Etiket arşivi: nurculuk

İslami cemaatlerin dikkat etmesi gereken bir kaç husus

İslami cemaatlerin dikkat etmesi gereken bir kaç husus

İslamiyete daha sağlam ve istikametli bir surette hizmet etmek için tesis edilen İslami cemaatler esas itibarıyla insanların manevî hayatına hizmet için var olan ve öyle olup öyle kalması gereken birliktelikler ve manevi kuruluşlardır. Nitekim Bediüzzaman’ın Nur Talebelerine gösterdiği temel hedef ebedî hayatları kurtarmak. Bu hedef istikametindeki hizmetlerin dünya hayatına bakan önemli neticelerinden biri ise, anarşistliğin ve serseriliğin önüne geçip huzuru temin etmektir. İslami hizmetlerin dünyaya bakan veçhesi budur ki sükun-u umumiyi tesis eder.

İnsanların iman eksenli bir ahlâk ve ibadet disipliniyle yaşanan bir hayat anlayışına sahip olmaları, Said Nursî’nin, lahikalarda tayin ettiği hizmet düsturlarıyla, müsbet hareket metoduyla hizmet ederek bu minvalde çalışan nurcuların en önemli ve öncelikli hedefini teşkil ederken, hizmet ve iştigal sahaları bu gayeye müteveccih faaliyetler oluşturmalı ve oluşturmalıdır.

Bu temel prensibin bir neticesi olarak, islami cemaatlerin ticaret, siyaset ve hele devlet idaresini ele geçirmek gibi dünyevî işlerle bir alâkalası olamaz. Çünkü idareyi ele almak müsbet hareket metodunda yer almaz. Müsbet hareketi esas almayan hizmet hareketleri ise esas aldıkları prensiplere göre hareket ederek gerek kendilerini ve gerekse tüm islami hizmet hareketlerini zan ve töhmet altına alınmasına sebep olmaktalar. Bu tevessül ise, kul hakkına girmeye sebeptir.

İslami cemaat mensupları, ferdi olarak kendi şahısları namına ticaret yapabilirler veya siyasetle meşgul olabilirler. Bunda bir mahzur yoktur. Bu meşguliyetlerini, cemaat tarafından yapılan manevî hizmetlere katkı ve destek vermek gibi bir amaca da yönlendirebilirler. Ancak burada ince ve hassas bir çizgi var. O da, söz konusu ticarî veya siyasî meşguliyetlerin, İslami cemaatlerin şahs-ı manevîsi ile irtibatlandırılmadan yürütülmesi gereğidir. Bu dengeye dikkat edilmezse, cemaatlerin ticarîleşme ve siyasîleşme yoluyla dünyevîleşip yozlaşarak aslî hizmet ve iştigal alanlarından uzaklaşmaları riski ortaya çıkar. Ayrıca manevî hizmetlerin ticarî veya siyasî amaçlar için istismar edilmek istendiği gibi suçlamalara malzeme verilmiş olunur. Şahsi hataların umumileştirilip umum islami hizmetleri töhmet altında bırakmaya sebep olacaktır. Sekülerizm hem insanı hem insanlığı perişan etmiştir.

Hizmetlerin ruhunu oluşturan ihlâsa zarar verdiği gibi, muhataplar nezdinde korunması icap eden inandırıcılığa da gölge düşürür. Yola koyulurken mevcut olan halisâne duygular ve hizmet mülâhazaları, zaman içinde, mazide kalmış olan latif hatıralar veya ibret tabloları olarak nakledilir hale gelir olur.

Kuralları başka odaklarca belirlenen ticaret ve siyasetin kaygan zeminlerinde, giderek hızlanan bir süreç içinde aşınmaya ve helâl-haram hassasiyetleri törpülenmeye başlar. Cemaatler cemaat olmaktan çıkıp müflis holdinglere veya itibarsız siyasî organizasyonlara dönüşerek tükenirler. Manevi olarak ilmen ve fikren mağlub edilemeyen hizmet hareketleri, madde ile boyunduruk altına alınmış olup nazar-ı itibardan düşürülmüş olur. Bu suretle manevi hizmet yerle bir edilir.

