerinden post-nişinlik yapanlara da dikkat etmek gerektir. Post-nişinlik nurculukta yoktur.

Nurculukta kitap esastır. Üstad merkeze kitap koyması sebebiyle okuyan ve devam eden bir cemaat var. “Ben dedim kabul edin” diye bir metod koysaydı bu cemaat bu halde olmazdı belki çil yavrusu gibi dağılırdı. Neyse ki kendi zamanına kadar olmayan farklı bir metod koyarak “Risale-i Nur’u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zâten benimle görüşmek; âhiret, iman, Kur’an hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek manasızdır. Âhiret, iman, Kur’an için ise; Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış. Hattâ hizmetimdeki has kardeşlerimle de zaruret olmadan görüşemiyorum. Yalnız bazı Risale-i Nur’un fütuhatına ve neşriyatına ait bazı hizmetler için bazı zâtlarla görüşmek isterim. Ne vakit bu noktalar için görüşmek istesem o zaman görüşmek caiz olabilir ve bana sıkıntı vermez..[3] diyerek kitaba sevk etmiştir.

Bu sevk gösteriyor ki Nurculukta emir komuta sistemi, bir post ve oradan emirler yayılmıyor. Zaten nurcuların hizmeti imani ve müsbet hareket etmek olup asayişi bozmamaktır.

Post-nişin bir tarzda yani tarz-ı Bediüzzaman ve varis-i Bediüzzaman’dan uzak olupta nurculuk iddia edenlerin bu hususlara dikkat etmeleri gerekir.

Son varis/vekil ağabeyimiz de Nurcuların sırr-ı uhuvvet, sırr-ı muhabbet, sırr-ı ihlasa malik olması için ortak dersler düzenlemektedir. İttihad-ı Nuriyeyi bu surette teşkil etmek gayretindedir. Çünkü biliyor ki bu tesis edilmezse kendisinden sonra tüm nurcuları bağlayacak ve savrulmalara mani olacak kimse yoktur. Bunun için biz de ağabeyimize dua ediyoruz.

İnşallah sırr-ı uhuvvet, sırr-ı muhabbet, sırr-ı ihlasa malik meşrebler üstü bir heyet teşekkül eder. Ve bir merci olur.

اَللّٰهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ

وَ لاَالضَّالِّينَ آمِينَ

Selam ve dua ile

Muhammed Numan özel

___________________________________________________

[1] Vasiyetnamemdir!
Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim! Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukâtım ve Risale-i Nur’dan olan benim hususî kitablarım ve güzel cildlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum.

Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.

Kardeşlerim! Bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zaîf olmakla beraber; gizli münafıkların desiselerle müteaddid sû’-i kasdları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz Said Nursî

(*): Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillo’lu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Sâlih.
Emirdağ Lahikası-1 (136)

[2] Emirdağ Lahikası-2 (233)
[3] Tarihçe-i Hayat (703) / Emirdağ Lahikası-2 (187)

 

Kaynak: RisaleHaber 

www.NurNet.Org

Nurcuların Nazarını, Siyasete ve Dünyaya Çevirmek Hatadır

… Şimdiye kadar çok tecrübelerle Risale-i Nur’un serbest intişarıyla BELALARIN REF’İ ve ona ilişmek ve susturulmakla belaların gelmesi sabit olmuş. Hattâ mahkemede isbat edilmiş. Anlaşılıyor ki; bu bahar fırtınasında iki haricî, iki dâhilî dört cereyan, herbiri bir maksada göre ve Nurcuların şevkine ve sa’ylerine ilişmek ve yüzlerini dünyaya ve SİYASETE ÇEVİRMEK İSTEMELERİNDEN KURAKLIK BAŞLADI, inşâallah yakında ref’ olur.
(Emirdağ Lâhikası -1)

Umum Nur Talebelerine Üstad Bedîüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir.

Aziz kardeşlerim!
Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, VAZİFE-İ İLÂHİYEYE KARIŞMAMAKTIR. Bizler ASAYİŞİ MUHAFAZAYI netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Meselâ kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, bir çok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ: Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de i’dam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve VAZİFE-İ İLÂHİYEYE KARIŞMAMAK hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim.

