Etiket arşivi: ölüm

Ölümün Gerçek Yüzü

 “ Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir.”[1]

“(Mevt) Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için, Âlem-i Berzah’ta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.”[2]

      Ölüm, ruhun  beden denilen ceset kafesinden ayrılıp, tebdil-i mekân etmesi, yani bu fani dünyadan ebedi âleme göç etmesidir. Ölüm, ebedi hayat için yaratılan insanı,  âhirete göre bir gölge ve bir han hükmünde olan bu dünya menzilinden çıkarıp,

“… bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatın”a ve o Cennet hayatın”nın dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna…. ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e”[3] kavuşturur.

      Dünya ve içindekiler geçici, fani ve zevale mahkum olduğundan,  gelen her insanın buradan başka ve daimi bir memlekete göç etmesi yaratılışın icabı, hikmet-i İlahiyenin muktezası ve imtihanın bir gereğidir. Dünya bir darul hikmet ve  bir imtihan salonu olduğundan bu solonda imtihanını bitirenler, yerini başkalarına bırakırlar.

     Bu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilen insanlar, buradaki vazifelerini ikmal ettikten sonra, ölüm ile yeni bir âleme geçecek ve ebedi bir hayatın başlangıcı olan kabir, berzah ve  haşirden  sonra  ya ebedi saadete kavuşacaklar yahut  ebedi şekavete  düçar olacaklardır.

“Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak? Hâşâ!.. Belki insan, ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.”[4]

     Hasenatları ağır gelen müminler, Allah’ın lütfüyle O’nun cemalî isimlerinin tecellisi olan ebedi cennete,  kafirler, münafıklar ve mürtedler  ise  celâlî isimlerinin  tecelligâhı olan sonsuz cehenneme gireceklerdir. Günahları sevaplarından ağır gelen mü’minler ise, cehennemde geçici bir süre kalıp cezalarını çektikten sonra tekrar cennete gireceklerdir. İnsanların dünyada yaptığı bütün iyilikler cennet, günahlar ise cehennem çekirdeği hükmünde olup, âhirette o çekirdekler ya “Tuba-i Cennet” veya “Zakkum-u Cehennem” ağacı olacak ve  çeşitli meyveler verecektir.

“… o gün) bir grup cennette, bir grup cehennemde [çılgın ateşte].”[5]

ayeti de bunu ifade etmektedir.

“Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin ‘elhamdülillah’kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edi(lecektir)”[6]

     İnsanın, öldükten sonra dirilip, huzur-i ilâhiye çıkacağı, ameline göre mükâfat veya azap göreceği muhakkaktır.  Zira,  istidatça en cami, kâinatın  en mükemmel meyvesi, ve Cenab-ı Hakk’ın en sevgili muhatabı olan insan, ebed için yaratılmış ve ebede gidecektir

 “İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse “Ebed!.. ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur.” [7]

      Yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya ve bütün semavi kitaplar, kıyamet ve âhiretten kesin olarak haber verdikleri gibi, Kur’an’ın  dörtte biri de haşir ve âhiretten bahseder; bin ayetiyle onun  kesin bir gerçek olduğunu ispat eder ve haber verir.

      Cenab-ı Hakkın bütün isimleri,  ebedî olan âhiretin vücudunu iktiza ederler. Zalimlerin yaptıkları zulümler, mazlumların maruz kaldığı eza ve cefalar, Cenab-ı Hakk’ın Âdil isminin tecellisini ister. Rahman, Rahim ve Hakim isimleri cenneti istediği gibi, Kahhar ve Cebbar isimler de cehennemin vücudunu ister. Zira birçok isimler dünyada tam tecelli etmiyor. Onun için bir Mahkeme-i Kübra ve sonsuz bir âlem lazımdır ki,  Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri orada  kemaliyle tecelli etsin. Eğer mücazat ve mükafâtın mahalli olan ahiret olmasaydı insan ile hayvan, mü’min ile kâfir, iyi ile kötü, hayır ile şer, hak ile batıl aynı seviyede kalırdı. Demek ki,  dünyanın ve insanın ehemmiyeti ancak âhiretin vücudu ile tahakkuk eder.

      İmtihanın bir gereği olarak, bu misafirhanede iman-küfür, hayır- şer, güzel- çirkin,  kâr- zarar gibi şeyler beraber bulunurlar. Burada Cenab-ı Hakk’a iman edenler, O’nu hakiki sevenler, rızasına uygun yaşayıp O’nun istediği gibi hareket edenler,  O’nun emir ve yasaklarına riayet edip  nefsini ıslah edenler, şahadetnamelerini alarak ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır, biiznillah. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:  

“İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzeli ve daha fazlasıyla karşılık vardır. Yüzlerine ne kara bulaşır, ne de aşağılanırlar. Cennet ehli işte bunlardır. Orada ebedî kalacaklardır.”[8]

     “… hayat-ı uhreviye, bütün kâinatın neticesidir. Eğer bu hayat olmasa, kâinatta hakikat denilen her şey, zıddına inkılab eder. Meselâ: Nimet nıkmet olur, akıl  belâ olur, şefkat yılan olur.”[9]

“Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmayı veren ve o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz’eden zât seni başıboş bıraksın, sana ehemmiyet vermesin, senin harekâtına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın, hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın? Hem hiçbir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiçbir vechile noksaniyeti olmayan, güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!”[10]

       Evet, bu fani âlem, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz rahmetine ve isimlerinin tecellisine tam ayna olamıyor. Çünkü  rahmet nihayetsiz, insanların ömürleri kısa ve dünya fanîdir. Bunun için başka ebedi bir âlem lazımdır ki, rahmet devam etsin ve O’nun zenginliğinin aslı orada kemaliyle tezahür etsin. Çünkü dünyadaki bütün nimetler numune ve gölgedir, asıllar ise âhirettedir.

“Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünkü nimetin mukaddimesi de nimettir. Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten, geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, ceset kafesinden çıkarsa necat bulur.”[11]

     Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Dünya dar-ül meşakkattir.” buyurmuştur. Bu bakımdan, dünyada  rahat, huzur ve gerçek saadet yoktur, olamaz da.Çünkü onların mekânı bura değildir. İnsan asıl saadet ve sürurun mahiyetini bilmediğinden, buradaki bazı şeylerden zevk alır ve saadeti onlar zanneder.  Halbuki  asıl zevk ve sürur alem-i ahirette olacaktır.

