Etiket arşivi: Ölümden Sonra Hayat Delilleri

Hayat Verme Delili (Ahirete İman) (Video)

Hayat Verme Delili

Hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ, kışın ölmüş ve kurumuş koca arzı bahar mevsiminde ihya etsin; o ihya içinde, her biri insanın haşri gibi acayip, üç yüz binden fazla mahlukat nevilerini haşir ve neşredip kudretini göstersin; bahar mevsiminin nihayet derecedeki karışıklığı içinde, tam bir imtiyaz ve tefrik ile mahlukatını yaratıp ilminin ihatasını göstersin ve sonra O Zat-ı Zülcelâl haşri yapmasın ve yapamasın, beşeri öldükten sonra ihya etmesin veya edemesin, mahkeme-i kübrayı açmasın ve açamasın, cennet ve cehennemi yaratamasın? Hâşâ ve kellâ!

Şimdi delilimizin izahına geçelim:

Görüyoruz ki, şu âlemin sahibi olan zat, her asırda, her senede hatta her günde, bu dar ve fâni zemin yüzünde, öldükten sonra dirilmenin pek çok emsalini ve numunelerini icad ediyor. Mesela:

Bahar mevsiminde görüyoruz ki, beş altı gün zarfında, küçük ve büyük hayvanat ve nebatattan üç yüz binden fazla nev tekrar diriltiliyor, kışın ölen mahluklara tekrar hayat veriliyor. Bütün ağaçların ve otların kökleri ve bir kısım hayvanlar aynen ihya edilip iade ediliyor. Bir kısmı ise neredeyse ayniyet derecesinde bir misliyet ile icad ediliyor. Yaratılan o mahluklar, neredeyse bir önceki kışta ölen mahlukların aynısı oluyor.

Madde cihetiyle farkları pek az olan tohumcuklar, birbirleriyle ve toprak ile o kadar karışmışken, tam bir imtiyaz ve şahsiyet ile yaratılıyor. Hem de o kadar sürat ile birlikte, tam bir kolaylık, intizam ve denge içinde, altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor. Ve bu ihya yeryüzünün her yerinde aynı anda cereyan ediyor. Hiçbiri diğerine karıştırılmıyor, hiçbirinin aza ve cihazları unutulmuyor.

Acaba hiç mümkün müdür ki, bu işleri yapan zata bir şey ağır gelebilsin, semavat ve arzı bir tek emri ile yaratamasın, insanı bir sayha ile haşredemesin? Hâşâ!

Dilerseniz bu hakikate misaller dürbünüyle bakalım:

Acaba, mucizekâr bir kâtip bulunsa, harfleri bozulmuş veya mahvolmuş üç yüz bin kitabı tek bir sayfada, karıştırmaksızın, hatasız, kusursuz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette, bir saatte yazsa; sonra birisi sana dese: “Şu kâtip, kendi yazdığı, senin suya düşmüş olan kitabını yeniden, bir dakika zarfında hafızasından yazacak.”

Sen diyebilir misin ki: “Yapamaz ve inanmam.”

Elbette diyemezsiniz! Zira üç yüz bin kitabı bir sayfada yazabilen bir zata, senin suya düşmüş kitabını yazmak çok kolaydır. Zaten suya düşmüş kitabını da evvelce o yazmıştır. Yani kitabının bütün yazılarını ezberinde biliyordur.

Aynen bu misal gibi, şu yeryüzü de bir sayfadır. Her bir mahluk nevini bir kitap kabul edersek, bahar mevsiminde üç yüz bin nev mahluk yaratılmakta, yani bir sayfada üç yüz bin kitap yazılmaktadır. Ve hiçbir kitap diğeri ile karıştırılmamakta, hiçbir hata, hiç bir kusur ve hiç bir karışıklık gözükmemektedir.

Acaba hiç mümkün müdür ki, bahar sayfasında üç yüz bin kitabı karıştırmaksızın yazabilen bir zat, bizim suya düşmüş olan kitabımızı tekrar yazamasın? Hâlbuki bu kitabı da daha önce O yazmıştı. Acaba, tek bir sayfada yazılan üç yüz bin kitabı göz ile gördükten sonra, kendi hayat kitabımızın bir daha yazılacağından şüphe edebilir miyiz?

Veyahut bir mucizekâr sultan düşünelim… Bu sultan kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için, bir işaretiyle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirir… Sen bunları gördüğün hâlde, sonra görsen ki; büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zatın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş; misafirler geçemiyorlar. Biri sana dese: “O zat bir işaretiyle o taşı, ne kadar büyük olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak; misafirlerini yolda bırakmayacak.” Sen diyebilir misin ki: “Kaldırmaz veya kaldıramaz.”

Elbette diyemezsin! Zira bir işaretiyle dağları kaldırması, memleketleri tebdil etmesi ve denizleri karaya çevirmesi ispat eder ki, onun kudreti bir taşı kaldırmaya yeter.

Aynen bu misal gibi, Zat-ı Zülcelâl de misafirlerini ahiret yurduna ve cennet bahçelerine davet ediyor. Bu dünya ise misafirlerin yolunu kapatmış bir taştır. Ahiret yurduna vasıl olmak, ancak bu taşın kaldırılması ile mümkündür. Acaba, yıldızları ve galaksileri bir sapan taşı gibi çeviren bir zata, “Ahirete giden misafirlerinin yolundaki bu arzı nasıl kaldıracak veya dağıtacak” denilir mi?

Ya da şu misalin dürbünüyle hakikate bak ki:

Bir zatın, bir günde büyük bir orduyu teşkil ettiğini görsen, sonra biri dese: “O zat bir boru sesiyle, fertleri istirahat için dağılmış olan taburları toplar; taburlar, emri ve nizamı altına girerler.” Sen desen ki: “İnanmam.” Ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın.

Aynen bu misal gibi, her bir insan bir taburdur. Atom ve zerreler ise bu taburun askerleri… Bu taburun kumandanı olan Cenab-ı Hak, atom ve zerreleri bir araya getirerek insanı yaratmıştır. Elbette, bu taburu yoktan yaratan zat, ölüm ile istirahata çekilen bu taburun askerleri olan zerreleri bir boru sesi ile toplayacak ve insan taburunu tekrar teşkil edecektir.

Acaba, bahar mevsiminde üç yüz bin milletten oluşan büyük bir orduyu kemal-i intizamla yoktan teşkil eden bir zata, bir insanın vücudundaki zerreleri bir araya getirmek zor mudur? Elbette değildir!

