Etiket arşivi: Ömer Baldık

Peygamberin Gençleri

İSA NEBiŽ’nin (as.) yeryüzünü terk etmesinin üzerinden altı asırdan fazla zaman geçmişti. Âdemoğullarının zihninde peygamberlerin öğrettiği ve uyardığı konular tazeliğini yitirmişti. Zaman bir çöl fırtınası gibi eserken, her şeyden önce insanların akıl ve kalplerini savurmuş; ve nisyan ile malul olan insan, en unutmaması gereken ilâhî sözü unutmaya yüz tutmuştu. Hele Mekke ve etrafındaki beldeler, çölde gaib olmuş bir ülke gibi, kat kat unutuşların altında, zehir zıkkım bir cehaletin karanlığı içinde yüzüyordu. Cehalet derin bir kuyu gibi Allah’ın Evi’nin de içinde bulunduğu topraklarda kesin bir hâkimiyet kurmuştu. Hazreti İbrahim’in hanif dinine inanan ve bu inancını yaşamakta olan kutlu bir azınlık dışında, halkın çoğunluğu bu hâl üzere hayatına devam ediyordu. Mü’minlerin sevgili Kâbesi için ne de hazin günlerdi.

İşte bu karanlık gecelerin ardından güneşin doğuşu gibi İslâm güneşi doğuverdi. Karanlık gecelerin daima nurlu sabahların habercisi olduğu bir kez daha kanıtlanmaktaydı. Emin bir Elçi (a.s.m.) Rabbinin izni ve yetkilendirmesiyle hakikat ile yalanın arasını gece ile gündüz kadar ayırmaya muvaffak oldu.

Yol, bundan böyle ikiye ayrılmıştı. Artık cehalet yolu üzerinde yürümenin meşruiyeti kalmamıştı. Ya karanlığın ya da aydınlığın peşinden gitmek bir zorunluluk halini almıştı. Lâkin, Arap kabilelerinin ihtiyarları için işler çok daha zordu. Nurlu davet her şeyi ayan beyan ortaya çıkardığı halde, yüzyıllardır biriken cahiliye tortusu, ihtiyarlamış akıl ve kalpleri son derece katılaştırmıştı. Uzun süren susuzluk, çoğu yaşlı ruhta tedaviye kabiliyeti kalmamış çoraklaşmalara yol açmıştı. Bir kahredici granit tortu, cahiliye geleneklerinden yontulmuş bir puta dönüşerek, kalp kapısına kadar gelen İslâm nuruna karşı bir direniş gösteriyor ve bir başkaldırı sergiliyordu.

Zaman uzamış ve yaşlı kalpler katılaşmıştı. Katılaşan kalpler, nur-u hidayeti kabul edemiyordu. Pek çoğu Mekke’nin söz sahibi liderleri durumunda olan ihtiyarlar, yaşayışlarını ve alışkanlıklarını değiştirme eşiğinden adım atamamakta, eski halin devamına çalışmayı neredeyse ilâhî bir görev saymaktaydı. Çoktandır Rablerini kendilerinden uzaklaştırmış, ilâhî hükümleri belirsizleştirmiş; onun yerine kendi heva ve heveslerine uygun putlar icad etmişlerdi. Taş putlardan başka, benlik putu, asabiyet ve asalet putu gibi putlar sebebiyle kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye bile körelmişti gözleri. Tek istedikleri, nasıl geldiyse öyle gitsindi. Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) davetine sırt çevirmekle kalmayıp, İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanlık etmekte birbirleriyle yarışan Ebu Leheb, Velid b. Mugire, Ukbe b. Ebî Muayt, Ümeyye b. Halef gibi adamların hepsi de gençlik yıllarını çoktan geride bırakmış böyle ihtiyar kimselerdi. Mesela, Allah Resulü’nün, “Her ümmetin bir firavunu vardır, benim ümmetimin firavunu da budur” dediği Ebu Cehil, Bedir Harbi’nde yetmiş yaşındaydı.

İhtiyarlar cephesinde durum, genel manzara itibariyle böyleyken; onların oğulları, yeğenleri ve genç kızları, Mekke semalarında tulu eden İslamiyet güneşine sinelerini alabildiğine açtılar. Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran Allah, yüzünü cehenneme dönmüş kimselerin gövdelerinden cennet çiçekleri açtırıyordu. Gençler, Allah Resulü’nün etrafında, ışığa koşan pervaneler gibi toplanıyor ve cahiliyenin henüz üzerlerine sinmemiş kokusundan ve tortusundan bütün bütün arınıyorlardı. Her yeni gelen âyeti, arşa doğru yükselen Melek Cebrailin ihtişamlı kanatlarının sesleri henüz semada yankılanıyor iken koşup Nebî’nin mübarek sesinden dinliyor, ezberliyor ve kalplerinin en tenha köşelerine kadar sindiriyorlardı. Her yeni âyet, onlar için derhal uygulanması icap eden hükümler anlamına geliyordu. Teori ve pratik bir arada, neredeyse aynı anda vücut buluyor ve sağlam bir imanı hiç arası açılmadan salih bir amel takip ediyordu. Öyle ki, o imanı artık oradan çıkarmak, şeytanın bile harcı değildi. Nerede kalmıştı ki, Velid b. Mugire gelsin de, işkenceleriyle o nuru onlardan ayırabilsindi. Bu tür herzeler, o gençlerin yalnızca imanını artırmaktan başka bir işe yaramıyordu.

Genç, yaşlı, kadın, erkek herkesin davet edildiği İslâm’a gençlerin böylesine çarçabuk ve sağlam bir şekilde intibak etmesi, selim fıtratlarını henüz cahiliye yaşantısının kara örtüsünün bürümemiş olmasından ileri geliyordu. Mekke’nin imansız ihtiyarlarının onların önüne koyduğu istikbal, hakikat ve adalet arayışı içinde olan o selim fıtratlara hiç de cazip görünmüyordu. Geçmişin tortusunun körü körüne devam ettirilmesindense, geleceğe yeni ve temiz bir sayfa açmak, Hakk’a boyun eğmek, hakikat temelinde adaleti tesis etmek ve gerektiğinde bu uğurda can vermek, genç ruhlara çok daha doğru geliyordu. Bu şartlar altında Allah ve Resulüne “Lebbeyk!” diyerek itaat etmek, o selim fıtrata sahip gençler için ulvî bir zevkti. Soluk hayatlarına âdeta bir ruh üflenmesiydi.

Ne garip ve aciptir ki, bugün İslâmiyet semasını yıldız yıldız süsleyen o gençlerin isimlerini andığımızda, pek çoğumuzun hayalinde kırlaşmış gür sakallarıyla asalarına dayanmış yaşlı insanlar beliriyor. Sanki İslâm yaşlılara gelmiş ve ancak yaşlıların destek verdiği bir dinmiş gibi zannediliyor. Bugün kaç kişi, Talha b. Ubeydullah ismini duyduğunda yahut Sa’d b. Ebi Vakkas adı kulağına çalındığında, onyedi yaşında, ter ü taze, fidan gibi bir genci hayaline getiriyor? Hayalimizde hep yaşlı ve mütevekkil bir kimse olarak canlanan Hazreti Ebu Bekir bile, İslâm nuruyla nurlandığında sadece otuzsekiz yaşındaydı. Öte yandan, yaşlı babası Ebu Talib, bir türlü iman şerefine erişemeden Peygamber Aleyhisselam’ın gözyaşları eşliğinde can verirken, onun oğlu Ali (k.v.), kabilesinin kodamanlarının arasından sıyrılarak, “Sana yardımcı ben varım ey Allah’ın Resulü!” diye haykırdığında, on ya da onbir yaşındaydı. Hz. Ali’nin ağabeyi ve Habeşistan Meliki Necaşi’nin ülkesine hicret eden ilk Müslümanlardan olan Cafer b. Ebi Talib, hicret sırasında yirmi beş yaşındaydı. Sığınma talebiyle hicret eden Müslümanların önderi olarak genç Cafer, orada hazır bulunan rahiplerin huzurunda Necaşi’nin sorularına sarahatle ve büyük bir özgüvenle cevap vermişti. Onun bu cevabı, Hazreti Peygamber’in (a.s.m.) son derece olumsuz şartlar altında, nasıl bir davetle Mekke’lilere yaklaştığının da güzel bir tasviriydi:

