Etiket arşivi: Nuriye Çakmak

Medine’den Maldivlere Hicret

AHİR ZAMANDA yaşamak demek, hayret makamını farklı bir boyutta sürekli taşımak demekmiş anlaşılan. Her defasında “Bunu da gördüm ya, artık ne görsem ne duysam şaşırmam” diyorum. Ama birileri çıkıp öyle bir şey yapıyor ki, yeniden hem hayrete hem dehşete düşüyorum. Hayatını tekrar tekrar, farklı kaynaklardan okumaya çalıştığım bir sahabedir bilinen adıyla Ebu Eyyub el Ensari. Şüphesiz tümü benzer özelliklere sahip olsa da, takvada, istiğnada, tavizsizlikte aklıma gelecek ilk üç sahabeden de biridir. Onun hayatını okumaya özen göstermem kişinin en çok tanıdığı bildiğini sandığı şeylere kör oluşundan kaynaklanıyor. Onu, yüzyıllardır adıyla anılan bir semtte ağırlıyor olduğumuz için çokça tanıdığımız zannediyoruz, oysaki gerektiği kadar tanımıyoruz.

Temiz soyu babası tarafında onuncu dedesinden, annesi tarafında sekizinci dedesinden efendimize dayanan Halit Bin Zeyd Ebu Eyyub El Ensari, efendimizin mihmandarı olduğu kadar tek başına Medine’yi İslam’a hazırlamaya giden Musb bin Umeyr’in de hicret kardeşidir. Akabe-i Kübra’da Musab’ın peşine düşüp efendimizle müşerref olarak İslam’a girdiği andan itibaren ne kardeşi Musab’ı, en İslam peygamberini bir an bırakmamıştır. Zenginliği, şan ve şöhreti, şehrin en gözde genci olma özelliğini tek lahzada silip atan Musab bin Umeyr’in öldüğünde bir kefenden mahrum olduğu malum. Gayet manidardır kardeşlik için ikisinin seçilmesi. Çünkü Eyyub el Ensari’nin de dünya malına yaklaşımı budur. Bunun en basit örneği adalet timsali Hz Ömer’in oğlu Abdullah b. Ömer’in düğününde sergilediği tavır olsa gerek. Düğün evinin kapısına gelen Ebu Eyyub, evin duvarlarında yeşil bir perdeyle süs yapılmış olduğunu görünce tepki göstermiş, “Siz de mi duvarlarınıza perde asıyorsunuz” diye sitem etmişti. Abdullah b. Ömer, “kadınlarla basa çıkamadık” kabilinden bir cevap verdiğinde; “Pek çok kimse kadınlarla basa çıkamasa da senin basa çıkamayacağını ummazdım. Ben ne sizin evinize girer, ne de yemeğinizi yerim” diyerek geri dönmüştü. Aynı tavizsiz hatta korkusuz tavrı, Şam’a seyahat edip Muaviye’nin yanına gittiğinde de görmek mümkündür. Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun değerli eserinde ayrıntısını bulabileceğiniz bu ziyaret, gördüklerinden ziyadesiyle rahatsız olan Ebu Eyyub’un, “Senin mekanında sünnet-i Muhammediye’nin yerini bidatların tutmuş olduğunu gördüm. Sana yalnız takvayı tavsiye ederim. Bir daha da senin meclisine gelmem” diyerek Basra’ya İbn Abbas’ın yanına gittiğini biliyoruz.

Şimdi bunları niye hatırladım. Hepimiz büyük bir acı sarmalının içinde kıvranıyoruz ne zamandır. Ümmet dediğimiz büyük ailemizin her yerinden kan sızıyor. Dinmeyen yaramız Filistin, Afganistan, Irak, Afrika, Türkistan, Arakan ve Suriye. En çok Suriye.. Gözümüzün önünde açlıktan kıvrana kıvrana öldü masum çocuklar, bıçaklarla kesildiler, kimyasallarla boğuldular, varillerle bombalanıp betonların altında can verdiler. Soğuktan kas kastı kesildiler, üşüyerek öldüler. İzledik biz. Belki bir parça infak ettik, dua ettik, ama içimizin acısını dindiremedik. Daha dün, üç dört yaşlarında bir çocuğun ‘ne olmak istiyorsun’ sorusuna verdiği cevabı izledim. “Şehit olmak istiyorum” diyordu çocuk, nedeni sorulduğunda da, “çünkü açım, şehit olursam cennete giderdim, cennette ekmek var” dediği bir dünya burası. Boğazınızdan geçen ekmek lokmaları boğazınıza dizilmiyorsa vicdanınızı kontrol edin.