Bir cemaatin siyaset alanında aktif bir oyuncu gibi rol üstlenip, güncel siyasetin polemik ve tartışmalarında çok fazla adının geçmesi; farklı iddia, suçlama ve savunmalara konu olması da dünyevileşenin bir neticesidir. Sürekli olarak politik tartışmaların içinde ve odağında yer alan bir islami cemaat, o tartışmaların kaçınılmaz bir neticesi olan yıpranmadan kendisini koruyup azade kalabilir mi? Tabi kalamayacaktır. Ve hizmetin kudsiyetine gölge düşürmeyip, hizmeti tarumar edecektir.

Kıyasıya bir iktidar mücadelesinin tarafı gibi davranan veya tavırları öyle anlaşılan bir islami cemaat, artık siyasi bir cemiyet haline gelecektir. Böylece toplumda itibarsızlaştırılıp, netice itibariyle toplumda İslamiyete karşı bir soğukluk ve mesafe olmasına sebep olacaktır.

Maddeyi ve siyaseti ön plana alan cemaatler, dünyevileşerek dünyanın çarkları arasında öğütülecektir. İsminin duyulduğu yerlerde de tepki ve mesafe konacaktır. Maddeyi bu suretle ön plana alan cemaatler itibarsızlaştırılmak için ehl-i dalalete açık hedeftir.

Bu sebeple cemaatlerin dünyevileşmekten uzak kalmaları hizmetlerinin selameti için elzemdir.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: Risalehaber 

www.NurNet.org

Sahiplenmedikçe Çoğalırız Biz

Muhakkak ki Biz sana kitabı hak ile indirdik. İbadetini ihlâs ile Ona yönelterek sadece Allah’a kulluk et. Bilin ki, şirkten ve riyadan uzak hâlis din Allah’a mahsustur. Zümer Sûresi: 39:2-3

İhlas çoğu zaman ‘parçası olmakla’ mutlu olmaktır. Nasıl? Buyurun, cümlelerimin koluna girin, istirham ederim. Sizi, hemence, 20. Lem’a’nın başındaki ‘mühim ve müthiş bir suale’ götürmek isterim:Neden ehl-i dünya, ehl-i gaflet, hattâ ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekabetsiz ittifak ettikleri halde, ehl-i hak ve ehl-i vifak olan ashab-ı diyanet ve ehl-i ilim ve ehl-i tarikat, neden rekabetli ihtilâf ediyorlar? İttifak ehl-i vifakın hakkı iken ve hilâf ehl-i nifakın lâzımı iken, neden bu hak oraya geçti ve şu haksızlık şuraya geldi?Mürşidimin bu soruyu aktarmasının ardından verdiği ilk tepki ne kadar içten ve ciğeri yanan bir insanın halidir:

Bu elîm ve fecî ve ehl-i hamiyeti ağlattıracak hadise-i müthişenin pek çok esbabından, yedi sebebini beyan edeceğiz. Fakat bir saniye. Bu beyanlarda bir iş var: Bediüzzaman, bu beyanlar boyunca, İslam adına hiçbir kötü seciyeyi kabul etmez veya reform istemez. Aksine; aslın temizliğine ve seciyenin paklığına dikkat çeker. Bütün ‘sebep’lerin ilk satırları bir müdafaa gibidir bu yönüyle. Asıl’ın savunmasıdır. Peki yanlış olan nedir? Neden bütün bu ayrılıklar yaşanmıştır? Okudukça farkedersiniz ki; Yanlış olan, ‘iyi’ olanın, ‘tek olmayı’ istemesidir.