“Ey Kral! Biz putlara tapan, ölü eti yiyen, her türlü fuhşiyatı yapan, akraba ilişkilerini koparan, komşuya kötü davranan cahilî bir toplum idik. Bizden güçlü olan, zayıf olanı yerdi. İşte Allah bize içimizden nesebini, doğruluğunu, güvenilirliğini ve iffetini bildiğimiz bir Rasul gönderinceye kadar bu haldeydik. Oysa gönderilen bu Rasul, bizi, Allah’ı birlemeye, O’na kulluk etmeye, O’ndan gayrı babalarımızın taptığı taş ve putları terketmeye çağırdı. Bize doğru sözlülüğü, emaneti yerine getirmeyi, akrabalarla ilişkileri devam ettirmeyi, iyi komşuluğu, haramlardan ve kan dökmekten el çekmeyi emretti ve bizi fuhşiyattan, yalan sözle şahitlikten, yetim malı yemekten, iffetli hanımlara iftira etmekten yasakladı. Bize yalnızca bir Allah’a kulluk etmemizi ve O’na hiçbir şeyi şirk koşmamayı emretti, namazı, zekatı ve orucu emretti… Biz de onu derhal tasdik ettik, ona inandık ve Allah’tan getirdiğine uyduk. Yalnızca Allah’a kulluk ettik ve O’na hiçbir şeyi şirk koşmadık. Onun bize haram kıldığını haram, helal kıldığını da helal kıldık.”

İşte bu sözler, yirmi beş yaşındaki Cafer’in ağzından sığınma talep ettikleri ülkenin kralı, yardımcıları ve rahiplerinin huzurunda; üstelik düşmanlarının kendilerini takip edip bozgunculuk ithamlarıyla kralı etki altına almaya çalıştıkları, yanlış bir sözün tonla emeği zayi edebileceği zorlu bir vasatta dökülmüştü. Bir nevî siyasî sorumluluğu yüksek bir görev, yirmi beş yaşındaki genç Cafer’in omuzlarındaydı—biz ise bugün böyle bir göreve içimizden en yaşlı ve tecrübesi en yüksek kişiyi seçmeyi en doğru tercih sayarız; gençlere bu konuda güvenmeyiz.

İlginçtir Medine’ye yapılan Hicret sırasında, Ubeyde b. Haris gibi çok yaşlı bir iki bahtiyar ihtiyarın dışında kalan mü’minlerin tamamı da, neredeyse otuz yaşın altında idiler. Evlerini, ailelerini, ana babalarını, tüm geçmişlerini geride bırakıp ‘belirsiz’ bir istikbale doğru adım atabilen mesut bir genç topluluktu onlar. Güçlü imanları ve peygambere olan bağlılıkları dışında, elle tutulur hiçbir şeyleri yoktu. Hiçbirinin aklından, “Daha biz genciz. Böylesine büyük bir inkılaba omuz vermek bize değil büyüklerimize düşer” düşüncesi geçmemişti.

Öte yandan, Resul-i Ekrem, onlara bilhassa ana babalarından uzak durmaları ya da muhalefet etmeleri gibi özel bir telkinde de bulunmuş değildi. İlâhî davet, herkese yapılmıştı. Ama bu davete genellikle gençler mukabelede bulunmuş; yaşlılar ise çoğunlukla geri durmuştu. Bu dinin gençlere öğüdü, ana babalarından uzak durmaları veya bir “karşı devrim” değil, onların taptığı taş ve putları terketmeleriydi. Din onlardan “karşı” olmalarını değil, “taraf” olmalarını talep ediyordu. Onlar da bu talebe olumlu cevap verdiler. Ama ana babaları, ne yazık ki taptıkları putları, hakikate ve—sırf hakikate taraf oldukları için—kendi oğullarına ve kızlarına tercih ettiler. Hem de öyle bir tercih ediş ki! Mekke’nin soylu ve varlıklı ailelerinden birine mensup olan Zübeyr b. Avvam, İslâm ile şereflendiğinde müşrik amcası tarafından hasırlara sarılıp ateşe verildi. “Muhammedin dininden dön, seni bırakayım!” diyen amcasına, “Yanıp kül olacağımı bilsem de dönmeyeceğim!” diye cevap veren Zübeyr, bu olay sırasında sadece on iki yaşındaydı.

Bir de, Mekke’de genç kızlar tarafından geçeceği yolları gözlenen yakışıklı bir genç vardı, Mu’sab b. Umeyr. Zengin bir kadının oğlu olan Mu’sab, omuzlarına kadar dökülen saçları, Hind’den ve başka yerlerden gelme en alâ kumaşlardan elbiseleri, Hadramut işi terlikleri ve süründüğü pahalı kokularıyla, Mekke gençleri arasında ayrıcalıklı bir yere sahipti. Bu yakışıklı delikanlı, gençliğinin ve yakışıklığının zirvesindeyken, Allah Resulü’nün huzurunda diz çöktü. Birinci akabe biatından sonra Medine’ye “öğretmen” olarak gönderildi. Bedir Harbi’nde, İslâm’ın sancaktarlığı vazifesi ona verildi. Uhud’da da yine o sancaktardı. Şehit edildiğinde, kendisine kefen olacak bir örtü bile bulamadılar. Üzerinde eski bir hırka vardı. Bedeni kılıç ve mızrak darbeleriyle parçalanmıştı. O hırka ile başını örtseler ayakları dışarıda kalıyordu; ayaklarını örttüklerinde ise hırka başını örtmeye yetmiyordu. Mus’ab, Allah ve Resulü’ne iman ettiğinde onsekiz yaşındaydı. İşte o Mus’ab, imanını ikrar ettiğinde, annesi onu zindanlara kilitledi. Dininden dönmesi için ne tehditler savurdu. Ama hiçbirisi, genç Mus’ab’a tesir etmedi.

Yine türlü türlü işkencelere katlanan bir başka delikanlı Habbab da, “İlk 10 Müslüman” listesine adını yazdırma şerefine eriştiğinde, sadece onaltı yaşındaydı. Bir köle olan Habbab, müşrik sahibesi tarafından kızgın demirlerle dağlanmakta ama inancından zerrece dönmemekteydi. Genç olması, onu asla kolay vazgeçen biri yapmamıştı. Tam tersine, bir gençte olması gerektiği gibi, inancı uğruna hayatını ortaya koyabilecek kadar çelik iradeli kılmıştı.