Şehrin en görünür yerindeki billboardlarda iki kare görüyorum ne zamandır. Birinde masum bir çocuk yüzü var, ‘Sana ihtiyacım var’ diyor.. Bir yardım kampanyasına ait bu ilanın yanı başında ise ‘Maldivler’e akın var’ yazıyor. Maldivlere akın varsa bu çocuklar kim ve neden açlıktan ölüyorlar, bu çocuklar açsa ve açlıktan ölüyorlarsa Maldivlere nasıl akın edilebiliyor?

Projenin sahibi, renkli gömleği, tatil şortuyla Maldivler’de verdiği pozun yanında projesini açıklıyor, ilk cümlesi ‘Müslümanın hayattaki gayesi’ne dair bir hadis paylaşımı şeklinde gerçekleşiyor. Sonra dünyada yüzbinlerce sahil oteli olduğu halde Müslümanlara uygun plajı olmayanlara ne kadar içerlediğini anlatıyor. Oysa her Müslümanın hakkı helal plaj.. Ve bu hakkı savunmanın kendilerinin ana sayesi olduğunu vurguluyor. Bu proje için yüce Allaha şükrederek devam ediyor. Gelelim tatil adasının isminin sırrına. Şaka değil, cümleler aynen şöyle; “Hz Eyyub El Ensari nasıl ki, kötüden iyiye geçiş anlamına gelen hicret günü peygamber efendimiz SAV’i evinde misafir ettiyse, önümüzdeki hicret gününden itibaren, tüm dünya Müslümanlarını Maldivlerdeki Eyyub El Ensari’nin Evi’nde misafir olmaya davet ediyoruz.”

Mevlana et döner, Şems tuhafiye, Adab mayo, Mekke pazarı, Medine giyim, Hiranur Börek, Sefa Merve moda, 1453 iç giyim. Alıştık artık bu ‘marka’lara değil mi. Din tüccarlarına. Değer sömürücülerine. Ama bu kadarına pes. Ebu Eyyub El Ensari’nin Maldivlerdeki evi… Sanki bir aş evi açmışlar da, fakirlere yemek dağıtacaklar. Sanki bir ilim evi açıyorlar da, peygamberin hatırasını yaşatacaklar. Sanki bir yetimhane, sanki bir “fakirhane”. Hayır, sadece zenginleri çağırdıkları evin ismi bu. Helal plajlarda binlerce Euro harcayacak Müslümanlara özel bir ev. Dünya nimetlerinden sonuna kadar faydalanmak isteyen, onlardan ne eksiğimiz var, diye kıvrananlara özel. Nasıl bir zihin yapısıdır bu. Nasıl bir cüret?

İşin kötüsü biliyorum, kış günü bronz bronz gezen tesettürlü ablaların ‘Maldivlerden geldik’ dediğine çok şahit olmuşumdur. Peynir ekmek gibi satacaklar bu evleri. Hizmet ettiklerini düşüne düşüne satacaklar. Birileri de helal helal alacak. Para benim, diyecek. Sen ne karışıyorsun diyecek. Buna benim dinimi, değerlerimi, peygamberimi ve onun yıldızlarını alet edecek. Kimse de dur demeyecek. Bildiğim bir şey daha var, tüm bunlar olurken birileri açlıktan can veriyor olacak yine. Birileri su bulamayacak. Birileri komşusu açken tok yatacak. Helal parasıyla israf edecek. İsraf helaldir diyecek sonra. Ve inananlar çıkacak buna. Biliyorum.

 19/02/2014

© 2013 karakalem.net, Nuriye Çakmak

Kandil Yürüyüşü

medineHİKMETİ HİÇ unutulmasın, müminler ondan her daim yeni dersler alsın, yolunu kaybettiğinde yol göstericisi olsun diye her yıl yeniden andığımız bir miracın gölgesi üzerimdeyken en sevgilinin ayak seslerini düşlüyorum.. Mekke’nin havasının, insanının, bir araya gelmiş tüm şartlarının sıktıkça sıktığı bir nebinin ayak seslerini yani.

En güzel bir yol arkadaşını, aynı zamanda en büyük destekçisini kaybetmek, hayır umduğu zorlu bir yolculuktan büyük hayal kırıklığı ve hakaretlerle dönmek, döndüğü yerde alaya alınmak, her daim canına kast edilmek diğer yandan. Ne maldan, ne dosttan, ne destekleyiciden yana güçlü olmak şöyle dursun, elindekileri de yitirmek, yitirdikçe yitirmek..

İşte bu yorgun ayaklar, bu hüzünlü kalbi taşıyan bedenin sahibinin narin ayaklarıydı ki gök kapılarına dayanmıştı. Nasıl olmuştu da en yalnız, en karanlık, en zor günlerden cennet sevinçleri yağmıştı?