Hem öldükten sonra dirilme, öyle akıldan uzak görülecek bir mesele de değildir. Zira her asırda, her senede ve hatta her günde haşrin ve neşrin yüzlerce misalleri gözükmektedir. İşte bazıları:

· Kışın ölen mahluklar, yeni baharda kısmen aynen ve kısmen mislen yaratılır.
· Her gün, gece ile öldürülür ve ertesi sabah tekrar yaratılır.
· Uyku ile insanlar öldürülür, sabah tekrar diriltilerek neşredilir.
· Bulutlar semada toplanır, sonra dağıtılır ve sonra tekrar bir araya getirilerek haşrin numuneleri gösterilir.
· Kışın ölen ağaçlar, baharda cennet hurileri tarzında süslenir ve onlara hayat verilir.
· Hatta eğer hayalen bin sene evvel kendini farz etsen, sonra zamanın iki cenahı olan mazi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler adedince haşrin ve kıyametin misallerini ve numunelerini göreceksin.

Acaba bu kadar numune ve misalleri müşahede ettiğimiz hâlde, insanın diriltilmesini akıldan uzak görüp inkâr etsek, ne kadar divanelik olduğu anlaşılmaz mı?

Şimdi bak, Kur’an-ı Azim bahsettiğimiz hakikate dair ne diyor:

“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine! Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rum Suresi 50)

Evet, mahşer-i acayip olan şu koca arzı âdeta bir hayvan gibi öldüren ve tekrar ona hayat veren, yeryüzünü beşer ve hayvana hoş bir beşik ve güzel bir gemi yapan, güneşi şu misafirhanedeki misafirlerine bir lamba ve bir soba edip yıldızları meleklerine tayyare yapan bir zatın; bu derece muhteşem Rububiyeti ve bu derece muazzam hâkimiyeti, elbette, yalnız böyle geçici, devamsız, kararsız, ehemmiyetsiz, bekasız ve noksan dünyevi işler üzerinde kurulamaz ve duramaz.

Demek, O’na layık, daimî ve muhteşem bir diyar ve başka baki bir memleket vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder.

Şimdi bu delili maddeleyerek toparlayalım:
· Bahar mevsiminde yaratılan üç yüz bin nev -başka bir ifadeyle, bahar mevsimindeki üç yüz bin haşir ve neşir- perde arkasındaki bir zatı “Muhyi” (hayat veren), “Mucid” (icad eden) “Hâlık” (yaratan) gibi isimleriyle bizlere tanıttırır ve bildirir.
· Bir tek bahar sayfasında üç yüz bin kitabı yazan zata, bizim kitabımızı tekrar yazmak elbette zor gelmez. Zaten kitabımızı da evvelce o yazmıştı.
· Haşri aklına sığıştıramayan kimse, şu âleme dikkat ile baksa görür ki, beşerin haşrinden daha acayip haşir ve neşirler her vakit göz önünde cereyan ediyor. Bir kısım misallerini önceden zikrettiğimizden tekrara gerek duymuyoruz.
Sözün özü: Kim haşri inkâr ediyorsa, bahar mevsimine baksın! Eğer nefsi bahardaki onca haşir ve neşri gördükten sonra hâlâ insanın haşrini inkâr ediyorsa, artık kendine levmetsin!

Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Kur’an Delili (Ahirete İman) (Video)

Hiç mümkün müdür ki, bütün enbiyanın, mucizelerine istinad ederek sözünü teyid ettikleri; bütün evliyanın, keşif ve kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri; bütün asfiya ve âlimlerin, tahkikatlarına dayanarak peygamberliğine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Hz. Muhammed (s.a.v.)’in vermiş olduğu bir haber yalan çıksın? Ve o zat, hilaf-i hakikat bir haber vermiş olsun? O zat ki, tahakkuk etmiş bin mucizesini ve her yönüyle mucize olan Kur’an’ı, sözüne hüccet ve delil yapmıştır. Acaba, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vehimlerin ne haddi var ki, o zatın sözünü hükümden düşürsün ve o zatın haber verdiği ahiretten şüphe ettirsin?

Evet, bu on dördüncü delil, Peygamber Efendimiz’in ve Kur’an’ın şehadetinden teşekkül etmektedir. Bu delili, maddeler hâlinde şöylece beyan edebiliriz:

1- Hz. Muhammed (s.a.v.) ahiretin vukuundan haber vermiş ve ahirete imanı, imanın bir şartı kabul etmiştir. O hâlde diyebiliriz ki, ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Hz. Muhammed’i inkâr edebilmek lazımdır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğini inkâr edemeyen, ahireti inkâr edemez.

O hâlde ahiretin varlığı hususunda şöyle bir delil sunsak: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bir avuç yiyecek ile bir orduyu doyurması ispat eder ki, ahiret vardır.

Yani Peygamberimizin bir mucizesini ahiretin varlığına delil yapsak, bu doğrudur. Zira:

·     Madem bir avuç yiyecek ile bir orduyu doyurmuştur, elbette bu bir mucizedir.

·     Madem mucize göstermiştir, elbette o bir peygamberdir.

·     Madem peygamberdir, elbette yalan söylemez ve yalana tenezzül etmez.

·     Madem yalan söylemez ve yalana tenezzül etmez, o hâlde vermiş olduğu bütün haberler elbette doğrudur ve haktır.

·     O hâlde ahiret vardır, zira o zat ahiretten de haber vermiştir!

O hâlde şöyle desek: “Peygamber Efendimiz’in binden fazla mucizesi, teker teker ahiretin varlığına delildir.”

Yani her bir mucizeyi ahiretin vukuuna delil yapsak, bu doğrudur ve haktır. Zira:

·     Her bir mucize, o zatın peygamberliğini ispat etmektedir.

·     Madem o zat peygamberdir, elbette yalan söylemez ve hilaf-ı hakikat bir beyanda bulunmaz.

·     Madem yalan söylemez ve hilaf-ı hakikat bir beyanda bulunmaz, o hâlde verdiği bütün haberler haktır ve doğrudur.

·     Ve madem ahiretin geleceğinden haber vermiştir, elbette haber verdiği gibi gelecektir.

Netice olarak deriz ki: Ahiretin varlığının delilleri, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin delilleri kadar çoktur. O zatın nübüvvetini ispat eden bütün deliller, aynı anda ahiretin de vücudunu ispat ederler.