Uhud harbinde kendi bedenini Allah’ın Resulü’nün mübarek bedenine siper eden Talha b. Ubeydullah ise, İslâm ile şereflendiğinde ya onaltı ya da onsekiz yaşındaydı. Bedr’in usta okçusu, Peygamber Aleyhisselam’ın “At, Sa’d at! Anam babam sana feda olsun!” dediği Sa’d b. Ebi Vakkas, Müslüman olduğunda ondokuz yaşındaydı. Aynı Sa’d, çok sevdiği annesinin “Dininden dönmezsen ölünceye kadar ağzıma lokma koymam!” demesi karşısında: “Senin bin canın olsa, binini de versen, ben dinimden dönmem!” cevabını verecek kadar, sağlam bir iman dersini almıştı. Onun kardeşi Umeyr ise onaltı yaşında Bedir’de şehit olmuştu. Peygamber Aleyhisselam, yaşının küçüklüğü sebebiyle onu geri çevirmek istediyse de, ağlaya ağlaya izin isteyip saflara katıldı. Ağabeyinin yardımı olmadan beline kılıcını bağlayamıyordu bile. Boyu kısa, kılıç ise çok uzundu.

Ya, narin bedenine sıska yapısına aldırmadan, müşriklerin en azgın zamanlarında karşılarına geçip Kur’an okuyan Abdullah b. Mes’ud kaç yaşında Müslüman olmuştu dersiniz? Onaltı! Bir de, İslâm tarihinde eviyle meşhur olmuş bir başka genç vardı, adı Erkam b. Ebi Erkam. Onyedi yaşında hidayetin tatlı şerbetini yudumlayan bu yürekli insan, Safa tepeceğinin eteklerindeki evini, işkence ve boykot zamanında, Allah Resulü’nün ve Müslüman gençlerin istifadesine sunmuştu. Batha’nın gecelerinde hayasız kadınların kapılarına astıkları kırmızı fenerlerin şehevî ışıkları, kapılar açılıp kapandıkça bir görünüp bir kaybolurken; Müslüman gençler, Erkam’ın evinde, diriltici bir iklimin altında iman derslerini bizzat Allah’ın Resulü’nden alıyorlardı.

Hz. Ömer’in, henüz adalet için değil de, Allah Resulü’nü öldürmek için kınından sıyrılmış kılıcı elinde, gelip otuzüç yaşında İslâm ile şereflendiği ev de, yine Erkam’ın Evi’ydi. Onun İslâm’a girmesiyle, Dar’ül Erkam’ın duvarları, genç mü’minlerin tekbir sesleriyle çınlamıştı.

HAZRET-İ PEYGAMBERİN (a.s.m.) gençlerle irtibatı sadece Mekke’de değil, her yerde iyiydi. Tıpkı Mekke’de olduğu gibi, Yesrib’in susuz kalmış gençleri de Allah Resulü’ne sinelerini açmış ve o Hidayet Elçisi’nin aşık pervaneleri olmuşlardı. Nasıl olmasınlardı? Karşılarında hakikati bir bütün olarak yaşayan, inandığını sadece konuşan değil, aynı zamanda yaşayan biri (a.s.m.) vardı. Sözünde yalan, sesinde tereddüt yoktu. Küçük hesaplar peşinde olmadığı, bir ücret talep etmeyişinden ve kendisine teklif edilen en yüksek payeleri hiç tereddütsüz reddetmesinden belliydi. Meselesinin halli için, toplumda söz sahibi kişilerle işbirliği yapmak gibi siyasî metodlar onun lügatında yer almıyordu. Kendisine yönelen yüz, bir büyüğe de ait olsa, küçük bir çocuğun da olsa, aynı dikkat ve önemseme duygusu içinde yaklaşıyordu. Özellikle çocukları ve gençleri masum bildiği için, onları hiçbir konuda suçlamıyor, üstelik bozulmamış fıtrat ve kalpleri sebebiyle çok değerli görüyordu. Çünkü her biri, Allah’a en güzel şekilde kul olma potansiyeli olan mahluklardı.

Temel eğitim anlayışında, uyarma ve kınama yoktu; sadece güzel örnek olmak ve en fazla hatırlatmak vardı. Bilhassa çocuklar için bu yüzde yüz geçerliydi. Çocuklar onda engin bir şefkat, gençler onda hem şefkat, hem müsamaha, hem de sonsuz bir cesaret örneği görüyordu. Ve bu örnek, onları her şeyi yaratan Rablerine yönelmeye davet ediyor; her türlü dalalet ve sapkınlığa set çekiyordu. Gençlerin bu “en güzel örnek” karşısında kayıtsız kalmaları elbette mümkün değildi. Çünkü onların kalbi de, tıpkı Fahr-i Âlem’in (a.s.m.) kalbi gibi inceydi. Yaşlılar gibi, “Hele biraz bekleyelim, şu Muhammed’in davasının akıbeti ne olacak bir görelim. Ondan sonra ne yapacağımıza karar veririz” hesabı içinde olmak onların kalbine ağır gelirdi.

Her biri, tıpkı onbir yaşındaki Ali (r.a.) gibi, yaşça ve kuvvetçe kendisinden ileride bulunan onca yaşlının arasından sıyrılıp “Ben varım Yâ Resulallah!” diye öne çıkmaya kendilerini mecbur bilmişti. Çünkü Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber (a.s.m.) kendilerine hem hakikatle geliyor, hem hürriyet tanıyor, hem hatalarına müsamahayla yaklaşıyor, hem istikâmet kazandırıyor, hem cesaret aşılıyor, hem de ebedî bir hayat vaad ediyordu. Ve böylece o gençler, daha o genç yaşlarında, “en hayırlı ümmet”in “en hayırlı öncüleri” olma bahtiyarlığına eriyorlardı. İşte, cahiliye bataklığından, Saadet Çağı’na varılan yol, bu yoldu. Fahr-i Âlem Efendimizin (a.s.m) önderliğinde, hayırlı gençlerin desteğiyle, âdeta esfel-i safilinden ala-yı iliyyin’e çıkıldı. Allah ölü topraktan diri varlıklar yarattığı gibi, ölü bir toplumdan diri bir ümmet yarattı. Böylece sonraki toplumlar için de mükemmel bir örnek ortaya çıkardı. Hangi zamanda ve hangi çağda yaşarsa yaşasın, bu örneğe bakan Müslümanlar, gayet iyi bilir ki, Allah hiçbir ferdi baştan mahkum etmediği gibi, hiçbir toplumu da sonsuza kadar karanlıkta bırakmaya ahdetmiş değildir. Tövbe kapısının daima açık olması, sadece tek tek insanlar için değil toplumlar için de bir umut kaynağıdır. Fakat, her işini adaletle yapan Allah, bir toplumu durup dururken felaha kavuşturmayacağını “Siz kendilerinizdeki değiştirmedikçe…” âyetiyle ortaya koyuyor (Ra’d, 11). Selim fıtrata sahip olan gençlerin ince ve hesapsız kalpleri, bu âyetin masadakı olmaya dün olduğu gibi bugün de razı. Onlar etrafında pervane olacakları ışığı bekliyorlar.

Peki ya ihtiyarlar?

Onlar, bu gençlerin önünde Efendimiz’in (a.s.m.) örnekliğinde, söz ve fiillerinde hakikati, zulüm karşısında cesareti, eğitimde müsamahayı esas tutabiliyorlar mı? Hayatı ayırmadan, işleri parça parça etmeden, gençlerin önüne bir bütün olarak çıkabiliyorlar mı? İşte esas meselemiz bu. Bizim kilidimizi açacak anahtar bu. Şunu unutmayalım ki, örnek olmadan taklit, taklit olmadan tasdik olmaz. Hayırlı gençler olmadan da bir toplum felah bulmaz.