Cercis (A.S.) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet meselâ: Seksenbir hatasını mahkemede isbat ettiğim bir müddeiumumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünki asıl mes’ele bu zamanın CİHAD-I MANEVÎSİDİR. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir.
ﻭَ ﻻ‌َ ﺗَﺰِﺭُ ﻭَﺍﺯِﺭَﺓٌ ﻭِﺯْﺭَ ﺍُﺧْﺮَﻯ
düsturu ile ki: “Bir câni yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz.” İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, DÂHİLDEKİ ASAYİŞE BÜTÜN KUVVETİMİZLE YARDIM ETMEKTİR. Onun içindir ki, âlem-i İslâm’da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.

Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’andan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. BU ZAMANDA DÂHİL ve HARİÇTEKİ CİHAD-I MANEVİYEDEKİ FARK, PEK AZÎMDİR.
(Emirdağ Lâhikası -2)

Hem dâhildeki CİHAD-I MANEVÎ; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok.

Meselâ: Bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azablarına mukabil, o bîçarelerin yüzde doksanbeşini tezyif ve itirazlara, zulümlere maruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki,
ﻭَ ﻻ‌َ ﺗَﺰِﺭُ ﻭَﺍﺯِﺭَﺓٌ ﻭِﺯْﺭَ ﺍُﺧْﺮَﻯ
âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvaya hakları yoktur.

Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamları ile; bizi, yetmiş kişiyi, mahkûm etmek için sû’-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mana vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde isbat edildiği gibi, en ziyade hücuma maruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müddeiumumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: “Bu müddeiumumînin kızıdır.” O masumun hatırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler; o Risale-i Nur’un, o mu’cize-i maneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılab etti.
(Emirdağ Lâhikası -2)

Risale-i Nur‘daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, BİZİ SİYASETTEN MEN’ETMİŞ. Çünki masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak veyahut mağlub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz bîçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte Kur’anın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle SİYASETTEN ve İDAREYE KARIŞMAKTAN KAÇINDIĞIMIZ hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik. Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zor ile, icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise; insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıddır, muhaliftir.
(Şualar – Onikinci Şua)

21. Asır Kuran Aşıklarına Mektup

Yaklaşık 7000 sayfayı bulan ve belgeleri konuşturan 6 ciltlik eseri bitirmek üzere olan kardeşinize, yakın dostlarım bir Son Söz kaleme al dediler. Kısacık aklımla kendime göre bazı şeyleri tasavvur ettim ve kalem oynatacaktım ki, elime Bedîüzzaman’ın vefatından sonra, Risâle-i Nur hakkında yapılan doğru-yanlış konuşmalara ve bazan da iftiralar üzerine, Risâle-i Nur’un rükünlerinin kaleme aldığı Yirminci Asır Kur’an Âşıklarına Mektup isimli lahika geçti. O kadar muhtevâlı buldum ki, Son Söz yerine bu lahikayı koymayı daha münasip görüyorum. Kitapta neşretmeden, hele hele sapla samanın birbirine karıştığı şu günlerde, bu önemli mesajları, bütün Müslüman kardeşlerimle paylaşmak istedim.

Bu lahika mektubunda Nur Talebelerinin Bedîüzzaman’a ve Risâle-i Nur Külliyâtına bakışı özetlenmekte; diğer İslam âlimleri ve İslâmî eserler hakkında Nur Talebelerinin olması gereken yaklaşımları anlatılmakta; dünyevî, siyasî ve sosyal hayatın bütün safha ve şartlarında Nur Talebelerinin müsbet hareket tarzı hülâsa edilmekte ve nihâyet Bedîüzzaman ve Nur Külliyâtının sadece Anadolu insanları için değil, bütün Âlem-i İslâm için ve hatta bütün beşeriyet için Kur’an’ın dersi olduğu izah edilmektedir.