Bunu düşünmek istiyorum çünkü çok hüzünlüyüm. Hüzünlüyüz. Hüzün yılı değil, hüzün asrı yaşıyoruz ümmetçe. Ve zorluğun ardından gelecek olan kolaylığı, ‘rabbin sana darılmadı, seni unutmadı’ hitabını, Cebrail’in yoldaşlığını en çok beklediğimiz zamanlardayız. ‘Bir binanın tuğlaları’ gibi olan müminlerin tüm duvarlarına başka yerden saldırıyor birileri. Birini öremeden diğeri yıkılıyor. Kudüs’e ağlarken, Suriye kanıyor. Onun yarasını saramamışken Patani inliyor. Irak gün yüzü göremiyor. Afganistan unutuluyor, Afrika ölüyor..

Gök kapılarına dikiyoruz gözümüzü, Allah’ın ordularına.. Bu kadar hüzünden sonra, bunca gece yürüyüşünden sonra bir yükseliş istiyoruz. Bir cennet selamı almak. Ama sanırım bir yerlerde hata yapıyoruz. Ayaklarımızı yere mıhlayıp yükselmemizi engelleyen bir şeyler.. Galiba sadece ‘hüzün’ değildi miracı getiren. O yüzden bu kadar hüzünden bir miraç çıkmıyor belki. Bunun üzerinde düşünmek istiyorum çünkü hüzünlenmekten başka şeyler de yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Benim için en kritik nokta efendimizin miraca kulluğuyla ulaşmış olmasıdır. Namazı müminlerin miracı yapan bu sırdır. Kendisinden başka nebi gelmeyecek olan son nebi, o makama peygamberliği vasıtasıyla çıksa kapı kapanacaktır. Fakat o, bu güzelliğe kulluğu vasıtasıyla ulaşmış ve tüm ümmetine kapıları açık bırakmıştır. Kul olabilmek, en önemli adım olsa gerek. Hakkıyla kul olabilmek.

İslamın en asli ve kesin hükümlerini yerine getirmeyen ama dünyayı kurtarmaya, dava adamı olmaya, o davayı da islam adına kullanmaya çalışan ne çok insan var değil mi. Ya da yerine getirilmesi borç olan ibadetlerini eksiksiz yerine getirdiği halde islam ahlakından nasiplenememiş olan. Oysa kulluk bir hal, bir ahlaktır ve miracı bir peygamber mucizesinden ibaret olarak algılamanın ötesinde dersler çıkarmak için biraz ahlaki bir okuma yapılmalıdır. Mesela belki de bu ‘teselli hediyesi’nin temelini atan efendimizin tevekkülü ve sabrıdır. Ama asla vazgeçmeden. Sonra mütevaziliğidir. Ama zulme ve küfre boyun eğmeden. Fedakarlığıdır elbet. Kalıp mücadele etmek. Ve sidre-i müntehaya kadar ulaşıp, rabbine kavuşup, Mekke çöllerine, düşmanların içine geri dönebilmek.. Kendini değil davayı, sonucu değil yolu, yoldaki yoldaşlarını düşünmektir belki.

Ümmetçe içine gark olduğumuz bunca hüzünden çıkmanın çaresi şüphesiz Allahın yardımı iledir. Rabbimizin rahmetini üzerimize celb etmenin yolu ise buna layık olabilme gayretimizdir. Ve bunun için yapmamız gereken kulluğa yakışmayan hallerimizi bir bir düzeltmektir. İslama rağmen Müslüman kılığından sıyrılmak gerek. İnsani yanı öldürülmüş bir islamdan bahsedilemeyeceğini yeniden hatırlamamız gerek. Belki de hayalimizde ürettiğimiz o büyük davaların peşinde koşarken ezdiğimiz çiçeklerden ötürü baharın gelmediğini fark edebilmek..

Büyük cihad için sefer yapmalı anlaşılan. İçsel bir yolculuğa çıkmak ve vicdanımızın merdivenlerinden gece yürüyüşleri yapmak. Ruhumuza yükselmek ve asıl düşmanı tespit edebilmek.. Ve bu yolculuklardan her defasında ‘gözümüzün nuru namaz’la dönebilmek..

Kulluk şuuruna ermiş fertlerden oluşan bir ümmet hüzne değil zafere yakındır elbet.

Hayırlı yolculuklar ve hayırlı kandiller.

Nuriye Çakmak

Karakalem.net

Dünya Yokluklar Kampı Günü!