Özkan ÖZE – Ömer BALDIK

Zafer Dergisi

‘Manevî Beslenme’ Yolları

Manevî hayat akan bir su gibidir. Akan su ise hayattır. Dağların ve ormanların içinden doğan su, tazelik ve sağlık getirir; çünkü akmaktadır. Bunun tam aksine, bataklık durgundur ve hastalık üretir; üstelik kendisine akan suyu tutar ve onu da bozar. Öyleyse, tutup biriktirmeye çalışan biri olmak yerine, kendi dışına akmaya ve vermeye çalışan biri olmak gerekir. Eğer içimizdeki iyilik potansiyelini saklı tutar ve onun dışarıya akmasına izin vermezsek, manevî dünyamız çürümeye yüz tutar, duygularımız cılızlaşır. İşte bu nedenle iyi yanlarımıza çektiğimiz setleri paramparça etmeli ve güzel niyetlerimizin bir nehir gibi akmasına izin vermeliyiz. Çünkü, tazelik ve hayat akmaktadır.
Evet, günümüzün artan tüketiciliği, materyalist ve dünyevî atmosferi, bu akışın önünde set olmaya çalışıyor. Ama her set, önündeki suyu bir süre tutabilirse de, ilânihaye tutmaya muktedir değildir. Su, ya seti aşar ya da deler geçer. İşte, insanın manevî dünyası da böyledir. İçindeki iyilik potansiyelini dışarıya akıtmak isteyen bir manevî gücün karşısında hiçbir set duramaz ve tutunamaz. Buna insanı ‘dünya‘ya çağıran ve onda boğmak isteyen her türlü set dahildir. Ancak bunun için gündelik hayat içinde insanın manevî beslenme yollarının farkında olması ve bunları elden geldiğince yerine getirmesi gerekmektedir. Bunlar bir dizi meleke hâline getirilmiş düşünce, tutum ve tavır ile alışkanlık hâline getirilmiş davranışı içerir.
Size yapılan iyiliklerin farkına varın:
İnsan unutkandır. Her an hayatımıza akıp durmakta olan iyilik ve lütufları unuturuz. Şefkatli Yaratıcımızın sonsuz iyiliklerini, başka insanların bizim için yaptığı iyilik ve yardımları unuturuz. Bu dalgınlığı aşmanın yollarından biri, son bir haftada ya da bir günde bize yapılan iyilikleri not etmek olabilir. Meselâ, bir gün aile üyelerinizin size yaptığı iyilikleri not edebilirsiniz. Başka bir gün, komşularınızın yaptığı iyilik ve yardımları; başka bir gün arkadaşlarınızın; başka bir gün ise bir düşmanınızın iyilik ve yardımlarını liste hâlinde yazabilirsiniz. Böylece bazı zamanlarda nefsinizin görmek istediğinin aksine, ne de çok iyilik ve lutfa mazhar olduğunuzu görebilirsiniz.
Sözlerinizde insanların iyiliğini isteyen dualara yer verin:
Dilinizi ‘Allah yardımcın olsun’, ‘Allah kalbini, seni ve tanıdıklarını huzurlu kılsın’, ‘Allah sana ve ailene merhamet etsin’, ‘Allah çocuğunuzu kendi istediğiniz şekilde yetiştirmenizi nasip etsin’, ‘Yeni işiniz hayırlı olsun’ gibi dua sözlerine alıştırın ve bunları arkadaşlarınız, dostlarınız ve tanıdıklarınız için söyleyin. Sizi ve çevrenizdeki insanları manevî olarak yükseltecek, cesaretlendirecek ve olumlu bir bakış açısına yöneltecek duaları taze ve yeni sözlerle gönülden dillendirin. Dilinizi duaya alıştırmanız, ruhunuzun kuvvet ve enerjiyle dolmasını sağlar.
Toplu ibadetlere iştirak ederek ruhunuzu besleyin:
Manevî yönünüzü güçlü kılmak için dua ve ibadet için harcadığınız zamanı artırmalısınız. Dua, namaz, tefekkür gibi ibadetleri mümkün olduğunca topluluk halinde yapmak, topluluğun ortak hareketinden doğan sinerjiden istifade etmenizi sağlar. Bu sinerji, Allah’ın cemaatle namaz emrini yerine getiren kulları için onlara lütfettiği bir ikramdır.
Allah’a tevekkül edin:
Manevî gelişme ya da yükselme, zaman içinde inançta ve imanda belirli sıçramalar yaşamak anlamına gelir. Bu sıçramaları belli ölçüde başarmış bir kişinin, elde ettiği başarıları sadece kendi şahsî gayretine ve ilmine bağlaması düşünülemez. Öyleyse iman etmenin ve manevî yükselmenin göstergelerinden biri de, ortaya konan gayretten sonra sonucu Allah’ın yarattığını teslim etmek ve hırçın bir şekilde sebeplere saldırmamaktır. Manevî yükselme yaşamış bir kişi, elinden gelen her şeyi yapar ama bütün bunları yaparken Allah’a ve kadere imanı onu huzurlu ve sakin hareket etmeye yönlendirir. O Allah’a güvenir, başarı için ihtiyaç duyduğu sebeplerin etrafında toplanmasına Allah’ın yardım edeceğini bilir.
Minnettar bir insan olun:
Her yeni günü Allah’ın bize gönderdiği bir hediye olarak görmeli ve güne O’na olan minnettarlığımızı ifade eden bir duayla başlamalıyız. O günün bize birtakım sıkıntılar getireceğini düşünüyorsak bile, güne bir şükür duasıyla başlamayı ihmal etmemeliyiz. Yine, gün içinde ne kadar zorlu olaylarla karşılaşırsak karşılaşalım, akşamın ilerleyen saatlerinde bir şükür ve hamd duası yapmalıyız.
Dostlarınızın manevî yolculuklarını paylaşın:
Manevî olarak yükselmek ve gelişmek isteyen birisini bulduğunuz zaman onunla dostluk edin. Belli aralıklarla dinî ve manevî konuları müzakere etmek üzere bir araya gelin. Göreceksiniz ki, bu düzenli görüşmeler manevî yükselmeniz için güzel basamaklar olacaktır.
Hizmet edin:
İçinde yaşadığınız topluma hizmet etmenin yollarını araştırın. Bunlar, özellikle karşılığında bir ödül almayacağınız hizmetler olsun. Sokakta gördüğünüz bir çöpü yerden almak, yaşlı birisini karşıdan karşıya geçirmek, otobüste ihtiyacı olan birine yer vermek ya da bir yayayı gideceği yere kadar arabanızla götürmek; veya geçiminizi temin ettiğiniz işte çok küçük bir yüzdeyi parasız yapmak gibi. Hem bu, emeğiniz karşılığında aldığınız ücretin de temiz olmasını sağlar.
Biraz yalnız kalın:
Bir filozofa göre yalnızlık bizi kendimize karşı daha dayanıklı; başkalarına karşı da daha müşfik yapar. Her iki açıdan da karakterimizi geliştirir. Belli aralıklarla kalabalıktan ve hayatın gürültüsünden uzaklaşmak ruhumuza iyi gelir. Gün içinde birkaç dakika sadece kendimiz ve Allah ile beraber olmaya çalışmalıyız. Sessizlik zihnimizi hayatın getirdiği problemlerden uzaklaştırır ve Allah’ın yardımıyla sessizlikte düşüncelerimiz sıhhat bulur.
Namaz kılın ve oruç tutun:
Namaz kılmak Allah ile olan bağımızı diri tutar, dinî duyarlılığımızı kalıcılaştırır. Oruç tutmak ise bir yandan her arzunun peşinden koşmak isteyen nefsimizi terbiye etmeyi, diğer yandan yoksul kişilerin hallerine yakınlaşmayı, onlara karşı empatik olabilmeyi mümkün kılar. Dolayısıyla özellikle Ramazan ayının çok verimli bir şekilde geçirilmesi manevî hayatımızı kuvvetlendirmek için kritik bir öneme sahiptir. Kuşkusuz oruç Ramazan ayı dışında da tutulabilir. Özellikle günümüz gündelik hayatının olumsuz görüntülerine maruz kalan genç bekarların, oruçtan elde edecekleri istifade muazzamdır. Gözlerini haramdan koruyabilecekleri için akıl ve ruhlarını dengede tutabilirler.
Üzüntünüzü ve sıkıntınızı Allah’a havale edin:
Canınız bir şeye sıkıldığında ya da gündelik işlerinizde bir engellemeyle karşılaştığınızda gönlünüzün rahatlaması ve önünüzün açılması için Allah’a dua edin. O size bir kapı kapalı olsa bile, başka bir kapıyı açacaktır. Öyleyse büyük küçük demeden her sıkıntı ve üzüntünüzü Allah’a havale edin ve O’ndan yardım isteyin.
Etrafınıza sevgi yayın:
Nereye giderseniz oraya sevginizi ve müspet bakışınızı da götürün. En önce kendi evinize. Gülen yüzünüz, nezaketiniz, gülümsemeniz ve sıcak selâmınızla insanları mutlu etmeye çalışın. Size gelen kişilerin yanınızdan ayrılırken kendilerini daha mutlu hissetmelerine vesile olun.
Kur’an-ı Kerim, tefsir ve hadis kitapları okuyup tefekkürünüzü genişletin:
Kutsal kitabımız ‘yaş ve kuru her ne varsa içinde yer aldığı’ bir kitaptır. Bize yol gösteren, bizi bilgilendiren, bize kim olduğumuzu bildiren, bizi uyaran boyutlarıyla ruhumuzu çepeçevre kuşatır. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’i ve onu şerh etmek için yazılmış tefsirleri okumaya ve anlamaya zaman ayırmalı, bunu düzenli bir iş hâline getirmelisiniz. Ardından okuduklarınızı tefekkür etmelisiniz. Bu tefekkür sayesinde kalbiniz inşirah bulacak ve maddeten de vücudunuzu zinde hissedeceksiniz.
Bugünü size bol lütuflu kılması için Allah’a dua edin:
Olgun ve kâmil bir mümin olabilmek ve bu yolculuğa heyecanla devam edebilmek için, Allah’ın size bunları lütfetmesi arzusunu dualarınıza taşıyın. Bunu günlük faaliyetinize henüz başlamamışken, sabahın ilk saatlerinde yapın. Bu maksatla kısa bir dua yapmayı alışkanlık hâline getirebilirsiniz: ‘Allahım, bugünü Senin lütfuna eriştiğim bir gün kıl.’ Sonra gün içinde gözlerinizi ve kulaklarınızı dört açın. Karşılaştığınız sıradan biri, yaşadığınız basit bir olay, belki de sizin o gün elde edeceğiniz kazanımı içinde barındırıyor olabilir. Allah size olan lütfunu böyle küçük sürpriz ve ayrıntılarla gönderebilir.
Zamanınızın bir kısmını doğal ortamlarda geçirin:
Dinin tabiatını hakkıyla bilenler, tabiatın dini anlamak için ne kadar önemli olduğunu bilirler. O yüzden zamanınız elverdiğince tabiatta vakit geçirmeye çalışın. Tabiattaki her şey; Allah’ın azametinin ve hüsnünün izlerini taşır. Ağaçlar, Allah’ın kudretini ve şefkatini anlatır. Gökyüzü, Allah’ın mühendisleri kıskandıracak işçiliğinden haber verir. Geceleri gökyüzünde ayın ve yıldızların saçtığı ışık, Allah’ın dünya evini karanlıkta bırakmadığını anlatır.
Tercih hakkınızı kullanın:
Ne tür bir ortamda bulunuyor olursanız olun her zaman bir tercih hakkınız vardır. Hayal kırıklığı ve üzüntü yerine, neşe ve dinamizmi seçin. Nefret yerine, sevgiyi seçin. İntikam yerine, affetmeyi seçin. Olduğunuz yerde durmak yerine, gelişmeyi seçin. Unutmayın ki karşılaştığınız her olaya olabilecek en iyi seçenekle de karşılık verebilirsiniz, en kötü seçenekle de. Tercih sizin.
Ömer Baldık / Zafer Dergisi