Burası beni alıp Ene Risalesi’ne de götürür. Orada Bediüzzaman’ın;Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder… demesi, yani; marifette bir araç olmak için sahiplik tevehhümünü sağlayan yetimiz, enaniyetimizin, yoldan çıktığında, kendisinin bireysel gücünün yetmediğini düşündüğü yerlerde türü, sınıfı, cemaati veya milleti adına birşeyleri sahiplenmeye başlaması, asabiyete/ırkçılığa yol açması; sahiplenme ve asabiyet arasındaki doğru orantıyı da görmemizi sağlar.

Bireysel sahiplenmeler ‘kibir’i doğururken, toplu (veya topluluk adına) sahiplenmeler de ‘asabiyeti’ doğurur. Nitekim; kulluğun girişi ‘Allah adına’ başlamaksa bir işe, ahiri de ‘Allah’a hamd ederek’ her övgüyü, dolayısıyla sahiplenmeyi, ona bırakmaktır. Yani salih amelin iki ucu vardır: Başı, Onun adına/adıyla yapıyorum’dur. Sonu, bunu yapmak ancak Onun gücüyle oldu ve bu aslında Onundur’dur.

21. Lem’a’ya gelelim: 21. Lem’a, tıpkı 20. Lem’a gibi yine bir İhlas Risalesi. 20.’de Bediüzzaman, güzel niyetlerle ve seciyelerle de olsa, bütünü istemenin veya bütüne tek başına sahip olmayı arzulamanın zararlarını anlatırken; 21’de artık bizi birşeye ikna etmeye çalışır: “Bütünün sahibi olmaya çalışma. Parçası olmakla mutlu ol!” Evet, 21. Lem’a’nın her bir parçası bir ‘parçası olmayı öğrenme’ dersi verir müminlere. ‘İştirak-i emval’ ve ‘iştirak-i sanat’ gibi kavramlarla bizi tanıştırmasından tutun, ‘istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin‘e kadar her bir parçası bu Risale’nin, mümini, büyük hakikatin yalnız parçası olmakla mutlu olmaya çağırır. Cemaat grupları içre okumalarda olduğu gibi küçüklerin kulağını bükme, tektipleştirme, susturma dersi yoktur bu Risalelerde. Aynı fabrikanın ‘tektip çarkı’ olunmadığını kabullenmiş, ama aynı fabrikada birbirine yardım eden ‘özgün çarklar’ olduklarını da unutmamayı hatırlatan, özgürleştirici bir yönü vardır İhlas Risalesi’nin.

Kendimize bir iğne: Bugün Nurcu gruplardan hangisi İhlas Risalesi’ni (Ve de Şefkat Tokatları’nı) küçük kardeşin kulağını bükmeye değil, İslam fabrikası içinde farklı bir ses olabileceğini anlamaya yönelik okumaktadır? Bilakis; bizde İhlas Risaleleri ‘insan yontma metinleri’dir. Fabrika da Nurculardan (hatta Nurcu alt gruplardan) ibarettir. Ve uyumsuzluk göstermek fabrikadan şutlanmaktır.

Peki, ya Bediüzzaman’ın kastettiği fabrika, sizinkiler kadar küçük değilse? O vakit, buradan Çin’e, Çin’den ta Arjantin’e ulaşan bir çizgide âlem-i İslam fabrikasının bütün çarklarının tektip olması mı beklenmelidir? Bu fabrikanın bir parçası Nurcularsa, bir parçası Nakşibendîler, bir parçası Kadirîler, bir parçası Mevlevîler, bir parçası Sunusîlerdir. (Allah hepsinden razı olsun.) Peki Nurcular neden ‘ihlas fabrikasını’ kendi atölyeleri kılığına sokarlar? Neden o atölyelerde ‘Abi diyorsa doğrudur’cu kardeşler yontarlar?