       Bir ayette şöyle buyrulur:

“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.”[12]

    Oyun ve eğlencenin süresi azdır, çabuk geçer. İşte bu hayatta aynen öyledir.  Oyun ve eğlenceyle genelde çocuklar ve cahiller meşgul olur.  Akıllı kimseler fani ve geçici oyunlarla oyalanmaz ve onlara itibar etmezler. Dünyada insana zevk ve lezzet veren şeyler hem değersiz hem de geçicidir,  ahirete ait olan hakikatler ise daimidir, kıymetlidir ve şereflidir. Nice güçlü ve saltanat sahibi kimseler vardır ki, kısa bir zaman sonra ya toprak altına girmiş veya zavallı bir duruma düşmüşlerdir. İnsan bu dünyada elde ettiği mal ve servetten faydalanıp faydalanmayacağını bilemez.  Velev ki, belli bir süre fayda görse  bile yine bir gün  onlar  elinden çıkacaktır.

     Peygamber Efendimiz (s.a.v);

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.”

buyurarak, dünyanın bir uyku alemi olduğunu asıl zevk ve sefanın ise ahirette olacağını ifade etmişlerdir.  Bir insanın rüyasında iki kilo kebap yemesi mi daha iyidir, yoksa uyanık iken yüz gram kebap yemesi mi?

     Evet dünyanın zevkleri ve lezzetleri meşru da olsa fanidir, anidir, geçicidir, gölgedir ve rüyada yiyip içmek gibidir. Ahirete ait olan her şey ise, ebedidir, daimidir, sürurludur, nurludur, zevklidir  ve şevklidir. Ona ait bir zerre ebedi olduğundan, dünyadaki bütün  nimetlerden daha kıymetlidir, daha âlidir. Allah’ın rızasına mazhar olmak ise bunların hepsinden daha büyüktür.

“Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.”[13]

       Bir başka ayette mealen şöyle buyrulur:

“Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır.”[14]

      Bu ayet  Peygamber Efendimizin (s.a.v) davasında muvaffak olacağını, her zaman terakki edip nice nimetlere nail olacağını, izzet ve şanının yükseleceğini ve dünyada  her zaman muvaffakiyetlere nail olacağını mucizene bir şekilde haber vermiştir. Evet  İslâmiyet’in ilk tesis ve intişarı yıllarında başta amcası olmak üzere en yakınları ve Kureyş’in en ileri gelenleri  Hz. Peygamber’e ve ona tabi olanlara  düşmanlıkları ve hücumları şiddetli olduğu,  Peygamber Efendimiz’in şahsına, ailesine ve sahabelerine  karşı  dayanılmaz eza ve işkence ettikleri halde, o   İslâm’ın ilanında akılları hayrette bırakacak bir şekilde sabır, metanet, sebat ve kararlılıkla davasında muvaffak olmuş,   fetihlere imza atmış,  nam ve şöhreti, sıdk ve emniyeti, kemalat ve fazileti, vakar ve ciddiyeti, Şark ve Garb’a yayıldı.  Bu ayet Allah Resulünün ve ona tabi olanların âhirette de her türlü nîmetlere ve tecellîlere mazhar olacağını müjdelemektedir.  Hz. Peygamberî (s.a.v) kendine rehber edinen ve onun sünnetine uyanlar, onun gölgesi sayesinde  dünyada huzur ve saadetle yaşarlar,  ahrette de yine onun vesilesi ile  ebedi sürurlara  mahzar olurlar.

     Bir ayette şöyle buyrulur:

“O gün, cennet halkının kalacakları yer daha hayırlı, dinlenecekleri yer çok daha güzeldir.”[15]

     Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Orda ebedi olarak kalıcıdırlar; o, ne güzel bir karargah ve ne güzel bir konaklama yeridir.”[16]

      İşte Cenab-ı Hak, o daimi ve güzel olan ebedi hayatı kimin kazanacağını ve kimin daha güzel işler yapacağını imtihan etmek üzere ölümü ve hayatı yaratmış ve insanı imtihan etmek için bu dünyaya göndermiştir.  Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.”[17]

“Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile bir hikmet ve tedbir iledir.”[18]

    Her bahar mevsiminde yer yüzünü bir anda dirilten ve toprağın altında  çürüyen   bir çekirdekten  koca bir ağacı çıkaran ve basit tohumlara binlerce  sümbül  verdiren bir Hafız-ı Zülcelal, bu kadar ehemmiyet verdiği ve en çok sevdiği mahlukunun toprak altında çürüyüp yok olmasına hiç  müsaade eder mi? Elbette onu toprak altında kısa bir süre durdurur ve sonra huzuruna alır.

Evet, “ çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi, hayat kadar mahluk ve muntazamdır.”[19]

      Bağında veya bahçesinde her bir yaprağı bir trilyon lira değerinde güller yetiştiren bir kimyagerin, o bağ ve bahçesinin kapısını açık bırakmak suretiyle, yetiştirdiği gülleri, hayvanlara yedirmesi akla ve hakikate uygun olmadığı gibi, Cenab-ı Hak da bu dünyanın en mükemmel bir meyvesi olan ve her bir azası trilyonlarla mukayese edilmeyecek kadar kıymetli olan bu insanı toprağa atıp böceklere yedirmesini hiçbir  akıl kabul etmez.

      Bir şeker fabrikasının sahibi, ürettiği şekerleri nehre  döküp, onları balıklara yedirerek zayi eder mi? Böyle yapması, o fabrikanın kuruluş gayesine hiç  uygun olur mu?

       Cenab-ı Hak, bütün kâinattan süzüp hassas mizanlarla yarattığı ve nihayetsiz nimetlerle beslediği en mükemmel meyvesini ve en sevgili mahlukunu toprağa gömüp yokluğa atar mı? Onu böceklere yedirerek  zayi eder mi?

“Size böyle nimet eden zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.”[20]

      Bir mektep ve bir tâlimgâh olan bu dünyaya gönderilen insanlardan kulluk vazifesini hakkıyla ifa edenler, yani salih amel işleyenler, ebedi cennet saraylarına girmeye liyakat kesbedecek, iradelerini yanlış yolda kullanıp, ömrünü  isyan ve sefahatte geçirenler de müstahak oldukları cezayı göreceklerdir.

     Osmanlı padişahları saraya alacakları insanları önce Enderun mektebinde yetiştirir,  sonra saraya kabul ederlerdi. Çünkü sarayın nizam ve intizamı; ahenk ve huzuru her şeyden önce Enderun’da aldıkları eğitim ve öğretime bağlıdır.   Cenab-ı Hak bu dünyayı, insanın ubudiyeti için bir mektep, talimgâh ve bir kışla olarak yaratmıştır. Öyle ise bu talimgâha ve mektebe gelenler, buradaki kulluk vazifelerini en iyi şekilde tekmil edip cennete layık bir insan olabilmenin azmi ve gayreti içinde olmalıdırlar.