“Öfke Kontrolü” İçin Nebevî Reçeteler

Kuvvetli kimse, (güreşte hasmını yenen) pehlivan değildir. Hakiki kuvvetli, öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsedir.” Hz. Peygamber (a.s.m.)

İçte kabaran öfkeyi dizginleyebilmek ve teskin edebilmenin yolları, nebevî reçetede harika bir biçimde yazılmıştır. Mesela “Biriniz öfkelendiğinde sussun” buyrulmuştur. Bu şekilde içteki öfkeye davranış lisanıyla ayaklanıp coşmama ve yatışma telkin edilmiş olur. Ama eğer illa bir şey söylenecekse, nebevî reçete, öfkelenmiş kişiye, “euzü besmele” çekmesini tavsiye eder. Çünkü öfke şeytandan, şeytan da ateşten yaratıldığı için, öfkeyi söndürmenin yollarından biri, lisanen, şeytandan Allah’a sığınmaktır.

Öfke insanın fıtratında potansiyel olarak mevcuttur. Ama bu potansiyelin bilfiil davranışa dönüşmesi, kişiden kişiye farklılık gösterir. Bazı kişiler öfkelenmek için âdeta sebep ararken, bazıları itidalli davranarak bu keskin duygularını dizginlemeyi başarırlar.

Öfkenin insan fıtratında nasıl bir çalışma mekanizmasına sahip olduğunu anlamak için şu üç hâlin farkında olmak gerekir: Birinci hâlde öfke, insanın içinde potansiyel halde durmaktadır. İkinci hâlde, genellikle bir dış sebeple ama bazen de bir hatıranın canlanması gibi bir iç sebeple insanın kalbi öfkeyle dolar. Üçüncü hâlde ise, içte kabaran bu öfke farklı şekillerde dışa vurulur. Bu dışa vurumun her zaman şiddet davranışı şeklinde tezahür etmesi gerekmez.

Öfke kontrolü” dendiği zaman genellikle öfke içte kabardıktan sonra bu öfkenin nasıl şiddet davranışına dönüşmeden yatıştırılabileceği üzerinde durulur. Ancak öfke kontrolünde kalbin gereksiz sebeplerle öfke duygusuyla dolması üzerinde de çok ciddi bir şekilde durulmalıdır. Nitekim nebevî dilde bunun tercümesi, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) kendisinden kısa bir nasihat isteyen kimseye söylediği “Öfkelenme!” nasihatidir. Yani kalbi gereksiz yere öfke duygusuyla doldurmamak, öfkelenmiş bir kalbi teskin etmeye çalışmaktan çok daha tasarruflu olacaktır.

Gereksiz yere öfke” veya “aşırı öfkelenme” deyince, bunun içine, en çok kişinin kendi nefsini tatmin için veya bu tatmin sırasında karşılaştığı engellere karşı öfkelenmesi girer. İslam ahlakına göre, bir Müslüman haklı bile olsa, kendi nefsine gelen zarar üzerine öfke duygusuna kapılması ve bunu açığa vurması hoş bir şey değildir. Çünkü bir Müslümandan beklenen davranış, kendi nefsini öncelemekten kaynaklanan bir duygulanım içine girmesi değil, amellerin en üstünü olan “Allah için sevmek” ve “Allah için nefret etmek” noktasına yükselmesidir. Yani Müslüman olduğu bilinen biri bir şeye kızdığı zaman, çevresindeki insanlar onun kendi menfaati için kızmadığını müşahede etmelidirler. Bu, âdeta Müslümanın “alamet-i farikası”dır.

