Etiket arşivi: Ölümden sonra hayatı gerektiren nedenler

Ahirete İman – Ölümden Sonra Hayat Var mı? Delilleri Nelerdir? (Video)

Bismillahirrahmanirrahîm

“Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, denizler kaynatıldığında, ruhlar bedenlerle birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kızlara: ‘Hangi günahtan dolayı öldürüldünüz?’ denildiğinde, amel defterleri açıldığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında herkes (hayır ve şerden) ne getirmiş olduğunu anlar.” (Tekvir 1-14)

Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinin sarahatiyle, bir gün gelecek ve bu âlemin kıyameti koparak başka bir âlemin kapısı açılacaktır. Bu, gözümüz önündeki şu âlemin vücudu kadar katidir.

“Ahirete İman” isimli bu eserimizde iman hakikatlerinden biri olan haşir, yani öldükten sonra dirilme ve mahşere çıkma, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilmektedir. Bu eserde anlatılan hakikatler o kadar kuvvetlidir ki en inatçı kâfiri dahi ilzam eder ve susturur.

Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse: “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden sağlam bir surette bina ve tamir edilecektir.” dese… Elbette, onun davasına karşı altı sual terettüp eder.

Birincisi: “Niçin tahrip edilecek? Sebep ve gerekçe var mıdır?” Eğer, “Evet, var.” diye ispat edilse bu sefer ikinci soru sorulur.

İkincisi: “Bunu tahrip edip tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir.” diye ispat edilse bu sefer üçüncü soru sorulur.

Üçüncüsü: “Bu sarayın veya şehrin tahribi mümkün müdür?” Eğer, “Evet, mümkündür.” diye ispat edilirse bu sefer dördüncü soru sorulur.

Dördüncüsü: “Mümkün olan bu tahrip gerçekleşecek ve vukua gelecek midir?” Eğer, “Evet, gerçekleşecektir.” diyerek vukuu ispat edilse iki sual daha ona varid olur ki:

Beşinci ve altıncı sualler: “Acaba şu acayip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer, “Evet” denilerek bunlar da ispat edilse o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şüphe ve vesvese girebilsin.

İşte, bu temsil gibi:

·     Dünya sarayının ve şu kâinat şehrinin tahribi ve tamiri için gerekçeler olduğu,

·     Fail ve ustasının buna muktedir olduğu,

·     Tahribinin mümkün olduğu ve vaki olacağı,

·     Ve tamirinin de olası ve vuku bulacağı meseleleri ispat edilirse, artık bu mesele hakkında şüphe ve vesvese edilmez.

İşte eserimizde bu altı cihetin her biri, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilecek ve ahiretin varlığı güneş gibi kati gösterilecektir.

Eserimizden hakkıyla istifade edebilmeniz için, ilk önce eserde takip ettiğimiz yolu ve metodu bilmeniz gerekir. “Ahirete İman” isimli eserimizde şöyle bir yol takip ettik:

Ahiretin varlığına dair delilleri başlıklar ve maddeler hâlinde inceledik. Her bir başlık müstakil olup tek başına ahiretin varlığını ispat etmeye kâfidir. Bütün başlıkların toplamındaki kuvvet ise asla karşı gelinemeyecek kuvvettedir.

Her bir delilde iki basamaklı bir yol ve bir tarz takip edilmiştir.

1. Basamak: Bu basamakta, kâinattaki fiillerden ve tecellilerden bahsedilmekte ve daha sonra fiilden faile, isimden müsemmaya, yani ismin sahibine ve sıfattan da mevsufa, yani sıfatın sahibine geçilmektedir.

Mesela birinci delilin birinci basamağında kâinatta gözüken saltanattan bahsedilecek ve bu saltanat delil yapılarak Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. İkinci delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken merhametten bahsedilecek ve bu merhamet delil yapılarak Rahim olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Üçüncü delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken izzetten bahsedilecek ve bu izzet delil getirilerek Aziz olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Diğer delillerde de aynı yol takip edilmektedir.