       Evet, insanın asıl kemali ölümden sonra başlar.  Mevt, zahiren hüzünlü ve kederli görünse de insanı ıstıraplı, meşakkatli, kederli ve hüzünlü bir hayattan, saadetli, sürurlu, nurlu,  neşeli  ve ebedi bir hayata kavuşturan ölüm,  elbette zarûrîdir, sevimlidir ve güzeldir.

  “Ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de; fakat mü’min için asıl sîması nuranîdir, güzeldir…”[21]   

   “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber.” (N. Fazıl)

     Bir insan, hastalandığı zaman tedavisi için lazım gelen ilacı mide yoluyla alır. O hasta, faraza gözüm iyi olsun diye doktorun verdiği ilacı gözüne sokarsa, şifa bulması bir yana gözünün kör olmasına sebep olur. Demek ki, gözün tedavi edilmesinin yolu mideden geçer.  Bir insanın da alem-i ahirette  ebedi saadetlere mazhar olması için ölüm köprüsünden geçmesi zaruridir.

    Evet, her güzel şey, kahharane bir fırtınanın peşinden geliyor. Gök gürültüsü ve şimşeğin ardından yağmurun gelmesi gibi, annenin çektiği azîm sancı da evlâdı meyve veriyor. Aynı şekilde, toprak altında  parçalanıp dağılan bir çekirdeğin kalbinden de muhteşem bir ağaç vücuda geliyor.

    Dünyaya yeni gelen bir çocuk, diş sahibi olmak için damaklarının yarılmasına rıza gösteriyor ve çektiği o acının sonunda inci gibi dişlere sahip oluyor. Ve nihayet insan da bu dünyada çeşitli eza ve cefalara, bela ve musibetlere duçâr oluyor, neticede vefat edip, toprağın altına giriyor ve orada cesedi çürüyüp dağılıyor. İşte ebedî saadet de, iman ve sabır kaydıyla bu fırtınaların semeresi olarak tezahür ediyor.

  “Çünki, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur. Ve keza, rahm-ı maderden dünyaya gelen çocuk, mahud tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.”[22]

      Evet ölüm, bir daha ölmemek üzere dirilmektir.  Bu hakikat bir ayette şöyle ifade edilir:

“Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar. Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur.”[23]

   “Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!”     

   “Kapı kapı, yolun son kapısı ölümse;
Her kapıda ağlayıp o kapıda gülümse!
O demdeki perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrail’e hoş geldin, diyebilmekte hüner…”    

    “O dem çocuklar gibi sevinçten zıplar mısın?
Toprağın altındaki saklambaçta var mısın?
Ölüm ölene  bayram;  bayrama sevinmek var;
Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var.”

                                                (N. Fazıl Kısakürek)

Mehmed Kırkıncı, 2011

Dipnotlar:

[1]  Nursî, B.S Mektubat, Birinci Mektup.
[2] Nursî, B.S Mektubat.
[3] Nursî, B.S Mektubat, Yirminci Mektup.
[4] Nursî, B.S Lem’alar.
[5] Şûrâ Suresi, 42/7.
[6]  Nursî, B.S  Sözler, Otuz İkinci Söz.
[7] Nursî, B.S Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz.
[8]  Yunus Suresi, 10/26.
[9] Nursî, B.S İşarat-l İ’caz.
[10]  Nursî, B.S Lem’alar.
[11]  Nursî, B.S İşarat-l İ’caz.
[12] Ankebut Suresi, 29/64.
[13] Tövbe Suresi, 9/72.
[14] Duha Suresi, 93/4.
[15] Furkan Suresi, 25/24.
[16] Furkan Suresi, 25/76.
[17] Mülk Suresi, 67/2.
[18] Nursî, B.S Mektubat, Birinci Mektup.
[19] Nursî, B.S Mektubat, Birinci Mektup.
[20] Nursî, B.S Sözler.
[21] Nursî, B.S Lem’alar, Yirmi Altıncı Lem’a.
[22] Nursî, B.S Şuâlar, Yirmi Dokuzuncu Lem’adan 2.Bâb.
[23] Duhan Suresi, 44/56.

İnsanın, bu dünya gemisiyle gideceği yer, ölüm istasyonudur

Üzerinde bulunduğumuz bu dünya gemisi, çok süratli bir şekilde, gece gündüz durmadan ahirete doğru hareket etmektedir. İnsan bu gemiye kendi iradesiyle binmediği gibi, yolculuğu da kendi iradesi ile değildir. Ona Allah’ın (c.c.) iradesiyle bindiği gibi, yolculuğu da yine  O’nun iradesiyle devam etmektedir. Bunun aksini iddia etmek beş para etmez. Zira, bir kimse bu gemi içinde hangi tarafa koşarsa koşsun ve ne gibi iddialarda bulunursa bulunsun, gideceği yer, ölüm rıhtımıdır. Oraya gitmemek, karşı koymak, hiç kimsenin irade ve ihtiyârında  değildir.

 İnsan  ruhunu bu fani dünyada cisim ile buluşturan Allah, ruhu bu cisimden ayırıp, daha sonra ebedi bir aleme layık yeni bir cisimde ebediyen devam ettirecektir.

 “Nevm nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için.. öyle de: Nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevk eden belalarla mübtela olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir.” [1]

Bediüzzaman Hazretleri  Hz. Yusuf’un (a.s) kıssasından alınması gereken dersi şöyle nazara verir:

“Ahsen-ül kasas olan Kıssa-i Yusuf Aleyhisselâm hatimesini haber veren  تَوَفَّنِي مُسْلِماً وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ “Benim canımı Müslüman olarak al ve beni salih kulların arasına kat!” [2] âyetinin, ulvî ve latif ve müjdeli ve i’cazkârane bir nüktesi şudur ki: Sair ferahlı ve saadetti kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alman hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda, mevtini ve firakını haber vermek daha elimdir; dinleyenlere “Eyvah!” dedirtir. Halbuki şu âyet, Kıssa-i Yusuf’un (A.S.) en parlak kısmı ki; Aziz-i Mısır olması, peder ve vâlidesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenab-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.”

“İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belagatına bak ki, Kıssa-i Yusuf un hatimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürür ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve Iezzet ondadır. Hem Hazret-i Yusuf’un âlî sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor, yine âhireti istiyor.”[3]

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

[1] Nursî, B.S Mektubat, Birinci Mektup.
[2] Yusuf Suresi, 12/101.
[3] Nursi, B.S. Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup.