BUGÜN 23 Şubat, ‘Dünya Çeçen Günü’. İlan edildikleri andan itibaren ‘özel günler ve haftalar’ sınıfına giren günler daha sonra ne şekilde değerlendirilir pek bilmiyorum. Mesela Dünya Sigarayı Bırakma Gününde sosyal medyada konuyla ilgili paylaşımlar yaparsınız belki. İlgili oluşumların etkinlikleri olabilir, onlara katılırsınız. Daha önce sigarayı bırakmış dostlarınıza tebrik kartı atarsınız. Ama Dünya Çeçen Gününün nasıl kutlanacağı konusunda eminim benim kadar kararsız kalırsınız. Bu günü ilan eden ve Şeyh Şamilden sonra o toprakların kendisiyle anıldığı en ünlü kişi olan şehit Cevher Dudayev’in ruhuna bir Fatiha okuyabilirsiniz. Ve dünyanın en süper güçlerinden birine karşı korkusuzca mücadele eden tüm şehitlerin aziz ruhlarına Yasinler hediye edebilirsiniz. Belki Çeçenistan’la ve özellikle son yıllarda orada yaşananlarla ilgili birkaç kitap okumaya karar verirsiniz. Hepsi mümkün bunların. Ve bunlar tabiri caizse suya sabuna dokunmayan güzel yaklaşımlar olur. Ama yanı başınızda hala kanayan bir yara varsa. Elinizden bir şey gelemediği için sürekli sizi hırpalayan. Her vesileyle karşınıza duruyorsa. Çeçen kampları mesela. Her gittiğimde daha da büyüdüğünü gördüğüm o güzel çocuklar mesela.. Dünya Çeçen Gününde anılası değiller mi?

Hangi tarihte yazdığımı hatırlamadığım bir metni yeniden okuyorum ben bugün. Ne acı ki hiçbir sorunun eskimediğini görüyorum. İçime kıymık gibi batan şu şartların oluşturduğu soru cümlelerinin hepsinin hala havada kaldığını görüyorum. Uzun zamandır gidemedim kamplara. Kendimde bu gücü bulamıyorum. Aşağıdaki satırları yazarken onlar için umutlarım vardı. Birkaç sönük girişimimiz vardı. Ve yapılacak çok şey. Şimdi sadece benim içime batmasın bu sorular istiyorum. Belki birkaç kişi çıkar hafızasını zorlayan, evi bu kamplara yakın olan, birkaç lira bağış yapmak isteyen birileri olur belki diye. Hala hayal kuruyorum… Metnin yıllar önceki orijinal halini bozmadan şimdi bu soruları size soruyorum;

“onlar…

aç kaldılar, susuz.

evsiz kaldılar

okulsuz

oyunsuz

annesiz kaldılar

en çok babasız.

şimdi de yurtsuz.

Siz hiç tüm hayatınızı, anılarınızı, emeklerinizi, varınızı alıp arkanıza tek bir torbayla düştünüz mü yollara? Ne sığar bir torbaya memleketinizden?

Hakaretler, acılar ve yalın ayak basarak kanlara ve karlara yol aldınız mı hiç?

Üzerinizde hep bir silah gölgesi, dağlar gibi acı ve korku.. düşe kalka yürüdünüz mü alıp vatanınızı ardınıza?

Sığınacak bir yer aradınız mı? Allah’tan korkan birileri kucak açar diye baktınız mı etrafınıza?

Yavrunuzu gömdüğünüz, eşinizi, aşınızı bıraktığınız vatan topraklarından bu kadar uzaktayken, bir tanıdık el aramadı mı gözleriniz?

Hani kardeşti tüm müslümanlar? Sadece müslüman olduğunuz için sığındılar topraklarınıza. belki dediler, duymuşlardır dünyada eşi görülmemiş bir zulmün bizi nasıl ezdiğini. Belki dediler acırlar bize, kardeşim derler…

Geldiler aşarak binlerce kilometreyi, bir umut. Onlar geldiklerinde biz sıcak yatağımızda uyuyorduk. dolaplarımız türlü yiyecekle dolu, çocuklarımız huzurla, uyuyorduk ve hiç üşümüyorduk. Kardeşimizdi onlar. Ağlıyorlardı, üşüyorlardı. Açlardı.

‘Şimdilik’ dedik geçin şu harabelere, alırız elbet iyi bir yerlere. Yıl 1999du. Hala dönüp bakmadık onları attığımız o yerde ne haldeler diye.

Biz onlara fasulye götürüyorduk, onlar bizden yemek değil kabul görmek istiyordu. Yoktular onlar. Yabancılar polisi sürekli ziyaretlerine geliyordu. Çocukları okula gidemiyor, eşi sağ kalan varsa işe giremiyordu. Ne nüfus kağıtları vardı, ne pasaportları… Binlerceydiler ama yoktular. Vatansızlığın acısını vurduk her gün yüzlerine. Almanya, Avusturya kucak açtı onlara ve biz müslüman kardeşlerine baka baka kaçtılar oralara.

Aslında 1951 yılında Cenevre’de yapılan mülteci anlaşmasına imza atmıştı müslüman ülke Türkiye. Ve işin garip tarafı Kafkasya’dakinden çok Kafkas bu topraklardaydı. Olsundu, milli çıkarlarımız vardı Rusya’yla.