Demek 1. Basamakta, kâinatta tecelli eden fiillerden, isimlerden ve sıfatlardan bahsedilecek ve fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan da mevsufa geçilecektir. Zira fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz; bir iğnenin ustasız ve bir harfin kâtipsiz olamayacağı gibi…

Demek birinci basamakta aynı zamanda ispat-ı vücud da yapılmaktadır. Yani ahiretin varlığından önce Allah’ın varlığı ispat edilmektedir.

2. Basamak: 1. Basamakta fiil ve tecelli anlatılıp faile ve müsemmaya çıkıldıktan sonra, 2. Basamakta mezkûr ismin ahireti gerektirdiği ve mezkûr sıfatın ahireti iktiza ettiği ispat edilmektedir. Demek bu basamak, ahiretin varlığının ispat edildiği basamaktır.

Her bir delilde anlatılan meseleler âdeta üç zincir halkasından oluşmaktadır:

1- Kâinattaki tecelli.

2- Bu tecellide gözüken isimler ve sıfatlar.

3- Bu isimlerin ve sıfatların ahireti gerektirmesi.

Bu halkalar birbirine geçmiş olup tamamını koparamayan, bir halkaya ilişemez. Ya da başka bir ifadeyle, bir halkayı koparabilmek için tamamını parçalayabilmek gerekir. Mesele bir bütündür; bütünü çürütemeyen, parçaya ilişemez. Parçaya ilişebilmek için bütün çürütülmelidir.

Dolayısıyla diyebiliriz ki:

·     Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce faili ve müsemmayı yani Allah’ı inkâr edebilmek gerekir.

·     Allah’ı inkâr edebilmek için de kâinatta gözüken fiilleri ve isimleri inkâr edebilmek gerekir.

·     Kâinatta gözüken isim ve fiilleri inkâr edebilmek için ise bizzat kâinatın kendisini inkâr edebilmek lazımdır. Bu ise mümkün değildir.

·     Başka bir ifadeyle, kâinatı inkâr edemeyen, göz önündeki fiilleri inkâr edemez; fiili inkâr edemeyen, faili inkâr edemez; faili inkâr edemeyen de o fiilde gözüken, faile ait ismin ahireti gerektirmesini inkâr edemez.

Sözün özü: Her bir başlıkta öyle bir yol takip edilmiştir ki, ahireti inkâr edebilmek için şu göz önündeki âlemi inkâr etmek ve akıldan istifa etmek gerekecektir. İşte bu eserde ahiretin varlığı bu kadar net bir şekilde ispat edilecektir.

“Ahirete İman” isimli eserimiz hazırlanırken Bediüzzaman Hazretleri’nin “10. Söz” namıyla maruf “Haşir Risalesi” kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde anlatılan bütün hakikatler, Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkûr eserinden iktibas edilmiştir.

Bu eserle amacımız:

·     Ahirete iman hakikati hususunda imanlarımızı taklitten tahkike çıkarmak,

·     Ahiret hakkında şüphesi olanları şüpheden kurtarmak,

·     Ahireti inkâr edenlerin imana girmelerine bir vesile olmak,

·     Ahiret hakkında kâfirler ile mücadeleye girmek zorunda kalanlara bir rehber olmak,

·      Ve bu vesileler ile Cenab-ı Mevla’nın rızasını kazanmaktır.

Tevfik ve inayet Allah’tandır!

Haşmet ve Celal Delili (Ahirete İman) (Video)

Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar bütün varlıkları itaatkâr bir asker gibi emrine boyun eğdiren ve bütün kâinatı idare ederek haşmetli saltanatını gösteren bir zat, sadece, şu dünya misafirhanesinde kısa bir hayat geçiren fani mahluklar üzerinde dursun; o muhteşem saltanatına ayna olacak ebedî ve baki bir memleketi icad etmesin? Hâşâ ve kella!