Burada bir nefes: İlgili mektupları okuyanlar, Bediüzzaman’ın, talebeleri içinde merhum Hafız Ali abiye ayrıca bir muhabbeti, bir takdiri olduğunu bilirler. Bunun sebeplerinden birisi de: Hafız Ali abinin, Hüsrev abinin, hat meselesinde kendisini geçmesinden duyduğu mutluluk, bu mutluluk içindeki ihlas ve Bediüzzaman’ın ‘kalbine dikkat ettim, gösteriş değil’ demesidir. Yani bütün kendisinin olmasa da, ortaya çıkan yine de bütüne dair olduğu için, parçası olmakla mutlu oluşudur:

Kardeşlerimizden İslâm Köylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti, çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum: O zat yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. ‘O daha çok hizmet eder’ dedim. Baktım ki; Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlâsla, onun tefevvukuyla iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celb ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah’a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âli hissi taşıyanlar var. İnşaallah bu his büyük hizmet görecek…

Müminler, hadiste bahsedildiği gibi, nasıl bir binanın taşları olur? Birbirlerini geçmeye çalışarak mı? Hayır, değil. Tektipleşerek mi? Hayır, değil. Birbirlerini başarılarıyla ezikleyerek, ‘gıpta damarını tahrik ederek’ mi? Hayır, hiç değil. Bunların üçü de hayır değil. Peki, ne öyleyse? Müminler, birbirleriyle yarışmadıklarında, dolayısıyla geçildiklerine üzülmediklerinde, hakikaten kardeş olurlar. Hayırda yarışmak, hayrın vücudî ve küllî yanları esas alınırsa; yani varlıksal ve bütünsel yanları; o bütünün kuvvet bulduğu herşeye sevinmektir. Yalnız kendi grubunun maharetinden mutlu olup, ötekinin başarısını duyduğunda “Eh, işte…” ile küçümsemeye çalışmak değildir.

Ben Nurculukta sonlarda gelirim. Ama öndekileri görmekle mutluyum. Bunu aştım. Mısır’da İhvan’ın şanlı direnişiyle iftihar ediyorum. Bunu aştım. Türkiye’de İslamcılığın başarısıyla da iftihar ediyorum. Bunu aştım. Cümle tarikatlerin yaptıkları hizmetlerle, çokluklarıyla, feyizleriyle iftihar ediyorum. Bunu aştım. Dünyanın her neresinde İslam hizmetinde muvaffak olan bir kardeşim varsa onunla da iftihar ediyorum. Hepsini aştım/aşabildim. Çünkü onlarla yarışmıyorum. Biz aynı fabrikanın çarklarıyız. Çarkların boyu farklı olabilir. Yolu farklı olabilir. Ama fabrikanın amacı birdir. İttihad-ı İslam ancak böyle olur.

Her çark, bir diğerine burun kıvıracaksa, abilik veya seçilmişlik taslayacaksa, İhlas Risalesi’ni onbeş günde bir değil, onbeş dakikada bir kere okusanız, yine nafile! Çünkü, çarkları zımparalıyorsunuz onla, özgürleştirmiyorsunuz. Bütünü istiyorsunuz onla, parçası olmakla mutluluk öğretmiyorsunuz. Şunun en büyük dersini ‘dindarlığın tek sahibi olmaya çalışan bir grupla’ almış olmalıyız. Bakın sonları ne oldu? En son devleti de istediler, bu kanlı bir şekilde teşebbüs de ettiler, şimdi ellerinde hiçbirşey kalmadı, kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Halbuki biz sahiplenmedikçe artarız. Biz demedikçe ‘biz’ oluruz. Yolumuz, varlıktan değil, fenadan geçer. Fenafilihvan varlığımızdır bizim.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Üstad Bediüzzaman Ne Demek İstiyor? Biz Ne Anlıyoruz?

Mutlak vekil üstadımızın kullandığı bir tabirdir.

Talebe üstadını reddetmez. Ne demek istediğini anlamaya ve mucibinde amel etmeye çalışır.

Bir kısım insanlar: “Bu mutlak vekil tabiride nereden çıktı? Yani olamaz?” demek  istiyorlar.

İyi ki Bediüzzaman hazretleri bu zatlara sormamış, o dehanızla herhalde ahirzamanın mürşid-i ekberini de irşada kalkışırdınız.