Üzgünüz sevgili kardeşlerimiz. Siz 10 metrekarelik kabinlerde su ve ısı tesisatı olmadan yaşamaya devam edin. Çıkarlarımız el verdiğinde bakacağız size… dedik.. dilimiz sussa, halimizle söyledik, susurak söyledik hatta.

Siz hiç vatansız kalmadınız, sırf müslüman olduğu için bir ülkeye sığınıp mülteci bile sayılmadan köşeye atılmadınız. bize güvenmişlerdi. Şimdi titriyorlar.

Kışlar geliyor geçiyor, çeçen çocuklar ağlıyor. yok onların başlarını okşayacak babası, yok onların top koşturacak bir mahalle arası, bir sınıfları, okulları. Hala mı bakmayacaksınız yüzlerine? Hala mı çıkarlarımız…

Çıkarlarımız bizi bu vebalden kurtarmaz. Şehitler boy boy dizilince karşınıza ahirette ve bir el yapışınca yakanıza, emanete niye bakmadın diye, biz muhacirdik, siz böyle mi ensardınız derlerse… Cevabımız var mı?

Söylesenize siz hiç vatansız kaldınız mı?”

23/02/2012

© 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak

Puthanede Devrim

ÇAĞRI VE Ömer Muhtar filmlerinin senaristlerinden biri olan H.A.L. Craig, Hz Bilal’in öyküsünü anlattığı o harika kitabında ‘Üç yüz altmış ilah vardı, hepsi kar içindi’ der, Hz Bilal’in ağzından. Sonra yine Bilal’in öyküsüyle aktarır Ebu Süfyan’ın sözlerini; “Mekke nerede olacak o zaman, ilah evlerindeyken kim gelecek buraya?”

Bu durumda kimse Ebu Süfyan’ın bildiğimiz anlamda bir putperest olduğunu söyleyemez. Yani o taşlara tapmıyordur, ya da tahtadan oyulmuş olanlarına. Maddesi ne olursa ne olsun put denilince zihnimizde beliren ve tümünün tüm varlıklarını cahiliye dönemine yığıverdiğimiz o putlar umurunda bile değildir küfrün azılı temsilcisinin. Onun asıl taptığı, yolculuklara çıkarken yanına aldığı ve acıktığı zaman da yediği putudur. Yani menfaati.

Bu durumda tarih boyunca ortaya çıkan tüm putperestliklerin menfaate dayalı olduğunu söyleyebiliriz. Zira ortada “babalarının dini, atalarının dini” diye bir şey yoktur. ‘Neydi o’ diye sorsanız verecek cevapları da yoktur. Bu sadece bir bahaneden ibarettir. Onlar, Kuran-ı Kerim’in belirttiği üzere Allah’ı inkâr ediyor da değillerdir. Ve babalarına isnat ettikleri dinin o Allah tarafından gönderilmediğini gayet iyi biliyorlardır. Son peygamberi, Efendiler Efendisini, oğullarını bildiklerinden farksız şekilde bildikleri gibi.

Ama bu düzen bir şekilde kurulmuştur. Büyük putlar zenginlerindir. Kim kuvvetliyse onun putu kudretlidir. Hevâlarına göre yerine göre dil verdikleri, yerine göre gazap isnat ettikleri putları hep devletlüler idare etmiştir. Oysa kendileri de bilirdir ki, kendi varlığı bir başkasının yapımına muhtaç olan bir varlık yaratıcı değildir. Büyük put düşmanı küçük İbrahim kadar onlar da bilir, batıp gidenlerin kendilerine bir hayrının dokunmayacağını. Ama kurallarını kendilerinin koymadıkları bir dini kabul edemezler elbette. Adına geçmişlerimizin dini dedikleri bir şey üretir ve çeşitli suretler vererek sadece ve sadece menfaat putu üretirler. Peki ya diğerleri, ezilenler yani. Putların asla kendi ağızlarından konuşamayacağı zavallı halk kesimi. Onların da çoğunu tutan yine menfaatti. Oturmuş düzene karşı çıkarlarsa düzenleri bozulur, hayatları tehlikeye girerdi. Susmak daha menfaatliydi. Öyle de oldu.

Böyle bir menfaat arenasında ‘kral çıplak’ dillendirmesini yapacak biri menfaatler üstü biri olmalıydı. Ücretini sadece yoktan var edeninden bekleyen biri. Ölümün sadece ama sadece onun izniyle geleceğini, eğer O istemezse kendisine yığınlarca düşmanın asla zarar veremeyeceğine inanmış biri. Tek başına bile olsa, O isterse başaracağına iman edebilmiş biri. Devrimci biri. Evet devrimci, Seyyid Kutub’un belirttiği gibi; “Dünyanın En Büyük Devrimi, Lâ İlâhe İllallah’tır.” Ve bu durumda tüm peygamberler nefsin türlü hallerinden türemiş yığınla canlı ve cansız puta karşı durarak devrim yapmıştır. Firavun sarayında Musa, Nemrut karşısında İbrahim, cahiliye karanlığında Muhammed Mustafa (s.as.). İla ahirih..