Ömer Baldık

Moraldunyasi.com

Ramazan’ın Hikmetlerinden Birkaç Damla…

Ramazan orucunun Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine, insanın ferdî ve sosyal hayatına, nefsin terbiyesine ve ilahî nimetlerin şükrüne bakan hikmetleri vardır.

Cenab-ı Hak, yeryüzünü bir sofra gibi çeşit çeşit nimetlerle doldurmuştur. Her yarattığı mahlukuna rızkını zamanında ve şaşırmayarak ulaştırmakla, nasıl bir Rab olduğunu en güzel şekilde gösteriyor.

Gelgelelim, insanlar gündelik hayat meşgalesi içinde bu hakikati tam olarak göremeyebiliyor, bazen de unutuyor. Ramazan ayı geldiğinde ise, iman sahipleri sanki Rablerinin ziyafetine davet edilmişler gibi birden düzenli bir ordu vaziyetine geçerek bu davete iştirak ediyorlar. Böylece, normal zamanlarda gözleri bağlayan gaflet ve esbap perdesi yırtılıyor ve insan kendi üzerindeki rububiyet hakikatini en derin anlamıyla kavrama fırsatını yakalıyor.

Orucun Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinin şükrüne bakan bir boyutu da var. Nasıl ki bize azıcık bir ikramda bulunan kişiye hemen teşekkür ediyorsak, bunca nimeti önümüze seren el-Rezzak’a çok daha fazla teşekkür etmeliyiz. İşte O’na teşekkür etmek, her şeyden önce, başkalarının elinden alıyor görünsek dahi, bize ulaşan her türlü nimeti O’ndan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere muhtaç olduğumuzu hissetmekle mümkündür.

İşte oruç tutmak, hakiki açlık hissedildiği için nimetlerin kıymetini anlamayı sağlamakla, hakiki şükre kapı açıyor. Yoksa, karnı sürekli tok olan bir insanın nimetin değerini kavrayamadığı için aklen ve ruhen şükre yönelmesi mümkün değildir.

Açın halinden anlamak

Ramazan ayında tutulan orucun, öte yandan, sosyal hayata bakan hikmetleri de vardır. Malum olduğu üzere, insanlar kazançları itibariyle farklı farklı yaratılmışlardır. İnsanlar arasında evine doğru dürüst yiyecek götüremeyenler olabildiği gibi, yedi sülalesini doyuracak kadar varlık sahibi olanlar da vardır. Bu farklı kesimler arasında hakiki bir kardeşlik duygusunun meydana gelebilmesi için hiç olmazsa yılın bir ayında benzer bir tecrübenin yaşanması gerekir.

İşte oruçtaki açlık, zenginin fakir insanların acınacak halleri ve açlıklarını hissedebilmesini sağlayarak, bu ihtiyacı karşılar. Zenginler bu şekilde kendi türüne şefkat etmeyi öğrenir Ramazan’da. Toplumsal kesimler arasında düşmanlık ve çatışma duyguları yerine, yukarıdan aşağıya doğru bir şefkat sarmalı tüm toplumu kuşatır. Rabb’in şefkat ve merhameti, zengin insanların ayinedarlığı üzerinden toplumun alt kesimlerine ulaşır. Eğer Ramazan orucu olmazsa veya toplum olarak Ramazan’ın ruhuna erilmezse, çağımızda çok daha belirgin bir şekilde gözlendiği gibi, zenginler fakirlerin halinden anlamaz ve kendi zevklerinin peşinde koşarlar.

Orucun bir diğer hikmeti ise, kişinin kendi nefis terbiyesine bakar. Herkeste mevcut olan nefis, herhalükarda kendisini hür ve serbest farz eden, kendi dışında hiçbir otoriteye boyun eğmek istemeyen bir tabiata sahiptir. Önüne gelen nimetin bir Veren’i olduğunu düşünmek istemez. Tek arzusu, hayvancasına ve hırsızcasına yutmaktır. İşte Ramazan-ı Şerif’te en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi hiçbir şeyin sahibi değildir, Allah emretmedikçe önündeki bir bardak suya bile elini süremez. Böylece nefis rububiyet havasından kurtulur, ubudiyet iklimine girer.

Ramazan orucunun nefis terbiyesine bakan bir diğer boyutu ise, kötü ahlakın tasfiyesine fırsat vermesidir. Yılın diğer aylarında kendini layemut zannedip her türlü seyyiatı işlemeye meyilli olan nefis, bir ay oruç tutmakla, o seyyiattan tamamen kurtulmaya da bir yol bulur. Nitekim, Ramazan ayında pek çok kimse sigara ve içki gibi tiryakiliklerini orucun getirdiği ubudiyet düzeni sayesinde terk eder. Bu çerçeveden bakıldığında, Ramazan orucunun bir yıla dağıtılmayıp tek bir ayda art arda günlerde tutulmasının hikmeti de anlaşılmış olur.

Kur’an’a layığınca muhatap olmak

Ramazan orucunun bir başka hikmeti, hiç şüphesiz, bu ayda nüzul etmeye başlayan Kur’an-ı Hakîm ile ilgilidir. Oruç, bir yönüyle ehl-i imanı Kur’an’a layık bir pozisyona getirir. Kur’an’ın talep ettiği tam dikkat ve yüksek motivasyon, başka şeyleri dert etmeden Kur’an dinleme hali, orucun insanı melek seviyesine yükseltmesi sayesinde sağlanır. Oruçla bedenin ihtiyaçlarından bir süreliğine sıyrılan kalpler, dünyaya ait kaygıları bir kenara bırakarak, sanki Kur’an yeni nazil oluyormuş gibi onu dinlemeye ve ilahî hitaba kulak kesilmeye başlarlar. Bir bakıma Hz. Cebrail ile Peygamberimiz (a.s.m.) arasında gerçekleşen mukabele, herkesin kendi dairesi ve çapı içinde yeniden hayat bulur.

Yüksek kârlı ahiret ticareti 

Camilerde ve evlerde okunan Kur’an tilavetleri, yeryüzünü Kur’an okunan büyük bir mescit derecesine yükseltir. Belki dünyadan uzaya gümbür gümbür Kur’an nağmeleri yayılır.

Nurun her tarafa sirayet ettiği böyle bir ayda, ahiret için yapılan ticaretin de büyük kârları vardır. Ramazan-ı Şerif’te amellerin sevabı, bire bindir. Kur’an-ı Hakîm’in her bir harfinin bu ayda on cennet meyvesine denk gelen bir sevabı vardır. Âyetü’l-Kürsî gibi ayetlerin sevabı ise çok daha fazladır. Bununla beraber, Ramazan ayının en büyük ticareti, Kadir Gecesi’ndedir. İnsanların yılın kalan günlerinde ibadeti terk etmemesi için vakti gizli tutulan Kadir Gecesi, Kur’an ayetinin şehadetiyle bin aydan daha hayırlıdır. Bu, ehl-i imana tanınmış büyük bir lütuf olup, seksen sene ömre karşılık gelir.