Münazarayı Hüsnü abi üzerinden götürüyorlar…

Çünkü Hüsnü abi Risale-i Nura, üstada sadakat diyor, kanaat diyor, gölge etmeyiniz diyor.. O da beylerin ve Cağaloğlu komitesinin işine gelmiyor.

Vaktiyle Risale-i Nur’da ismi cismi geçmeyen bir kısım insanlara yalakalık yapmaktan katiyen geri durmayan bu insanlara ne oluyor!. Hüsnü ağabeyin, günün getirdiği şartlara binaen Nurları ve Nur talebelerini müdafaa maksatlı Cumhurbaşkanımızla ve bazı devlet erkanı ile görüşmesinden rahatsız oldular. Nurculuğun ve Nurların doğru yerden temsil edilmesi komitenin rahatsızlığına sebeb oldu.

Şimdi bir soruya cevap arayalım: 

– Mutlak vekil ne demektir?

– Vazifesi nedir?.. de bu kadar kıyamet koparılıyor.

 Üstad, mutlak vekil tabiri ile neyi kast etmiş. Hep beraber bu meseleyi müzakere edelim ve vuzuha kavuşturalım .

Nurculuk bir tarikat değildir, öyle ise mutlak vekil Halife ve Şeyh manasında değildir.

Nurculuk bir cemiyet, federasyon, konfederasyonda değildir. Öyle ise Başkan ve Reis de değildirler

Nurculuk bir siyasi teşekkül veya parti de değildir. Öyle ise mutlak vekil Lider de değildir.

Madem mürşid, reis, lider demek istemiyor.

Nedir o zaman? 

Nurculuk bir iman cereyanıdır. Nur talebeleri iman hizmeti yaparlar. Tamamen manevi, uhrevi, imani ve nurani bir hizmet-i kudsiyedir. İntişarı, kayıt ve sınır kabul etmez. Küre-i arzda belki semavatta bütün zişuurun bu Kur’ani hakikata ihtiyacı var ve elimizden gelse bütün onlara tebliğ ederiz. Üstadın vasiyetnamelerde isimlerini tasrih ettiği vekil ve varislerden maada, her nur talebesi de üstadımızın bir cihette manevi vekilidir, varisidir.

Gelelim mutlak vekillerin diğer vekil ve varislerden farklı yönü nedir?

“Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört-beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tahirî, Sungur, Ceylan, Hüsnü ve bir-iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. “

Bak Ne diyor üstadımız:

1- “Benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde

Demek üstadımız tarz-ı hareketini bu zatlar vasıtasıyla kendi hayatından sonra muhafaza vazifesini hususan ve öncelikli olarak bu zatlara havale etmiştir.

2- Üstadımızın Vasiyetnamesi:

Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin sermayesini, kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayinlerine vermek, hususan nafakasını çıkaramıyanlara vermek lâzımdır.

Şimdiye kadar birkaç senedir tayinatları verilen Nur talebeleri, haslara malûm olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de tam muhafaza etsinler.

Evet, bu vasiyetnameyi tasdik ediyorum.

Said Nursî

(Emirdağ s.200)

 Bu zatların ve varislerin İkinci bir vazife ise Tayinat vazifesini üstad bu zatlara havale etmiştir.

Tayinat, ÜSTADIN bizatihi naşirlerden taleb ettiği telif hakkını zatına temlik etmeyip, hayatını vakfeden talebelere dağıtılmasını bu zatlardan istemiştir.

Buradan şu mana da anlaşılır. Neşriyat bu zatların kontrolünde olacaktır. Öyle ise neşriyatın sahibi bu zatlardır. Oradan telif hakkı olan tayinatı alırlar ve hayatını vakfeden talebelere verirler.

Böylece üstad bu zatlarla hayatını vakfeden talebeler arasında bir irtibat tesis ettiği anlaşılır.

Demek nur hizmetinde çekirdek kadroyu teşkil eden ve medrese hizmetlerinin devamında ehemmiyetli vazife yapan fedakar ve hayatını vakfeden talebelerle üstad hizmetinde istihdam ettiği bu zatları irtibatlandırmıştır.