Bu delili şöylece izah edebiliriz.  Kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, bu âlemde muhteşem bir saltanat ve terbiye hükmediyor. Evet!

Mevsimlerin değişmesi gibi görkemli icraat,  yıldızların ve galaksilerin son derece intizamlı ve azametli hareketleri, yeryüzünü, içindeki mahluklara bir beşik; Ay’ı, onlara bir kandil ve Güneş’i onlara bir lamba yapmak gibi akılları hayrete düşüren bir itaat,  kışın ölmüş ve kurumuş yeryüzünü baharda diriltmek ve süslendirmek gibi mükemmel  icraat…

Ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar haşmetli faaliyetler gösteriyor ki, perde arkasında muazzam bir terbiye ve idare var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Elbette böyle bir saltanat kendine layık mahluklar ve haşmetine ayna olacak varlıklar ister.

Hâlbuki görüyorsunuz ki, o zatın en kıymetli misafirleri ve en makbul kulları olan insanlar, şu misafirhane-i dünyada, perişan bir surette, kısa bir vakit toplanıyorlar. Misafirhane ise her gün doluyor, boşalıyor, her saat değişiyor. Hem bütün bu insanlar, o zatın kıymetli eserlerini ve harika sanatlarını, izlemek için, şu dünya sergisinde birkaç dakika durup seyrediyorlar, sonra kayboluyorlar. Şu dünya sergisi ise her dakika değişiyor; giden gelmiyor ve gelen gidiyor.

İşte bu hâl ve şu vaziyet kat’i gösterir ki, şu misafirhane ve şu sergilerin arkasında, o ebedî saltanata mazhar olacak daimî saraylar, sabit meskenler ve şu dünyada gördüğümüz numunelerin ve suretlerin en halis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır. Demek, burada çabalamak onlar içindir. Burada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin kabiliyet ve ameline göre -eğer kaybetmezse- orada bir saadeti vardır.

Evet, böyle haşmetli bir saltanat için imkânsızdır ki, sadece şu fâniler ve ölüme mahkûm mahluklar üstünde dursun ve başka bir memleketi olmasın.

Şimdi bu hakikate şu temsil dürbünüyle bakalım:

Mesela siz yolda gidiyorsunuz. Görüyorsunuz ki yol içinde bir han var. Bir büyük zat, o hanı, kendine gelen misafirleri için yapmış. O misafirlerin bir gece gezinti ve ibretleri için, o hanın süslenmesine milyonlar altınlar sarf ediyor.

Hem o misafirler, o ziynetlerden pek azına, az bir zamanda bakıp o nimetlerden, pek az bir vakitte, az bir şey tadıp doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir, kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar.

Hem o büyük zatın diğer hizmetkârları da misafirlerin amellerine gayet dikkat ediyorlar ve o amelleri gayet dikkatle kaydediyorlar.

Hem görüyorsunuz ki, o zat, her günde, o kıymetli süslemelerin çoğunu tahrip eder; yeni gelecek misafirler için o hanı yeniden süsler, o hana her gün milyonlar altın sarf eder.

Acaba bunu gördükten sonra hiç şüpheniz kalır mı ki, bu yolda bu hanı yapan zatın daimî, pek âli sarayları; hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri; hem devamlı, pek büyük bir cömertliği olmasın?

Evet, o zatın bu handa yaptığı ikramlar, kendi katında bulunan nimetlere misafirlerinin iştahlarını açmak ve onlara hazırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırmak içindir. Aynen bu misal gibi, şu dünya misafirhanesindeki vaziyete, sarhoş olmadan dikkat ile baksanız, şu dokuz esası anlarsınız:

Birinci esas: Anlarsınız ki, o han gibi bu dünya dahi kendi için değildir ve kendi kendine bu sureti alması imkansızdır. Belki bu dünya, mahlukat kafilesinin gelip konmak ve göçmek için dolup boşalan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.