Bu lahika mektubunu kimin kaleme aldığı bizce henüz malum değildir. Ağabeylere soracağız. Ancak sonunda, elimizdeki nüshalardan birinde sad harfi ve diğerinde ise sin harfi bulunmaktadır.

YİRMİNCİ (VE YİRMBİRİNCİ) ASIR KUR’AN ÂŞIKLARINA MEKTUP

Aziz, Sıddık ve Muhterem Kardeşlerimiz!

Bu defa memleket aktârında her beldedeki en güzîde simaları görmekle bir Said yerinde binler Said’in hizmet-i Kur’aniyede saf tuttuklarını müşâhede ederek nihayetsiz mesrûriyet içinde Rabb-i Rahîme şükrettik. Bilâd-ı İslâmiyenin her köşe ve bucağında ulvî kalbleriyle, müstakim akıllarıyla, nâtık lisanlarıyla, parlak kalemleriyle, temiz niyet ve vicdanlarıyla, yüksek metânet ve fedakârlıklarıyla dinin hâdimi olan aziz kardeşlerimizi en derin kalblerimizde hürmetle yad ediyor ve vazife-i kudsiyelerinde muvaffakıyet temenni ediyoruz. İnşallah a’zamî gayret, sebat ve fedakârlıklarıyla Nur-u İlâhînin taa be kıyamet devamına vâsıta ve ihtişamına dellâl olurlar.

Evet, Aziz Kardeşlerimiz! Mu’azzez Üstadımızın Dâr-ı bekaya teşriflerinden sonra muazzam bir cemâ’at-i nuraniye olarak kendini gösteren Risâle-i Nur Talebelerinin karşısında, kökü ecnebide vatan ve millet aleyhindeki bazı cereyanların tahribâtına mukabil, Risâle-i Nurdan ders alarak kardeşlerimiz, her biri a’zamî bir şevk bir gayert içinde çalışarak envâr-ı imaniyeyi her tarafa neşrettiler. Bilhassa Risâle-i Nurun bir vazifesi olan Hatt-ı Kur’aniyeyi muhafazaya çalıştılar. Evet hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi ilmî ve mantıkî şekilde tam ders alıp vermek ve sonra da ders alan talebelerin her biri bir muhitte hizmet etmek suretiyle yeni yeni isti’dâdların inkişafına koştular. Bilâd-ı islâmiyenin her bir köşesine dağılarak şems-i Nübüvvetin tecellisine yardım ettiler. Madem elimizdeki Risâle-i Nur gayet kuvvetli ilmî ve mantıkîdir; tek başıyla kırk seneden beri dünyaya meydan okuyor; Kur’anın i’câzını âleme neşretmiş; hiçbir ceryana hiçbir hâdiseye tâbi olmayarak bilakis bütün cereyan ve hâdiselerin fevkınde kâinat üstünde ezel ve bedin mu’azzam meselesi ve bir hâdise-i Muhammediye ve hakikat-ı Kur’aniye olarak görülmüş; bütün başlar ve akıllar üstünde Nur-u İlâhiyeyi tebliğ etmiş; ve bugün âfâk-ı İslâmiyeyi nuruyla ihâta etmiş; böylece cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbeden şümullü ve umumî Kur’anî bir hakikat mahiyetini almıştır; şimdi bize düşen en mühim vazife, bu haşmetli Nur’a karşı âyineliktir.  Bulunduğumuz her yerde her zamanda her makam ve vazifede kulluk vazifemizi ifa etmek, bu zamana kadar üzerimizde tecelli ve te’âlî eden ni’metlere karşı talebelik borcumuzu yerine getirmektir. Bizim imdadımıza gelen  bu nur-ı iman hakikatlarını muhtaç kardeşlerimizin vatandaşlarımızın ellerine ulaştırmaktır.