Akşam Dilencisi Gibi

Risale-i Nur sohbetlerinde, zaman zaman verilen şu “akşam dilencisi” örneğini duydukça, ben her seferinde sanki ‘yeni duyuyormuşum’ gibi çok duygulanırım ve kendimi akşam dilencisi gibi hissetmeye başlarım.
Peki, nedir bu akşam dilencisi misali? Arzedeyim:

Büyük kentlerde oturanlar bilirler ki, kalabalık caddelerde özürlü veya muhtaç birçok dilenciler vardır. Akşamüzeri olunca dilenciler, o günkü sermayelerine bir göz atarlarmış. Eğer o akşamki nafakalarını henüz çıkıştıramamış ise yolun her iki tarafında da dilenmeye başlarlarmış.

Yani, yolun kendi tarafı tenha, karşı tarafı kalabalık ise telaşla yolun karşısına geçerek, orada da yalvarmaya başlarlarmış. “Peki,bunun bizimle ne alakası var” diyeceksiniz. Onu da arz edeyim.

Gerçek şu ki, yaşı 40’ı geçmiş olanlar da yani Hz. Ömer’in buyurduğu gibi “şakaklarında tek tük beyaz kıllar çıkmaya başlamış olanlar” da akşam dilencileri gibidirler. Hatırlayınız; hani Hz. Ömer kendisini her zaman “ÖLÜM VAR YA ÖMER” diye ikaz etmek üzere bir köle görevlendirmişti. Şakaklarında beyaz kılları görünce o köleye “senin görevin bitti, bak bana haberciler geldi” demişti. İşte bizlere de o haberciler geldiğinden, akşam dilencisi gibiyiz. Mutlaka uhrevi sermayelerimizi merak edip, acilen bir envanter yapmalıyız.

Eğer Yüce Rabbimizin bizlerden talep ettiklerini hazırlayabildiysek ne ala. Şayet uhrevi (Ahirete ait) sermayemiz noksan ise en az o akşam dilencileri gibi telaşlanılmalıyız ve nerede bir ahiret azığını arttırma ümidimiz var ise oralara koşmalıyız. İşte ben de bu akşam dilencisi örneğini ilk duyduğumdan beri çok duygulanıyorum ve kendi adıma çok telaşlanıyorum. Pek tabiidir ki, bu konuda ne kadar çok telaşlansak yine de azdır. Çünkü her sınavın defalarca tekrarı var, fakat bu sınavın tekrarı tek bir kez dahi ASLA yok! Bu sınavın neticesi de öyle basit zararlar veya basit avantajlar değil ki. Ebedi akıbetimizde,ya ebedi Cehennem, ya da ebedi Cennetler bizim olacak. Nasıl ihmal edilebilir ki?…

Öyle ya; Azrail AS bize “haydi sınavın bitti, gidiyoruz” dedikten sonra, kabirden başlamak üzere 50 000 senelik bir BERZAH yolculuğu başlayacak. (Bu rakamı hazmedebilmemiz için, Hz. Adem’den AS bu yana geçen sürenin Hadis-i şeriflere göre 8400 sene olduğu, modern ilme göre ise 10 000-15 000 sene civarında hesaplandığı düşünülerek, mukayese edilmelidir.)Bu upuzuuun kabir, haşir, kıyamet, sırat, mahkeme-i Kübra yolculukları için hazırlıklarımız, acaba ne alemde?…

Yabancısı olduğumuz modern şehirlere bile seyahat etmeden önce, bir ay için bile olsa ne kadar hazırlıklar yaptığımızı bir düşününüz. Tek başımıza, KABİR denilen bir alemde başlayacak olan bu kaçınılmaz uzun yolculukta acaba neler geçerli olacak?

Bunları çok iyi öğrenip, akşam dilencisi gibi telaşlanmamız ve eksiklerimizi mutlaka tamamlama yarışına girmemiz gerekmiyor mu? Gerçek HAL böyle iken, hepimizdeki bu GAFLET niye?

Benim oğlum üniversite sınavlarına hazırlanabilmek için, bir ay önceden Çavuşbaşı’ndaki evimize kapanmıştı. Üstelik de kazanamasa bile dilediği kadar tekrarı vardı ve avantajı ise sadece üniversiteye girebilmek idi. Oysa bizim bir aydan fazla ömrümüz olduğu garantili mi?…

İhsan Kasım Salihi hocamıza bir genç tarafından “satranç, futbol veya Basket gibi oyunlar oynamak günah mı?” diye sorulmuştu. O zat da benim yanımda unutamadığım şu cevabı verdi: “Birkaç gün sonra tekrarı olmayan ve çok önemli bir sınavınız olsa, bugün bu oyunları oynar mısınız?”..deyince genç: “Tamam hocam, mesajı aldım” diyebildi…

Şu kısacık ömrümüzdeki sınavımızın ise asla tekrarı yok!

Sınav süresinin sona erdirilme zamanı ise MEÇHUL. Yani bir ay garantisi bile yok. Daha geçen aylarda liseli bir kızımız, okulda arkadaşlarının basket oyununu seyrederken, kalp krizi geçirerek bu sınavı sona erdirilmedi mi? Benim mağaza çalışanımın 19 yaşındaki arkadaşı, “başım ağrıyor” şikayetiyle hastaneye gidiyor.  Beyninde tümör tespit ediliyor ve birkaç ay içinde dünya sınavı sona erdiriliyor. Doktorlar heyetinden sağlık raporları olduğu halde, sahada maç ederken ahiret sınavı biten gençlerin sayısı, hiçte az değil. Sizin de çevrenizde de böyle genç ölümler elbette vardır…

Kısacası, istatistiklere göre her gün ortalama 350 000 kişinin vefat ettiği, yani fdünya sınavının bittiği biliniyor ve bu vefatların %46’sı yaşlı ölümler. Diğerleri ise 0-45 yaş arası ölümlerdir. Demek ki akşam dilenciliği için, illa da yaşlı olmak gerekmiyormuş…
Mademki gerçekler böyle! Her ileri görüşlü, zeki, ferasetli ve akıllı insanın en önemli derdi ve telaşı, ‘Azrail’e AS gafil yakalanmamak için, akşam dilencisi gibi çabalamak’ olmalıdır.
KONUMUZA TAÇ: En‘am Süresi, 32. Ayet.“Dünya hayatı bir oyun ve bir eğlenceden başka bir şey değildir! Ahiret yurdu ise, (günahlardan) sakınanlar için elbette daha hayırlıdır. Hiç akıl erdirmez misiniz?”…
Risale-i Nur’dan: Halbuki ömür sermayemiz pek az, lüzumlu işlerimiz ise pek çoktur. Nasılki sarhoşluk, hakiki vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle, menhus(uğursuz) ve kısa bir zevk verir. Aynen öyle de, böyle fani boğuşmaları ve hadiseleri merakla takip etmek, bir nevi sarhoşluktur ki, hakiki vazifelerden gelen ihtiyacat ve yapmamaktan gelen teellümatı(elem ve üzüntüleri)muvakkaten (geçici olarak)unutturduğu için, menhus bir zevk verir.Vesselam…
A.Raif Öztürk – risaleajans.com