İkinci esas: Hem anlarsınızki ki, şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-i Kerim’i, onları Dârü’s-Selâm’a, selam diyarı olan cennete davet ediyor.

Üçüncü esas: Hem anlarsınız ki, şu dünyadaki süslemeler ve ziynetler, yalnız lezzetlenmek veya gezmek için değildir. Çünkü bir zaman lezzet verse, seni terk etmesiyle birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştahını açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu alemin süslenmesi ibret içindir, şükür içindir, cennetteki asıllarına teşvik içindir; başka gayet ulvi maksatlar içindir.

Dördüncü esas: Hem anlarsınız ki, şu dünyanın süslenmesi, Rahman ve Rahim olan Allah-u Teâlâ’nın ehl-i iman için cennette hazırladığı nimetlerin numuneleri ve onların suretleri hükmündedir.

Beşinci esas: Hem anlarsınız ki, şu fâni mahluklar, fena bulup yok olmak, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki, varlık aleminde kısa bir zaman toplanıp suretleri alınsın, misalleri tutulsun, manaları bilinsin ve neticeleri zapt edilsin diye yaratılmıştır. Mesela binler neticelerinden bir netice şudur ki, bu âlemdeki fâni manzaralar, cennet ehli için daimî manzaralar olur. Ehl-i cennet, cennette bu âlemin kayıtlarını seyredecek ve dünyadaki hatıralarını hatırlayarak neşeleneceklerdir. Eşyanın beka için yaratıldığı, fena için olmadığı; belki zahiren fenaya gitse de, hakikatte vazifesini tamamlama ve bir terhis olduğu bununla anlaşılır ki: Fâni bir şey, bir cihetle fenaya gider, ölür; fakat çok cihetlerle baki kalır.

Mesela nasıl ki senin ağzından çıkan bir kelime yok olup gider; fakat binler misallerini kulaklara emanet eder, dinleyen akıllar adedince manalarını akıllarda baki eder ve öyle fenaya gider. Aynen bunun gibi, kudret kelimelerinden bir kelime olan bir çiçek de kısa bir zamanda tebessüm edip bize bakar, daha sonra hemen fena perdesinde saklanır; fakat onu gören her şeyin hafızasında zahirî suretini ve her bir tohumunda manevi mahiyetini bırakıp öyle gider. Güya her bir hafıza ve her bir tohum, o çiçeğin muhafazası için birer fotoğraf; devam ve bekası için birer menzildirler. Acaba, en basit bir hayat mertebesinde olan bir çiçek böyle ise, en yüksek hayat tabakasında ve baki bir ruhun sahibi olan insan, ne kadar beka ile alâkadardır, apaçık anlaşılmaz mı?

Altıncı esas: Hem anlarsınız ki, insan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki, bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri bir muhasebe için zaptedilir.

Yedinci esas: Hem anlarsınız ki, sonbahar mevsiminde, yaz ve bahar âleminin güzel mahluklarının  ölümü idam değildir; belki, vazifelerinin tamamlanmasıyla bir terhistir ve bir sonraki baharda gelecek olan mahlukata bir yer boşaltmaktır. Hem insana vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ilahî bir ikazdır.

Sekizinci esas: Hem anlarsınız ki, şu fâni âlemin sahibi olan Sultan-ı Ezel ve Ebed’in başka ve baki bir âlemi vardır ki, kullarını oraya sevk ve ona teşvik eder.

Dokuzuncu esas: Hem yine anlarsınız ki, öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has kullarına, öyle ikramlar edecek ki; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de insanın kalbinden geçmiştir. Âmennâ ve saddeknâ! İnandık ve iman ettik.