 Sonra tesanüdü dahi muhafaza etmek vazifesi verilmiş. Tesanüd vazifesinin verilmesi gösteriyor ki, nur talebeleri müşkilatları olduğunda onlarla konuşarak halledeceklerdir. Hatta Ne diyor:

“Ben yanımdaki vasiyetnamemdeki evlâd kabul ettiğim küçük evlâdları tevkil ediyorum. Onlarla konuşanı, benimle konuşmuş gibi kabul ediyorum…” E-2s.227

 Evet Risale-i Nur’un azami ihlası, sadakatı, fedakarlığı muhafaza eden dikkatli, müteyakkız herbir talebesi bir varistir, bir muhafızdır, bir sahibdir. Bu Muazzez abilerimizin mekan değiştirmeleri vazifelerin ihmal edileceği manasına gelmez. Üstadımızın hayatı Risale-i Nur ile devam ettiği gibi onların da nur talebeleri fedakar hadimlerinin şahs ı manevisi ile devam eder inşallah!

Ben böyle anlıyorum. Sadece bu manaya gelir demiyorum. Zira;

Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor. Sözler ( 719 )

Abdullah Saidoğlu – Nurdan Haber

Bir ‘Nurcu’nun Târifi! (Şiir)

Yumuşak ve sessiz akar, yıkmadan hiç yavaş yavaş;
Çevresine hayât verir sulhdur işi, değil savaş…
Aşılmayan dağ ve tepe geçit verir, boyun eğer;
Kimseden ne çıkar bekler, ne gözetir aş ve maaş…

“Nurcu” sâkin ırmak gibi munsabbına doğru akar;
İstikāmeti muayyen, gözü hep hedefe bakar.
Granitten mânialar, çelik sûrlar, âlî burçlar;
Yolundan hiç alıkoymaz fırtına, yağmur, dolu, kar…

Emeli tahakküm değil, faydalı olmak etrâfa;
Zümrüt misâli yeşerir, çöller olur birer vâha.
Gürlemeden, çağlamadan, hep böyle sessiz yol alır;
Rahmet saçar zîhayâta, nûr olur zevil-ervâha…

“Gizli ajandası” yokdur, hîlesizlikde “hîlesi”;
“Takıyye” mezmûm hasletdir, olur zillet vesîlesi.
Merdânedir her yapdığı, âşikâredir hâlleri;
Husûmet, adâvet bilmez; minnetsizdir cemîlesi…

“Siyâset-i âlem” ile meşgul olmaz ve aldırmaz;
“Îmân ve Kur’ân Hizmeti” tarâfgîrliği kaldırmaz…
Beşeriyet her hâlinde onun nûruna muhtâcdır;
İyilikle teblîğ eder, yakıp yıkarak saldırmaz…

Menfî hareket değildir işleri her hâl ü kârda;
Tahammülle, sabırla hep yürür sâkin, bir kararda …
Nefsini ince elerken gayre müsâmaha eder;
Afv ve insafla davranır, velev görse çok zarar da…

Kolay değil “Nurcu” olmak; bunu, gel de, nefsime sor!
Üstâd’ı imtisâl edip O’na şâkird olmak ne zor!
Evsâfını bilmek başka, yaşamak başkadır elbet;
Gözü olanlar görüyor, aklı olanlar biliyor…

Ekrem Kılıç / Risalehaber

Tarih ve Düşünce Dergisinin Camia Hakkındaki Soruları

Mustafa Sungur Ağabeyin, Tarih ve Düşünce Dergisi tarafından aşağıda sorulan sorulara cevabı

  • Bediüzzaman’ın yakın talebelerinden biri olarak Nurculuk içinde önemli ve etkin bir Ağabeysiniz. Size göre, geçmişi ve bugünüyle Nurcuları mukayese edersek bugünkü durum nedir?
  • Nurculuğun dikkat çeken iki yönü var. Birincisi; başından beri demokrasiye inanmaları ve demokratik misyonu desteklemesi. İkincisi de; özellikle kitap yayınına önem vermeleri. Nurcuların bu iki konuya verdiği önem nereden kaynaklanıyor?
  • Bölünmeler, grublaşmalar Nurculuğu olumsuz etkiliyormu? Yoksa bunu hizmet farklılığı ve bir zenginlik olarak mı değerlendirmek gerekiyor?