Tek Allah’ın yüce öğretilerini yüklediği bu yüce öğreticiler, hep aynı davanın neferi olmuş, karşılarına çıkanların hepsi de aynı tepkileri vermek suretiyle aynı akıbete uğramıştır. Bizim zamanımıza, ne saadettir ki bizim payımıza düşen son elçi sayesinde ehl-i tevhid olmuşuzdur bizse. Ehl-i İslam, ehl-i İman. Şirki reddederek girmişizdir bu dine. Dünyanın en büyük devrimi olan cümleyi söylemek şartıyla girmişizdir hem de. Ama gelin görün ki, ne insanoğlu değişmiştir, ne nefis. Ne de menfaat şemsiyesine giren hırslar. Bu durumda şekli değişen tek şey putlardır. Şirk koşmanın 1400 yıl öncesinde kaldığına inanan insan algısı büyük bir devrime muhtaçtır.

Zira putperestlerin yaptığı inkâr değildir, şirktir. En basit tabiriyle ortak koşma. Yani ‘tek’ten bir başkasına pay ayırma… Devrim yeryüzüne yalın bir bakış demektir, der Nuri Pakdil. Sahte ilahların yansımalarında boğulmamış bir bakış ancak müminlere has olabilir. Görmediğine iman edenlere, gözünün görüp, elinin tuttuğu ve kendisinden menfaat umduğu her şeyi kalp hanesinde betonlaştıranlara değil.

İbrahim Paşalı’ya göre ‘Put abartılan her şeydir’. Bence de kesinlikle öyledir. Ve abartmanın ölçüsü hep Rabbe göredir. Onun vermeni istediğinden çok değer verdiğin her şey, O’nunla senin arana giren, O’nu senden seni O’ndan uzak kılan her şey… Molla Camii’nin Nefahatü´l-üns min hadarati´l-kuds ismini verdiği evliya menkıbelerinin anlatıldığı kitapta bir dervişten bahsedilir. Derviş dünyadan el etek çekmiş, kendi köşesinde münzevi bir halde yaşarken hem ihtiyaçtan, hem el yatkınlığından yama dikmeye başlar. Gerçekten de güzel dikmektedir. Ve sevdiği de bir gömleği vardır. Söker söker tekrar diker.. Ve bu uzun süre böylece devam eder. Durumu gören şeyhi ona şöyle seslenir, “Şimdi o gömlek senin putundur.” Böyle bir tekdiri getiren şey ne dikiş dikmektir, ne de gömleğin kendisi. Sadece o eyleme atfedilen değerdir.

Mesela zekatını vermeye kıyamadığın, daha çok daha çok hırslarıyla harama bulaştığın, seni dünya işlerine boğduran para, pekala bir şirk aleti olabilir. O para putun olup seni eksiksiz şekilde batırabilir. Ama aynı para, hatta çok daha fazla para kılını bile kıpırdattırmaz kürsüdeki İmam-ı Azam’a.

Artık beynimizdeki put suretlerini bir kenara atmamızın tam zamanı. Bir zamanların ilkel putlarına kahkahalarla gülerken, tam otomatik, son derece teknolojik putlara kucak açmak ahmaklıktır. Putperestliği tarih sayfalarına gömüp müntesiplerini Ebu Süfyan ve tayfasından ibaret sanmak sadece kendini kandırmaktır. Mevlana hazretlerinin dediği gibi, içinde put olmaya aday sayısız ‘şey’ barındıran bu dünya bir su’dur. Eğer üzerine çıkmayı başarırsan seni yüzdürür, eğer içine alırsan seni batırır. Bediüzzaman’ın dediği gibi pencerelerden seyredip içlerine girmemek lazımdır. Helal dairesine kanaat etmek, harama meyl etmemek, helali de şirk unsuru olabilecek hale getirip haramlaştırmamak lazımdır. Zira putların hiç biri haram maddeden imal edilmemiştir. Onları put eyleyen hammaddeleri değil kendilerine atfedilen değerdir.

‘ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim’
Asaf Halet Çelebi

 

*Bu yazı ilk olarak Kur’ani Hayat Dergisinde yayınlanmıştır.

 

14/01/2012

© 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak

İyi eğlenceler!