Seyrangah.Tv

Muhafaza Delili (Ahirete İman) (Video)

Hiç mümkün müdür ki, gökte, yerde, karada ve denizde; yaş-kuru, küçük-büyük, adi-âli her şeyi kemal-i intizam ve mizan içinde muhafaza edip bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafiziyet; insan gibi, büyük bir fıtratta yaratılan, yeryüzünün halifeliği gibi bir rütbede bulunan ve emanet-i kübra gibi büyük bir vazifesi olan beşerin amellerini ve fiillerini muhafaza etmesin, muhasebe eleğinden geçirmesin, adalet terazisinde tartmasın, ona layık bir ceza ve mükâfat vermesin? Hayır, asla!

Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

1. BASAMAK: HER ŞEYİ MUHAFAZA EDEN “HAFİZ” KİMDİR?

Şu âleme dikkat ile baktığımızda görüyoruz ki, küçük-büyük, kıymetli-kıymetsiz her şeyin amelleri muhafaza edilip hıfzediliyor. Mesela:

Çiçeklerin bütün programları ve tarihçe-i hayatları küçücük tohumlarda saklanıyor, muhafaza ediliyor. O tohum âdeta o çiçeğe bir sandıkça oluyor. Bir sonraki baharda, o tohum yarılıyor ve âdeta o tohumdan çiçeğinin bütün amelleri neşroluyor.

· Acaba çiçeklerin bütün plan ve programlarını, amellerini ve tarihçe-i hayatlarını o küçücük tohumlarda muhafaza eden zat kimdir?

· Kim, böyle en basit bir çiçeğin amellerini dahi muhafaza ediyor ve bir sonraki baharda o amelleri neşrediyor?

· Allah’tan başka kim vardır ki, hadsiz çiçeklerin plan ve programlarını küçücük tohumlarda saklasın ve bahar mevsimi geldiğinde birbirine karıştırmaksızın o tohumlardan o çiçekleri çıkartabilsin? Evet, Allah’tan başka kim vardır?

Bütün ağaçların program ve amelleri ise küçücük çekirdeklerinde muhafaza ediliyor. O küçücük çekirdek, ağacının bütün amellerini ve programını saklıyor. Ne zaman toprağa atılsa, ağacının amel defterini neşrediyor.

· Acaba kim, o koca incir ağacını küçücük çekirdeğinde saklayan ve o çekirdeği o ağaca bir sandıkça yapan?

· Acaba, bütün ağaçların plan ve programlarını küçücük çekirdeklerinde yerleştirerek o ağaçların amel defterlerini çekirdeklerinin ellerine veren kimdir?

· Bu hikmetli fiile, Allah’tan başka bir fail gösterebilir misiniz?

· O küçücük çekirdekleri, ağaçlarına bir amel defteri yapmak, Allah’tan başka kimin eseri olabilir?

Hayvanların program ve tarihçe-i hayatları ise yumurtalarında muhafaza edilmektedir. Âdeta o küçücük yumurtalar, o hayvan için bir amel defteri olmakta ve o hayvanın bütün özellikleri o yumurtada saklanmaktadır.

· Acaba rengârenk bir tavus kuşunu, o basit yumurtasında saklayan ve o yumurtayı kırarak ondan aynı tavus kuşunu çıkaran zat kimdir?

· Kimdir, bütün yumurtaları hayvanlara birer amel defteri yapan ve o hayvanın bütün programını o yumurtalarda saklayan?

· Evet, Allah’tır. Zira O’ndan başka hiçbir şeyin gücü buna yetmez. Çünkü muhafaza etmek; nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, sonsuz bir hikmeti, kayıtsız bir iradeyi ve diğer sıfatları gerektirmektedir. Bu sıfatları olmayanın, bir yumurtada bir hayvanın plan ve programını saklaması mümkün değildir. Bu nihayetsiz sıfatlar ise sadece Allah’ta mevcuttur.

İnsanların plan ve programları ise bir damla suda muhafaza edilmektedir. Nutfe denilen o suda, insanın bütün planı ve programı saklanmış ve insanın bütün özellikleri o suda kaydedilmiştir. Yine soruyoruz:

· Her yönüyle bir harika- ı sanat olan insanı, nutfe denilen bir damla suda saklayan zat kimdir?