Ölümün Gerçek Yüzü

  “ Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir.”[1]

“(Mevt) Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için, Âlem-i Berzah’ta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.”[2]

      Ölüm, ruhun  beden denilen ceset kafesinden ayrılıp, tebdil-i mekân etmesi, yani bu fani dünyadan ebedi âleme göç etmesidir. Ölüm, ebedi hayat için yaratılan insanı,  âhirete göre bir gölge ve bir han hükmünde olan bu dünya menzilinden çıkarıp,

“… bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatın”a ve o Cennet hayatın”nın dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna…. ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e”[3] kavuşturur.

      Dünya ve içindekiler geçici, fani ve zevale mahkum olduğundan,  gelen her insanın buradan başka ve daimi bir memlekete göç etmesi yaratılışın icabı, hikmet-i İlahiyenin muktezası ve imtihanın bir gereğidir. Dünya bir darul hikmet ve  bir imtihan salonu olduğundan bu solonda imtihanını bitirenler, yerini başkalarına bırakırlar.

     Bu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilen insanlar, buradaki vazifelerini ikmal ettikten sonra, ölüm ile yeni bir âleme geçecek ve ebedi bir hayatın başlangıcı olan kabir, berzah ve  haşirden  sonra  ya ebedi saadete kavuşacaklar yahut  ebedi şekavete  düçar olacaklardır.

“Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak? Hâşâ!.. Belki insan, ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.”[4]

     Hasenatları ağır gelen müminler, Allah’ın lütfüyle O’nun cemalî isimlerinin tecellisi olan ebedi cennete,  kafirler, münafıklar ve mürtedler  ise  celâlî isimlerinin  tecelligâhı olan sonsuz cehenneme gireceklerdir. Günahları sevaplarından ağır gelen mü’minler ise, cehennemde geçici bir süre kalıp cezalarını çektikten sonra tekrar cennete gireceklerdir. İnsanların dünyada yaptığı bütün iyilikler cennet, günahlar ise cehennem çekirdeği hükmünde olup, âhirette o çekirdekler ya “Tuba-i Cennet” veya “Zakkum-u Cehennem” ağacı olacak ve  çeşitli meyveler verecektir.

“… o gün) bir grup cennette, bir grup cehennemde [çılgın ateşte].”[5]

ayeti de bunu ifade etmektedir.

“Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin ‘elhamdülillah’kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edi(lecektir)”[6]

     İnsanın, öldükten sonra dirilip, huzur-i ilâhiye çıkacağı, ameline göre mükâfat veya azap göreceği muhakkaktır.  Zira,  istidatça en cami, kâinatın  en mükemmel meyvesi, ve Cenab-ı Hakk’ın en sevgili muhatabı olan insan, ebed için yaratılmış ve ebede gidecektir

 “İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse “Ebed!.. ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur.” [7]

      Yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya ve bütün semavi kitaplar, kıyamet ve âhiretten kesin olarak haber verdikleri gibi, Kur’an’ın  dörtte biri de haşir ve âhiretten bahseder; bin ayetiyle onun  kesin bir gerçek olduğunu ispat eder ve haber verir.

      Cenab-ı Hakkın bütün isimleri,  ebedî olan âhiretin vücudunu iktiza ederler. Zalimlerin yaptıkları zulümler, mazlumların maruz kaldığı eza ve cefalar, Cenab-ı Hakk’ın Âdil isminin tecellisini ister. Rahman, Rahim ve Hakim isimleri cenneti istediği gibi, Kahhar ve Cebbar isimler de cehennemin vücudunu ister. Zira birçok isimler dünyada tam tecelli etmiyor. Onun için bir Mahkeme-i Kübra ve sonsuz bir âlem lazımdır ki,  Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri orada  kemaliyle tecelli etsin. Eğer mücazat ve mükafâtın mahalli olan ahiret olmasaydı insan ile hayvan, mü’min ile kâfir, iyi ile kötü, hayır ile şer, hak ile batıl aynı seviyede kalırdı. Demek ki,  dünyanın ve insanın ehemmiyeti ancak âhiretin vücudu ile tahakkuk eder.

      İmtihanın bir gereği olarak, bu misafirhanede iman-küfür, hayır- şer, güzel- çirkin,  kâr- zarar gibi şeyler beraber bulunurlar. Burada Cenab-ı Hakk’a iman edenler, O’nu hakiki sevenler, rızasına uygun yaşayıp O’nun istediği gibi hareket edenler,  O’nun emir ve yasaklarına riayet edip  nefsini ıslah edenler, şahadetnamelerini alarak ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır, biiznillah. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:  

“İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzeli ve daha fazlasıyla karşılık vardır. Yüzlerine ne kara bulaşır, ne de aşağılanırlar. Cennet ehli işte bunlardır. Orada ebedî kalacaklardır.”[8]

     “… hayat-ı uhreviye, bütün kâinatın neticesidir. Eğer bu hayat olmasa, kâinatta hakikat denilen her şey, zıddına inkılab eder. Meselâ: Nimet nıkmet olur, akıl  belâ olur, şefkat yılan olur.”[9]

“Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmayı veren ve o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz’eden zât seni başıboş bıraksın, sana ehemmiyet vermesin, senin harekâtına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın, hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın? Hem hiçbir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiçbir vechile noksaniyeti olmayan, güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!”[10]

       Evet, bu fani âlem, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz rahmetine ve isimlerinin tecellisine tam ayna olamıyor. Çünkü  rahmet nihayetsiz, insanların ömürleri kısa ve dünya fanîdir. Bunun için başka ebedi bir âlem lazımdır ki, rahmet devam etsin ve O’nun zenginliğinin aslı orada kemaliyle tezahür etsin. Çünkü dünyadaki bütün nimetler numune ve gölgedir, asıllar ise âhirettedir.

“Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünkü nimetin mukaddimesi de nimettir. Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten, geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, ceset kafesinden çıkarsa necat bulur.”[11]

     Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Dünya dar-ül meşakkattir.” buyurmuştur. Bu bakımdan, dünyada  rahat, huzur ve gerçek saadet yoktur, olamaz da.Çünkü onların mekânı bura değildir. İnsan asıl saadet ve sürurun mahiyetini bilmediğinden, buradaki bazı şeylerden zevk alır ve saadeti onlar zanneder.  Halbuki  asıl zevk ve sürur alem-i ahirette olacaktır.

       Bir ayette şöyle buyrulur:

“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.”[12]

    Oyun ve eğlencenin süresi azdır, çabuk geçer. İşte bu hayatta aynen öyledir.  Oyun ve eğlenceyle genelde çocuklar ve cahiller meşgul olur.  Akıllı kimseler fani ve geçici oyunlarla oyalanmaz ve onlara itibar etmezler. Dünyada insana zevk ve lezzet veren şeyler hem değersiz hem de geçicidir,  ahirete ait olan hakikatler ise daimidir, kıymetlidir ve şereflidir. Nice güçlü ve saltanat sahibi kimseler vardır ki, kısa bir zaman sonra ya toprak altına girmiş veya zavallı bir duruma düşmüşlerdir. İnsan bu dünyada elde ettiği mal ve servetten faydalanıp faydalanmayacağını bilemez.  Velev ki, belli bir süre fayda görse  bile yine bir gün  onlar  elinden çıkacaktır.

     Peygamber Efendimiz (s.a.v);

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.”

buyurarak, dünyanın bir uyku alemi olduğunu asıl zevk ve sefanın ise ahirette olacağını ifade etmişlerdir.  Bir insanın rüyasında iki kilo kebap yemesi mi daha iyidir, yoksa uyanık iken yüz gram kebap yemesi mi?

     Evet dünyanın zevkleri ve lezzetleri meşru da olsa fanidir, anidir, geçicidir, gölgedir ve rüyada yiyip içmek gibidir. Ahirete ait olan her şey ise, ebedidir, daimidir, sürurludur, nurludur, zevklidir  ve şevklidir. Ona ait bir zerre ebedi olduğundan, dünyadaki bütün  nimetlerden daha kıymetlidir, daha âlidir. Allah’ın rızasına mazhar olmak ise bunların hepsinden daha büyüktür.

“Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.”[13]

       Bir başka ayette mealen şöyle buyrulur:

“Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır.”[14]

      Bu ayet  Peygamber Efendimizin (s.a.v) davasında muvaffak olacağını, her zaman terakki edip nice nimetlere nail olacağını, izzet ve şanının yükseleceğini ve dünyada  her zaman muvaffakiyetlere nail olacağını mucizene bir şekilde haber vermiştir. Evet  İslâmiyet’in ilk tesis ve intişarı yıllarında başta amcası olmak üzere en yakınları ve Kureyş’in en ileri gelenleri  Hz. Peygamber’e ve ona tabi olanlara  düşmanlıkları ve hücumları şiddetli olduğu,  Peygamber Efendimiz’in şahsına, ailesine ve sahabelerine  karşı  dayanılmaz eza ve işkence ettikleri halde, o   İslâm’ın ilanında akılları hayrette bırakacak bir şekilde sabır, metanet, sebat ve kararlılıkla davasında muvaffak olmuş,   fetihlere imza atmış,  nam ve şöhreti, sıdk ve emniyeti, kemalat ve fazileti, vakar ve ciddiyeti, Şark ve Garb’a yayıldı.  Bu ayet Allah Resulünün ve ona tabi olanların âhirette de her türlü nîmetlere ve tecellîlere mazhar olacağını müjdelemektedir.  Hz. Peygamberî (s.a.v) kendine rehber edinen ve onun sünnetine uyanlar, onun gölgesi sayesinde  dünyada huzur ve saadetle yaşarlar,  ahrette de yine onun vesilesi ile  ebedi sürurlara  mahzar olurlar.

     Bir ayette şöyle buyrulur:

“O gün, cennet halkının kalacakları yer daha hayırlı, dinlenecekleri yer çok daha güzeldir.”[15]

     Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Orda ebedi olarak kalıcıdırlar; o, ne güzel bir karargah ve ne güzel bir konaklama yeridir.”[16]

      İşte Cenab-ı Hak, o daimi ve güzel olan ebedi hayatı kimin kazanacağını ve kimin daha güzel işler yapacağını imtihan etmek üzere ölümü ve hayatı yaratmış ve insanı imtihan etmek için bu dünyaya göndermiştir.  Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.”[17]

“Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile bir hikmet ve tedbir iledir.”[18]

    Her bahar mevsiminde yer yüzünü bir anda dirilten ve toprağın altında  çürüyen   bir çekirdekten  koca bir ağacı çıkaran ve basit tohumlara binlerce  sümbül  verdiren bir Hafız-ı Zülcelal, bu kadar ehemmiyet verdiği ve en çok sevdiği mahlukunun toprak altında çürüyüp yok olmasına hiç  müsaade eder mi? Elbette onu toprak altında kısa bir süre durdurur ve sonra huzuruna alır.

Evet, “ çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi, hayat kadar mahluk ve muntazamdır.”[19]

      Bağında veya bahçesinde her bir yaprağı bir trilyon lira değerinde güller yetiştiren bir kimyagerin, o bağ ve bahçesinin kapısını açık bırakmak suretiyle, yetiştirdiği gülleri, hayvanlara yedirmesi akla ve hakikate uygun olmadığı gibi, Cenab-ı Hak da bu dünyanın en mükemmel bir meyvesi olan ve her bir azası trilyonlarla mukayese edilmeyecek kadar kıymetli olan bu insanı toprağa atıp böceklere yedirmesini hiçbir  akıl kabul etmez.

      Bir şeker fabrikasının sahibi, ürettiği şekerleri nehre  döküp, onları balıklara yedirerek zayi eder mi? Böyle yapması, o fabrikanın kuruluş gayesine hiç  uygun olur mu?

       Cenab-ı Hak, bütün kâinattan süzüp hassas mizanlarla yarattığı ve nihayetsiz nimetlerle beslediği en mükemmel meyvesini ve en sevgili mahlukunu toprağa gömüp yokluğa atar mı? Onu böceklere yedirerek  zayi eder mi?

“Size böyle nimet eden zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.”[20]

      Bir mektep ve bir tâlimgâh olan bu dünyaya gönderilen insanlardan kulluk vazifesini hakkıyla ifa edenler, yani salih amel işleyenler, ebedi cennet saraylarına girmeye liyakat kesbedecek, iradelerini yanlış yolda kullanıp, ömrünü  isyan ve sefahatte geçirenler de müstahak oldukları cezayı göreceklerdir.