SİZCE BİZ “yeni”liklere açık insanlar mıyız? Yeni olan her şey çok mu mutlu ediyor, çok mu heyecanlandırıyor bizi? Çok mu umutluyuz gelecekten yani? Şunu anlamaya çalışıyorum, gelmek üzere olan yeni bir yıl neden sevinç içinde kutlanır? Bu yıl özel bir yıl değilse, her yıl aynısı geliyorsa, geldiği gibi gidiyorsa mesela. Hani futbol takımları yüzüncü yıllarını bekler de büyük bir sabırsızlıkla, görkemli kutlamalar yaparlar bunun için. Veya özgürlük ilanının, bağımsızlığın yıl dönümleri vardır, kutlanır. Bu bile oldukça saçzmayken bir şeyin yıl dönümü olmayan bir yıl, herhangi bir yıl, her yıl gelen bir yıl neden çılgınca eğlenme hissi verir insanlara?

Altı üstü bir zaman dönümüdür bu. Takvim olayıdır. 31 Aralık ile 1 Ocak arasında hiçbir fark yoktur. Gece duyulan anlamsız gürültüler ve ilan edilen tatil dışında tüm diğer günlerden de bir farkı yoktur. Mevsimsel bir olayın kutlanması bir derece anlaşılır. Nevruz kutlanası bir şey olabilir, bahar bayramıdır, bir müjdedir, yıl içinde özel bir döneme işaret etmektedir. Bir gelenektir ayrıca.

Peki yılbaşı eğlencesi nedir?

Neden geleceğe ait tek bir düşüncesi, emeği, hayali olmayan, senenin her gününü bir öncekiyle aynı geçiren insan yığınları, giden yılın son, gelmek üzere olan yeni yılın ilk günü için herhangi bir gün muamelesi gösterememektedir. Çok mu umutlanırlar yeni bir yıl geldiği için. Bu yıla özel planları mı vardır. Elbette ki hayır. İthal ve kutsal para harcama günlerinde, harcadığı parayla toplumsal bir teselli bulmak suretiyle kendini kandırmak ve fırsat bulmuşken eğlenmektir tüm umut!

Neden mutlusun yeni yıl geldiği için? Neden 1 Ocak günü hediye alıyorsun birilerine? Noel baba hakkında herhangi bir fikrin var mı? Peki çam ağacı. Neden saat tam 12’yi gösterdiğinde kendini kaybettiğin konusunda bir düşüncen olabilir mi?

Yok. Keşke olsaydı.

Feci bir çakma noel furyasının içinde yuvarlanıp gittiğin konusunda en ufak bir fikrin olsaydı keşke. Bunun için arama moturuna sadece “noel” yazman ve tıklaman yeterli olurdu, vikipedi senin için güzel bir açıklama sunardı. Şaşırır mıydın acaba, ilgini çeker miydi veya.

Milattan önce Pagan ve Bizans kültürünün, milattan sonra bu günü dini bir güne dönüştürme ihtiyacı hisseden zevatın değişmez tercihidir 25 Aralık. Doğum günü yani “noel” olarak ilan edilen tarih söz gelimi Hz İsa’ya aittir. Oysa kendi kaynaklarında dahi birçok farklı rivayet vardır doğum zamanı konusunda. Yani bu bir sembolik gündür. Ve yılbaşına yakın bir tarih olduğu için de kutlama uzatılarak yılın ilk gününü de içine alır. Hatta çok açık sözlü olan vikipedi sana şunu da söyler, “Günümüzde Noel ağacının Pagan geleneklerinden gelen bir ritüel olduğu bilinmektedir.”

İnandıkları dine ait olmasa da dini bir günü ihya etme şansı da kalmıyor yani ellerinde öyle mi? İşte bu kötü. Zaten bir tarih karmaşası yaşıyorlar, tüm ritüelleri 5 günlük bir gecikme ile 24 saatlik bir zaman diliminde gerçekleştirmek durumunda kalıyorlar. Bir hristiyan olsam bundan rahatsızlık duyardım. Benim ritüellerimi kullanıyor, ama benim kutladığım şeyi kutlamıyorsun!

Evet, keşke gerçekten Hz İsa’nın doğum gününü kutlasalar. Daha masum olmaz mı? Peki hakkında bir çok iddia olan olan Piskopos Nikola’nın neden tüm alışveriş merkezlerimizde hortlatıldığına dair kimse kafasını yormaz mı? Ne yazık ki onu da Nasrettin hoca gibi resmediyorlar, oldukça başarısız bu taklitler de beni rahatsız ederdi bu benim dinimin bayramı olsaydı..

Bundan daha da rahatsız edici olanı şu ki, dünya çapında bir bilgi kaynağına hakkımızda şu not düşülmüş ve kepazeliğin sınırları ülkemiz sınırlarını çoktan aşmıştır: “Türkiye’deki Müslümanlar, İsa’nın doğumunu kutlamazlar. Aslında Türkiye’de noel kutlanmaz, yılbaşı kutlanır. Bununla birlikte birçok Türk vatandaşı 31 Aralık‘taki Yılbaşı gecesini, Hıristiyanların Noel kutlamalarına benzer şekilde (hindi yiyerek, Yılbaşı ağacı süsleyerek, Noel Baba’lı kartlar göndererek vs.) kutlarlar. Bu kutlamaların hiç bir dini içeriği yoktur. Sadece eğlenmek amacıyla kutlanır.*

Sadece eğlenmek. Ben de tam ondan söz ediyordum.