Aç kalmaktan fazlasıdır oruç

Fani dünyada fani bir ömür içinde bu kadar büyük değeri kazandıran Ramazan orucu, elbette aç kalmaktan fazlasıdır. Kamil bir oruç tutma iddiasında olanlar, mideleriyle beraber bütün duygularına, kulakları, kalpleri, hayalleri, fikirleri gibi cihazlarına da oruç tutturmalıdırlar. Haram olan şeylerden kaçınarak, boş ve faydasız işlerden geri durarak, bedenî ve ruhî neyimiz varsa hepsiyle oruç tutmaya çalışmalıyız. Çalışmalıyız ki, Ramazan’ın bereketinden azamî derecede istifade edebilelim.

Bu yönüyle bakıldığında dili yalandan, gıybetten ve küfürden koruyarak onu Kur’an ve zikirle meşgul etmek; gözü ve kulağı haram görüntü ve seslerden koruyarak Kur’an dinlemeye sevk etmek de bir oruçtur.

Zaten mide en büyük fabrika olduğu için oruçla o fabrikanın çalışması tatil edilse, göz-kulak gibi başka küçük tezgâhlar kolayca Ramazan’ın nurlu iklimine uyum sağlayabilir.

Bir nevi balondaki ağırlıkları atıp yükselişe geçmek gibi, midenin aç bırakılması da ruh ve kalbin maddi ağırlıklardan kurtularak yükselmesine vesiledir. Bu yükseliş sayesinde, mü’minler derecelerine göre Ramazan ayında ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî sevinçlere mazhar olurlar. Kalp, ruh, akıl, sır gibi latifeler oruç vasıtasıyla çok terakkilere ve feyizlere yelken açarlar.

Öyleyse, haydi her birimiz şu mübarek ayda, nefsimizin rububiyetini kıralım, aczimizi, zaafımızı ve fakirliğimizi anlayarak hakiki ubudiyet ahlakını kuşanalım.

Allah sağlık ve sıhhat içinde bir sonraki Ramazan ayına kavuşması hepimize nasip eylesin. Âmin.

Oruç tutmak, hakiki açlık hissedildiği için nimetlerin kıymetini anlamayı sağlamakla, hakiki şükre kapı açıyor. Yoksa, karnı sürekli tok olan bir insanın nimetin değerini kavrayamadığı için aklen ve ruhen şükre yönelmesi mümkün değildir.

Fani dünyada fani bir ömür içinde bu kadar büyük değeri kazandıran Ramazan orucu, elbette aç kalmaktan fazlasıdır. Kamil bir oruç tutma iddiasında olanlar, mideleriyle beraber bütün duygularına, kulakları, kalpleri, hayalleri, fikirleri gibi cihazlarına da oruç tutturmalıdırlar.

Ramazan’ın hakkı

Peygamber Aleyhisselam, bir gün ashabına şöyle buyurdu: “Ümmetim, Ramazan’ın hakkını tam olarak yerine getirdiği sürece zillet olmayacaktır!

Dinleyenlerden biri sordu: “Ey Allah’ın Resulü! Ramazan’ın hakkını zayi ederek rezil olmak ne demektir?” Allah Resulü (a.s.m.) şöyle cevap verdi:

Ramazan’da Allah’ın yasaklarının çiğnenmesidir. Kim onda zina eder veya içki içerse, ertesi sene o vakte kadar Allah ve göktekiler ona lanet okurlar. O kimse Ramazan’a ulaşamadan önce ölürse, Allah katında cehennem ateşinden korunmasına vesile edineceği bir iyilik bulunmaz. Ramazan ayına hürmetsizlikten sakının! Çünkü başka ayda bulunmayacak şekilde onda sevaplar kat kat verilir. Günahlar da böyledir.” (Mu’cemu’s-Sağir)

Ömer Baldık

Moral Dünyası Dergisi

“Ruh İsrafı”nı Hiç Duydunuz mu?

Bil ki, en büyük israf ruhun israfıdır. Allah, insanı bu dünyaya ruhî tekamüle müsait bir fıtratla göndermiştir. O fıtratı israf etmen, ruhunu israf etmen anlamına gelir.

Örneğin, yeni doğmuş bir bebek iken, her şeyinle annene muhtaçtın. Annen tarafından ihtiyaçların karşılandığında, ona güven duygusu besledin ve bağlandın. Psikolojide buna, “temel güven duygusu” diyoruz. Eğer bu duygudan mahrum kalırsan, şahsiyetini üzerine bina edeceğin sağlam bir temelden yoksun kalmış olursun. Ve ileride ciddi şahsiyet sorunlarıyla karşılaşabilirsin. Bu duygunun daha önemli bir fonksiyonu ise, ileriki yıllarda Allah’a karşı duyacağın güven duygusu ve bağlanmanın nüvesini oluşturmasıdır. Eğer annene —ya da sana bakan kişi kimse ona— duyduğun güven duygusunu ve bağlanmayı aklın başına geldikten sonra Allah’a transfer edemediysen, yani herkesten daha çok O’na güven duymayı ve bağlanmayı beceremediysen, “temel güven duygunu” olması gerektiği gibi kullanmamışsın demektir.

Çünkü o anneyi—ve babayı—senin en muhtaç zamanında sevgi ve fedakârlık içerisinde başına memur gibi diken, Allah’ın şefkâti ve merhametiydi. Aklın ve şuurun yerine geldiğinde, bu hakikati görerek, kendisine daha kolay yönelebilmen ve bağlanabilmen için sana bu tecrübeyi yaşattı. Ama sen birinci basamakta kalmayı tercih ettin ve bu potansiyeli israf ettin. Halbuki ikinci basamağa geçebilsen, anne ve babanı Allah’ın rahmetinin senin üzerindeki somutlaşmış tezahürleri olarak da görüp, daha anlamlı bir bağ ile onlara bağlanabilme fırsatına sahip olabilecektin.

Aşk duygusunun israfı

İlk gençlik yıllarının en önemli özelliği, hızlı bir bedensel değişimin başlamasıdır. Bedendeki değişime hormonlar eşlik eder. Önce bedende başlayan bu değişim, zamanla ruha sirayet eder ve gencin iç dünyasında bir “aşk duygusu” oluşturur. Ardından, sağa sola dağıtılmış olan sevgi ve muhabbetler, tek bir hedef üzerinde odaklanır. Samet aynası olan kalp, sevdiğini olduğundan daha fazla yücelterek sever. Ona toz bile kondurmaz. Onun yanında âdeta erir ve hiçleşir. Sanki her şeyiyle ona bağlanmış, onda fani olmuştur. Sen de yaşadın bunları, belki de şimdi yaşıyorsun.

İşte, bu tecrübeyi de sana Allah yaşatmaktadır. Bedeninde hormonları harekete geçiren O’dur. İçindeki sevme, sevilme ve bağlanma isteğini O tetikledi. Böylece, duygularının afakta, dış dünyanın detayları içinde boğulmasından kurtuldun. Sevginin en yüce kaynağına yönelmeyi prova ettin. Kalbinin çarklarını harekete geçirmeyi öğrendin. Ama sadece bu basamakta kalırsan, kalbindeki muhabbeti de israf etmiş olursun. Çünkü sonsuz ihtiyaç sahibi biri olarak kalbine konulan o aşk duygusu, Samed ve Bakî olan Allah’a yönlendirilmek üzere kalbine konmuştu. Bunu dünyanın fani yüzlerinde harcarsan, yatağını bulamamış su gibi zayi etmiş olursun. Ayrıca, acı ve ıstırap olarak geri dönüşü de cabası… Hem kalbindeki şiddetli sevme isteğini fani olmayan Allah’a yönlendirsen, güneşten mahlukatın yüzüne yansıyan ışıklar gibi, Cemâl-i Bakî’den dönüp gelen bir sevgiyle de—yukarıdan aşağıya—sevebileceksin sevdiğini. Sadece maddi hazlarla değil, manevi letaiflerinin aldığı lezzetle de seveceksin. Ve bu sevgi ve muhabbetler kalbini de yaralamayacak üstelik, hatta ayrılıklar kalbinde büyük depremler meydana getirmeyecek eskisi gibi.