Tarih ve Düşünce

Muhterem kardeşim Dursun Bey;

Evvela; çok selam eder saadetler dilerim. Sorduğunuz suallerinize yakinen cevap vermek çok arzu etmeme rağmen malumunuz olduğu vechile zamanın darlığı buna imkan vermiyor.

Birinci sualinizde, Bediüzzaman yakın talebelerinden olarak beyanınıza dua-i manevi olarak Rabb-i Rahim kabul etsin niyazi ile beraber bu nur dairesi Cadde-i Kübra-i Kur’aniye olaması bakımından yakınlık uzaklık zaman ve mesafe bakımından ziyade ihlas sadakat gibi malumunuz olan ölçüler itibariyledir ve daha gecerlidir.

Risale-i Nur dairesi ve Hizmet-i İmaniye ve kuraniyenin dün ile bügün arasında çok ziyade bir farkı yoktur. Çünkü Üstad kitaplar olunca dersler hakaiki Kur’aniye mucmuası olan Risale-i Nurla ifa edildiğinden merci ve makam, menba ve Üstad devam ettiği müddetce aynı nur ve feyiz ve iştiyak ve merak devam ediyor demektir. Hele Nur neşriyatı ülke hududları dışında alem-i İslam ve insaniyete doğru uzandıkça, yayıldıkca yıllar önce başlayan ihbaratı gaybiyelerin zuhuru daha ziyade şükrana vesile olmaktadır.

Amma elbette saff-ı evvel ilk talebelerin çekirdek misal hizmetleri ifa edenlerin mazhariyeleri çok daha ali ve kıymettar ve ehemmiyetli görünüyor. Hz. Üstad bir mektubun da

“Hakkı, Hulusi, Sabri, Süleyman, Rüşdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev, Re’fet gibi Sözler’in hameleleri hakında o cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikatı ise inşâallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de, ileride tevfik-i İlahî ile birer şecere-i âliye hükmüne geçerler. Ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar.”

demektedir. Şimdi ise Nur Talebeleri gelişen bu alemde zaman ve mekanın kısalıp her şeyin sür’at peyda etmesi icabı hizmet-i imaniyede de ona göre say etmektedir.

İkinci sualinizde, Nurcuların demokrasiye inanmaları ve desteklemeleri vesaire: bütün onlara Hz. Üstadımızın son on senede yazdıkları mektublar, ehli Hükümet ve İdareye ve maarif dairesine, Reisicumhura Başvekile gönderdiği yazıları buna güzel bir cevabdır. Hz. Üstad orada gaye ve maksadını çok güzel ve açıkca ifade etmektedir. Hem bu millet ve memleketin bugün maruz kaldığı mes’eleride hall noktasından da ehemmiyetlidir. Bu vesile ile bunun neşrini sizden rica ediyorum.

Efendim; Nur Risaleleri gibi ana kaynak dusturlar hazinesi, hulasa manevi üstad olduğu için Nur Talebelerinde gerçek bölünme olmaz. Çünkü dersler aynen bakidir ve daimada okunmaktadır. Bu cidden harika bir mazhariyettir. Bir Risalede Hz. Üstad