· Kimdir, bir damla suyu bir kütüphane hükmüne getiren ve o suda insanı yazan?

· Evet Allah’tır. O’dur, bir damla suyu insana bir başlangıç yapan ve içinde şu harikulade insanın programını saklayan.

Ya insanın DNA’larına ne demeli? Bir tek hücrede bulunan DNA molekülleri, her biri 20.000 sayfayı ihtiva eden 46 ciltlik dev bir ansiklopediye benzer ve bu kadar bilgiyi ihtiva eder. İnsan da ise 60 trilyon hücre vardır.

Acaba, her bir DNA’yı dev bir ansiklopedi yapan ve içinde bir milyon sayfalık bilgiyi muhafaza eden kimdir? Elbette Allah’tır. Zira tesadüf; değil bir ansiklopediye, tek bir harfe bile kâtip olamaz.

Bir de insanın hafızasına bakın! Tırnak kadar bir yerde, insanın başından geçen her şey, bütün tarihçe-i hayatı ve öğrendiği her bilgi saklanmakta ve muhafaza edilmektedir. Acaba, insanın yaptığı bütün amelleri ve hayat maceralarını o küçücük hafızada saklayan ve muhafaza eden zat kimdir? Elbette Allah’tır. Zira bu harikulade fiil, hiç bir sebep ile izah edilemez.

Şu âlemdeki hıfziyetin delillerini öyle uzun uzadıya anlatmaya herhâlde gerek yoktur. Zira şu âciz insan bile, o hıfziyet kanunundan istifade ederek her şeyi kayıt altına almaktadır. Kameralar, bilgisayarlar, ses kayıt cihazları, flash bellekler, hard diskler ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok eşya, âlemdeki bu hıfziyet kanunundan istifade ile yapılmış eserlerdir.

İşte âlemdeki bu hıfziyet; yani her mahlukun planının, programının, tarihçe-i hayatının ve amellerinin son derece dikkat ve ihtimam ile muhafaza edilmesi ve kayıt altına alınması, perde arkasındaki bir zatı “Hafiz” ismiyle bizlere tanıttırır ve bildirir. Zira böyle bir muhafaza ve hıfziyet; tesadüfün, kör ve sağır sebeplerin işi olamaz. Allah’tan başka kimse bu hikmetli fiile fail olarak gösterilemez.

Şimdi ikinci basamağa geçerek ahiretin kapısını açalım.

2. BASAMAK: HAFİZ İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Hiç mümkün müdür ki, gökte, yerde, karada ve denizde; yaş-kuru, küçük-büyük, adi-âli her şeyi kemal-i intizam ve mizan içinde muhafaza edip bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafiziyet; insan gibi, büyük bir fıtratta yaratılan, yeryüzünün halifeliği gibi bir rütbede bulunan ve emanet-i kübra gibi büyük bir vazifesi olan beşerin amellerini ve fiillerini muhafaza etmesin, muhasebe eleğinden geçirmesin, adalet terazisinde tartmasın, ona layık bir ceza ve mükâfat vermesin? Hayır, asla!

Madem bu âlemin sahibi olan zat Hafiz’dir ve mülkünde cereyan eden her şeyi muhafaza ediyor. Acaba geçici, adi, bekasız ve ehemmiyetsiz şeylerde muhafaza böyle olursa; hiç mümkün müdür ki, şu âlemin en kıymetli misafiri, Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve emanetinin taşıyıcısı olan insanın amelleri hıfzedilmesin ve bu hıfza göre bir muhasebe görmesin? Hayır ve asla!

Evet, âlemdeki şu hıfziyetin bu suretle tecellisinden anlaşılıyor ki:

· Şu mevcudatın sahibi, mülkünde cereyan eden her şeyin kaydına büyük bir ihtimam gösteriyor.

· Hem hâkimiyetine nihayet derecede dikkat ediyor.