Duygu ve melekeleri israf etmemek

Sadece bunlar değil elbette. Ruh, daha binlerce duygunun ve bir sürü melekenin de madeni. O duygular, o melekeler eğer yanlış yerlerde harcanırsa, israf edilmiş olmazlar mı? Yüzü bekâya ve ebedi hayata döndürülmemiş her duygu, her meleke israftır bu açıdan bakıldığında.

Hayal mesela. Fenâya dönük çalışırsa, daha büyük bir ev, belki de tripleks villa hayal eder. Kendini en şöhretli ya da en yüksek makamda biriymiş gibi düşünür. Halbuki ebedi hayata dönük çalışsa, mizanda hesabını nasıl vereceğini, sırat köprüsünden nasıl geçeceğini hatıra getirebilir. Böylece, bekâ yolcusu olan insana, kendisinden beklenen hizmeti yapmış ve israf hanesine yazılmamış olur.

Ya da öfke duygusu… Sadece kendi çıkarına zarar gelince ya da bir lezzete erişmesine engel olununca öfkelenen kişi, bu duyguyu yanlış yerde kullanmış olmaz mı? Öfkeyi doğru yerde kullanmanın nasıl bir şey olduğunu anlamak için Hz. Ali’ye bakmalı. Harp esnasında yüzüne tükürülünce kendini geriye çekmesi, onun öfkesini Allah’a endekslemiş olduğunun şahane bir göstergesidir. İşte, bu öfkenin yönü bekâya dönüktür, nefsin fenâ bulacak duygulanımlarında kaybolup gitmeyecek bir öfkedir. Eğer öfkenin yüzü bu şekilde ebedi hayata döndürülse, en önce nefsin kusurlarını kendisine hedef tayin eder.

Ya akıl… Fenâya dönük bir akıl, gündelik menfaatlerinin peşinde koşar. Nefs-i emmareyle işbirliği yapar, onun değersiz bir veziri olur. Zamanını entrika kurmaya harcar. Binbir türlü yalan, binbir türlü hileyle işlerini yürütmeye çalışır. Oysa ebedi hayata dönük çalışsa, marifetullah peşinde koşar. Kâinat yüzünde okunan hikmet-i ilahiyenin sırlarını çözmeye uğraşır. Bilimi imanın hizmetine sokar. Her bir şeyden Allah’a giden bir yol bulmaya uğraşır. Kalpteki imanın hizmetine girerek, her olayı imanî bir bakış açısıyla okur. Duyguların üzerinde müfettiş gibi kontrol görevini ifa eder, onların boş yere harcanmasının önüne geçer. Eğer böyle yapmazsa, aklı da israf hanesine yazmak gerekmez mi?

Nefsi tanrılaştırmak ya da ruh israfı

Bütün bunların yanı sıra, ruhun israf edilmesinin insandaki en genel görünümü, nefsin tanrılaştırılmasıdır! Nefsini tanrılaştıran kişi, nefsine zulmeden kişidir. Peki nedir nefse zulmetmek?

Nefse zulmetmek, nefsin haddinin üzerinde bir konuma yükseltilmesidir. Normalde nefis, duyularla aldığı lezzetleri şükretmesi için kalbe sunar. Kalp de şükür duygusuyla dolar ve şuurlu bir şekilde şükreder. Bu tabloda nefis—ruh ve vicdanın sesine açık olan—kalbin hâkimiyetine boyun eğmiştir. Ancak eğer nefis kendinde bir rububiyet tevehhüm edip dünyevî haz ve lezzetler peşinde koşmaya başlarsa, kulağını ruh, akıl ve vicdanın sesine kapatır. Daha doğrusu, kapatmak ister! Ama ne akıl susar ne vicdan… Risale-i Nur’da ifade edildiği gibi, akıl nefsi sürekli taciz eder, bir taciz aletine dönüşür. Geçmişin elemlerini, geleceğin kaygılarını taşıyıp durur. Vicdan, nefse dünyaya geliş amacının bu olmadığını haykırıp durur, sürekli boşluk hissi verir. Ruhî melekelerin atâlete düşmesiyle boşluk hissi daha da şiddetlenir. Ve sonuç itibariyle, nefis ruh tarafından hiç beklemediği şiddetli itirazlarla karşılaşır. Bir parça dünyanın lezzetlerinin tadına bakmak isterken, kendi iç âleminden sürekli tokat yer. Rahatı kaçar, huzuru bozulur. Ruhî melekelerin hücumundan dolayı yediğinden, içtiğinden lezzet almaz. Suçluluk duygusuyla dolup, kaygı ve endişe deryasında boğulur. İşte, bir kimsenin nefsine zulmetmesi bu demektir. Ruhu yokmuş gibi hareket eden, hayvanlığa özenen kişi, nefsine zulmetmiş olur. Âyette de bu noktaya işaret edilmiştir: “Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler.” (Hud Suresi, 101)

İşte en büyük israf, budur! Bu israfın sahibi, kendisi için yaratılan sayısız mahlukatı da amaçsızlıkla ittiham ettiği için sayısız cinayet işlemiş, sonsuz israfa sebep olmuş olur.

İsrafın tersi ise, iktisattır. Yani kasıtlı hareket etmektir. Boşa harcamamaktır. Potansiyelleri heba etmemektir. İnsan, bu dünyaya ruhunun tekamül etmesi için gönderilmiştir. Ruhuna bir beden giydirilmesi ve yine o beden cinsinden bir âlem ile çevrelenmesi, hep o amaca yöneliktir. Allah insana ruhunun potansiyelleri israf etmemeyi öğretmek için önce, maddî âlemde terbiye ile başlar ve “yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz!” emreder. Ondan sonra, buradan ruh terbiyesi aşamasına geçer ve kanaat ve şükrü talim ettirir. Nihai hedef, ruhun terbiyesi ve daha kemal bir noktaya erişmesidir. Maddî dünyaya bakan emir ve yasaklar, son tahlilde, bu amaca matuftur.

Bu amaca uygun yaşamış bir ruh, beden elbisesinden soyununca, yanında sadece başta imanını ve onunla beraber dünyada yaptığı iyilik ve hayırları götürür. Kendisine emanet olarak takılan maddi alet edevatsa—ahirette yenileri verilmek üzere—dünyada kalır.

Senin de, benim de, bütün insanların da başındaki en büyük dava işte budur. Kim ruhunu israf edecek, kim etmeyecek?

İsraf olmayan ruhlara gelince, onlar ahiret toprağında cennet çiçekleri açacaklar!

Ruh, daha binlerce duygunun ve bir sürü melekenin de madeni. O duygular, o melekeler eğer yanlış yerlerde harcanırsa, israf edilmiş olmazlar mı? Yüzü bekâya ve ebedi hayata döndürülmemiş her duygu, her meleke israftır bu açıdan bakıldığında.

Bir ruh, beden elbisesinden soyununca, yanında sadece başta imanını ve onunla beraber dünyada yaptığı iyilik ve hayırları götürür. Kendisine emanet olarak takılan maddi alet edevatsa—ahirette yenileri verilmek üzere—dünyada kalır.

Ömer Baldık

MoralDunyasi.com