Bizler “Marmara Eğitim” olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin delilleri hususunda çok kapsamlı bir eser hazırladığımızdan, burada o delillere girmiyor ve Efendimiz’in delillerini o esere havale ederek diyoruz ki:

Böyle, bütün peygamberlerin kendisinden haber verdiği, bütün evliyanın ve asfiyanın kendisini tasdik ettiği ve elinde binler mucize sadır olan bir zatın haber verdiği bir mesele, elbette haktır, doğrudur ve hakikattir. Vehmin ne haddi var ki, o zatın haber verdiği bir meseleye ilişsin ve o konudan şüphe ettirsin!

2- Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi, diğer bütün peygamberler de ahiretten haber vermişlerdir. Demek, ahireti inkâr edebilmek için, sadece peygamberimizi inkâr etmek yeterli olmayıp diğer bütün peygamberleri de inkâr edebilmek lazımdır. Onları inkâr edemeyen, ahirete ilişemez; çünkü onlar da ahiretten haber vermiştir.

O hâlde diyebiliriz ki, ahiretin delilleri, peygamberler ve onların mucizeleri adedincedir. Her bir peygamber ve o peygamberin elinden sadır olan mucizeler, ahiretin vukuuna birer şahittir ve delildir. Acaba hangi sözün haddi var ki, bütün bu peygamberlerin sözlerini hükümden düşürebilsin ve onların sözünden şüphe ettirebilsin?

3- Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve diğer peygamberler ahiretin varlığına delil olduğu gibi, Kur’an da ahiretin bir delilidir. Zira Kur’an da ahiretin varlığından haber vermiş ve ahiretin birçok ahvalinden bahsetmiştir.

O hâlde şöyle desek: “Kur’an’ın bir benzerinin getirilememesi ahiretin varlığını ispat eder.”

Yani Kur’an’ın bir mucizesi olan, benzerinin getirilememesini ahiretin varlığına delil yapsak, bu doğrudur. Zira:

·     Madem benzeri getirilemiyor, o hâlde Allah’ın kelamıdır.

·     Madem Allah’ın kelamıdır, o hâlde içinde elbette yalan ve yanlış olmayacak.

·     Madem içinde yalan ve yanlış olmayacak, elbette içinde olan her söz haktır ve gerçektir.

·     Madem içindeki her söz haktır ve gerçektir, elbette ahiret de haktır ve gerçektir. Zira Kur’an’da ahiretin varlığından açık bir şekilde bahsedilmiştir.

Demek, Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı anda ahiretin varlığını da ispat etmektedirler. O hâlde ahiretin varlığının delilleri, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu ispat eden deliller adedincedir.

Bizler “Marmara Eğitim” olarak, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu hususunda özel bir eser hazırladığımızdan, burada o delillere girmiyor ve Kur’an’ın delillerini o esere havale ederek diyoruz ki:

Hangi sözün haddi var ki, kırk vecihle mucize olan Kur’an’ın sözünü hükümden ıskat etsin ve Kur’an’ın haber verdiği bir hususta insanı şüpheye düşürsün?

4- Kur’an gibi diğer bütün semavi kitaplar da ahiretten haber vermekte, cennet ve cehennemden bahsetmektedir. O hâlde ahireti inkâr etmek için, sadece Kur’an’ı inkâr etmek de yetmez; diğer bütün semavi kitapları da inkâr edebilmek gerekir.

Yine soruyoruz: Hangi sözün haddi var ki, bütün semavi kitapların müttefiken haber verdikleri bir meseleyi çürütebilsin ve onların sesini susturabilsin?

5- Ahiretin varlığının diğer bir delili de bütün evliyalar ve asfiyalardır. Evet, evliyalar keşif ve kerametlerine istinaden; asfiya ve âlimler de delil ve hüccetlerine itimaden ahiretin vukuunu haber vermişlerdir.

Acaba bütün evliyaların ve asfiyaların haber verdikleri ve hakkında ittifak ettikleri bir meseleyi, hangi dinsizin sözü çürütebilir ve hangi kâfirin sözü hükümden düşürebilir?

Kaldı ki bu konuda söz hakkı onlarındır. Zira bir fende ve sanatta, münakaşaya sebep olan bir meselede, o fennin ve sanatın dâhilerinin sözü geçer; diğerlerinin sözü kabul edilmez. Mesela bir hastalığın keşfinde, küçük bir tabibin sözü, büyük mimarın sözüne tercih edilir. Çünkü mesele tıptır ve bu konuda söz hakkı doktorlarındır.

Aynen bunun gibi, ahiret meselesinde de aklı gözüne inmiş ve maneviyata karşı körleşmiş bir filozofun sözü geçmez ve kabul edilmez. Bu konuda söz hakkı, başta peygamberler olarak, evliyaların ve asfiyalarındır.

Acaba hangi filozofun sözü, böyle yüz yirmi dört bin peygamberlerin ve yüz binler evliyaların ve asfiyaların sözüne tercih edilebilir? Ve bu tercihi yapanlara akıllı denilir mi?

Eserimizde, buraya kadar zikredilen on dört delilden anlaşıldı ki, haşir meselesi öyle sabit bir hakikattir ki, yeryüzünü yerinden kaldıracak ve kırıp atacak bir kuvvet dahi o hakikati sarsamaz. Zira:

·     Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri ve sıfatları ahireti gerektiriyor.

·     Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in bütün mucizeleri onu tasdik ediyor.

·     Kur’an-ı Hakîm’in bütün ayetleri ve hakkaniyetinin bütün delilleri onu ispat ediyor.

·     Diğer bütün peygamberler ve getirdikleri bütün semavi kitaplar ondan haber veriyor.

·     Şu kâinat bütün tekvinî ayetleri ve bu âlemdeki bütün hikmetli şuunat ona şehadet ediyor.

Acaba hiç mümkün müdür ki, haşir meselesinde böyle bir ittifak var iken, kıl kadar kuvveti olmayan şüpheler, şeytani vesveseler, o dağ gibi hakikati sarssın ve yerinden kaldırsın? Hâşâ ve kellâ!

Hem zannedilmesin ki, haşrin vukuunu ispat eden deliller sadece bu kadardır. Hayır, asla! Ahiretin varlığını ispat ederken bahsettiğimiz Hakîm, Kerim, Rahim, Âdil, Hafiz isimleri gibi, kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün ilahî isimler ahireti iktiza eder ve ispat eder. Yani hangi ismin kapısını çalsak ve ondan ahireti sorsak, bize ahireti ispat edecektir.