Siz dünyaperestler için ne kötü bir tarih aslında yılbaşı gecesi. Yeni bir yıl gelmektedir ve onun gelmesi için bir yıl da gitmektedir. Sayılı ömrünüzden koca bir yıl daha gitmek üzeredir. Siz değil misiniz en büyük derdi “zamana meydan okumak” olanlar. Yaşlanmakla derde kalanlar? Ciltlerinizi gerdirmek, kendinizi zinde tutmak, ömrünüzü uzatmak için tonla para harcamıyor musunuz? Bu giden yıl için gerçekten üzülmüyor musunuz? Bir yaş daha yaşlanmanız, ölüme bir adım daha yaklaşmanız sizi ürkütmüyor mu?

Zaten tüm bunları düşünmemek için sarhoşluğu ve çılgınlıkla kendinizden geçmeyi tercih ediyorsunuz değil mi? Geçen yıl kaybettikleriniz, kaybettiğiniz için üzüldüğünüz sevdikleriniz veya, bittiği için üzüldüğünüz tatlı anılarınız, yaşadığınız hayal kırıklıkları, kalp ağrıları, hüzünler.. Hepsini unutuyorsunuz yani saat 12’ye geri sayım yaparken? Peki gelecek yıl için üşüşen endişeler. Acaba bu yıl sizi neler bekliyor, acaba bir daha yeni bir yıl kutlayabilecek misiniz mesela. Belki bu son yılınızdır, belki sevdiklerinizden birilerini kaybedeceksiniz bu yıl, belki ileride asla hatırlamak istemeyeceğiniz felaketlerin üzerinde bu yılın tarihi yazılıdır. Bunlar hiç gelmiyor değil mi aklınıza.

Demek ondan bu kadar eğleniyorsunuz. Gerçekten oldukça eğlenceli olmalı!

Biz Müslümanların da bir yılbaşı gecesi vardır aslında. Hicri yılbaşı denir, Muharrem ayının birinci günüdür. Biz de kendi peygamberimize nispet ederek sayarız zamanı. Hicretle ilgili derin düşünceler yağar dünyamıza. Biz her yılbaşı gecesi, dünyadan hicret etmeyi dileriz aslında. Şirkten imana. Hırstan tevekküle. İsyandan, rızaya. Efendimizi ve çilelerini düşünür hüzünleniriz. Ve sıkı bir muhasebe sebebidir giden yılın son gecesi. Film şeridi gibi geçer gönlümüzün önünden giden yıl; sevinir, üzülürüz. Kendimizden saklamayız bunu. Gelecek yıl için endişeleniriz. Bu gayet normaldir. Bunu da saklamayız kendimizden. Bu duyguları bastırmak ya da uyuşturmak istemeyiz. Biz, tüm bunlar için sadece dua ederiz. Geçmiş yılın hatalarından tövbe eder, gelecek yılın zorluklarından O’na sığınırız. Dua vesilesi olur gelecek olan yıl. Elbet umutlanırız. Bu ay aynı zamanda haram aydır, içinde mübarek Aşure günü vardır, Kerbela günü vardır. Maneviyatla yüklü bir şekilde sarar bizi yeni yıl.

Yani böyle olmalıdır. Müslümana yakışan umut budur, mutluluk budur, eğlence de budur. Tövbesini, tevekkülünü, şükrünü ve umudunu yoğurur, geçmiş yılı dostunu uğurlar gibi uğurlar yeni geleni ise tertemiz bir bebek gibi dualarla karşılar.

Keşke bunu yaşayabilseydik. Keşke bunu yayabilseydik. Keşke kendimize sahte eğlenceler ithal etmeseydik. Keşke biz onları değil, onlar bizi taklit etseydi. Keşke sözde Müslümanlar biraz olsun akıllarını kullanabilseydi.

Sonradan uymak durumunda kaldığım bu takvime göre yeni bir yılın gelmesi beni hiç eğlendirmiyor velhasıl. Aksine şu içler acısı durum nedeniyle oldukça üzüyor. Dua sığınağının altına girip, gözümü yumup kalbimi söyletiyorum bende.

Yani “yeni yıla” dua ederek giriyorum!

Mübarek olsun!

*http://tr.wikipedia.org/wiki/Noel (Neyse ki bu bölüm Türkçe sayfasında yer almaktadır!)

Nuriye Çakmak

Karakalem.net