“Hem Şimdi anlıyorum ki; eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lakabı, benim değildi; belki Risale-i Nur’un manevi bir ismi idi. Zahir bir tercümanına ariyeten ve emaneten takılmış Şimdi o emanet isim hakiki sahibine iade edilmiş”

demek Risale-i Nur manevi bediüzzamandır. Hem ilmi yönü hem de irşadi yönü itibari ile aynı hakikat devam ediyor demektir. Bir mektubunda “On iki tarikatın hulasası olan Risala-i Nur” diyor. Bir mektubunda “Lillahilhamd Risale-i Nur bu asrı belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mucize-i kur’aniye olduğunu çok tecrubeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş. Ona ait medih ve senanız tam yerindedir. Fakat bana verdiğinizden binden birisinede kendimi layık göremem. Yalnız pek büyük bir nimete ve muvaffakıyete sizin gibi hakikatlı talebelerin iştirak ve sa’yi ve gayretleri ile mazhariyetim noktasında Risale-i Nur noktasında ebede kadar iftihar ederim.” demektedir.

Son cevabım 1955’de “Reisi Cumhura ve Başvekile” diye gönderdiği beyanını değerli tarih mecmuasında derc etmeniz temennisiyle arz ve takdim ediyorum.

Aciz Kardeşiniz

Mustafa SUNGUR

22.12.2000

* * *

Üstad Bediüzzaman’ın 1955 de Reis-i Cumhur ve Başvekil’e resmen gönderdiği muktubudur…

Reisicumhur’a ve Başvekil’e

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçare garib ihtiyar der ki: Size iki hakikatı beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşâallah dörtyüz milyon İslâm’ın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i ammenin teminine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım. Otuz-kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terkettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’anın bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen mikdarın üç misli Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Sâniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumîde yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir. Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymetdar ittifakınız, inşâallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def’edecek ve dört-beş milyon ırkçıların yerine, dörtyüz milyon kardeş Müslümanları ve sekizyüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve sair dinler sahiblerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.

Sâlisen: Altmışbeş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’anı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu, İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’anı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsad komitesi bu bîçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmışbeş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’an-ı Hakîm’den istimdad eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir Dârülfünun-u İslâmiye tasavvuru ile, altmışbeş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalaletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk:

Birinci Vesilesi: Risale-i Nur’dur ki; uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik haletinde te’lif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm’ın ekserî yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerhedememesidir. İnşâallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zâtlar, bu mu’cize-i Kur’aniyenin cilvesini âlem-i İslâm’a işittireceksiniz.

İkinci Vesilesi: Altmışbeş sene evvel Câmi-ül Ezher’e gitmek istiyordum. Âlem-i İslâm’ın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi-ül Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile İNNEMEL MÜ’MİNİNE İHVETÜN Kur’anın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla tam musalaha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilayat-ı şarkıyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında Medreset-üz Zehra manasında, Câmi-ül Ezher üslûbunda bir dârülfünun; hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için, tam ellibeş senedir Risale-i Nur’un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altun lira verdiği gibi, sonra ben eski harb-i umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcud 200 meb’ustan 163 meb’usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayd ve garblılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki: “Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garblılaşmaya ve medeniyete muhtacız.” Ben de cevaben dedim:

“Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların garbda gelmelerinin delaletiyle; Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garblılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört-beş büyük milletlerin merkezinde olan vilayat-ı şarkıyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet’in hakaikına kat’iyyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Ben Van’da iken, hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünki tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aks-ül amel ile, o da Kürdçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd’ü, sâlih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürd var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arab var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum!

İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garblılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim, Allah kusurlarını afvetsin, şimdi vefat etmişler.

Râbian: Madem Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde şark üniversitesini en ehemmiyetli bir mes’ele yapıp, hattâ hârika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnetdar etmiş. Ve şimdi orta-şarkta sulh-u umumînin temeltaşı ve birinci kal’ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması; elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm faideli hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünki hariçteki kuvvet tahribatı manevîdir, imansızlıkladır. O manevî tahribata karşı atom bombası, ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir. Madem ellibeş sene bu mes’eleye bütün hayatını sarfetmiş ve bütün dekaikı ile ve neticeleri ile tedkik etmiş bir adamın bu mes’elede re’yini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken; Amerika’da, Avrupa’da bu mes’eleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes’elede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Said Nursî