Mesela “Selam” isminin kapısını çalıp ahireti ondan sorsak, bize diyecek ki: “Benim tecellime bak ve dikkat et! Bak, nasıl bütün mahluklar benim tecellim ile selamete çıkarılmış! İşte, bütün selamet verilen işler, benim tecellim iledir. Selameti selamet yapan ise, ancak ahiretin gelmesidir. Eğer ahiret gelmez ve benim tecellim, sadece şu kısacık hayata münhasır olursa, bütün güzelliğim hiçe iner ve âdeta tecellim alaya döner.”

Demek, “Selam” ismi insanları fenadan, yokluktan, hiçlikten kurtarıp onları selamet yurdu olan cennete sokmakla da gözükecektir ki; bu, “Selam” isminin en büyük tecellisidir.

Ya da mesela “hibe eden” manasındaki “Vehhab” isminin kapısını çalıp ahireti ondan sorsak, diyecektir ki: “Yokluktan varlık âlemine çıkışınızdan tutun, size verilen cihazlara; ağaçlara takılan yapraklardan tutun, sobanız olan güneşe kadar bütün hibeler benim tecellim iledir. Ancak hibeyi hibe yapan, devamıdır. Eğer ahiret gelmez ve ölüm bir son olursa, bütün bu hibeler manasını kaybeder ve bir istihzaya döner. Demek, hibenin bir manasının olabilmesi, ancak ahiretin gelmesi iledir. Zaten ben, en azami mertebede cennette tecelli edeceğim…”

Bu isimler gibi her bir isim, ahiretin varlığını ispat ettiği gibi, kâinatın tekvinî ayetleri de haşrin vukuunu ispat etmektedir.

Mesela insanın ahsen-i takvimdeki güzel yaratılışı sanatkârı olan Allah’ı gösterdiği gibi, o ahsen-i takvimdeki kabiliyetin kısa bir zamanda zeval bulması haşri gösterir. Zira bu derece kıymetli kabiliyet, sadece bu kısa ve fâni âlem için verilmiş olamaz.

Yine mesela, ekser eşyada görünen hikmet, inayet, adalet ve rahmet, nasıl ki Hakîm, Kerim, Âdil ve Rahim olan bir Zat-ı Zülcelâl’i ispat eder ve O’nun dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bu isimlerin kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, onların mazharları olan şu fâni mevcudatın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılırsa, ahiret güneş gibi görünür. Demek ki, her şey lisan-ı hâl ile “Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir” (Allah’a ve ahiret gününe iman ettik.) diyor.

Şimdi, ahiretin varlığı ile ilgili son bir delil daha sunacağız. Bu delilde, diğer delillerden farklı olarak Allah’ın kudretinin nihayetsizliğinden bahsedeceğiz. Zira ahireti inkâr etmek, Allah’ın kudretinin mahiyetini anlayamamaktan dolayıdır. Kudret-i İlahiyenin mahiyeti anlaşıldığında, bu cihetten gelen şüpheler de yok olacaktır.

Şimdi, Allah’ın kudretinin nihayetsizliğine dair onlarca delilden sadece bir delili, 15. delil olarak mütalaa edelim. (15. delile bak.)

Seyrangah.TV

İnsana Verilen Kıymetin Ahireti Gerektirmesi (Ahirete İman) (Video)

Hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak insana bu kadar kıymet versin, onu sevsin, kendisini ona sevdirsin ve her vakit ona kıymet verip sevdiğini nimetleriyle hissettirsin ve daha sonra onu yokluğa mahkûm edip bir çiçeği yaratmak kadar kendisine kolay olan cenneti onun için yaratmasın, ebedî saadete onu mazhar etmesin? Hayır, asla olmaz!

Bu delilde ilk önce, insana verilen kıymetten bahsedecek ve bu kıymetin işaretlerini maddeler hâlinde beyan edeceğiz. Aslında her bir madde için genişçe bir izah yapılabilir, ancak bizler delili uzatmamak için maddelerin izahına girmiyor ve sizlerin anlayışına havale ediyoruz.

Evet, bu âlemin sahibi olan zatın en has misafiri ve en makbul mahluku insandır. Zira:

1. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın şu kâinat içindeki umumi rububiyetinin merkezidir. Bütün eşya insanın istifadesine verilmiş, âdeta şu âlem insan için yaratılmış ve onun istifadesine imkân verecek şekilde terbiye edilmiştir. Bitkilerden, hayvanlara; Güneşlerden, Aylara kadar her bir mahluk insanın bir hizmetçisidir ve ona hizmet edecek şekilde yaratılmıştır. İşte bu durum ispat der ki insan, bu âlemin sahibinin en kıymetli misafiridir.

2. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın hitabına mütefekkir bir muhataptır. Yani Allah-u Teâlâ bu âlemde sadece insan ile konuşmuş ve semavi kitaplarıyla insanı kendisine bir muhatap kabul etmiştir. İşte bu durum – insanın ilahî kelama mazhariyeti- ispat der ki insan, bu âlemin sahibinin en has mahlukudur.

3. İnsan, Allah-u Teâlâ’nın isimlerine en geniş bir aynadır. Neredeyse kâinatın tamamında tecelli eden isimler, tek bir insanda tecelli etmekte ve insan âdeta bu tecelliye mazhariyeti ile koca bir âlem olmaktadır. Evet, insan, Allah-u Teâlâ’nın hem ekser isimlerine, hem İsm-i Azam’ına, hem de herbir ismin en yüksek tecellisine mazhardır. İşte bu durum da ispat eder ki insanın, bu âlemin sahibi katında başka bir kıymeti vardır.

4. İnsan, Allah-u Teâlâ’nın bir mucize-i kudretidir. Bir damla sudan yaratılmış ve hadsiz maddi ve manevi cihaz ve duygularla donatılmıştır. Sadece insana verilen aklı terazinin bir kefesine, başka bir mahluka verilen bütün cihazları da terazinin diğer kefesine koysak, akıl tek başına ağır basacaktır. Şimdi bu akla, insana verilen diğer duygu ve cihazları ekleyin ve insanın ne kadar kıymetli bir mahluk olduğunu gözünüzle görün!

5. İnsan, rahmet hazinelerinin bir müfettişidir. Cenab-ı Hak insanı, hazinelerinin bir müfettişi suretinde yaratmış ve rahmet hazinelerini tartması ve tanıması için en ziyade cihaz ve aletlerle onu donatmıştır. Dilden göze; kulaktan akla; burundan ele kadar her şey, âdeta bir anahtar olmakta ve rahmet hazinelerinin nimetlerini tartmaktadır. İşte bu durum da ispat eder ki insan, bu âlemin sahibinin en nazlı bir misafiridir.