O aziz ve azim Üstad ki, vefatından bir ay önce İstanbul ve Ankara’daki son dersinde hülâsatan verdikleri dersde hizmet-i hakikiyemizi göstermekle beraber, Risâle-i Nurun geçmiş ve gelecek devrelerine işaret buyurmuşlardır:

Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan -bazan men’olduğum gibi- men’ edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, ehven-üş şerr deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil.[1]

Aynı zamanda şöylece ilave ediyor, teşcî’ ve teşvik ediyor:

Onun için Cenab-ı Hakk’a şükür Kur’an-ı Hakîm’in işarat-ı gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arab milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mu’cize-i Kur’aniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış. Ve onaltı sene evvel altıyüzbin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş. Demek Risale-i Nur; beşeri anarşistlikten kurtarmağa bir derece vesile olduğu gibi, İslâm’ın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arab’ı birleştirmeye, bu Kur’anın kanun-u esasîlerini neşretmeğe vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar. [2]

Vefatından sonra çeşitli hâdislerin tazyikiyle ve câzibedâr meşgalelerin te’siriyle fütura düşmek ihtimaline biâen bizleri ikaz ediyor:

Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik, enaniyet, hodfüruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştihası, tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’andan aldığı dersin en birinci esası: Benlik, enaniyet, hodfüruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlas-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakk’a şükür, o a’zamî ihlası kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ü şerefini en küçük bir mes’ele-i imaniyeye feda eden çoktur.

Madem mesleğimiz a’zamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mes’ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek a’zamî ihlasın iktizasıdır. [3]

Evet Aziz ve Mübârek Kardşlerimiz!

Nurlardan aldığımız hakikat-ı imaniye dersiyle ve himet-i imaniyede bulunmaktan gelen küllî alâkadarlık ve münâsebet ile herkesin ev, bahçe ve dükkân gibi cüz’î dairesine bedel İslâmiyet, Âle-i İslâm ve kâinat kadar geniş ma’nevî hayatı ve vucudî daireleri var. Herkes ihlâsına, hizmetteki himmet ve niyetine göre, âyine-i ruhuna in’ikad eden bu geniş ve ebedî âleme sahip oluyor. Bu hakikatı İhlâs Risâlelerine ve Hutbe-i Şâmiye’deki hizmet-i islâmiyeye dâir altı mes’eleye havale ediyoruz.

Bilhassa İkinci Kelime’de izah edilen imandan gelen kuvve-i ma’neviyenin dersi ve Beşinci kelimedeki meşveret-i şer’iye dersleri, herbirimiz için ne kadar elzem hakikatlar olduğu malumdur. Şu tek cümle dahi bu hakikatı ifadeye kâfidir:

Çünki bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.[4]

Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve Ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes nefsî nefsî demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle ve menfa’at-i şahsiyesini düşünmekle bin adam bir adam hükmüne sukut eder. Müslümanların hayat-ı ictimâiye-i islâmiyedeki saadetlerinin anahtarı olan meşveret-i şer’iyeye dair Altıncı Kelime ise, bir düstur-u hakikattır.

Hem herbirimiz bulunduğumuz köy, kasaba ve şehirde bu Altıncı Meselenin ihtarıyla aramızda bir şûrây-ı ma’nevî ile hareket etmekle İhlâs Risâlesinde beyân edilen;

Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. [5]

manasını elde etmeye çalışmalıyız.

Bu defa Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle ve muhterem kardeşlerimizi dualarıyla yaptığımız umumî ziyaretlerde yakinen gördük ve anladık ki, Cenab-ı Hak nihayetsiz rahmet ve keremiyle İslâm diyârını Nurunun ayrı ayrı tecellilerine mazhar has kullarıyla, Kur’an hâdimleriyle, islâmiyet fedakârlarıyla donatmış. Her yerde, her mekânda, her beldede Nurun âşıkları, imanın fedâkâr bülbülleri var. Cenab-ı Hak ebediyyen pâyidâr eylesin, muhâfaza ve devam ettirsin. Âmîn.

Evet Aziz Kardeşlerimiz! Bir hakikat-ı Kur’aniye ve mu’cize-i Furkaniye olan Risâle-i Nur enzâr-ı âleme dersini vermekte devam ediyor. Bir zaman ehemmiyetli bir vakitte, şimdi ne yapacağız diye Nurlardan tefâülde şu fıkralara karşımız çıktı:

Risale-i Nur’la mübareze edilmez, o mağlub olmaz. Yirmi senedir en muannid feylesofları susturuyor. İman hakikatlarını güneş gibi gösteriyor. Bu memlekette hükmeden, onun kuvvetinden istifade etmek gerektir.

Benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurlarıyla beni çürütmek ve ihanetlerle nazar-ı âmmeden düşürmek; Risale-i Nur’a zarar vermez, belki bir cihette kuvvet verir. Çünki benim bir fâni dilime bedel Risale-i Nur’un yüzbin nüshalarının bâki dilleri susmaz, konuşur. Ve hâlis talebeleri, binler kuvvetli lisanlar ile o kudsî ve küllî vazife-i Nuriyeyi şimdiye kadar olduğu gibi, inşâallah kıyamete kadar devam ettirecekler. [6]

Demek değişen her hâdisede ve tahavvülde bizim vazifemiz, yalnız ve yalnız hizmet-i Kur’aniye ve imaniyedir.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

www.NurNet.org

Nurcuların Siyasetle Alâkaları Yoktur


Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok ve Risale-i Nur, rıza-i İlahîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensubları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalaletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil. Çünki iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu manayı zedeler. İhlas kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur’u hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar. Hem Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle, bir nevi siyasete teması var tevehhüm edilmiş.. (Emirdağ Lahikası-II – 36)

Biz Nur Talebeleri, kat’iyyen siyasetle iştigal etmeyiz. Bizim yegâne emelimiz, memlekette din hürriyetinin hakikî surette temini, dine ve din ehline ve Kur’an ehli olan Nurculara karşı çeyrek asırdan beri devam eden zulüm ve tazyikin tamamıyla bertaraf olmasıdır. (Tarihçe-i Hayat – 639 / Demokrat kardeşlere tavsiye)

Elimizde nur var, siyaset topuzu yok. Yüz elimizde olsa, ancak Nur’a kâfi gelir.

.. Yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam “Acaba nurla beni celbedip, topuzla dövmek mi istiyor?” diye telaş eder..

.. O topuzlar ise, siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise, hakaik-i Kur’aniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adavet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz. İşte ben de nur-u Kur’anı elde tutmak için “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım..

Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor. (Mektubat – 49 / Onüçüncü Mektub)

Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim.

Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin. (Hutbe-i Şamiye – 57)

Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir.
Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılab eder. Hem nur, hem topuz.. ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle nura sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!.. (Lemalar – 104 / Onaltıncı Lem’a)

Benim ile temas eden bütün dostlarım bilirler ki; siyasete değil karışmak, değil teşebbüs, belki düşünmesi dahi esas maksadıma ve ahval-i ruhiyeme ve hizmet-i kudsiye-i imaniyeme muhaliftir ve olamıyor. Bana nur verilmiş, siyaset topuzu verilmemiş.
Bu halin bir hikmeti şudur ki; hakaik-i imaniyeye müştak ve memuriyet mesleğine giren birçok zâtları, bu hakaike endişeli ve tenkidkârane baktırmamak, onlardan mahrum etmemek için, Cenab-ı Hak kalbime siyasete karşı şiddetli bir kaçınmak ve bir nefret vermiştir.. (Tarihçe-i Hayat – 221 / Eskişehir Mahkemesi Müdafaatından bir kısmı)

.. kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış. (Hutbe-i Şamiye – 46)

.. O gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:
Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik etti.
Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin.
Bunun için Eski Said: ﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪِ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺸَّﻴْﻄَﺎﻥِ ﻭَ ﺍﻟﺴِّﻴَﺎﺳَﺔِ dedi. Ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti. (Hutbe-i Şamiye – 46)

Sonuç:
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’den aldığı dersle Nur Talebelerini şiddetli bir surette siyaset aleminden men’etmiş ve “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırız) bir dusturumuzdur diye ders vermiştir..

Bundan dolayıdır ki, Risale-i Nur Talebeleri siyasetle ilgilenmezler.. Siyasete giren kişiler Nur Talebesi olamazlar.
Dost (veya kardeş) mesabesinde Nurlarla alakadardırlar…