· Hem saltanatının rububiyetinde gayet ihtimam gösteriyor.

· O derece ki, en küçük bir hadiseyi, en ufak bir hizmeti yazıyor, yazdırıyor; mülkünde cereyan eden her şeyin suretini müteaddit şeylerde hıfzediyor.

İşte şu hıfziyet işaret eder ki, ehemmiyetli bir muhasebe-i amel defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müşerref bir mahluk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri, mühim bir hesap ve mizana girecek, amel sahifeleri neşredilecek.

Acaba, bir ağacın, ruha benzeyen programını, bir nokta gibi en küçük bir çekirdeğinde dercedip muhafaza eden Zat-ı Hafiz için, “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza edecek!” denilir mi ve bundan şüphe edilir mi?

Acaba hiç mümkün müdür ki, insan şu dünyada hilafet ve emanetle mükerrem olsun da, sonra kabre girip rahatla yatsın ve uyandırılmasın, küçük-büyük her amelinden sual edilmesin, mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin, yokluğa kaçsın ve toprağa girip saklansın? Hayır ve asla!

Şimdi bu delili özetleyelim:

· Bu dünyadaki her şeyin program ve suretlerinin, yani bir cihette amellerinin; tohumlarda, çekirdeklerde, nutfe denilen su damlacıklarında, hafızalarda, DNA ve diğer yerlerde muhafaza edilip saklanması ispat eder ki, perde arkasında bir zat vardır ve mülkünde olan her şeyi muhafaza etmektedir.

· Çiçek gibi, ağaç gibi en basit ve kıymetsiz şeylerin plan ve programlarının hıfzedilmesi ispat eder ki, insanın amelleri de hıfzediliyor. Zira insan bu âlemde hilafet makamının mazharı, emanet-i kübranın taşıyıcısı ve Allah-u Teâlâ’nın has muhatabıdır. Cenab-ı Hakk’ın en basit eşyanın amellerini muhafaza edip rububiyetin saltanatına dokunan insanın amellerini muhafaza etmemesi mümkün değildir.

· Madem insanın amelleri muhafaza ediliyor, elbette bu muhafaza bir muhasebe ve hesap içindir. Hâlbuki bu dünyada insan hiçbir hesap görmemekte ve suale çekilmemektedir. İşte bu hâl de ispat eder ki, başka bir yer olmalıdır, orada bir mahkeme-i kübra olmalı ve insan amellerinin hesabını orada vermelidir. İşte orası da ahirettir.

· O hâlde diyebiliriz ki, ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Cenab-ı Hakk’ın “Hafîz” ismini inkâr edebilmek gerekir. Zira “Hafîz” ismini inkâr edemeyen, insanın amellerinin de muhafaza edildiğini kabul etmek zorunda kalacaktır. Bu muhafaza da elbette, bir muhasebe için olacağından ve bu muhasebe de bu dünyada olmadığından dolayı ahiretin varlığı bilmecburiye kabul edilecektir.

· Demek ahireti inkâr edebilmek için, Allah’ın “Hafiz” ismini inkâr edebilmek gerekiyor. “Hafiz” ismini inkâr edebilmek için de şu kâinatı inkâr edip akıldan istifa etmek gerekiyor. Zira tohumlardan, çekirdeklere; hafıza kuvvetinden, yumurtalara; DNA’lardan, hücreye kadar her şeyde bir hıfziyet vardır. “Fiiller failsiz olamaz.” kaidesince, bu hıfziyetin de bir faili olmalıdır. Göz önündeki bu hıfziyeti inkâr edemeyen, faili olan Hafiz-i Zülcelâl’i inkâr edemez. Hıfziyeti inkâr etmek ise, ancak akıldan ve insanlıktan vazgeçmekle mümkündür. İnsanlığını bırakıp da akıldan vazgeçenlere ise zaten bizim söyleyecek bir sözümüz yoktur!

Seyrangah.Tv