6. İnsan; bu dünyada Allah’ın halifesi, emanetinin taşıyıcısı, mahlukatının reisi ve esma-i İlahiyenin tecellililerinin bir seyircisidir. Bu cihetlerden de hiçbir mahluk insana yetişememekte ve şu küçücük insan, bu cihetlerde, semanın koca yıldızlarını geçmektedir.

Bu âlemin sahibinin insana verdiği kıymet saymak ile bitmez. Zaten her kim kendi vücudunu tefekkür etse, kendisine verilen kıymeti görecek ve bu misafirhanenin en has misafiri olduğunu tasdik edecektir.

Şimdi, acaba hiç mümkün müdür ki, bu âlemin Rabbi olan zat, insana bu kadar kıymet versin de; daha sonra onu diriltmemek üzere öldürsün ve yokluğa mahkûm etsin ve ona olan muhabbet ve kıymetini hiçe indirsin, kendi hakkaniyetine taban tabana zıt ve hakikat nazarında gayet çirkin bir haksızlık etsin? Elbette mümkün değildir!

Evet, insana verilen bu kadar kıymet ispat eder ki, insan sadece bu muvakkat dünya için değil; ebedî ve baki bir memlekete gidecek ve ona göre çalışıyor.

Ayrıca, insana verilen bu kadar cihazat, yalnız bu hayat için olamaz. Mesela, aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan hayal kuvvetine denilse ki: “Sana bir milyon sene ömürle dünya saltanatı verilecek; fakat sonra yok olacaksın.” Vehim aldatmamak ve nefis karışmamak şartıyla, “Oh” yerine “Ah” diyecek ve üzülecek. Demek, en büyük fâni, en küçük bir alet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor.

İşte, insanın ebede uzanmış emelleri, kâinatı ihata etmiş fikirleri ve ebedî saadete uzanan arzuları gösterir ki, insan ebed için yaratılmış ve ebede gidecektir. Bu fâni dünya ona bir misafirhanedir ve ahiretine bir bekleme salonudur.

Sözün özü: Hem insana verilen bu derece kıymet ve hem de insana takılan bu kadar alet ve cihazat ispat eder ki, insan ahirete namzettir ve cennete davet edilmektedir.

Seyrangah.tv

Allah’ın Kudretinin Sonsuz Olması Delili (Ahirete İman) (Video)

Bu delilde şu kaideyi işleyeceğiz: “Bir şey zatî olsa, onun zıttı ona arız olamaz. Çünkü ictima-i zıddeyn olur. Bu ise muhaldir. ”

İlk önce kaidede geçen kelimelerin manalarına bakalım:

Zatî: Kendisi ile var olup sonradan takılmayan, zatına ait. Arız: Sonradan takılan, sonradan olan şey. İctima-i zıddeyn: İki zıttın bir araya gelmesi. Muhal: İmkânsız

Şu âlemde ki hiçbir mahlukun, hiçbir sıfatı zatî değildir. Yani zatına ait olmayıp hepsi Cenab-ı Hakk’ın ihsanıdır ve bir hediyesidir. Zatî (zatıyla kaim olan) sıfatlar, ancak Allah’a mahsustur. Zira kâinat sonradan yaratılmış ve içindeki mahlukat da sonradan icad edilmiştir. Yani ezelî değil, hâdisdir (sonradan olmuştur). Kendisi ezelî olamayanın, sıfatları elbette ezelî ve zatî olamaz. Lakin biz burada, Üstadımızın mezkûr cümlesinin anlaşılabilmesi için bazı şeyleri zatî kabul edeceğiz. Her ne kadar o sıfatlar sonradan yaratılmışsa da, yaratıldığı anda o eşyaya takıldığı için bir derece zatî kabul edilebilir.

Mesela Güneş’in ışığı bir derece zatîdir. Yaratılması ile beraber, ışığa sahip olmuştur. Bu sebepten, ışığın zıttı olan karanlık ona arız olamaz; yani karanlık Güneş’e yaklaşamaz. Çünkü “Bir şey zatî olduğunda, ona zıddının ona arız olamaması” bir kaidedir.

Fakat lambanın ışığı, zatî olmayıp arızî olduğundan, yani sonradan o cam parçasına takıldığından ve onun bizzat zatî malı olmadığından dolayı, ışığın zıttı olan karanlık, lambaya arız olabiliyor.

2. Misal: Güneş’in harareti bir derece zatîdir. Güneş, icadıyla birlikte bu sıfata sahip olmuştur. Bu sebepten, sıcaklığın zıttı olan soğukluk Güneş’e yaklaşamıyor ve yanaşamıyor. Çünkü bir şey zatî olduğunda, ona zıddı ona arız olamaz.

Sobanın hararetine gelince, onun sıcaklığı zatî değildir; yani soba “sıcak olma” sıfatına, içinde bir madde yakılmasıyla sonradan sahip olmuştur. İşte bu sebepten dolayı, sıcaklığın zıttı olan soğukluk sobaya arız olabiliyor. Odunu biten soba, bir müddet sonra soğuyor.

3.Misal: Altın ve elmas gibi maddelerin parlaklığı bir derece zatî olduğundan, solma ve kararma onlara arız olamıyor. Zira bir şey zatî olduğunda, onun zıddı ona arız olamaz.

Cilalanmış bir eşyanın parlaklığı ise arızî (sonradan) olduğundan, solmaya ve kararmaya mahkûmdur. Parlaklığın zıttı olan matlık, o eşyaya yaklaşır ve onu soldurur.

4. Misal: Dünyamızın hareket etmesi ve kendi etrafında dönmesi bir derece zatî olduğundan, hareketin zıttı olan sükûnet ve yerinde durmak, Dünyamıza arız olamıyor. Dünyamız devamlı dönüyor.

Fakat bir topacın ya da bisiklet tekerinin hareketi arızî olduğundan (o eşyalara sonradan takıldığından), yani “dönmek” onların zatî bir sıfatı olmadığından dolayı, hareketsizlik onlara arız olabiliyor.

Netice: Demek bir şey zatî olursa, onun zıttı ona arız olamıyor.

Cenab-ı Hakk’ın kudret ve kuvveti zatîdir, kendindendir. Yani varlığı ile daimdir. Başkasından alınmış veya sonradan kazanılmış değildir. Allah ezelî olduğu gibi sıfatları da ezelîdir, nihayetsizdir ve mutlaktır (kayıt altına girmez).