     Osmanlı padişahları saraya alacakları insanları önce Enderun mektebinde yetiştirir,  sonra saraya kabul ederlerdi. Çünkü sarayın nizam ve intizamı; ahenk ve huzuru her şeyden önce Enderun’da aldıkları eğitim ve öğretime bağlıdır.   Cenab-ı Hak bu dünyayı, insanın ubudiyeti için bir mektep, talimgâh ve bir kışla olarak yaratmıştır. Öyle ise bu talimgâha ve mektebe gelenler, buradaki kulluk vazifelerini en iyi şekilde tekmil edip cennete layık bir insan olabilmenin azmi ve gayreti içinde olmalıdırlar.

       Evet, insanın asıl kemali ölümden sonra başlar.  Mevt, zahiren hüzünlü ve kederli görünse de insanı ıstıraplı, meşakkatli, kederli ve hüzünlü bir hayattan, saadetli, sürurlu, nurlu,  neşeli  ve ebedi bir hayata kavuşturan ölüm,  elbette zarûrîdir, sevimlidir ve güzeldir.

  “Ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de; fakat mü’min için asıl sîması nuranîdir, güzeldir…”[21]   

   “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber.” (N. Fazıl)

     Bir insan, hastalandığı zaman tedavisi için lazım gelen ilacı mide yoluyla alır. O hasta, faraza gözüm iyi olsun diye doktorun verdiği ilacı gözüne sokarsa, şifa bulması bir yana gözünün kör olmasına sebep olur. Demek ki, gözün tedavi edilmesinin yolu mideden geçer.  Bir insanın da alem-i ahirette  ebedi saadetlere mazhar olması için ölüm köprüsünden geçmesi zaruridir.

    Evet, her güzel şey, kahharane bir fırtınanın peşinden geliyor. Gök gürültüsü ve şimşeğin ardından yağmurun gelmesi gibi, annenin çektiği azîm sancı da evlâdı meyve veriyor. Aynı şekilde, toprak altında  parçalanıp dağılan bir çekirdeğin kalbinden de muhteşem bir ağaç vücuda geliyor.

    Dünyaya yeni gelen bir çocuk, diş sahibi olmak için damaklarının yarılmasına rıza gösteriyor ve çektiği o acının sonunda inci gibi dişlere sahip oluyor. Ve nihayet insan da bu dünyada çeşitli eza ve cefalara, bela ve musibetlere duçâr oluyor, neticede vefat edip, toprağın altına giriyor ve orada cesedi çürüyüp dağılıyor. İşte ebedî saadet de, iman ve sabır kaydıyla bu fırtınaların semeresi olarak tezahür ediyor.

  “Çünki, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur. Ve keza, rahm-ı maderden dünyaya gelen çocuk, mahud tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.”[22]

      Evet ölüm, bir daha ölmemek üzere dirilmektir.  Bu hakikat bir ayette şöyle ifade edilir:

“Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar. Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur.”[23]

   “Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!”     

   “Kapı kapı, yolun son kapısı ölümse;
Her kapıda ağlayıp o kapıda gülümse!
O demdeki perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrail’e hoş geldin, diyebilmekte hüner…”    

    “O dem çocuklar gibi sevinçten zıplar mısın?
Toprağın altındaki saklambaçta var mısın?
Ölüm ölene  bayram;  bayrama sevinmek var;
Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var.”

                                                (N. Fazıl Kısakürek)

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

[1]  Nursî, B.S Mektubat, Birinci Mektup.
[2] Nursî, B.S Mektubat.
[3] Nursî, B.S Mektubat, Yirminci Mektup.
[4] Nursî, B.S Lem’alar.
[5] Şûrâ Suresi, 42/7.
[6]  Nursî, B.S  Sözler, Otuz İkinci Söz.
[7] Nursî, B.S Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz.
[8]  Yunus Suresi, 10/26.
[9] Nursî, B.S İşarat-l İ’caz.
[10]  Nursî, B.S Lem’alar.
[11]  Nursî, B.S İşarat-l İ’caz.
[12] Ankebut Suresi, 29/64.
[13] Tövbe Suresi, 9/72.
[14] Duha Suresi, 93/4.
[15] Furkan Suresi, 25/24.
[16] Furkan Suresi, 25/76.
[17] Mülk Suresi, 67/2.
[18] Nursî, B.S Mektubat, Birinci Mektup.
[19] Nursî, B.S Mektubat, Birinci Mektup.
[20] Nursî, B.S Sözler.
[21] Nursî, B.S Lem’alar, Yirmi Altıncı Lem’a.
[22] Nursî, B.S Şuâlar, Yirmi Dokuzuncu Lem’adan 2.Bâb.
[23] Duhan Suresi, 44/56.

Ölümün Sırları

Benlik yalancılığının ve gölge varlığın yok olduğu büyük iklim…

Gerçek varlık ve teslimiyetin eşiği, vücud yapımındaki her zerreyi yaratıcısına döndü­ren mes’ud kânun: İşte ölüm..

Sâdece ölüm bahsîle küfür ve inkârı cerh azmindeyiz.

Ölüm evvelâ bütün fizyologların kabul ettiği gibi, ihsas hassasını kayıb eden hüc­renin mecburî olarak dûçâr olduğu ve kuv­vetle arzu ettiği bir madde istihâlesidir. Bü­tün hâdise ve dâvanın özü, ölümdeki istihale­nin mânâ bütününe teshindeki aldatma key­fiyetidir, ölüm hâdisesi, maddi istihale bakı­mından da hakikî bir yok oluş değil; bilâkis yeni bir varlığa giriş sırrını taşır. Hepimizce malûmdur ki ölen vücûdun hücre bütünü toprakdaki mikroplar vâsıtasile basit kimyevî anâsırına ayrılır. Ayni kimyevi cisimler, mü­teakip istihalelerden sonra, yeni hayat mev­zularında tekrar, yaşatıcı mevkilerini elde ederler. Meşhur bir tabiat âliminin ifâde etdiği şu sır, mezkûr kimyevî maddelerin uzuv­ları değiştirirken taşıdıkları ana prensibi belirtmek bakımından mühimdir: (Tabiat alıştığı kanunları muhtelif hâdiselerde k sık tekrar eder.) Bu mutlak kânunun tezahürü çeşitli misâllerile bütün tabîatçıların malû­mudur, ölümün madde plânında sıralı sekli­de belirtdiği, bu yeniden oluş, hâdiselerin sakınılmaz vak’ası yanında, bilhassa insanla­rın ölüme geçerken taşıdıkları ruhî incelik­leri mütâlâa edersek, ölümün mutlak âdem olmadığı hakikati kendiliğinden müsbet bir vâkıa hâlinde belirir.