Bu mütalaanın neticelerini şöyle maddeleyebiliriz:

•     Madem kudret sıfatı, Allah’ın zatî bir sıfatıdır; o hâlde zıttı olan âcizlik Allah’a arız olamaz.

•     Madem âcizlik Allah’a arız olamaz, o hâlde Allah’ın kudretinde mertebeler olmaz ve bulunmaz.

•     Madem kudretinde mertebeler olmaz ve bulunmaz, o hâlde eğer hikmeti müsaade ederse, her an binlerce kâinatı yaratabilir. Güneş’in ışık verme fiilinde, bir damla ile deryanın veya bir çiçek ile yıldızların farkı olmadığı gibi, Allah’ın kudretine nispeten de az, çok, büyük, küçük, cüz’i, külli birdir. İcatta ve tasarrufta, zerreler yıldızlara eşittir. Bir sineğe hayat vermek ile bütün ölüleri diriltmek aynıdır. Bir çiçeği yarattığı gibi, aynı kolaylıkla baharı yaratır, cenneti dahi aynı kolaylıkla icad eder.

Bu kaideden şu neticeleri de çıkabiliriz:

•      Hayat, Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıttı olan ölüm, Allah’a yanaşamıyor ve Allah ebedî oluyor.

•     Görmek, Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıttı olan görmemek, Allah’a arız olamıyor ve Allah her şeyi aynı anda müşahade ediyor, hiçbir şey nazarından saklanamıyor.

•     İşitmek, Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıttı olan işitmemek, Allah’a arız olamıyor ve Allah bütün sesleri, hatta kalbin geçirdiklerini dahi aynı anda işitiyor.

•      Allah’ın güzelliği zatîdir. Elbette güzelliğin zıttı olan çirkinlik Allah’a arız olamaz.

•     Allah’ın ilim sıfatı zatîdir. Elbette bu sıfatın zıttı olan cehalet, yani “bilmemek” Allah’a arız olamaz. Arız olamazsa, şu gibi neticeler çıkar: Allah denizlerin binlerce metre derinliğindeki bir balığın yüzmesini bilir. Gecenin karanlığında adım atan bir karıncayı bilir. Hiçbir yaprak onun bilgisi olmadan düşemez. Allah bütün kalplerden geçenleri bilir… Bütün bunlar, ilim sıfatının Allah’ın zatî bir sıfatı olmasının neticesidir. Zira bunlardan birini bilmemek cahilliktir. Hâlbuki ilim sıfatı zatî olduğundan, zıttı olan cehalet ona arız olamıyor; olamayınca da Allah her şeyi biliyor.

•      Cenab-ı Hakk’ın diğer sıfatlarına da bu kaideyle bakılabilir.

Bu kaideyle birlikte, şu kaidenin de mütalaa edilmesi faydalı olacaktır: “Bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin zıddının ona tedahülü (müdahalesi) iledir.” Bu kaideyi şu misallerle anlayabiliriz:

•     Işığın mertebeleri, zıddı olan karanlığın müdahalesi iledir.

•     Sıcaklığın mertebeleri, zıddı olan soğukluğun müdahalesi iledir.

•     Güzelliğin mertebeleri, zıddı olan çirkinliğin müdahalesi iledir.

•     Tokluğun mertebeleri, zıddı olan açlığın müdahalesi iledir.

•     Kuvvetin mertebeleri, zıddı olan diğer bir kuvvetin müdahalesi iledir…

Demek kaidemiz şu: Bir şeye, zıddı müdahale edemezse, o şeyde mertebe olmaz. Bu kaideden şu neticeleri çıkabiliriz:

•      Allah’ın zıttı yoktur.

•      Madem Allah’ın zıttı yoktur, o hâlde Allah’ın tasarrufuna müdahale de yoktur.

•     Madem müdahale yoktur, o hâlde Allah’ın kudretinde bir mertebe olamaz. Kudreti nihayetsiz olur.

•      Kudreti nihayetsiz olunca da, bir çiçeği yaratmak ile bir baharı yaratmak, bir sineği ihya etmek ile öldükten sonra bütün mahlukatı haşretmek o kudrete müsavidir. Bir iş, bir işe mâni olamaz.

“Ahirete İman” isimli eserimiz burada tamam oldu. Eserin başında da ifade ettiğimiz gibi, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “10. Söz” ismiyle maruf “Haşir Risalesi”, eserimizde kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde, Üstad Hazretleri’nin eserinde zikredilen delillerden sadece bir kısmını zikrettik. Diğer delilleri merak edenleri, Üstad Hazretleri’nin mezkûr eserine havale ediyor ve eserimizi Kur’an’ın şu ayetleriyle tamamlıyoruz:

“İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sevk edilirler. Nihayet oraya vardıklarında, kapıları açılır ve bekçileri onlara der ki: ‘İçinizden size uyaran peygamberler gelmedi mi? Rabbinizin ayetlerini okuyup sizi bu kavuşma gününüzle korkutmadı mı?’ Onlar da: ‘Evet, geldi.’ derler. Fakat kâfirler üzerine artık azap kelimesi hak olmuştur. Onlara: ‘Ebedî olarak, içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından!’ denilir. Bak, büyüklük taslayanların yeri ne de kötüdür!

Rablerinden korkanlar da bölük bölük cennete sevk edilirler. Nihayet oraya vardıkları zaman kapıları açılır ve bekçileri onlara şöyle derler: ‘Selam sizlere, ne hoşsunuz! Ebedî olarak, içinde kalmak üzere haydi girin oraya!’ Onlar da: ‘Hamdolsun o Allah’a ki, bize vaadini doğru çıkardı ve bizi cennete vâris kıldı. Cennette istediğimiz yerde oturuyoruz.’ derler. Bak, amel edenlerin mükâfatı ne de güzel oldu!” (Zümer 71-74)

Seyrangah.tv

Sorry, site not recognized

Dualara İcabet Delili (Ahirete İman) (Video)

Hiç mümkün müdür ki, en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden ihtiyacını karşılayan; en gizli bir sesi, en gizli bir mahlukundan işitip imdat eden; hâl ve dil lisanlarıyla yapılan dualara icabet eden ve nihayetsiz bir şefkatin ve merhametin sahibi olan bir zat; en büyük bir kulundan, en sevgili bir mahlukundan, en büyük hacetini görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kella!

Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

1. BASAMAK: DUALARA İCABET EDEN ‘MUCİB’ KİMDİR?

Dua iki kısma ayrılır. Birincisi, bizlerin bildiği, dil ile yapılan duadır ki buna “lisan-ı kâl” denilir. İkincisi ise, hâl lisanı ile yapılan duadır ki buna da “lisan-ı hâl” denilir. Hâl dili ile yapılan dualar da üçe ayrılır:

1- İhtiyaç lisanı ile yapılan dualar: Mesela bir çiftçinin toprağı kazması, ihtiyaç lisanı ile yapılan bir duadır. Çifti o hâli ile ihtiyacını Allah’a arz eder. Yine bir kuşun kanat için, bir balığın yüzgeç için, bir ağacın yaprak ve meyve için yaptığı bütün hâlî dualar, lisan-ı ihtiyaç ile yapılan dualardır.

2- İstidat, yani kabiliyet lisanı ile yapılan dualar: Bir yumurtanın kuş olabilmek için, bir tohumun çiçek olabilmek için ve bir çekirdeğin ağaç olabilmek için yaptığı hâlî dualar, kabiliyet lisanı ile yapılan dualara misaldir.

3- Izdırar, yani zorda kalmanın lisan-ı hâli ile yapılan dualar: Bütün ümitlerin kesildiği, bütün sebeplerin sükût ettiği, bütün umutların kaybolduğu ve son derece sıkıntılı anlarda hâl lisanı ile yapılan dualardır. Bu durumlarda kişi âdeta hâli ile yalvarmakta ve bir çıkış yolu istemektedir.

Demek dua ikiye ayrılıyor: Lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl. Lisan-ı hâl de kendi arasında üçe ayrılıyor: Lisan-ı ihtiyaç, lisan-ı istidat ve lisan-ı ızdırar.

Ancak hemen şunu belirtelim ki, yapılan bütün dualar da hikmet sebebiyle kabul olmuyor. Mesela bir ıstakoz bir yılda 7 milyar yumurta yumurtluyor. Bütün bu yumurtalar lisan-i istidat ile Allah’a dua eder ve ıstakoz olmak isterler. Eğer hepsinin duasına icabet edilse ve hepsi ıstakoz olsaydı, bir senede denizler ıstakoz ile dolacak ve diğer hayat sahiplerinin hakları zayi edilmiş olacaktı. İşte diğer hayat sahiplerinin de haklarının korunması için, yapılan dualar bir hikmet tahtında kabul ediliyor.

Şimdi delilimizi mütalaaya başlayalım:

Her kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, her dua edenin duasına icabet ediliyor ve her ses işitilip cevap veriliyor.

Mesela hayvanatın ve bitkilerin rızıkları mükemmelen veriliyor ve hiçbiri aç bırakılmıyor. Hatta en zayıfların ve yavruların rızıkları daha mükemmel gönderiliyor. İşte bu, onların lisan-ı ihtiyaç ile yaptıkları dualara bir icabettir. Acaba onların bu dualarına şefkat ve merhamet ile icabet eden ve onları böyle nazeninane besleyen kimdir?

Yine bir kuş kanat istiyor, ona kanat takılıyor. Bir sinek beş bin petekli bir göz istiyor, ona göz veriliyor. Bir karınca arkadaşlarıyla konuşup haberleşebileceği bir telefon istiyor, ona anten takılıyor. İnsan göz istiyor, kulak istiyor, dil istiyor ve hadsiz maddi ve manevi cihaz ve duygular istiyor, ne isterse ona veriliyor. İnsan gibi diğer bütün mahluklar da nihayetsiz şeyler istiyor, istedikleri bitamamiha onlara gönderiliyor. İşte bütün bu istemekler, lisan-ı ihtiyaç ile hâlî bir duadır ki, onların dualarına icabet ediliyor. Acaba bu duaları işiten ve icabet eden perde arkasındaki zat kimdir?

Yine bir tohum çiçek olmak istiyor. Bir çekirdek, toprak altında yarılıp büyümek ve kocaman bir ağaç olmak istiyor. Bir damla su, bir insan olmak istiyor. Bir yumurta, rengârenk bir tavus kuşuna inkılâp etmek istiyor… İşte bütün bunlar, lisan-ı istidat ile yapılan hâlî dualardır ki, hepsine bir hikmet tahtında icabet ediliyor. Acaba onların bu dualarını işiten ve rahmetiyle onları terbiye eden zat kimdir?

Yine bazen oluyor ki, bir bitki susuzluktan kurumaya yüz tutuyor, ona bulut orduları gönderiliyor. Bazen oluyor, bir hayvan nihayetsiz ihtiyaç içinde kıvranıyor, ona sebepler üzerinde hususi imdat ediliyor. Bazen oluyor, bütün dünya sanki insanın üzerine geliyor, her şey onu sıkıyor, hiç ummadığı yerden ona yardım yetiştiriliyor. Bezen oluyor, bütün sebepler sükût ediyor, bütün ins ve cin toplansa yardım edemeyecek oluyor, tam o anda ona yardım ediliyor. Bazen oluyor, bütün tabipler ümidini kesiyor, birden ona şifa ihsan yetiştiriliyor.

Sözün özü: Bazen oluyor, bütün sebepler sükût ediyor, bütün yardım elleri kayboluyor, bütün umutlar tükeniyor ve tam o anda bilinmedik bir yerden yardım ediliyor, imdada koşuluyor. İşte bu, lisan-ı ızdırar ile yapılan hâlî dualara cevaptır.

Acaba kim bu duaları işiten ve zorda kalmış o mahlukların imdadına koşan? Kim bu muztarlara yardım elini uzatan? Kim her zorda kalanı bilen ve sesini işiten? Kim onlara rahmet ile imdat eden?

Yine bazen oluyor, insan ellerini açıp dua ediyor. Matlubunu ve maksudunu ilan edip Rabb-i Rahim’inden istiyor. Bütün sebepleri sırtının arkasına atarak sadece ona yöneliyor, onun huzurunda bükülüyor ve istediği matlubu ona o anda ihsan ediliyor.

Evet, kim var ki “Ben istedim, ama bana verilmedi.” diyebilsin. Hayır, yoktur! Zira hikmet tahtında lisan-ı kâl ile yapılan bütün dualara da icabet edilir. İcabet edilmedi zannedilenlerin bir kısmı ya ahirete bırakılır ya da kişinin istediğinden daha iyi bir surette ona verilir.

Mesela o bir erkek çocuk ister, Allah-u Teâlâ ona Hz. Meryem gibi bir kız çocuğu verir. Bu durumda “Duası kabul olmadı.” denilmez, “Duasına daha iyi bir surette icabet edildi.” denilir.

Hem bazen olur, kişi kendisine zarar verecek bir şeyi ister. Mesela zenginlik ister, ama zengin olunca azacağını bilmez. Lakin her şeyin akıbetini en iyi bilen Allah-u Teâlâ kulunun azacağını bilir ve o kuluna merhameten istediği zenginliği ona vermez, bu duasını ahirete bırakır, onu ahiretin zengini eder.

Hem bazen kişi kendi dünyasının saadeti için dua eder, ama duası ahiret için kabul olunur. Ona ahiretin saadeti verilir. Bu durumda “Duası reddedildi.” denilmez, belki “Daha faydalı bir surette kabul edildi.” denilir.

Madem Cenab-ı Hak Hakîm’dir. Biz O’ndan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bize muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister, mütehassıs tabip, sıtması için ona sulfato verir. Bu durumda, “Tabip beni dinlemedi.” denilmez. Belki o tabip, hastanın âh-ü fizârını dinledi, işitti ve cevap verdi, maksudunun en iyisini yerine getirdi.

Buraya kadar yaptığımız izahattan anlaşıldı ki perde arkasında bir zat var, her sesi işitir, her duaya cevap verir, en küçük bir ihtiyacı, en küçük bir mahlukundan işitip ona yardım eder, duasına icabet eder. Bunun delili, lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet edilmesidir.

Şimdi, bu hakikatin ve Mucib isminin ahireti gerektirmesini geçelim.

2. BASAMAK: MUCİB İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Demek, bu âlemin sahibi Mucib’tir, yani her duaya cevap verir ve icabet eder; her sesi işitir ve o sesin sahibine imdat eder. Acaba hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden ihtiyacını karşılasın; en gizli bir sesi en gizli bir mahlukundan işitip ona imdat etsin; hâl ve dil lisanlarıyla yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet etsin ve bu muameleleriyle nihayetsiz şefkatini ve merhametini ispat etsin de, sonra en makbul kulları olan insanların dualarına icabet etmesin? Ve bilhassa insanlar içindeki en büyük kul ve en sevgili mahluk olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ebedî saadet için yaptığı duaları görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve o en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kella!

Evet, her kim kendi kalbini ve ruhunu dinlese, “ebed, ebed, ebed” sesini ve duasını ondan işitecektir. Nasıl ki, midenin açlık lisanıyla yaptığı dualar, hadsiz yiyeceklerin yaratılmasına bir sebep olmuş ve midenin lisan-ı ihtiyaç ile yaptığı duaya, yeryüzü bir sofra yapılarak icabet edilmiş. Aynen bunun gibi, kalp, ruh, akıl ve diğer bütün latifeler de ebed için dua etmekte ve ebedî saadeti hem ihtiyaç lisanıyla, hem istidat lisanıyla hem de ızdırar lisanıyla istemektedirler.

Acaba hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak, en hakir bir mahluk olan bir sineğin, kanat gibi en basit bir ihtiyacı için yaptığı duayı işitsin ve ona kanat takmakla duasına icabet etsin de, bütün insanların lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yaptıkları ebedî saadet ve cennet duasını işitmesin, icabet etmesin? Yani sivrisineğin sesini işitsin, ama gökyüzünün sesini işitmesin, bu hiç mümkün müdür?

Elbette değildir, öyleyse icabet edecek ve etmiştir ve o duaların hürmetine, kendisine bir çiçeği yaratmak kadar kolay olan ahireti ve cenneti yaratmıştır.

Bilhassa, ebedî saadet için dua edenler içinde kendi dostları olan peygamberler ve evliyalar vardır. Ve o peygamberler ve evliyaların içinde öyle bir zat vardır ki, o zat şu âlemin yaratılışının bir sebebi ve şu âlemin sahibinin en sevgili ve makbul kuludur. O, Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak, “Habibim!” dediği bu zatın ebed için yaptığı duayı kabul etmesin ve onun duasının hürmetine cenneti yaratmasın?

Eğer ahiretin yaratılması için hesapsız sebepler ve gerekçeler ve ahiretin varlığına hadsiz deliller olmasaydı bile, yalnız şu zatın tek bir duası ahiretin yaratılması için kâfi gelecekti ve ahiretin varlığını ispata yetecekti.

Zira öyle bir zattan istiyor ki, O’nun için cenneti yaratmak, baharımızın icadı kadar ona kolaydır. Evet, bahar mevsimini bir mahşer meydanı yapan ve yüz binlerce mahlukatı hiçten icad ederek, haşrin yüz bin numunelerini bizlere gösteren bir Kadîr-i Mutlak’a, cennetin icadı nasıl ağır olabilir?

Demek, nasıl ki Peygamberimiz’in risaleti şu imtihan meydanının açılmasına sebebiyet verdi; aynen onun gibi, ubudiyeti ve duası dahi, ahiretin açılmasına sebebiyet veriyor.

Bizler “Marmara Eğitim” olarak, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın Resulü ve sevgilisi olduğu hususunda özel bir eser hazırladık ve bu eserde iki kere iki dört eder katiyetinde Efendimiz’in risaletini ve peygamberliğini ispat ettik. Bu sebeple, Efendimiz’in hakkaniyeti bahsine burada girmiyor ve o esere havale ediyoruz.

Şimdi, bu delili şöyle maddeleyerek pekiştirelim:

1. İnsanların, hayvanatın ve bitkilerin, hâl lisanı ve kâl lisanı ile yaptıkları dualara bir hikmet tahtında icabet edilmektedir.

2. Bu icabet, perde arkasındaki bir zatı, dualara icabet eden manasındaki “Mucib” ism-i şerifi ile bizlere tanıttırır.

3. Madem o zat Mucib’tir, her duaya icabet eder ve en adi bir mahlukunun en basit bir isteğini yerine getirir. O hâlde elbette ahiret için yapılan dualara da icabet edecektir.

4. Bilhassa ahiret ve ebedî saadet için dua edenlerin içinde, o zatın en sevgili kulu ve en makbul mahluku olan Hz. Muhammed (s.a.v.) de vardır ve bu zat; bütün peygamberleri ve ümmetini duasında arkasına almış ve o zatlara da “Âmin” dedirtmekte ve duasının kabulü için esma-i ilahiyeyi şefaatçi yapmaktadır. Elbette, bu duanın red olunarak ahiretin yaratılmaması mümkün değildir.