Ruh varlığımızla beş duyumuz arasında­ki yakın irtibat, ölüm ânında bilhassa ruhun varlığına saik olacak şekilde, hissi değişiklik­ler belirtir. Müsbet ilimlerin tam vahdetle kabul etdikleri mühim vak’aları sura ile zik­redeceğim:

1Hafıza sistemimizde son anlarda müdhiş bir şarj olur. Adetâ ölüm ânında hafı­za bütün mazinin filmini bir anda gösterecek şekilde yüklüdür. Hayâtın hesap tablosunun bu son ve yekûn bilançosuna ait, şahsın ölür­ken bâzan bu sırrı beyan edebildiği bilhassa asılmalarda yapılan tecrübelerde görülür.

2Kulaklarda aşırı bir hassasiyet te­şekkül eder. Vücûdumuzun en sıhhatli anla­rında almaya muktedir olamadığımız birçok ses dalgalarını ölüm ânında çeşitli sesler hâlinde duyuyoruz. Sanki beynimizde o an gizli âlemlerin işaretini alan yepyeni bir radyo merkezi kurulmuştur. Hattâ sayısız şahsî müşahedelerimizle gördük ki, son anla­rını yaşayan bir çok ağır hastalar, izah kud­retinde olmayarak bizde mânâsız addedilecek hareketlerle bu duyulanların sırrını belirtmek için etrafına ikazlarda bulunur.

3En mühim ölüm inkilâbı göz mer­kezlerinde husule gelir. Göz bebekleri bütün kâinatı içine alacakmış gibi büyür. (Göz bebeklerinin büyümesi alelade bir adale felci veya vegetatif sinir sistemi kimyası yoluyla husule gelmiş bir hâdise değildir. Narkoz hâlinde olduğu gibi, ölürken göz bebekleri­mizde büyüme yerine küçülme olabilir.) Keza göz madde hududunun ötesini görüyormuş gibi hassaslaşır. Mutlaka müstesna şartlara ayarlanmış ve başka manzaralar temaşasına başlamıştır. Agoni hâlinde ölümün son basa­mağında bulunan hastaların bir noktaya müteveccih korkunç dalgınlıkları ve garib ihtilâçlarını, hattâ hiç beklenmedik manzara­ları, çeşitli işaretlerle izah etdiğlni görmemek mümkün değildir. Keza bir çok i’tizar hâlin­deki hastalarda müşahede etdiğimiz şekilde, ölen insanlar son anlarında çok eskilere âit normal şartlarda hafızada silinmesi îcâb eden hâdiseleri müşahede ediyor ve bize de kısmen anlatıyorlar. Son cümlenin ifâdesi şümulünde bâzı ilim adamlarının iddia etdikleri şu haki­kati de belirtmek isterim. İnsanların hayatda iken başkalarına karşı yaptıkları cürümler, ve bu hâdiselere âit tablolar ölüm ânında bir fotoğraf gibi teferrûatiyle canlanıyor. Bu hususta garib tecrübeler hâlinde göz bebek­lerinde cürmü tesbit eden fotoğraflar bile almak bir zamanlar adli tıbbı müşkül duruma düşürmüştü.

Ölüm anındaki değişikliklere dâir en mü­him bir tesbitle insanların son ânında nedense ıztırap ve ferahlık duygusundan temâmen ayrı kalmaları aksine bir takım ruhî mefhumların ölüm ânında maddî iztıraplardan daha müthiş olarak ön safhaya geçmiş bulunması keyfiyetidir. Yine bizzat vak’alar hâlinde tes­bit ettim ki, son ânın mes’ud veya muztarib olması, maddî keyfiyetden ileri değildir. Çok müşahhas tâkib etdiğim bir vak’ada yuka­rıdaki tezimi belirten canlı hakikati, öz hâlin­de zikredeceğim:

Yakınlarımdan bir şahıs ye­mek borusu kanserine mübtelâ oldu. Hasta­lığın tezahürü olarak da, on beş gün sonra yemekden temâmen; sudan da kısmen kesildi.

Tam bir lâboratuvar sarâhatîle incelediğim bu hasta, mânâya intikal bakımından beni korkutuyordu; zira tıbbi realiteye göre bu hastanın ölüm ânında üç korkunç hâdise ile karşılaşması lâzımdı:

Birincisi; dayanılmaz ağrılar,

İkincisi; akciğer kangreni ihtilâlîle tehammül edilmez koku meydana getirmesi,

En korkuncu da yiyememekden doğan Hipoglisemia cinneti.

Bu üç tehlike benim hastamı da ölümün­den bir gün evveline kadar kuvvetle tehdit etdi. Aklî muvâzenenin kayıp olması, koku ve ağrı, müthiş maddî ıztırab kitleleri hâlinde hastaya yüklendi. Hastanın Allâha karşı son­suz bağlılığı, muvakkat aklî muvazenesizlik hâlinde bile kayıp olmadı, ölümünden bir gün evvel beklemedik şekilde ve tıbben îzâhı müm­kün olmayan bir yenilenme husule geldi. Ağrı­lar temâmen kesildi. Çok uzaklardan bile his edilen müdhiş koku nefesinden bile kayıb oldu. Akıl ve şuur, kanda tam hipoglisemiye rağmen normal şekle döndü. Bu suretle ölür­ken hastamızda beklediğimiz maddî ıztıraplar ve cinnet yerine tam bir madde refahı, mânâ bakımında da; ölümünü evvelden sezme zevki İçinde dudaklarına son kelime olarak, salâvâtı sunduracak bir kalb felâhîie karşı­laşdık…

Ruha âit her bilgi ve bulguyu inkâra memur maddeciler, bu bir zikretdiğimiz ölüm sırlarını pisikopatik galat veya halisünasyon diye izaha kalkışırken, ruhu inkâr yolunda (Rûhî galat) kabulünü tenakuz heykeli şek­linde dikip gülünç mevkie düşmüyorlar mı? Eğer onları, ölüm ânında gördüklerini İzah mecburiyetinde tutsaydık, utançlarının hudu­dunu tâyin edemezdik.

Ölümün, kaba bir yok oluş olmadığına dâir şu müsbet vak’alar, ruh üzerindeki ev­velce belirttiğimiz hakîkatlarla beraber topar­lanınca ebedî olduğumuz sırrı, bir vakıa hâlinde belirmiyor mu?

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki – İslamın Nuru Dergisi (1952)